25 Aralık 2012 Salı

AYDINLIK KAYNAKLARIMIZ -Kaynak: MUZAFFER ARABUL, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları, (Duaname), Sade Türkçe talik elyazması, Dua hakkında risale adlı kitaptan, İstanbul, Nurdoğan Matbaası,1978


Canım kurban olsun senin yoluna.
Diye geziyor Anadolu’da Osmanlı Devletinin kurucularından, ileri gelen, ünlü savaşçıların şu adlarına bakın; Akça Koca, Konur Alp, Samsa Çavuş, Kara Mürsel, Karaoğlan, Kara Teke, Targal, Aykut Alp, Sungurtekin, Gündoğdu, Ece. Demirtaş, Orhan, Ertuğrul.
Hurifî olduğu, yani “İnsanın özü maddedir.” Dediği için Halep’te derisi yüzülerek öldürülen coşkun inanç şairimiz Seyit Nesimî karıştığı bitmezlikte, çağların ve adının ötesinden evlerimizin güzel diliyle sesleniyor bize:
 Can demişler dudağına hey hey.
Bu sade belirginliğin yanı sıra, tarihimizde gerçeği arayanların, ışık taşıyıcıların karanlıklardan hep böyle kan içinde geçtiklerini görüyoruz.
Aydınlık kaynaklarımız, ulusal onurumuzun da kaynaklarıdır.
Serez çarşısında asılan Şeyh Bedreddin, deve üstünde çarmıha gerili, Manisa sokaklarında dolaştırılan Dede. Sultan Anadolu insanının, o çalışan, üreten halkın insancı ve yaygın bolluk düşüncesini yeryüzüne ilk kez açık seçik duyuran ulularımız olarak bize övünç veriyorlar.
15. yüzyılda Bursalı usta şair Ahmet Paşa, Osmanoğullarının dörde bölünmesinden sonra yeniden kurulan birliğin coşkusu, atılımı ve taze gücüyle ilerleyen halkımızın ağzından:
Alalı lezzetin şeker lebinin
Miskin Ahmet şaraba düşmüştür.
Vay gönül vay bu gönül vay gönül eyvay gönül.
Diye tutkun, yakınmalı ve ileriye; İstanbul’a doğru işte bu sade belirginlikle yürüyor.
Bir Kayı boyundan büyük bir devlet oluşturan o savaşçılar, o ozanlar ve onların çocukları sadece yüz elli yılda kötü papazların bir birini boğazladığı, aslında bir avuç kalmış olan çürümüş Bizans’ı alarak karanlık orta çağı gerçekten iyice silkelemişlerdir.
Ama halklar oldum olası horlanır. Bölüm bölüm, kırım kırım kendi içlerine kapanmaya zorlanır, savunmadan, dertlerden kıpırdayamaz, varlıklarını gösteremez durumlara getirilir.
Nitekim bizde, sarayın, yiyici kentlinin, iri kavuklu yöneticinin, küçük tepeli yardakçının çalışan insanları hor görmeleri, öte yanda önceleri kazıklı voyvodaları. Saint Barthelmy kırımcılarını, sonra Hitler, Musolini gibi kudurmuş yırtıcıları çıkaran pis batılının Anadolu halkını yeteneksiz barbarlar olarak niteleyip durmaları hep onun yaratıcını günü köreltmeye, yok etmeye yönelik soysuz çabalarla atbaşı gitmiştir.
Oysa Anadolu uygarlığın beşiğidir. Çevresinde, Ege adalarında, Yunanistan’da, İtalya’da, Bizans’ta her çeşit bilim ve sanat yapıtı gözleri kamaştırır.
Selçukluların kalıtımıyla hızla ilerleyen bu halk kovalamak, tutunmak ve bir düzen oluşturmak peşinde yüz yıl kadar belki bir bilim ve sanat varlığı gösterememiştir.
Ama iyi öğrenmiş ve çağlar boyu üstün nitelikte yiğit bilim ve sanat adamları yetiştirmiştir.
Katı, yaratıdan uzak, bozucu, körletici, yok edici olan gerçekte yalnız karanlığın bekçileridir.
Bunu geçmişimizin her aynasında, özellikle acılı dilimizde içimiz sızlayarak görüyoruz.
Doğal karışımlar, yabancı bilimsel ve teknik sözcüklerden yararlanma toplumların ileriye doğru oluşumları gereğidir.
Ama varolan bir dili bozmaya kalkışmak, onu kısırlaştırmaya, boyunduruk altına almaya çalışmak, çıkar çatışmasında halka yöneltilen saldırıların en korkunçlarından biridir. Çünkü dil geçmişi, oluşumu ve geleceğiyle yalnız kendine ve halka özge bir varlıktır.
Bununla birlikte bir bölük zorba yiyicinin “Fülsi ahmere muhtaç kodukları halkımıza karşı ruberu, farığülbâl muttasıl teşbih eylemeleri” sonucu, kimileri “İncir ağacının büyük gölgesini.”, “Enacir ağacının zilli kebrine.” Çevirmeye dek soysuzlaşmış olsalar da, Anadolu’nun dili hiç bir zaman Osmanlıca olmamıştır. Eski şiirimizin ustalarına saygı duyuyorsak, o çetrefillik içinde bile bizden bir şeyler yansıtabildikleri ve ruhumuzca direndikleri için duyuyoruz.
Bağdatlı Ruhî o saldırganları bir biz sözcüğünün önüne nasıl öyle olağanüstü bir ustalıkla dizer, Anadolu insanının tepkisini nasıl öyle açık seçik belirler bakın.

Biz maili busi lebi camü kefi destiz.
Dedim ne sayarsuz ne alursuz ne verirsiz.
Artık seçki gücümüzü, ulusal onurumuzu halk olarak değerlendirmek için toplamalıyız. Akılcı, araştırıcı bilim ve duygu adamlarımızın yüzyıllardır başlarına gelenleri, ipten, bıçağın ağzından, kurşundan yayılan karanlığın halkalarını en başta kendimize göstermek bu kez insanlık onurumuz için de boynumuza borç olmuştur.
Karanlık ve karanlıkcılık oldum olası vardır. Karanlığın gözleri Fatih Sultan Mehmed’i bile kuşkuyla izler. Çünkü aykırı bilgiler edinen bu padişah bilginleri korur, sarayına konuk eder, onlarla tartışmalara girişir. Şiir yazar, İslam dininin aykırı mezheplerine, metafiziğe, Hristiyan dinine ilgi duyar.
Böyle olunca kurulu düzenin iki büyüğü; Baş Vezir Mahmut Paşa ile kadı Fahreddin Acemî değil padişahın tanrının bile karşısına çıkmakta gecikmez.
Bu Mahmut Paşa öyle az adam değildir. Bizim Mahmut Paşadır yani. Rum bir babayla, Sırp bir anadan olduğu söylenir. Esir edilmiş ve varlıklı bir ağanın yanında çok iyi yetiştirilmiştir. Sonraları II. Mehmed’in gedikli baş veziri olur. Osmanlı sınırları genişlerken orduların başındadır. Ülkenin her yanında hayratlar, hanlar, camiler, çeşmeler yaptırır. İstanbul’daki koca Mahmut Paşa çarşısı onun yapıtıdır. Adnî mahlasıyla Türkçe, Farsça şiirler yazar, büyük çağatay şairi Ali Şir Nevaî ile mektuplaşır. Şair Ahmet Paşayı tutar ve över. Geçerli bilginleri korur, onları bir gün sofrasına çağırır ve çoğu kez yemekte a!tın nohut taneleriyle karışık pilav bulundurarak herkesi kaşığında çıkan kısmetiyle ödüllendirir.
Paşa Kazıklı Voyvoda’nın Hamza Paşayla Yunus Beyi ve adamlarını kazığa vurdurarak öldürttüğünü II. Mehmed’e bildirdiği zaman padişahın kendisine vurmasını onur konusu yapmayacak kadar ona bağlıdır. Ama tarih bu baş vezirin sözünü ve tutumunu esirgemez bir adam olduğunu da yazmaktadır.
Nitekim padişah Mahmut Paşanın başına çadır yıktırarak baş vezirlikten uzaklaştırmakla yetinmez, şehzade Mustafa’nın ölümü üzerine üzüntü belirtisi göstermediği, beyazlar giydiği, satranç oynadığı için sevindiği kuşkusuyla onu idam ettirir (1474).
Fahreddin Acemî ise Osmanlıların ikinci şeyhülislamıdır. 30 yıl bu görevde bulunmuştur. Din bilgisi derin bir adamdır (Öl. 1460).
İşte o Mahmut Paşa, bu Fahreddin Acemî’ye padişahın hurafeliğe eğiliminden yakınır. Bunu önleminin bir yolunu bulmasını ister. II. Mehmet gerçekten de sarayda yakından ilgilendiği bir bölük hurafî şeyhi barındırmaktadır.
İki yüksek görevli baş başa verip hurufîlere karşı bir düzen kurarlar. Paşa dervişleri konağına çağırır. Fahreddin Acemî adamların konuşmalarını gizli bir yerden dinler, sonra ortaya çıkıp, kendileriyle tartışmak ister. ‘Bunun üzerine dervişler konaktan kaçarak padişahın sarayına sığınırlar.
Ama şeyhülislam fetvasını vermiştir. Hurufîleri saraydan zorla aldırır ve camide inançlarına karşı yaptığı bir konuşmadan sonra onları kışkırttığı ahaliye vererek yaktırır.
Fatih Sultan Mehmet gibi bir padişahın hurufîlikle merekten başka ne ilgisi olabilir?
O sıralarda Anadolu’da oldukça yaygınlaşan hurufîliğe karşı yapılan bu yüksek düzeydeki saldırı, aslında halka ve akla verilen büyük bir gözdağından başka bir şey değildir.
Çünkü din ve devlet egemenlik konusunda kesin buyrukların dışında hiç bir kımıltıya ödün vermez. Bunu sürekli olarak yaymak zorunluğunu duyar.
Öte yandan Fatih’in sarayından adam kaldırmak insana ilk bakışta olmayacak bir şeymiş gibi geliyorsa da bu padişahın Çandarlı ve benzerleri dolayısıyla devletini çevirmekle görevlendirdiklerinin neler yapabileceklerini çok iyi bildiği kesindir. Bunun için böyle bir olay karşısında her şeyin üstünde olduğunu göstermek gereğini duymuş olabilir. Gerçekten de yerli ve yabancı bilginler sarayda uzun süren tartışmalara girişmektedirler. Bu hep böyledir. Nitekim çağın bilginlerinden Muslihiddin Mustafa ile Molla Mehmet Zeyrek‘in huzurunda yaptıkları tartışma tam altı gün sürmüştür (tevhit üzerine).
Öyle bir olay geçsin ya da geçmesin, önemli olan geçmiş gibi tarihteki ezici yerini almış bulunmasıdır.
Bizim burada belirtmek istediğimiz dinin ve devletin özyapısı değildir. Her şeyden önce karanlığın halkalarını saptamaya çalışıyoruz. Bunun için tüm değerleri oldukları gibi ele almamız gereklidir. Örneğin Fatih ve çevresindeki bilginler kesinlikle gerçek müslümanlardır. Bunların o yükseliş döneminde kâfirliğe yatkın olabileceklerini akla getirecek hiç bir neden yoktur. Ama akla, deneye yol vermeye yatkın olanlar, İslam bilimlerinin dışındaki bilgilere ilgi duyanlar az değildir.
Mahmut Paşa ire Fahreddin Acemî gibilerle bunlar da halktan kopukturlar ama birinciler karanlığın halkalarını oluştururken, ikinciler en azından biraz aydınlık arayanlardır.
Birinciler karanlık sözcülerini ortaya salarak yaşamın üstüne kara kura gibi çökmüşler, buna karşın halkımız ikincilerin aydınlık kımıltıların; duya gelmişlerdir.
Ama ne yazık ki yüzyıllar sonra bile ünlü yazın tarihçisi Fuat Köprülü hurufiliğin sonraları Bektaşiliğe dönüştüğünü söyleyerek Mahmut Paşa, Fahraddin Acemî ve yandaşlarına, kâfir diye adam yakan o ehlisünnete el altından omuz verir.
Ayrıntılar nedir ki? İnsanın özü maddedir diyen bir Bektaşi çıksaydı kemikleri un ufak edilmez miydi a canım?
Aydınlık kaynaklarımız hiç kuşkusuz yazın, bilim, sanat ve tekniktir. Bunlar insanın olduğu kadar toplumların karanlıklarına da ışık tutar.
Bunun için açık seçikliğe, ileriye yaygınlığa dönük her uğraş gibi bilimin de çağımıza değin kurulu düzenin örümcekleriyle, tutuculuk ve gericilikle çatışmadığı hiç bir dönem yoktur.
Batıda rönesansın ve hümanizmin yaygınlaşmasına, II. Mehmet gibi bilim koruyucusu bir padişahın İstanbul’da bulunmasına karşın her ülkede olduğu gibi bizde de skolastiğin yani şeriatın ezici gücü bilim çalışmalarının üzerinden hiç eksik olmamıştır.
Bununla birlikte Osmanlı Türk toplumunun yeni yengilerle beslenen varsıllığı ve ilerleyen tekniği her alanda olduğu gibi bilim alanına da yansımak zorundaydı.
Körle yatan şaşı kalkar örneği arada bir bizim bile kızarak azımsadığımız beş yüz yıllık bilim geçmişimizde gerçekten önemli bir geri bırakılmışlık vardır ama yoksulluğa aldırmayan, ölümü bile göze alan yiğit bilim adamlarımız hiç bir zaman eksik olmamıştır.
Bu namuslu ve onurlu atalar halktan kopuk olsalar da, ulusal övüncü oluşturan gerçek ve güzel seçkinlerdir.
İşte bir Hocazade Muslihittin Mustafa (Öl. 1473). Bursalı olan bu bilgin Bizans’ın düşmesinden sonra İstanbul’a gelmiş, saray bilginleri arasına katılmış, onlarla tartışarak II. Mehmed’in övgüsünü kazanmış ve padişah hocalığına atanmıştır. Sonraları İstanbul ve Edirne kadılıklarında bulunur.
Hocazade Muslihittin Mustafa 
İslam bilimleri, fıkıh, kelâm, hadis ve tefsir üzerine kitaplar yazan bu bilgin deney bilimleriyle de uğraşmış, ünlü yapıtlara ekler yazmış, hareket, eğilim, nokta, çizgi, ışık, ışık ışınları, gök kuşağı ve gök olayları üzerine çalışmalar ve açıklamalar yapmıştır.
Hocazade Aristo fiziği yanlısıdır. Baş vezir Mahmut Paşa doğal olarak ona da tırnağını takar.
Bilgin babası zengin bir tüccar olmasına karşın tüm yaşamını yoksulluk içinde geçirir. Sonunda Bursa medresesine müderris olarak sürgün edilir.
Çağdaşı iki bilginin, Yusuf Sinan Paşa ile öğrencisi Sarı Lütfi‘nin başına gelenler Hocazadeye göre çok daha korkunçtur. Sinan Paşa hapislere atılmış, Sarı Lütfi Sultan Ahmet’te idam edilmiştir.
II. Mehmet çağının bilginlerinden Yusuf Sinan Paşa (Bursa 1437 – 1458) akılcı ve yiğit bir bilim adamımızdır. Matematik, astronomi ve doğa bilimleriyle ilgilendiği, kimi olayları din dışı görüşlerle açıklamaya giriştiği İçin çevresindekileri şaşırtmış, din bilginlerini, onların etkisiyle sultan Mehmed’i bile çileden çıkarmıştır.
Dinsizlikle suçlanarak hapse atılan Sinan Paşa, bir bölük tutarlı bilginin kendisini kurtarmak için kitaplarını yakıp ülkeden gideceklerini söyleyerek padişaha gözdağı vermeleri üzerine hapisten çıkarılarak kadılık ve müderrislik göreviyle Sivrihisar’a sürülmüştür.
Ama karanlığın adamları yine peşini bırakmamışlar, yolda önünü keserek deli diye denetim altına almaya kalkışmışlardır.
İstanbul’un ilk kadısının oğlu olan Sinan Paşa bir sürede vezirlik yapmasına karşın dinle bağdaşmayan düşünceleri yüzünden kendisini tımarhaneye tıkılmaktan zor kurtarır.
Paşa astronomi ve geometride çağına göre gerçekten ilerideydi. Bir üçgenin iki kenarının açılmasıyla ortaya çıkan açıların durumunu inceliyor, üçgenler ve açılarla ilgili yorumlar getiriyordu.
Sinan Paşa şiirli düz yazılarını topladığı tezarruname “Yakarış kitabı” ile yazın adamı olarak da ünlüdür. Bu yazılarında içteni iki i olabildiği gibi, çağının dilini yansıtması ve Türkçe düz yazı dilinin gelişmesine katkısı bulunması bakımından da önemli bir yazıncımızdır.
MOLLA LÜTFİ İSE GERÇEK BİR BİLİM ŞEHİDİDİR.
Sarı Lütfi ya da Deli Lütfi diye de anılan bu bilginin asıl adı Lütfullahtır. Ve Tokatlıdır.
Sinan Paşanın öğrencisi olan Molla Lütfi Fatih’in hafızı kütübü iken hocası azledilip Sivrihisar’a kadı ve müderris olarak gönderilince onun yanına gitmiştir.
II. Beyazıt’ın tahta çıkmasıyla ikisi birlikte İstanbul’a dönmüşlerdir. Molla Lütfi burada Fatih Medresesi müderrisliğine atanır.
Ama yine karanlığın en tepegözü İbrahim Hatipzade, İzari Çelebi ve arkadaşları onu izlemektedirler. Lütfi Mollayı eski Yunan felsefesiyle uğraştığı için dinsizlikle suçlarlar. Ve büyük bir kurul önünde yargılanan bilgin 200 tanık dinletilerek Hatipzade’nin fetvasıyla idam cezasına çarptırılır. Kimileri yargıya karşı koymuş, II. Beyazıt kararın uygulanmasını oyalamış, yine sonuçta Hatipzade’nin zoruyla 1494 yılının rebiülevvelinin 25. günü Sultanahmet meydanında idam edilmiştir.
Molla Lütfi mantık, kelam açıklamaları yazmış, Ali Kuşçu’dan matematik öğrenerek akıl bilimlerine önem vermiş, matematik ve geometri çalışmaları yapmıştır. Bilimlerin konuları üzerine tanrısal dilekler adlı yapıtından başka birçok risalesi vardır.
Tazif’ül Mezbah adlı risalesi tarihte Delos problemi diye anılan geometrik sorun üzerinedir. Bu sorun daha önceleri İzmirli Theon adındaki düşünürün Delos adasındaki Apollon tapınağı sunağının (kurban kesilen yeri) iki kata çıkarılmasıyla ilgili olarak ortaya atılmıştır.
Molla Lütfi küp biçiminde olan sunağın iki kat büyütülmesi için küpün sekiz kez büyütülmesi gerektiğini savunur. Bunu yaparken de önce çizgilerle, karelerin kendi kendileriyle çarpılması zorunluğunu ileri sürer. Yoksa küpün yanına bir küp eklemek yeterli değildir.
Molla Lütfi bu risalesinde orta orantılı geometrik yöntemi de açıklamış bulunuyordu.
Bununla birlikte vebaya karşı dua ve efsunlar ekleyerek gerçekten saçmalamaktadır.
Bu kez de Dr. Adnan Adıvar’ın Sarı Lütfi’nin idamına değgin gerekçesi ne yazık ki Sehi Bey tezkeresine pek uygun düşüyor.
“Bu divane renk kişi.” Hafızı kütüplüğü sırasında işi padişahla latifeye dek vardırmış. Laubali biriymiş, herkese sataşıyor, çağının bilginlerini acı acı eleştiriyormuş. Makale fi Usulü Suca kitabı salt gülmece üzerineymiş. Ve sonunda herkesi yerme huyunun cezasını çok ağır bir biçimde çekmiş.
Ayrıca Molla Lütfi’nin idam nedenlerinden biri olarak onun Fatih medresesine atanmasını Hatipzade’nin çok kıskandığına bağlamaktadırlar ki, bu çeşit yakıştırmalar çağımızda bile karanlığa omuz vermek değil de nedir?
Lütfi Mollanın haksız ve acıklı ölümüyle Hatipzadenin samimi müslümanlığı çatışınca kimileri çelebinin bozuk yaratılışını ileri sürerek işin içinden çıkmaya kalkıyorlarsa da gerçeği yine karanlıkta bırakmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar.
Sarı Lütfi’nin asıl sucu akıl yolunu açmaya çalışması ve bu yolda yapıtlar vermiş bulunmasıdır. Nitekim sonraki yüzyılda da değerini koruyan bilginin, iki yapıtını, yeni kurulacak rasathaneye verilmesi için padişah fermanı vardır.
Kendini iyi savunması, haksız yere öldürülmesi bilginleri ve halkı çok üzmüş, şairler ölümüne çeşitli tarihler düşürmüştür.
Molla Lütfi’nin ölümü gerçekten ikinci bir Sokrat trajedisidir.
İŞTE BÖYLECE İLERLEMEYE ÇALIŞAN BİLİM VE DÜŞÜNCE TARİHİMİZİ İMAM GAZALİ VE MUHYİDDİN ARABÎ GİTTİKÇE DAHA ÇOK BASTIRIR VE OSMANLI BİLİM, DÜŞÜNCE VE YAŞAMI 15. YÜZYILDAN, 16. YÜZYILA TÜMDEN ONLARIN ETKİSİ ALTINDA GEÇER.
Burada, yukarıda adı geçen iki İslam felsefecisinin düşüncelerine kısaca değinmemiz karanlıkçıların dayanaklarını belirtmemiz bakımından yerinde olur.
Gazali kelamcıdır. Yani düşüncesini Kur’an’a dayar, tanrının birliği üzerine kurar. Ona göre akıl insanı yanıltır. Yanlışların kaynağı akıldır. Akıl insanı gerçeğe götürecek güçte değildir. Her çeşit şüphenin ötesinde kesinliğe varacak tek yol imandır. İman gerçeğe varmanın temel ilkesidir. Duyu verilerinin kesin olmadığını ileri süren Gazali kesin ölçünün imanda bulunduğu sonucuna varır. Ona göre mutlak olan varlık her zaman aklın sınırlarını ve kavrama gücünü aşar. Gerçeğe ermek ancak vahiy ve istiğrak ile olur. Dinin temel ilkelerini ancak bunlarla kavrayabiliriz. Gerçeği ancak yakınlıkla bilebiliriz. İslam diniyle bağdaşamayan hiç bir bilginin değeri yoktur. Tanrı tüm doğa olaylarının yaratıcısıdır. Tanrı bütün âlemi yoktan yaratmıştır.
Düşüncelerine kısaca değindiğimiz Gazali hastalanıp, dili tutulmuş, iyileştikten sonra Şam’da Emevi camiinin minaresine kapanmış ve iki yıl kimseyle görüşmeden yaşamıştır. Bir sürede sahrada gayb âlemini seyre dalan Gazali akla dayanan her görüşün karşısına çıkanların yararlandığı başlıca kaynaklardan biri olmuştur.
Muhyiddin İbn’ül Arabî ise Gazali gibi otorite bir İslam düşünürüdür. Ona göre evren tanrının bir görünüşüdür. Bir bütün olarak düşünülürse evrenin içinde ya da dışında zaman, değişme, başkalaşma gibi bir şeyler yoktur. Bunlar sadece görünüşlerdir. Değişme ve zaman insan kuruntusundan başka bir şey değildir. Varlık kavramı altında toplanan her şey aynı zamanda vardır. Zaman bakımından varlıkta öncelik, sonralık diye bir sıra yoktur. Değişmeyen, süresiz olan bir “an” vardır. Anı daim denen bu anın içinde doğma, değişme, başkalaşma değil, gizliden açığa çıkış vardır.
Yetkin insan olmanın yolları tümüyle tanrıya ulaşır.
Bakın. Muhyiddin ibn’ül Arabî kendisinin kadın şeyhi İbnül Müsennanın kızı Fatmadan nasıl söz ediyor.
“Ona yıllarca hizmet ettim. Yaşı 95 i geçiyordu. Bu kadar yaşlı olmasına karşın yüzüne, yanaklarının kırmızılığı ve güzelliğinden dolayı bakmaya utanırdım. Kendisini 14 yaşında kız sanırdınız. Salihlerin büyüklerindendi. Kimi doğa olaylarına hükmeder ve kendisinde “fatiha” süresi dolayısıyla kerametler görülürdü.”
Muhyiddin ibn’ül Arabî fütuhat adlı kitabında daha ayrıntılı olarak şunları yazıyor.
“İşte o gün Kur’an’daki Fatiha süresinin kendisine hizmet ettiğini söylediğinde bu kadının makamını anlamıştım.
Böylece otururken yanımıza bir kadın geldi ve bana:
—     “Kardeşim.” Dedi. “Benim kocam Süreyş Şezune, de” bulunuyor ve orada evlenmiş olduğunu haber aldım.”
Ben de ona:
—     “Kocana kavuşmak mı istiyorsun?” Diye sordum. Kadın:
—     “Evet.” Dedi.
O zaman İhtiyar kadın Fatma’ya döndüm ve dedim ki:
—     “Anacığım bu kadının söylediklerini işitiyor musun?”
—     “İstediğin nedir oğlum?” Diye sordu bana. Ben de:
—     “Hemen, bu vakitte, bu kadının işinin görülmesi.” Dedim.
Bunun üzerine yaşlı kadın:
—     “Başüstüne, ben şimdi Kur’an’ın Fatiha suresini gönderir ve Fatiha’ya bu kadının kocasını getirmesini söylerim.” Dedi.
Sonra Fatiha suresini okumaya başladı. Ben de onunla birlikte okudum. O Fatiha’ya:
— “Ey Kur’an’ın Fatiha’sı Sureyş’e git, bu kadının kocasını getir, onu bana getirinceye kadar da sakın bırakma.” Dedi.
Ve adam gerçekten karısının yanına dönüp geldi
Bu Muhyiddin ibn’ül Arabînin Bağdat’dayken, Basra’da bulunması işten bile değildir. Ona göre kadere rıza mutlaktır. Melekler kelimelerden yaratılmıştır.
Gazaliyi makam konusunda eleştiren Muhyiddin ibn’ül Arabî’nin Amerikan uzay filmlerindeki ışın odalarını gerektirmeyen yüce makamını böylece saptadıktan sonra 16. yüzyılda, Osmanlı Bilim yaşamını, Osmanlıcanın karşısında öz varlığını korumak için adım adım direnen Türk dilinin durumunu daha yakından izleyebiliriz.
16. Yüzyılda Osmanlı bilim yaşamına baktığımız zaman yine de Zatî, Bakî, Fuzulî gibi büyük şairlerin şiiri, mimar Koca Sinan’ın sanatı yanında İbni Kemal, Ebussuud, Kınalızadeler gibi bilim adamlarının çalışmalarını kapsayan bir Osmanlı biliminin varlığından söz edebiliyoruz.
Bu arada ana dilimizin öz varlığını korumak için adım adım direndiğini görmekteyiz.
Osmanlı medresesinde bilim denince genellikle Hadis, kelam, fıkıh, tefsir ve tasavvuf anlaşılır. Canlılar üzerinde deney ve araştırma yapma, Kur’an’da belirlenmeyen konularla uğraşma suç sayılır. Şeyhülislamlar, din adamları kimi müderrisler deney ve gözlem bilimlerine giderek tasavvufa bile karşı çıkarlar. Bunun için Fatih dönemindeki olumlu bilimsel atılım sanki İstanbul’un alınmasıyla ilgiliymiş gibi özel bir durum olarak kalır. Kısacası 16. yüzyılda özgün bilimsel çalışmalar gözükmez. Eski yapıtlara yorum ve açıklamalar süregider.
Bununla birlikte bu yüzyılda yetişen bilim adamlarının örneğin İbni Kemalin, doğrudan doğruya olduğu gibi Kınalızade Ali çelebinin, onun oğlu Hasan Çelebinin, tarihçi Saadettin efendinin ve bu kitapta fetvalarını verdiğimiz şeyhülislam Ebussuud efendinin ilk öğretmenleri hep Fatih çağının ünlü bilginleri Molla Lütfi, Yusuf Sinan paşa, Muslihiddin Mustafa, Ali Kuşçu, doğal olarak Muhiddin Hatipzade gibi bilim adamları olmuştur. Bu bağlantı daha sonraki çağlar içinde geçerlidir. Burada açıklanması ve yinelenmesi gereken Kanunî’nin Selimiye yanında yaptırdığı medresede “Sahni seman” matematik ve tıp öğretilmesine daha sonra Takiyüddin adlı bilginin İstanbul’da bir rasathane kurmayı başarmasına karşın 16. yüzyılda, deney bilimleri alanında bir Osmanlı bilgininin yetişmediğidir.
Bu yüzyılda Osmanlı ülkesinin sınırları çok genişlemiş, dolayısıyla devlet yönetimi çok güçleşmiştir. Yöneticiler için halk yığınlarının çağın olumlu bilimleriyle aydınlanmasının sakıncalı bulunduğunda hiç kuşku yoktur. Bu bakımdan Osmanlıca gibi yapay, yöneticiler, varlıklı seçkinlere özge bir dilin oluşumuna istediğimiz kadar neden bulabiliriz ama yineliyerek belirleyelim ki, Osmanlıcanın ulusal bir dil olduğu hiç bir zaman söylenemez.
Şimdi yine Fatihten sonraki Osmanlı bilimine gelelim. Beyazıt II. çağında camilerde kitaplıklar kurulmuştur. Kimi şeriat adamları ele geçirdikleri yüksek katlardan yararlanarak çok zenginleşmişler, kendilerine özel kitaplıklar edinmişlerdir. Kanunî Macaristanı alınca Manyas Korinosun zengin kitaplığını Tuna’dan vapura yükletip, İstanbul’a göndermiştir.
 Osmanlı devletinin kuruluşu sırasında yoksullara kendi eliyle çorba dağıtan bir bakıma “El fakrü fari: yoksulluk övgümdür” felsefesine göre yaşayan ve öldüğünde kalıtı arasında bir kaşıkla bir tuzluk da yer alan Kara Osmandan 200 yıl kadar sonra sofu Beyazıd’ın yani II. Beyazıt’in hekim basısı Ahî Çelebinin Anadolu ve Rum elinde 40 kadar köyü olması, böbrek ve mesane taşları üzerine bir risalesi bulunması gibi dünyaya bağlı daha birçok değişimlere karşın Osmanlı düşünce düzeninin Yıldırım Beyazıt zamanında usta şair Ahmedî, ünlü hekim Hoca Paşa ile birlikte öğrenim gören Molla Fenarî’nin yazdığı mantık kitabının Osmanlı ülkesinde son zamanlara değin okutulması gösteriyor ki, her çağda açık görüşlü bilginler çıkmış olsa do Osmanlının değişmeye yanaşmaması Anadolu’da patlak veren Celali ayaklanmalarının başlıca nedenlerinden biri olduğu gibi sonraları birbirini izleyen yıkıntılarında kaynağı olmuştur. Nitekim bu düşünce düzeninin matbaanın devlet sınırları içeresine girmesine uzun süreler imkân vermemesi sonucu değiştirmek bakımından hiç bir yarar sağlamış değildir.
Fatihten sonra II. Beyazıd gibi sofu, veli adlarıyla anılan, ama kadına kıza da çok düşkün birinin tahta geçmesi, batıdaki Savanorol karanlığı göz önüne alınırsa öyle kolayca rastlantıya bağlanamaz. Sonra babasını tahttan indiren ve iki kardeşini astıran, yeniçerilere göre Yavuz Sultan Selim gibi savaşçı bir padişahın ortaya çıkması yine öyle rastlantıyla zor açıklanır.
14 Eylül 1509 da İstanbul’da korkunç bir zelzele olmuştur. Beyazıt yıkıntıların onarılması için emir verirken vezirlerini şöyle haşlar:
— “O kadar hainlik, o kadar zulüm ettiniz ki, mazlumların ahları göklere çıkarak Allanın gazabını üzerimize davet etti.”
Sofu Beyazıt kendisini dine ve şiire vermiş görünürken Yavuz Selim ayrılıkları ortadan kaldırmak, müslümanları bir bayrak altında toplamak için, şiileri yok etmek üzere bir yandan İran’a, bir yandan Mısır’a saldırır.
Bilim alanında ise devlet sınırlarının genişlemesine koşut olarak Osmanlı coğrafyacılığında önemli bir ilerleme görülmektedir. Pirî ve Şeydi Ali reislerin haritaları, bu bilim adamlarının çağın en son coğrafya buluşlarını yakından izlediklerini göstermesi bakımından önemli yapıtlardır. Pirî reisin haritasında Avrupa, Asya kıyılan, adalar doğru olarak çizilmiştir. Pirî reisin kitabı bahriyesi de Osmanlılarda yazılan ilk coğrafya kitabıdır.
Pirî reis Kaptanı Derya iken Hürmüz kalesini kuşatmış, sonra donanmasının durumu nedeniyle bu kuşatmadan vazgeçmiştir. Basra valisi Kubat paşa onun Hürmüz kalesinden büyük rüşvet aldığı için kuşatmayı kaldırdığını İstanbul’a jurnal etmesi üzerine de, Pirî Reis Mısır’da tutuklanmış, sonra orada idam edilmiştir.
Tarih bu Basra beylerbeyi kaba cahil Kubat paşanın Pirî Reisin, müslümanlara zulmettiğini İstanbul’a bildirmesi sonucu idam edildiğini yazıyorsa da, biz Pirî reisi Osmanlı bilim şehitlerinden biri olarak görüyoruz.
Karanlık aydınlığı en aydınlık yerinden vurur. Ama insanın aydınlığı çağlardan beri gittikçe büyümektedir.
16. Yüzyılda çağdaş bilim çalışmalarından biri de matematikçi ve astronom Takiyüddin adında bir bilim adamının İstanbul’da bir rasathane kurulması için girişimde bulunması ve padişahı kendisine özel yararlar bağlayacağına inandırarak girişimini başarıya ulaştırmasıdır.
Takiyüddin yaptığı rasatların sonuçlarını topladığı ünlü kitabında trigonometrik çizgileri tanımlar, astronomik saatleri, gök dairelerini ve bu dairelerin kesişmesinden oluşan açı hesaplarını açıklar. Bundan sonra ölçü araçlarının ve ölçü yöntemlerinin sağlanması, ayın ve güneşin hareketlerinin ölçümleri yer alan kitapta 60 lık yöntemle bulunmuş sinüs ve başka trigonometrik çizgiler çizelgeleri de vardır.
Bu yapıtın ön sözünde yapıt ve yazarı hakkında çağın aydınlık adamı Hoca Saadettin Efendinin övgüleri bulunmaktadır.
Hoca Saadettin Efendi tarihçi, başarılı bir devlet ve bilim adamı olarak çağın aydınlığını simgelerken astronomiden çok falcılığa inanan Şeyhülislam, Ahmet Şemsettin efendinin kışkırtmaları sonucu, 1577 de kuyruklu yıldızın gözükmesi ve büyük veba salgını rasathanenin getirdiği uğursuzlukla yorumlanarak karanlık ulemanın elbirliğiyle rasathanenin yıkımı sağlanır. Böylece rasathane 1579 da Kılınç Ali Paşa tarafından yıktırılır.
Gök incelemelerine, gök cisimlerinin hareketlerini açıklayan ölçümlere, hava değişimlerini belirlemek için yapılan gözlemlere gerek yoktur.
Şeyhülislam Ahmet Şemsettin efendinin babası köle imiş, kendisi de bağnaz bir İslam bilgini olduğuna göre rasathaneyle falan işi olmaması gerekir.
Bundan sonra III. Murat çağında Hamza Bali adında bir düşünür dinden çıkma suçlamasıyla idam edilir.Arkasından İstanbul’da Behram kethüda medresesi müderrisi sarı Abdurrahman adlı bilgin de ahrete inanmamakla suçlanarak asılır.
Acunun sonsuzluğuna, bu acunda doğanın yasaları üstünde olaylar olamayacağına inanmış olan bu Nadajlı bilgin yüzyılın batıda yetiştirdiği büyük bilgin Giordino Brünon’un yakılmasından bir yıl sonra İstanbul’da idam edilmiştir.
Bu aydınlık ve karanlık savaşı böylece sürüp gider.
Burada Türkçenin direnmesiyle ilgili olduğu kadar Şeyhülislam Ebussuud Efendiyle de ilgili bir duruma da kısaca değinelim.
1506 da 46 yaşında ölen divan şairimiz Mihri Hatun II. Beyazıt’ın vali şehzadesinin çevresinde toplanan aydınlar arasında bilgisi, güzelliği, şiirle ün salmış, şiirlerinde usta şairlerden Zatî ve Necatî’nin sürdürücüsü olarak Arap ve acemin dil saldırısına karşı sade, açık bir Türkçe kullanmıştır. Gündelik olaylara yer verecek kadar ayakları yerdedir. Çağdaş bilginlerden Müeyyedettin ile aralarında temiz bir aşktan söz edilir. Batılılar da hiç evlenmemesi nedeniyle olacak Mihri Hatunu Türklerin Safosu olarak nitelerler. Onun bu gün bile tap taze gelen şu dizesi, o zamanki bir kadının deyişi ve dilin kendi özünde direnmesi ve şiirselliği bakımından bize coşku vermektedir.

Kim ne der ise desün biz olmazız yarsız.
Bu arada Tatavlalı Mahremi (Öl. 1536), Edirneli Nazmi (öl. 1554) Aydınlı Visalî gibi açık Türkçe yazan şairlerle, duaname adlı kitabında sizin de göreceğiniz gibi gerçekten açık Türkçe yazan Ebussuud efendiyi saygıyla anıyorum.
Yukarda adı geçen Müeyyedettine gelince bu Osmanlı bilim tarihinde adı gerçekten anılması gereken Müeyyedzade Abdurrahman Hatemîdir. Bu bilgin 1456 da Amasya’da doğmuş, 1516 da İstanbul’da ölmüştür. Matemi şair takma adıdır.
Şehzade II. Beyazıd Amasya valisi iken onun muhip ve Nedimi olan Müeyyedzade, şehzadeyi içkiye alıştırdığı gerekçesiyle Fatih tarafından idamına ferman çıkarılınca Beyazıd onun Amasya’dan kaçmasını sağlar. Bunun üzerine İran’a giden, Şirazda ünlü bilgin Celaleddin Devvanîden hadis ve fıkıh okuyan Müeyyedzade Beyazıd tahta çıkınca İstanbul’a dönerek sırasıyla müderris, kadı, Anadolu kazaskeri olur. Şehzade Selimi tutan yeniçeriler ayaklandıkları sırada onun da konağını yağma ederler. Bununla birlikte Yavuz tahta çıkınca onu yeniden alındığı Rumeli kazaskerliğine getirir. (1513) Yapıtlarının Türkçe adları:
Kamu şüphelerinin çözümü üstüne risale
Görülen varlıklar ve yapılanlar üstüne risale
O parçalanmayan cüz (atom) üstüne risale
Yuvarlak kürenin incelenmesi üzerine risale
olan Müeyyedzade, yukarda değindiğimiz Mihri Hatunun bu romantik sevgilisi, yaşamı serüvenlerle geçen bu geniş düşünceli bilgin işte bu kitapta fetvalarını verdiğimiz Ebussuud efendinin babasından sonra ikinci öğretmenidir.
Ebussuud efendinin ikinci ilk öğretmeni Mevlanâ Karamanî, Mehmet Karni ise Acem şairi Molla Caminin Yusuf ile Züleyhasını Türkçeye çevirin yine şeyhülislam Zembilli Ali Cemalî efendinin öğrencisi bir şairidir. O da şiirlerinde çok sade bir dil kullanmıştır.
Şeyhülislam Ebussuud efendinin yaşam öyküsünü ilerde vermiş bulunuyoruz. Burada onun geniş görüşünü ve aydınlığını belirtmek üzere dinsizlikle suçlanarak İstanbul’a getirilen Melami şeyhi Gazanfer dedeyi dinledikten sonra serbest bıraktığını söylemekle yetineceğiz.
Bilindiği gibi Melamiler yoksul kimselerdir. Kendilerini içinde yaşadıkları toplumdan ve halktan ayırmazlar. Gönülleri yalnız tanrı sevgisiyle doludur.
Baki kalan, kalacak olan dilimiz ve halkımızın emeğe dönük aydınlığıdır.
Kaynak:
MUZAFFER ARABUL, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları, (Duaname), Sade Türkçe talik elyazması, Dua hakkında risale adlı kitaptan, İstanbul, Nurdoğan Matbaası,1978

Hiç yorum yok: