Türkiye'nin demokrasi tarihinde yaşanmış hemen bütün darbelerin ortak şöyle bir özelliği var: Önce darbeye zemin hazırlanır. Ortalık kaosa döndürülür. Şartlar olgunlaştırılır ve müdahale için düğmeye basılır.
İşte, son darbe olarak tarihe geçen 12 Eylül Darbesi bu şekilde gerçekleştirildiği gibi, bugünkü konumuz olan Selânik Ordusunun (3. Ordu, Hareket Ordusu) 1909 yılı Nisan'ında yapmış olduğu kanlı ihtilâl de aynı mantık düzenbazlığı ile tahakkuk ettirildi.
Darbe ihanettir
Milletin iradesini hiçe sayarak iktidara müdahale eden darbe hareketleri, vatan ve millete karşı işlenen birer ihanet ve cinayet hükmüne geçer.
Kimi bilerek, kimi de bilmeyerek bu ihanet ve cinayete iştirak eder.
Fakat, netice değişmez. Olan vatana, millete, devlete olur.
Demokratik rejim içinde yapılan her bir darbenin, ülkeyi 30–40 yıl geri götürdüğüne şüphe yoktur.
Zira, devletlerin hayatında ancak 30–40 yıl içinde sağlanabilen nizam ve intizam, bir anda yıkılıp yerlebir ediliyor. Birikimler, tecrübeler adeta sıfırlanıyor.
Dolayısıyla, her şeye yeniden ve sıfırdan başlanmak durumunda kalınıyor.
Darbelerle hasıl olan zararın en büyüğü ise, zihinlerin sarsılması ve halkta bir zihin kargaşasının meydan almasıdır.
Ayrıca, sevdikleri ve destek verdikleri kimselerin perişan edildiğini gören halkta, siyasete karşı bir soğukluk, bir güvensizlik hali meydana geliyor.
Bu da, yerini korkuya, ümitsizliğe, karamsarlığa bırakıyor.
İşte, bütün bu maddî ve mânevî tahribata sebebiyet veren darbeler, elbette ki millete karşı tam bir ihanet hükmüne geçer.
Tıpkı Hareket Ordusunun, tıpkı 27 Mayıs ve 12 Eylül cuntalarının yaptığı gibi...
Hareket Ordusu "Meşrûtiyet elden gidiyor" diye, diğerleri de "Anarşi var, kardeş kavgası var, ülke elden gidiyor" bahaneleriyle darbe yaptılar.
Oysa, bütün bu bahane ve gerekçeleri hazırlayanlar da darbecilerden başkası değildi.
Önce tehdit ve sûikastler
1908 Temmuz'unda ilân edilen II. Meşrûtiyetin daha birinci senesi dolmadan, "bozuk İttihatçılar", cunta faaliyetini başlattılar bile...
Yıl sonuna doğru yapılan genel seçimleri kazanmış olmalarına rağmen, Meclis dışında kalmış bir muhalefetin varlığına dahi tahammül edemez oldular.
Muhaliflerini önce tehdit ederek yıldırmaya çalıştılar.
Bunda muvaffak olamayınca, bir adım daha ileri giderek cinayetlere başladılar.
Siyasî muhaliflerin yanı sıra fikrî muhaliflerini de susturma, hatta ortadan kaldırma eğilimi içine giren İttihatçı komitacılar, ilk cinayeti 6 Nisan 1909'da Galata Köprüsü üzerinde işlediler.
İttihatçılara muhalif, Ahrar Fırkası ile İttihad–ı Muhammedî Cemiyetine dost görünen Serbestî gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Efendi faili meçhûl bir cinayete kurban gidince, ortalık gerildikçe gerildi.
Merhûmun cenaze merasimi ise, kelimenin tam anlamıyla İttihatçılara karşı bir gövde gösterisine dönüştü.
Esasen, bu gelişme cuntacıların ve komitacıların istediği gibi oldu.
İttihatçılara karşı kin ve öfke damarı kabardıkça kabaran dindar kesimlerin galeyanı, günden güne artarak devam etti.
Bu galeyan ve öfke seli, nihayet 13 Nisan (Rumî 31 Mart) günü patlama noktası geldi ve kontrolsüz şekilde patladı.
Bir yandan sivil kitleler sokaklara dökülürken, bir yandan da İstanbul'un güvenliğinden sorumlu Avcı Taburlarında isyan hareketleri başladı.
Bu arada, söz ve yazılarıyla askerlere nasihat eden Bediüzzaman Hazretleri, sekiz taburun isyandan vazgeçmesini sağladı.
Buna rağmen, diğer taburlardaki askerler başlarındaki subayları (zabitler) kışlaya hapsederek, onlar da sokaklara döküldüler.
Provokatif eylemler
Manzara, böylelikle ürkütücü, endişe verici bir vaziyet aldı.
Cadde ve meydanları dolduran asker–sivil karışımı kalabalık, başsız ve kontrolsüz bir şekilde "Yaşasın Şeriat!" sloganlarıyla ortalığı inletiyordu.
Karşılarına çıkan bir İttihatçının, hele hele "Şeriat aleyhtarı" olarak bilinen bir şahsın canını kurtarması hiç de kolay değildi.
Öyle ki, içinde mebusların dahi bulunduğu kimi şahıslar, başkası zannedilerek öldürüldü, yahut linç edildi.
Bu kanlı kargaşa hali, birkaç gün devam etti. İnsanlar, mahkemesiz ve muhakemesiz bir şekilde vuruluyor, dövülüyor, canından ediliyordu. Üstelik, kimsenin kimseyi dinlediği de yoktu.
Doğrusu, bütün bu yaşananların üzerinde ciddi soru işaretleri vardı?
Aklı başında olan bir dindarın, bu anarşik ortamı tasvip etmesi mümkün değildi.
Demek ki, işin içinde gizli bir tertip, bir kumpas, bir provokasyon hali vardı. Buna ise, hiç âlet olunmaması gerekiyordu.
Nitekim, Said Nursî de öyle yaptı. Kimseye lâf anlatmanın mümkün olmadığını görünce, artık nasihat etmeyi de bırakmış ve hiç olmazsa kendini âlet ettirmemek için, merkezden ayrılıp Bakırköy (Mekriköy) taraflarına çekilmiş.
Bu hususla alâkalı olarak, bir ay kadar sonra (Mayıs 1909) çıkarıldığı Divan–ı Harb–i Örfî Mahkemesindeki müdafaasında şunları söyler: “Mart'ın 31'inci günündeki dehşetli hareketi, iki–üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metalibi (istekleri) işittim. Anladım ki, iş fena, itaat muhtell (bozulmuş), nasihat te'sirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin itfasına (söndürülmesine) teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim Kürdler gâfil ve safdil... Ben de bir şöhret–i kâzibe ile görünüyordum. Üç dakikadan sonra çekildim. Mekrîköy'üne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı; zaten elbisem beni ilân ediyor, şöhret de beni büyük gösteriyor. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos’a (Yeşilköy) kadar tek başıma olsun mukabele ederek ispat–ı vücud edecektim. Merdâne ölecektim. O vakit dahlim bedihî olacaktı, tahkike lüzum kalmazdı."
Darbe ve idamlar
Bes belli ki, İstanbul'daki kargaşa halini hem kızıştıran, hem de bunu bahane ederek darbe yapan Selânik Ordusunun asıl maksadı "Meşrûtiyeti kurtarmak" falan değildi.
Bazı subayların da bilmeyerek âlet olduğu bu darbe hareketi sonrasında, yüzlerce mâsum haksız yere zarar gördü. Kimi asıldı, kimi sürüldü, kimi de cezaevini boyladı.
Ardından, Sultan Abdülhamid devrildi. Saltanat, zahiren yine Osmanlı'da kaldı, lâkin ipler Selaniklilerin eline geçti.
İpler ne zaman ellerinden çıkacak gibi olduysa, her defasında yine darbe yaparak saltanatlarını sürdürdüler. Bu saltanat, halen de tam mânâsıyla ellerinden alınabilmiş değil. Ayasofya'nın hâli, bunun bâriz bir göstergesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder