4 Aralık 2012 Salı

TÜRKLERİN ARAPLARLA İLK MÜNASEBETLERİ VE OSMANLI DÖNEMİNE KADAR TÜRKÇENİN ARAPLARA ÖGRETİMİ -Sami BASKIN

TÜRKLERİN ARAPLARLA İLK MÜNASEBETLERİ  VE OSMANLI DÖNEMİNE KADAR TÜRKÇENİN ARAPLARA ÖGRETİMİ 1 


Sami BASKIN* 


Özet

Türklerin Araplarla ilk münasebetleri 7. asırda baslamıstır. Sonraki
asırlarda münasebetler de Türklerin Arap cografyasındaki sayısı ve etkinligi de
artmıstır. Nitekim, 1250 yılında Mısır merkezli Memluk devletinin kurulması ile
Arap cografyasında Türk egemenligi baslamıstır. Türklerle Arapların bu yakın
münasebeti, Türkçenin Araplar tarafından ögrenilme ihtiyacını dogurmustur.
Kasgarlı Mahmut, Ebu Hayyan gibi Türkçeye vakıf sahsiyetler bu ihtiyacın
karsılanması için büyük çaba sarf etmis, eserler yazmıslardır. Günümüze ulasan bu
eserlere göre, Arap cografyasında oldukça canlı bir Türkçe ögretim süreci
yasanmıstır. Ancak yapılan bu egitim-ögretim faaliyetleri, Türkçenin yabancılara
ögretilmesi ve Türk egitim tarihi açısından önemli oldugu halde yeterince
incelenmemistir. Bunun için, bu çalısmada Türklerin Osmanlı dönemine kadar Arap
cografyasındaki varlıgı ve Araplara Türkçe ögretimi faaliyetleri ele alınmıs, o
dönemde yazılmıs Türkçe ögretim kitapları da tanıtılmıstır.

Türklerin ve Türkçenin Orta Dogudaki varlıgı, çok eskilere dayanmaktadır.
Emevîlerin ilk halifesi Muaviye’nin (661-680) Horasan komutanı Ubeydullah b.
Ziyad tarafından Buhara’dan getirilen ve 2000 okçudan ibaret olan, ilk Türk asker
taifesini Basra’ya yerlestirdigi bilinmektedir. Aynı dönemde Sam’daki sarayda da
görev alan Türkler, daha sonra Basra sehrinden, Haccac b. Yusuf zamanında bir
garnizon olarak kurulan Horasan’ın yeni eyalet merkezi olan Vasıt sehrine
nakledilmislerdir (Çelik, 2002: 284). Türkler, ilk Müslüman fetihleriyle (7. asır)
birlikte slâm sehirlerine dogru gruplar halinde gelmeye baslamıslardır.
Türkler, Orta Dogu’ya 8. yüzyılda daha çok sızmalar yoluyla ve küçük
gruplar halinde gelmislerdir (Kafesoglu, 1992: 238). Sızma, kendi ülkelerinde
iktisadî sıkıntı içinde kalan bazı kalabalıkça boy parçalarının, ailelerin veya saglam
yapılı gençlerin yabancı devletlerde hizmet almaları suretiyle (Kafesoglu, 2006:
54) gerçeklesen yayılma biçimidir. Bu yolla gelen aileler basta Irak olmak üzere,
Suriye ve diger Orta Dogu ülkelerine yerlestirilmistir.

Yeni kabul edilen slam dinini tanıma ve bu dinin emirlerini (cihad, hac,
hicret vb.) yerine getirme düsüncesi, zamanla Türklerin Orta Dogu’ya ilgisini
arttırmıstır. Bunun yanında gelisen siyasi ve sosyal olaylar da Türklerin bölgeye 9.
yüzyıldan itibaren büyük kafileler halinde göç etmesine neden olmustur. Emeviler
devletinin yıkılması ve yerine tüm milletlere daha hosgörülü davranan Abbasi
hanedanının is basına gelmesi bu büyük göçün 9. yüzyıldaki en önemli siyasi
nedenidir. Ayrıca doguda beliren Mogol tehlikesi, bölgeye gerçeklesen Türk
akınını hızlandırmıstır. Orta Dogu’ya gelen “Türklerin Sünnî inancını benimsemis
olmaları, kahramanlıkları, yigitlik, mertlik ve güvenirlikleri, idari islerdeki
kabiliyetleri, devlet ve toprak kutsiyeti gelenegi ile yetismis olup bu hususta her
türlü fedakârlıgı göstermeleri” (Kaya, 2008: 1) nedeniyle onlara tahsildarlık,
valilik, hâciplik gibi yüksek idari makamların verilmesine (Kafesoglu, 1992: 238)
vesile olmustur. Ama Türklerin, basta Abbasiler olmak üzere, diger slam
devletlerine en büyük katkısı askerî alanda olmustur. Daha 9. asrın ortalarında
Türklerden kurulu bir muhafız birligi ve bu birligin konakladıgı bir sehir (Samarra,
kurulusu 863) ortaya çıkmıstır. Dicle kenarındaki bu sehrin, Halife El-Mu tasım
tarafından baskent ilan edilmesi (886) ve devlet yönetiminin buraya tasınması,
Türklerin hilafet merkezindeki nüfuzunu güçlendirmistir. Türklerin askeriye
sınıfında gücü artarken bazı Türk ileri gelenleri, “genis hilafet topraklarının
muhtelif bölgelerine vali olarak tayin edilmistir” (Yazıcı, 2004: 36). Zamanla bu
valiler, kendi ordularını kurarak Abbasi devletinin sınırları içerisinde “yarı

bagımsız Türk devletleri” (Yazıcı, 2004: 37) kurmuslardır. Bu yolla ortaya çıkan
ve Mısır’da 875-905 yılları arasında hüküm süren Tolunogulları devleti, Abbasi
Halifeligi sınırları içerisinde kurulan müstakil ilk Türk devleti olarak tarihe
geçmistir. “Tolunogullarından sonra Fergana kökenli askerî bir aileden gelen
hsidîler hanedanı ortaya çıkmıstır” (Yazıcı, 2004: 36). hsidîler, 905 yılından 969
yılına kadar Mısır ve çevresini yönetmislerdir. XI ve XII. yüzyıllarda ise Orta
Dogu’ya Türk akını Selçuklular2 vasıtası ile gerçeklesmistir. Selçuklu devletinin
kurulmasında esas rolü oynayan Oguzlar, XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
topluluklar halinde ran, Irak, Anadolu ve Suriye’ye dogru yayılmıslar (Miroglu
vd., C. 8 1989: 149). Bu yüzden, 1040 yılında kurulan Büyük Selçuklu Devleti,
Türklerin Orta Dogu hâkimiyeti sürecinde önemli bir yer tutmustur (Kusçu, 2010:
637). Ayrıca, Selçuklular ve Eyyubîler zamanında Irak ve Mısır’da kalabalık bazı
Oguz-Türkmen boylarının buraya yerlesmis oldukları tarihçe de sabittir. Bölgede
uzun yıllar hüküm sürecek olan Memlûklu devletinin ilk hükümdarı Aybek,
Türkmen’dir (Caferoglu, 1984: 158).

XIII. Yüzyılda Mogolların batıya ilerleyisi ile baslayan hareketlenme
neticesinde pek çok Türk toplulugu yer degistirmistir. Bunların bir kısmı
Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya, bir kısmı da ran ve Anadolu üzerinden Orta
Dogu’ya dogru göç etmistir. Göç etmeyip kendi yurtlarında kalmayı tercih edenler
ise, Mogolların istilasına ugramıs, esir alınmıslardır. Mogol istilâsı sırasında esir
alınan genç Kıpçak Türkleri, slâm ülkelerine para karsılıgında satılmıstır. Bunlar;
Bagdat Abbasî halifeleri, Türkiye Selçukluları ve Eyyubîler'in hâssa ordularında
çesitli hizmetlerde bulunmuslardır. Zamanla güçleri artınca 1250 yılında, Mısır'da
asırlarca devam edecek olan Memlûk Devletini (1250-1517) kurmuslardır
(http://www.belgeler.com/blg/2akl/turk-tarihi, e.t. 24.05.2011). Bu devletin
kurulmasından sonra “memlûk” kavramı terimlesmistir. Baslangıçta bütün köleleri
içine alan “memlûk” tabiri, zamanla husûsî bir mahiyet kazanmıs, es anlamlı “abd
ve rakik” tabirlerinden farklı bir manada kullanılır olmustur. Bu tabirin kazandıgı
yeni anlam, harplerde esir edildikten ya da esir tüccarlarından satın alındıktan sonra
asker olarak yetistirilen köle karsılıgı olmustur. Bu köleler (memlûklar) çogu kere
hediye veya vergi olarak da gönderilmistir (Hasan, 1992: 9). Basta Eyyûbiler
olmak üzere diger slam ülkelerinde çesitli yollarla elde edilen egitim ve terbiyeye
müsait köleler, küçük yasta satın alınıp sıkı bir egitimle yetistirilmistir. lim, sanat
ve idari alanda yetistirilen bu zevat, daha sonraları devletin ileri kademelerinde
vazifelendirilmistir. Baslangıçta hükümdar ve emirlerin muhafız birliklerine baglı
olan bu köleler, üstün meziyetleri ile kendilerini göstermis ve sahipleri tarafından
azat edilmistir. Durum ve kabiliyetlerine göre devletin idari kademelerinde ve
sultanın yakın hizmetlerinde yükselmislerdir (Miroglu vd., 1989: 169-170).

Görüldügü gibi, Mısır ve çevresine yerlestirilen ve zamanla kendi
devletlerini kuran Türkler, ya Oguz bölgelerinden buraya çesitli yollarla göç etmis
Oguzlar ya da savasta esir düsmüs, pazarlardan satın alınmıs Kıpçaklardır. Ancak,
tarihin seyrine paralel olarak, Oguzlar ve Kıpçaklar dısında bu bölgeye getirilmis
baska gruplar da bulunmaktadır. Örnegin Memlûk hükümdarı Seyfettin Kalavun,
saltanatın kendi soyunda kalmasını saglamak niyetiyle, sadece kendisine ve
evlatlarına baglı kalmalarını umdugu yeni bir memlûk grubu teskil etmisti. Onun
mevcut Türk memlûk birlikleri dısında, Çerkeslerden ve As3 Türklerinden
olusturdugu birlikler, gittikçe çogalarak yaklasık yüzyıl sonra Memlûk devletinin
yönetimini ellerine geçirdikleri bilinmektedir. Bu memlûklar, Karadeniz
limanlarında kurulan büyük esir pazarlarından satın alınarak Venedik ve Ceneviz
gemileri tarafından Mısır’a getirilmis ve kale burçlarına yerlestirilmisti. Bu yüzden
bunlara Burci Memlûklar denmistir. Nasırüddin Muhammed’in birinci saltanatı
zamanında Burciyye Memlûkları ile Mogol asıllı memlûklar arasında büyük bir
mücadele yasanmıstır (Hasan, 1992: 95). Kendi iç çekismeleri devletlerini
zayıflatsa da Memlûkluların slam dünyasında sarsılmaz bir saygınlıkları var
oldugundan 1517 yılına kadar hüküm sürmüslerdir. slam dünyasındaki bu
saygınlıgın temel nedeni 1260 yılında Mogol ordularına karsı kazanılmıs olan Ayn
Câlut zaferidir. Bagdat Abbasî halifeligini ortadan kaldırdıktan sonra ilerlemelerine
devam ederek Anadolu’nun bir kısmını ve Suriye’yi isgal eden Mogol orduları,
Filistin’de Ayn Câlut mevkiinde, 3 Eylül 1260 günü cereyan eden savasta,
Memlûklar karsısında büyük bir hezimete ugramıslardı. Yenilmek nedir bilmeyen
Mogollara ilk maglubiyetlerini tattıran Memlûk sultanı Kutuz, adını haklı olarak,
slam tarihine altın harflerle yazdırmıstı (Hasan, 1992: 140). Memlûkluların Orta
Dogu’daki gücü sadece savasçı kabiliyetlerinden gelmemistir. Aynı zamanda siyasi
yetenekleri ve tarihte izledikleri denge politikası onların uzun yıllar Orta Dogu’da
hüküm sürmelerine olanak saglamıstır. Bu siyasetin en iyi örnegi, lhanlılara karsı
Altın Orda devleti ile iyi iliskiler kurmalarıdır. Hatta, Memlûk sultanı Nasır
Muhammed, Altın Orda ailesinden bir prenses ile evlenmis ve iki ülke arasındaki
iyi münasebetler akrabalık bagı ile pekistirilmisti (Hasan, 1992: 144). Bu ikili
iliski, iki bölge arasındaki sosyal ve kültürel bagların saglam olmasına ve Memlûk
sahasındaki Türk kültürünün Orta Asya’dan sürekli beslenip daha kolay
yayılmasına vesile olmustur. Sosyal ve kültürel canlılık, Memlûk yöneticilerinin
destegi ile birlikte bölgenin bir egitim ve sanat merkezi olmasını da beraberinde
getirmistir. Özellikle 14. ve 15. yüzyıllarda Mısır ve Suriye’deki ilim müesseseleri
Anadolu'daki medreselerden üstün oldugundan Anadolu Selçuklu ve Osmanlı
cografyasındaki âlimler, ilimlerini arttırmak için Suriye ve Mısır’a gitmistir.
Örnegin, o devrin ileri gelen âlimlerinden Osman Gazi'nin kayınpederi Seyh
Edebali Sam'da, Davûd-i Kayseri, Simavnalı Bedreddin ve Molla Fenarî Kahire'de
(Askar: 385-386), Kadı Burhaneddin Suriye ve Mısır’da (Dalbulak, 2008: 4) egitim
görmüstür. Bunun yanında genis slam ve Türk cografyasından bu bölgeye gelip
çesitli konularda eserler kaleme alan âlimler bulunmaktadır. Bu alimlerden ilki

Türk dilinin büyük emektarı Kasgarlı Mahmut’tur. Kasgarlı Mahmut, Kasgar’dan
Irak’a göç etmis ve eserlerini orada yazmıstır. Çünkü 11. asırda Irak bölgesi slam
dünyasının kalbi mahiyetindedir. Özellikle Bagdat, halifeligin etkisiyle önemli bir
ilim ve irfan merkezidir. Türk ülkelerinin çesitli bölgelerinden aralarında Kasgarlı
Mahmut’un da bulundugu bir çok bilginin bu dönemde Bagdat’a ve Mısır’a geldigi
bilinmektedir (Atalay 1998, C.I; XII). Kasgarlı Mahmut, Divan-u Lugati’t-Türk’ün
ön sözünde Muhammed oglu Hüseyn, Huseyn olu Mahmut’a dayanarak Türklerin
Tanrı tarafından kutsandıgını, en yüce ve kuvvetli millet olarak yaratıldıgını,
onların oklarından korunmak için aklı basında olanların onlarla beraber hareket
etmek zorunda oldugunu anlattıktan sonra su sözleri nakleder: “Derdini
dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konusmaktan
baska yol yoktur…” (Atalay 1998, C.I; 3-4). Zaten Kasgarlı’ya göre Türkçenin
ögrenilmesi bir nevi sünnettir, peygamber ögüdüdür. Bunu da su sekilde izah eder:
“And içerek söylüyorum, ben, Buhara’nın –sözüne güvenilirimamlarının
birinden ve baskaca Nisaburlu bir imamdan isittim, ikisi
de senetleriyle bildiriyorlar ki Yalavacımız (peygamberimiz) kıyamet
belgelerini, âhir zaman karısıklıklarını ve Oguz Türklerinin ortaya
çıkacaklarını söyledigi sırada “Türk dilini ögreniniz; çünkü onlar
için uzun sürecek egemenlik vardır” buyurmustur (Atalay 1998, C.I;4).”

Hz. Peygambere dayandırılan bu sözün sahih hadis olup olmadıgından
ziyade burada Türkçenin ögretimi ve Türk egitim tarihi açısından önemli olan bir
noktaya deginmek gerekir. O da, Türk dilinin ögrenilmesinin gerekliliginin
vurgulanmıs olmasıdır. Kasgarlı Mahmut, bu durumun farkında olan bir aydın
olarak kendisini Türkçenin ögrenimine ve Türk kültürünün tanınmasına adamıstır.
O, Türk bölgelerini dolasarak boyların dillerini derlemis ve bunları Divan-u
Lu ati’t-Türk adlı kitabında (sözlügünde) belli bir düzen içinde sıralamıstır. Bu
sıralama esnasında kelimelerin okuyanlar veya Türkçeyi ögrenenlerde daha kalıcı
olmasını saglamak ve Türk yasayısını, gelenek, göreneklerini göstermek için
kitaptaki madde baslarını, “seci, atalar sözü, siir, recez, nesir gibi seylerle
süsleyerek hece harfleri sırasınca tertip” (Atalay 1998, C.I; 5) etmistir.
Hem kitabına verdigi isim hem de kitapta kullandıgı yöntem ve dil
malzemesi gösteriyor ki Kasgarlı Mahmut’un asıl amacı, Türkçenin ve Türk
kültürünün Araplara tanıtılması saglamaktır. Kasgarlı’nın Türkçe ögretimine
yönelik çabaları Divan-u Lu ati’t-Türk ile sınırlı degildir. O, Türkçenin kurallarını
açıkladıgı bir baska eser daha yazmıstır. Bu eser, henüz ele geçmemis olan Kitabu
Cevahiru’n-Nahvu fi Lu ati’t-Türk’tür. Bu kitabın Kasgarlı Mahmut’a ait oldugun
Atalay söyle anlatmaktadır: “Kasgarlı Mahmudun
 adında bir kitabı daha varmıs. Bunu Divanda kendisi söylemektedir. Bununla birlikte
 bukitap henüz ele geçmemistir; bulunacak olursa dilimiz ve kültürümüz için büyük
 bir kaynak ve kazanç olacaktır” (Atalay, 1998, C.I; XI) . Bu kitabın dilimiz ve
kültürümüz için önemli olmasının nedeni, adından da anlasılacagı üzere bir söz

dizimi kitabı olmasıdır. Türkçenin ilk dil bilgisi  kitabıdır. Bu kitabın bulunması 
durumunda, 11. yüzyıl itibariyle, hem Türkçenin kurallarının ne olduğu, nasıl 
anlatıldığı hem de eğitimin hangi yöntem ve uygulamalara dayandığını 
çözümlemek mümkün olacaktır. 

Kâşgarlı Mahmud’dan sonra Türk sözlükçülüğünün ve gramerciliğinin en 
önemli temsilcisi sayılan İspanya-Gırnata doğumlu (1256-1344) ünlü Arap filolog 
Ebû Hayyân’dır (Özyetgin, 2003: 35). Ebu Hayyan, Kaşgarlı Mahmut gibi hem 
lugat hem de dil bilgisi kitapları yazmıştır (Caferoğlu, 1984, C. II; 198). O, 
döneminin yaygın metoduna,  İskenderiye mektebi metoduna, uymuş, bulunduğu 
bölgenin Türkçesini inceleyerek hem Kıpçak hem de Oğuz Türkçesi ile 
harmanlanmış dil bilgisi ve sözlük kitapları yazmıştır. Bu kitaplardan  Kitâbu’l-
İdrāk Li-Lisāni’l-Etrâk’te yazar amacını, “Türk lisanından büyük bir kısmının 
lûgat, sarf ve nahiv cihetinden zaptetmek”  (Caferoğlu, 1931; IX) biçiminde 
belirtmiştir. O, bu amaç için çok çalışmış ve neticesinde hem kendini tatmin eden 
hem de Türkçe öğretiminde uzun yıllar kullanılan eserler bırakmıştır.  Kitâbu’l-
İdrāk Li-Lisāni’l-Etrâk’in ön sözünde yazar ulaştığı durumu anlatırken  şu 
ifadelerde bulunmuştur:  

“Bu lisanın gül bahçesinden ağaçta meyva toplamaktan daha leziz 
fevait elde edebildim. Bu lisan denizlerinden gayey-i emel 
denilebilecek gibi büyük inciler istihraç ettim ve  bu sayede mezkûr 
lisanda emelime vasıl oldum ve keza aynı lisanda birinciliği 
kazandım. Bundan dolayı da kitabımı Kitâbu’l-İdrāk Li-Lisāni’lEtrâk 
ismiyle tesmiye ettim (Caferoğlu, 1931; IX). 

“Türklerin dilini anlama kitabı” anlamına gelen bu  kitapla Ebu Hayyan, 
yukarıda belirtilen amacına ulaştığını anlatmaktadır. Ancak burada dikkat edilmesi 
gereken bir başka husus bulunmaktadır. O da “aynı lisanda birinciliği kazandım” 
ifadesidir. Bu ifade, Türkçe öğretimine yönelik kitap yazma yarışmalarının 
varlığına dalalet eder. Yarışmalar ise Türkçe öğrenimine duyulan ihtiyacı 
karşılamak içindir. Ebu Hayyan’ın bahsettiği yarışmada yer alan diğer eserlerin 
varlığı hakkında bir bilgi verilmemiştir. Fakat bu dönemdeki Türkçe öğrenimine 
olan ilginin yoğunluğu Ebu Hayyan’ın bu kitap dışında da kitaplar yazmasına 
neden olmuştur. Onun  Ed-Dürretüʾl-Muḍiyyeti fįʾl-Luġatiʾt-Türkiyyeti (DM) adlı 
kitabı sadece eğitim öğretimde faaliyetlerinde kullanılmamıştır. Aynı zamanda 
daha sonraki asırlarda yazılan Türkçe öğretim kitaplarına da kaynaklık etmiştir. 
Örneğin 17. yüzyılda yazılan  Eş-Şüẕūrüʾẕ-Ẕehebiyyetü veʾl-Ḳıṭaʿuʾl-Aḥmediyyetü 
fiʾl-Luġatiʾt-Türkiyyeti eserinin yazarı  Bin Muhammed Salih  kitabını yazarken 
DM’ye baktığını, DM’nin güzel ve faydalı bir kitap olduğunu dile getirmiş ve 
eserini onunla karşılaştırdığını belirtmiştir (Baskın, 2012; 10). Ebu Hayyan’ın bu 
iki eseri dışında Kitabu’l-Efʿal (Kitabü’l efal fi lisan-i el Etrak), Zehrü’l-Mülk fi 
Nahvi’t-Türk, Nefhatü’l Misk fi Sireti’l Türk adlı eserleri bulunmaktadır. Bunlar da 
birer dil bilgisi kitabıdır. Ve kendi devirlerinde  Türkçenin öğretimi için 
kullanılmıştır. 


Türkçenin Mısır ve çevresinde Araplara öğretilmesi için uğraş vermiş Ebu 
Hayyan eserlerini yazarken hocası Divrikli Fahreddin Muhammed İbn Mustafa’nın 
Kavāid-i Lisān-i Türki adlı kitabından yararlanmıştır. Bu kitap da Mısır bölgesinde 
yazılmış ve o bölgede eğitim amaçlı kullanılmış bir Türkçe dil bilgisi kitabıdır 
(Caferoğlu, 1984, C. II; 193). Ayrıca Ebu Hayyan Kitab-ı Beylik adlı kitaptan da 
yararlandığından  bahseder. Bu kitap Mısır sahası Türkçesini işleyen bir kitaptır 
(Caferoğlu, 1984, C. II; 198).  Kitabın  Alaaddin Beylik el-Kıfçakî’ye ait olma 
ihtimali yüksektir (Caferoğlu, 1984, C. II; 191). Kendi döneminde pek çok esere 
ilham kaynağı olmuştur. Ebu Hayyan’dan başka Cemaleddin Ebu Muhammed 
Abdullah et-Türkî  de bu eserden yararlandığını belirtmiştir.  Cemaleddin Ebu 
Muhammed Abdullah et-Türkî, Bulġatu’l-Müştāķ fį Luġati’t-Türk ve’l-Ķıfçaķ (BM)
adlı eseri kaleme alan zattır. Kitabın adından anlaşılacağı üzere yazar BM’yi bir 
sözlük olarak tasarlamıştır. Bu yüzden dil bilgisi konularına pek yer vermemiştir. 
Bu sözlük bir Türk tarafından yazıldığından, kelimelerindeki harekeler diğer 
eserlere nazaran Türkçe sesletime daha uygundur. Bu kitap Ebu Hayyan’ın 
Kitâbu’l-İdrāk Li-Lisāni’l-Etrâk adlı eseri ile benzer biçimde düzenlenmiştir. Önce 
bir giriş, sonra isimler, en sonda da fiiller yer almaktadır. İsimler kavram alanına 
göre gruplara ayrılmışken fiiller, Arapça fiil sırasına uygun olarak yazılmıştır 
(Argunşah, 2010; 190). 

Bunun yanında müellifleri bilinmeyen Araplara Türkçe öğretme kitaplar da 
mevcuttur. Bunlardan ilki  Et-Tuḥfetu’ẕ-Źekiyye fi’l-Luġāti’t-Türkiyye  (TZ)’dir. 
Yazarı bilinmeyen ve 15. yüzyılda yazılan bu eserin iki önemli özelliği vardır: 
birincisi Türkçe kelimelerin ayrıntılı biçimde işlenmiş olması, ikincisi ise Kıpçak 
Türkçesini temel alan ve bu lehçeyi en iyi yansıtan eser olmasıdır. Türkçe 
kelimelerin ayrıntılı biçimde verilmesi, kitap yazarının Türkçeye hakim birisi 
olduğunu göstermektedir. Bu da yazarın bir Türk olabileceğini düşündürmektedir 
(Argunşah, 2010; 189). Kıpçak Türkçesinin söz varlığını bu derecede yansıtmış
olması da yazıldığı coğrafyanın etnik yapısı hakkında ip uçları sunmaktadır. 
Kitāb-ı Mecmūʿı Tercümān-ı Türkį ve ʿAcemį ve Muġalį’ (KM) Araplara 
Türkçe öğretmek maksadıyla yazılan bir başka eserlerdir. Barbara Flemning’e göre 
eser 1343 yılında yazılmıştır. Eserin yazarı bilinmemektedir. Ancak  Halil bin 
Muhammed bin Yusuf el-Konyevî tarafından istinsah yoluyla oluşturulmuş bir 
nüshası günümüze ulaşmıştır. Bu eser de o dönemin öğretim kitaplarına uygun 
olarak bir sözlük ve dil bilgisi kitabı olarak tasarlanmıştır. Kitapta dört bölüm 
bulunmaktadır.  İlk bölümde isimler kavram alanlarına uygun olarak yazılmıştır. 
İkinci bölümde alfabetik olarak yazılmış emir ve ikinci şahsa hitap eden sözler yer 
almaktadır. Üçüncü bölümde fiiller ve fiil çekimleri, dördüncü bölümde de örnek 
cümleler ve cümle kurallarına yer verilmiştir. 

El-Ķavānįnü’l-Külliyye Li-Žabti’l-Lugatı’t-Türkiyye (Kavanin),  ihtiva 
ettiği söz varlığı ve yazılış amacının açıkça Türkçe öğretmek olarak belirtilmiş
olması bakımından önemli bir eserdir. Eserin yazarı kitabın girişinde (sayfa 2b) 
kendisini ve amacını şu sözlerle dile getirmiştir:  


“‘Kitap yazan hedef alınır ve bir  şey meydana getirenin hataları 
araştırılır.’ denilmiştir. Bu hususta beni mazur görsünler. Çünkü ben 
ne Türküm ne de Türk oğullarındanım, onların ülkesine de gitmedim. 
Benim bilgim; onlarla çok düşüp kalkmam ve birlikte olmam sebebiyle 
kendilerinden duyduklarıma dayanmaktadır. Allah’tan beni hatadan 
korumasını, yanlışlarımı bağışlamasını ve kusurlarımı örtmesini 
dilerim…” (Toparlı vd, 1999; 1).  

Bu sözler gösteriyor ki yazar Türk değildir ama Türkçeyi bilmektedir. 
Zaten kitabın yazıldığı muhitte Türkçeye ve Türkçe öğrenmeye büyük bir ilginin 
olduğunu şu sözlerle anlatmıştır:  

“Değerli arkadaşlar -Allah kendilerini yüceltsin- rehber anlamında 
Türk dilinin temel kurallarını ortaya koymam hususunda ısrar ettiler, 
ben de bu alanın uzmanlarından değilsem de onların isteklerine uyarak 
bu güzel kitabı kaleme aldım” (Toparlı vd, 1999; 1).
  
Kavanin yazarının Türkçe öğretme kabiliyeti olduğu ve çevrenin ona bu 
konuda itimat ettiği bu sözlerden anlaşılmaktadır.  

Sonuç 

Türklerle Arapların 7. yüzyılda başlayan ilişkileri sosyal ve tarihi olaylarla 
beraber gelişince Türklerin Arap coğrafyasındaki nüfusu ve etkinliği hızlı bir 
biçimde artmıştır. Bunun neticesinde Türkçeye yerli halkın ilgisi doğmuş ve bu 
ilgiye cevap verebilmek için çeşitli Türkçe öğretim faaliyetleri gerçekleşmiştir. Bu 
faaliyetlerin ilki 11. yüzyıl Kaşgarlı Mahmut’un çabaları ile gerçekleşmiştir. Daha 
sonra 1250 yılında yöneticileri ve ordusunun önemli bir kısmı Türk olan Memluk 
devletinin Mısırda kurulması ile Türkçe resmi dil konumuna yükselmiştir. Bu 
tarihten itibaren devlet yöneticilerinin teşviki ve yardımları ile çeşitli bölgelerden 
başta Mısır ve Suriye olmak üzere Arap coğrafyasına hocalar gelmiş ve Araplara 
Türkçe öğretmişlerdir. Bunlar arasında Türk olan  Cemaleddin Ebu Muhammed 
Abdullah et-Türkî’nin yanında Türk olmayan  Ebu Hayyan  gibi hocalar 
bulunmaktaydı. Bu hocalardan günümüze kadar gelebilmiş, Divān-u Luġati’t-Türk, 
Kitâbu’l-İdrāk Li-Lisāni’l-Etrâk, Ed-Dürretüʾl-Muḍiyyeti fįʾl-Luġatiʾt-Türkiyyeti, 
Et-Tuḥfetu’ẕ-Źekiyye fi’l-Luġāti’t-Türkiyye, Kitāb-ı Mecmūʿı Tercümān-ı Türkį ve 
ʿAcemį ve Muġalį’, El-Ķavānįnü’l-Külliyye Li-Žabti’l-Lugatı’t-Türkiyye vb. değerli 
eserler mevcuttur. Bu eserlerin Türkçe öğretimi ve Türk eğitim tarihi açısından 
derinlemesine incelenmesi yerinde olacaktır. Zira  Türkiye’deki Türk eğitim tarihi 
araştırmacıları Arap coğrafyasındaki Türkçe eğitimi çalışmalarını ihmal 
etmişlerdir. 





1.Bu çalışmada, Eş-Şüzûrü’z-Zehebiyye ve’l-Kıtai’l-Ahmediyye fî’l-Lugati’t-Türkiyye (Sözlükbilimsel Bir 
İnceleme), adlı yayınlanmamış doktora tezinden yararlanılmıştır. 
* Dr., Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Türk Dili Okutmanı. 

2.Selçuklular, Oğuz Türklerinden bir oymaktır. Onların soyu, Anadolu’da devlet kurup, bilâhare Suriye, Mısır, Arabistan, Avrupa’nın büyük kısmı ve Kuzey Afrika’yı yönetimleri altına alan Osmanlıların soyu ile birleşir. Bk. Hasan, H. İbrahim, (1992), Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal İslam Tarihi, (çev. İsmail Yiğit), C. 5, ss. 11-16 İstanbul: Kayıhan Yayınları.

3. “As” kelimesinin karşılığı Divānu Lûgati’t-Türk’te “cariye” olarak verilmiştir. C. 1, ss. 80  


KAYNAKÇA 
ARGUNŞAH, Mustafa, YÜKSEKKAYA, Gülden Sağol, TABAKLAR, Özcan (2010). Karahanlıca, 
Harezmce, Kıpçakça Dersleri, İstanbul: Kesit Yayınları. 
ATALAY, Besim (1945). Et-Tuhfetü’z-Zekiyye fi’l-Lûgati’t-Türkiyye, İstanbul: Türk Dil Kurumu.

--------------- (1998). Divânü Lûgati’t-Türk, C. 1, Ankara: Türk Dil Kurumu. 
AŞKAR, Mustafa. “Osmanlı Devletinde Alim-Mutasavvıf. Prototipi Olarak; İlk Şeyhülislam. Molla 
Fenarî Ve Tasavvuf Anlayışı”, ss. 385-401, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/782/10064.pdf, 
(E.T. 03.02.2011). 
BASKIN, Sami (2012). Eş-Şüzûrü’z-Zehebiyye ve’l-Kıtai’l-Ahmediyye fî’l-Lugati’t-Türkiyye 
(Sözlükbilimsel Bir İnceleme), (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal 
Bilimler Enstitüsü). 
CAFEROĞLU, Ahmet (1931). Abû Hayyan Kitâb al-İdrâk li-lisân al-Atrâk,  İstanbul: Evkaf 
Matbaası. 
------------------------------(1984). Türk Dili Tarihi, İstanbul: Enderun Kitabevi. 
ÇELİK, Aydın (2002). “Fatımîler Devletinde Bir Türk Komutan Alptekin”, Fırat Üniversitesi Sosyal 
Bilimler Dergisi, C. 12, S. 1, ss. 283-296. 
DALBUDAK, Duygu (2008). “Kadı Burhaneddin  İle  Şeyhî’nin Gazellerinin Din Ve Tasavvuf 
Açısından Karşılaştırılması”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Trakya Üniversitesi Sosyal 
Bilimler Enstitüsü). 
HASAN, H. İbrahim (1992). Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal İslam Tarihi, (çev. İsmail Yiğit), C. 5, ss. 
11-16 İstanbul: Kayıhan Yayınları. 
KAFESOĞLU, İbrahim (1992). Türk Dünyası El Kitabı, I. Cilt, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma 
Enstitüsü. 
KAYA, Selim (2008). “Büyük Selçuklular Döneminde Bağdat”,  Akademik Bakış, İktisat ve 
Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız- Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, CelalabatKIRGIZİSTAN, Ekim 2008, S. 15 
KUŞÇU, Ayşe Dudu (2010). “Büyük Selçuklu Devletinin Suriye, Filistin ve Mısır Politikasına Dair 
Bazı Tespitler”, Selçuklu Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Bahar 2010, S. 27, ss. 637-655, 
http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s27/26dudu.pdf, (E.T. 30.05.2011). 
MİROĞLU, İsmet, AYVALLI, Ramazan, YAVUZ, Kemal, vd. (1989), Türkiye Gazetesi İslam Tarihi 
Ansiklopedisi, İstanbul: İhlas Matbaacılık, Gazetecilik ve Sağlık Hizmetleri A.Ş. 
ÖZYETKİN, A. Melek (2003). “14. Yüzyılda Ünlü Arap Filolog Ebu Hayyan’ın Bilgisi Dâhilindeki 
Türk Dünyası’, Türkoloji Dergisi, Ankara 2003, C. XVI., S.: 2, ss. 35-51.   
TOPARLI, Recep - ÇÖGENLİ, Sadi – YANIK, Nevzat H.  (1999). El-Kavânînü’l-Külliye Li-Zabti’lLugati’t-Türkiyye, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları 
TOPARLI, Recep (2003). Ed-Dürretü’l-Mudiyye Fi’l-Lugati’t-Türkiyye, Ankara: Türk Dil Kurumu 
Yayınları 
YAZICI, Nesimi (2004). Türk Tarihi ve Kültürü, (edt. Cemil Öztürk), Ankara: Pegem A Yayıncılık. 
http://www.belgeler.com/blg/2akl/turk-tarih









Hiç yorum yok: