9 Aralık 2012 Pazar

Tarihe ‘düşman’ların geçtiği gibi geçmek -Taha Kılınç


Geçtiğimiz hafta Libya'da ABD büyükelçisinin öldürülmesinden sonra çıkan tartışmalarda kahir ekseriyet elçilerin öldürülmesinin insani ve İslâmi olmadığını ifade etti. İslâm âlimlerinden, kanaat önderlerinden ve siyasi liderlerden de genellikle benzer mesajlar geldi. Bu iyiye işaret. En azından, 11 Eylül saldırılarından ders alınmış görünüyor: O zaman milyonlarca Müslüman çılgınlar gibi sevinmiş, ardından ABD askerleri akın akın İslâm dünyasının dört bir yanına yayıldığında, işin rengi anlaşılmıştı. Şimdi ise aklı başında herkes, söz konusu olayların yeni işgallere ve saldırılara davetiye çıkarmasından endişe ediyor. Ki haklılar. 

Ancak yine de küçük bir kesim ABD büyükelçisinin ve diplomatlarının öldürülmesini "Arap Baharı meyvelerini vermeye başladı" sloganlarıyla yorumlamayı sürdürüyor. İlk bakışta tavırlarındaki öfkenin İslâm dünyasındaki işgallere ve saldırılara yönelik bir dışa vurum olduğunu zannediyorsunuz. Hatta kendileriyle konuştuğunuzda "ABD, İslâm ülkelerini işgal ediyor. Onun diplomatik temsilcileri de işgal elçisi. Hepsi öldürülmeli, çünkü niyetleri iyi değil" şeklinde açıklamalar dinleyebiliyorsunuz. Fakat konuşma biraz daha derinleştiğinde, ilginç bir tasavvur çıkıyor karşınıza: Bu isimlerden bazıları, açık açık sadece Müslümanlardan oluşan bir dünya hayal ediyor. Müslümanların hepsi de 'makbul' değil ayrıca, kendileri gibi inanmaları da gerekiyor bu kişilere göre.

Bu iki grup insan, aslında bugün Ortadoğu ve İslâm dünyasındaki en keskin ayrışmalardan birine de işaret ediyor. Arap Baharı'yla toplumsal barajların kapakları aniden açılınca ortaya çıkan manzara bu nedenle epey korkutucu. Diktatörlüklerin ağır baskısı altında kendilerini ifade etme imkânı bulamayan 'aşırı' akımlar, şimdi en sansürsüz halleriyle göz önündeler. Mısır'da, Libya'da, Tunus'ta ve hatta Suriye'de bu akımların mensuplarının, toplumların ana yönelişinden tamamen farklı olarak radikal değişimlerin peşinde koştuğunu görmek mümkün. 

Bu bağlamda, buldozerlerle türbe yıkmak ve büyükelçi öldürmek arasında da fazla bir fark bulunmuyor. Sıradan insanın gözünde, bu silahlı grupların imajı az çok şöyle şekilleniyor: Demek ki güçleri yetse, kendilerinden başka kimseye hayat hakkı tanımayacaklar. 

Taliban ve El Kaide'nin Irak, Afganistan ve Pakistan'daki uygulamaları (ya da bunların medyada yer alma biçimleri diyebilirsiniz) da bu imajı besliyor. Bu örgütler, sadece ABD işgaline karşı değil, "işgal destekçisi" olarak tanımladıkları sivil halka da saldırıda bulunuyor. Köşeye sıkıştıklarında "Savaş zamanlarında olur böyle şeyler" deyip işin içinden çıkmaya çalışsalar da, bütün bu ülkeler giderek daha fazla batağa saplanıyor. Toplumlar baştan aşağı militarize olurken, savaş hallerinin insanları mecbur kıldığı zorluklardan ötürü hesapta olmayan ahlaki travmalar (uyuşturucu, rüşvet, kaçakçılık vs.) derinleşiyor. Bu hengâmede kazanan sadece ve sadece silah tüccarları oluyor. 

Bu satırlar elbette, işgallere hiçbir direniş gösterilmesin anlamına gelmiyor. Elbette bir toprak, yabancı bir devlet tarafından işgal edildiğinde, orayı savunmak bir görev haline gelir. Her milletin tarihindeki en 'parlak' sayfalar, 'düşman' işgallerine gösterilen direnişin anlatıldığı sayfalardır. 

Afganistan'ı ya da Irak'ı işgal eden 'yabancı' güçlere karşı silahlı bir kalkışma bu anlamda oldukça anlaşılır. Ancak bu kalkışmayı küresel çapta bir savaşa dönüştürdüğünüzde, sırf Amerikan vatandaşı olduğu için bu topraklara ayak basan herkesi öldürmeye başladığınızda, artık ahlâki prensipleri bir tarafa atmak zorunda kalacağınız, sonuçlarını asla kestiremeyeceğiniz, çok defa masumların hayatlarına da kıyacağnıız bir cenderenin içine düşmüş olursunuz. Eğer niyetiniz gerçekten bu ise, kimse bir şey diyemez. Ama eğer "meşru müdafaa" gibi bir hassasiyetiniz hâlâ varsa ve tarihe düşmanlarınızdan farklı bir şekilde geçmek istiyorsanız, o zaman bu savaşın bazı sınırları ve durakları olmak zorunda. 

Muhtemelen önümüzdeki dönemlerde Arap ülkelerinde ABD karşıtı silahlı örgütlerin kanlı ve geniş çaplı eylemlerine şahit olacağız. Birileri ölecek, birileri öldürecek, birileri de şu anda okumakta olduğunuz türden yazılar yazmakla vakit israf edecek. Maalesef. 

Son olarak, dikkat çekilmesi gereken trajik bir gerçek de şu: 

İşgal altında bulunan birçok İslâm ülkesinde öyle bir toplumsal kaos ve nefret ortamı var ki, işgalcilerin varlığı adeta bir tür 'sosyal sigorta'. İşgaller sona erdiğinde rakip grupların birbirini boğazlamadığı / boğazlamayacağı çok az ülke var. Zaten işgallerin böyle kolaylıkla gerçekleşivermesi de büyük ölçüde bu yaygın nefretin bir sonucu değil mi? 

Hiç yorum yok: