9 Aralık 2012 Pazar

Sultan Murad-ı nâ-murad-Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye -M.Latif Salihoğlu,


93'te 93 günlük padişah

Bir darbeci cunta tarafından Sultan Abdülaziz'in tahttan indirildiği gün (30 Mayıs 1876), yerine onun yeğeni Şehzâde Murad getirildi.

Sultan V. Murad tahta geçtiğinde, 36 yaşındaydı. Ne var ki, ilk günden itibaren aklî ve ruhî yönden büyük sarsıntılar geçirdi. Darbecilerin kaba, hırçın, vahşiyane davranışları, onu ziyadesiyle müteessir etmiştir.

4 Haziran'da amcası Sultan Abdülaziz'in katledilmesini duyduğu anda ise, aklî dengesi bir daha düzelmemek üzere bozulmaya yüz tuttu.

Bundan dolayı, amcasının ölümünün tertipli bir cinayet mi, yoksa bir intihar vak'ası mı olduğunu araştıramadı, soruşturamadı ve bu maksatla bir hukukî süreci başlatma iradesini gösteremedi.

Nitekim, böyle bir işi yapmak ve mahkeme kurdurmak, ancak bir sonraki padişaha, Sultan II. Abdülhamid'e nasip oldu. Fakat, bu da ancak yıllar sonra gerçekleştirilebildi: 27–29 Haziran 1881, Yıldız Mahkemesi. 

Yıldız Sarayı Bahçesinde görülen bu mahkemede, Sultan Abdülaziz'in katledilmesinde dahli bulunanlar tesbit ile çeşitli cezalara çarptırıldı.
 * * *
Tedâvilere cevap vermeyen, aklî ve ruhî dengesi giderek bozulan Sultan V. Murad, nihayet 6 Haziran'da cinnet geçirme noktasına geldi.

Kendi kendine sürekli şekilde "Ben kan istemem, padişahlık istemem" diye söyleyip durmaya başladı.

Bu durum, 31 Ağustos gününe kadar devam etti ve bu tarihte—hekimlerin raporuna istinaden— onun için bir "Hal fetvâsı" çıkartıldı.

Yine aynı gün içinde, yerine onun kardeşi, Sultan Abdülmecid'in diğer oğlu 33 yaşındaki Sultan Abdülhamid Han geçti.

Böylelikle, Sultan V. Murad'ın saltanat müddeti ancak 93 gün sürebildi. Hicrî tarih itibariyle 1293 senesinde bulunulduğu içindir ki, onun hakkında şu ifade tarihin kayıtlarına geçti: "93'te 93 günlük padişah."


Tarihin kayıtlarında, ayrıca şu mânidar beyite rastlamaktayız:

 Doksan üçte doksan üç gün padişah–ı dehr olup, 

Göçtü uzletgâhına Sultan Murad–ı nâ–murad.


Senelerce Çırağan Sarayındaki bir odada hapis kalan, odanın dışına çıkmasına dahi izin verilmeyen bahtsız padişah Sultan 5. Murad, 29 Ağustos 1904'te 64 yaşında iken Hakk'ın rahmetine kavuştu.

İki mühim vukuat

Osmanlı tarihinin en kısa ömürlü saltanatı olan Sultan 5. Murad zamanında, iki hadise dışında kayda değer fazla bir vukuat yaşanmadı.

Birincisi: Balkanlar'da iki Slav unsuru sayılan Sırbistan ile Karadağ, 2 Temmuz'da kendi aralarında savaşa tutuştular. Henüz bir Osmanlı coğrafyası sayılan bu bölgede yaşanan bu hadise, kendi başına bir hareket olduğundan, aynı zamanda bir isyan mahiyetindeydi. Ancak, Osmanlı hükümetinin ilk etapta fazla bir tesiri olmadı, olamadı.

Zira, hem Padişahın, hem de iki hafta kadar sonra Seraskerin ve daha birkaç önemli şahsiyetin öldürüldüğü hükümet merkezi henüz sükûnet bulmuş değildi.
Dolayısıyla, Karadağ–Sırbistan meselesine el atmak ve geçici de olsa sükûneti sağlamak, yine Sultan II. Abdülhamid zamanına kalmış oldu.

Vakıa, Balkanlar'da kızışmaya başlayan bu tür hadiselerin, aslında bir Rus tertibi mahiyetini taşıdığı ve 1877'de patlak veren "93 Harbi"ne zemin hazırlamak maksadına hizmet ettiği hususu, sonradan daha bâriz şekilde anlaşılmış oldu.


İkincisi: Sultan Abdülaziz'in intikamını almak maksadıyla Çerkes Hasan isimli bir subay tarafından gerçekleştirilen bir kanlı baskın hadisesi olup, bu konuyu, müstakil bir başlık altında biraz daha açmakta fayda mülâhaza ediyoruz.

Çerkes Hasan Vak'ası

Bu hadise, Sultan Abdülaziz'in katledilmesinden 12 gün sonra, yani 15/16 Haziran gecesi vuku buldu.

O gece, darbecibaşı Hüseyin Avni Paşa ile yakın adamları, âni bir baskın sonucu öldürüldüler.

Bu kanlı hadise, Osmanlı tarihinde "Çerkes Hasan Vak'ası" ismiyle yer aldı. 
Henüz 26 yaşında genç bir subay olan Çerkes Hasan, aynı zamanda katledilen Sultan Abdülaziz'in kayınbiraderi ve Şehzâde İzzeddin Yusuf Efendinin de yaveriydi. 

Çevik, cesur, silâhşör ve gözüpek bir subaydı. Bu sebeple, darbeci katiller ondan korkuyordu. Korktukları için de, uzak bir diyâra onun tayinini çıkarttılar.
Fakat, o gitmedi; gitmek istemedi. Bunun üzerine hemen içeri atıldı. Sonra, tanıdıkların ricasıyla ve tayin yerine gideceği vaadiyle serbest bırakıldı. 
İşte, tam da serbest bırakıldığı gece, yanına bir kama ve 4–5 adet tabancayı da alarak Hüseyin Avni Paşanın peşine düştü.

Birkaç yerde izini sürdü ve nihayet o gece Beyazıt Soğanağa Mahallesindeki Sadrâzam Mithat Paşanın evinde olduğunu tesbit etti. 
Meğerse, devletin bütün ileri gelenleri o gece konakta yapılacak olan toplantıya çağrılmış.

Üzerindeki üniformasıyla gittiği için, Çerkes Hasan, konağın görevlileri tarafından her nasılsa engellenemeden içeri girmeye muvaffak oluyor. 

Toplantının yapıldığı salona giren Çerkes Hasan'ın karşısında, asker ve hükümet erkânından tam 13 mühim şahsiyet var. 

Bir elinde tabanca, diğerinde kamasıyla salonun kapısında "Davranmayın!" diye bağırdı. Onun bağırmasıyla neye uğradığını şaşıran H. Avni Paşaya ateş etmesi bir oldu.

Darbeci Paşaya iki kurşun isabet etti. Yaralı halde kaçıp kurtulmaya çalıştıysa da, başarılı olamadı. Paşaya yetişen Çerkes Hasan, elindeki kamasıyla ardı ardına vurup vücudunu delik deşik etti. 

Konağın sahibi ve aynı zamanda Sadrâzam olan Mithat Paşanın harem odasına kaçması ve buradaki bir elbise gardrobuna girip saklanmasıyla kurtulduğu rivâyet edilir. 

Dışarıdan askerlerin gelip Çerkes Hasanı teslim almalarıyla son bulan baskında, toplam 5 kişi ölürken, 3 kişinin de ağır şekilde yaralandığı tesbit edildi. 

Ertesi gün alelusûl şekilde mahkemeye çıkartılan Çerkes Hasan, Beyazıt Meydanındaki bir dut ağacının dalına asılmak sûretiyle idam edildi.

Sultan 5. Murad'ın 93 günlük saltanat devresi de, böylelikle kapanmış oldu.


Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye

Osmanlı'nın en hacimli hukuk projesi

Bir "kànunlar mecmuası" mânâsını taşıyan Mecelle'nin tam ismi "Mecelle–i Ahkâm–ı Adliye"dir.
Osmanlı tarihinin en ciddi ve en hacimli hukuk projesi olan Mecelle'nin hazırlanması için, 1868'de büyük âlim Ahmet Cevdet Paşanın başkanlığında bir ilmî heyet teşkil edildi.

Yaklaşık on yıl müddetle çalışmaya devam eden bu ilmî heyetin içinde bulunan bazı zâtlar şunlardır:  Abdüllatif Şükrü Efendi, Ahmet Hilmi Efendi, Bağdatlı Muhammed Emin Efendi, Filibeli Halil Efendi, Karinâbadli Ömer Hilmi Efendi, Şirvanizâde Seyyid Ahmed Hulûsi Efendi, Seyhülislâm Kara Halil Efendi, Yunus Vehbi Efendi.

 1878'e kadar ancak tamamlanabilen ve sonra da şerhlerle zenginleştirilen bu büyük hukuk mecmuası, "Giriş/Mukaddime" kısmı hariç olmak üzere 16 bölümden müteşekkil olup tam 1851 maddeyi ihtiva ediyor.

İslâm hukukuna ters düşmeyecek şekilde hazırlanan Mecelle'nin, özellikle şu temel meseleler hakkında sağlam hukukî ölçüleri ihdas ettiği söylenebilir: Şirket, vekâlet, kefâlet, ticaret, emanet, mülkiyet, içtihad, sulh, ibrâ, kira akdi, buyû', karz (borç), kâr, zarar, icâre, havale, rehin, hibe, teberru, gasp, itlâf, ikrah, ikrâr, dâvâ, beyyinât (delil, ispat), kaza, zaruret (ıztırar), örf–adet, nikâh, talâk, vasiyet, vesâire...

Osmanlı tarihinde 50 yıldan fazla yürürlükte kalan (1926'ya kadar) ve bilhassa "medenî hukuk" sahasında esas alınarak onunla amel edilen Mecelle'nin Mukaddimesinde, umumi hükümlere ve kaidelere dair olmak üzere ayrıca 100 ana madde yer almaktadır.

Bu 100 maddelik kısım "Mecelle'nin Küllî Kaideleri" olup, günümüz tabiriyle "Genel Prensipler"i ihtiva etmektedir.

İşte, o yüz maddelik "Mecelle’nin Küllî Kâideleri"nden çokça meşhûr olmuş ve halen de sosyo–kültürel hayatta etkisini devam ettiren maddelerden birkaçı:

* Beraat–ı zimmet asıldır. (Yani, kişinin suçsuzluğu asıldır, esastır. Tâ ki, iddia edilen suçluluk durumu ispat edilinceye kadar.)

* Def–i mefâsid celb–i menâfi’den evlâdır (Yani, zararların, kötülüklerin giderilmesi, menfaatlerin elde edilmesinden daha önde gelir.)

* Ezmanın tegayyürü ile ahkâm tagayyür eder. (Yani, zamanın ve şartların değişmesiyle, gerekçeli hükümler de değişir.)

* Ehven–i şerreyn ihtiyar olunur. (Yani, iki şerden daha hafif, daha az zararlı olanı tercih etmeli.)

* Tevehhüme i’tibâr yoktur. (Yani, delile dayanmayan vehim ve kuruntulara hukukta itibâr edilmez, değer verilmez.)

* Beyyine hüccet–i müteaddiye ve ikrar hüccet–i kasıradır. (Yani, delil–ispat herkesi bağlar; ikrar ise, sadece ikrar edeni.)

* Kelâmın i'mali, ihmalinden evlâdır. (Yani, söze bir mânâ vermek, yok saymaktan iyidir.)

* Alması memnu' olan şeyin vermesi dahi memnu' olur. (Yani, alması/alınması hukuka aykırı olan bir şeyin vermesi/verilmesi de aynı şekilde hukuka aykırıdır.)

* Bir işden maksad ne, ise hüküm de ona göredir. (Bu hüküm “Ameller niyetlere göre değerlendirilir” mealindeki Hadîs–i Şerif'in mânâsından istihraç edilmiş.)

* Zarar kadîm olmaz. (Yani, gayrımeşru sûrette yapılan şeyler eskiden beri süregelse dahi, buna itibar edilmez; o zarar giderilmeye çalışılır.)

* Bir zamanda sâbit olan şeyin hilâfına delil olmadıkça, bekâsıyla hükmolunur. (Yani, bir şeyin, meselâ bir mülkiyetin geçmiş zamanda birine ait olduğu biliniyorsa, aksine delil bulunmadıkça, aynı eskisi gibi devam etmesi kabul olunur.)

* Kelâmda asıl olan mânâ–yı hakikîdir. (Bir sözde aslolan, gerçek ve zâhir olan mânâdır.)

* Zarûretler, memnu’ olan şeyleri mübah kılar. (Meselâ: Açlıktan ölmek durumunda kalan bir kimse, normal zamanda kendisine haram olan bir başkasının malını yiyebilir.)

* Zarûretler, kendi mikdarlarınca takdir olunur. (Yani, yasak fiillerin zaruret sebebiyle işlenmesi halinde, ancak zaruret miktarınca câiz olur. Meselâ, açlıktan ölmek üzere olan bir kimse, başkasının malını ancak ölmeyecek kadar yiyebilir.)

* Mâni zâil oldukda, memnu’ avdet eder. (Yani, mani olan şey ortadan kalkınca, yasak hali de geri gelir, geçerli olmaya devam eder.)

* Bir zarar, kendi misliyle izâle olunamaz. (Bir zararın telâfisi, misliyle yapılmaz.)

* Asıl sâkıt oldukda fer’ dahi sâkıt olur. (Yani, hukuken bir şeyin aslı geçersiz hale gelirse, fer’, yani ona bağlı olan teferruat şeyler de geçersiz hale gelir.)

* Dilsizin işâret–i ma’hûdesi lisan ile beyan gibidir (Konuşamayan kimsenin bilinen bir işareti, aynen söz yerine geçer.)

* Hatâsı zâhir olan zanna itibar yoktur. (Yani, bir zanda hatâ açıksa, artık o zanna itibar edilmez.)

*  Kişi ikrarıyla muaheze olunur. (Yani, bir kimse, söylemediği sözle değil, ikrar ettiği sözle muaheze ve muhakeme edilir.)

İşte, Mecelle'nin buna benzer daha pekçok hükümleri vardır ki, muteber insanların bir kısmı bugün bile hayatında bunları tatbik etmek istiyor.
Avrupalı kimi düşünür ve hukukçuların şu görüşü paylaştıkları rivâyet edilir: "Dünya tarihinin iki büyük hukuk projesi yapıldı. Ne gariptir ki, bunların ikisi de İstanbul'a nasip oldu: Birisi meşhûr Roma Hukuku, diğeri ise Mecelle'dir."

İsviçre kànunları, Mecelle'ye tercih edildi

"Yeni Medenî Kànun" diye isimlendirilen İsviçre Medenî Kànunu, 1926 yılı başlarında Millet Meclisi'nin gündemine getirildi.

Bu meyanda hazırlanan kànun tasarısı, kısa bir görüşmeden sonra, 17 Şubat 1926'da kabul edildi.
4 Nisan 1926 tarihli Resmî Gazetede yayımlanan bu kànun, 6 ay sonra, yani 4 Ekim 1926'da tatbik sahasına konuldu. 

İşte, bu tarihe kadar yürürlükte olan Mecelle hükümleri ise, geçersiz sayılarak son 50 yıllık medenî hukuk uygulamasına da son verilmiş oldu.

Bilâhare, adına "Türk Medenî Kànunu" da denilen bu yeni kànunlar, aslında "İsviçre Medenî Kànunu"ndan başka bir şey değildi. Tıpkısının aynısı tercüme ile yürürlüğe konuldu.

Buna göre, ülkemizde "yerli malı" hukuk normları terk edildi; onun yerine yüzde yüz ithal malı olan ecnebi kànunlar kabul ve tatbik edilmeye başlandı.

Hiç yorum yok: