14 Kasım 2012 Çarşamba

"Gardırop Müslümanlığı" mı dediniz? İslamcılık mı dediniz? AKİF EMRE


Gündem eski günlere göre daha düşük yoğunluklu bir şiddet içerse de sanat, estetik, medeniyet bağlamında İslam, Müslümanlık, muhafazakarlık, hatta İslamcılık konularında iddialı sözlerden geçilmiyor. Muhafazakar sanat olup olamayacağı yönünde Çankaya'dan başlatılan tuhaf tartışma, bu kez medeniyet düzleminde sürdürülecek gibi.
Her ne kadar konu medeniyet düzlemine taşınıyor gibi görünse de memleketin genel entelektüel kapasitesinden bağımsız değil. Hilmi Yavuz, Taraf gazetesinde verdiği mülakatta gündemdeki sanat, estetik tartışmalarını medeniyet çerçevesinde ele alarak üst bir dil kurmaya çalıştığı intibaını vermiş.
İslam'ın içinden bir dille Müslümanların medeniyet, modernizm, sanat, estetik karşısındaki konumlarına dair eleştirel bir bakışla değerlendirmelerde bulunuyor. Doğrusu felsefeyle de uğraşmış bir kültür adamı olarak Yavuz'un çizdiği kavramsal çerçeve tutarlılık yönünden hayli tartışmalı.
Medeniyet perspektifiyle İslam tarihini ve bugünkü Müslümanları eleştirirken kültürle medeniyeti karıştıran bir kavramsallaştırma yapıyor. Özetle, "Müslümanlar İslam'ı kılık kıyafetten ibaret gördüler; İslam bir estetik medeniyeti kurduğu halde İslam'ı sadece şeriattan ibaret sandılar; gardırop Kemalizmine benzer biçimde Müslümanlar da başörtüsü örneğinde olduğu gibi şekle takılıp kaldıkları için Kemalist oldular" diyor.
Tezini temellendirdiği medeniyet tanımından başlayacak olursak, bir kere medeniyeti kültürel bir olgu olarak ele alarak salt estetik boyuta indirgiyor diyebiliriz. Tanımladığı medeniyete olsa olsa kültür denebilirdi. Oysa bir dünya görüşünün, değerler sisteminin hayatın tüm alanlarında (sanat, estetik, kültür, bilim, ahlak, siyaset, toplum) tezahürü olarak okunduğunda İslam'ın değer yargılarından, ilkelerinden bağımsız bir İslam medeniyeti tahayyül edilemez. Bu çerçevede İslam'ın temel öğretisi anlamında inançtan bağımsız bir (estetik) medenieyet/in/den bahsetmek ne kadar mümkündür.
"Bugüne kadar İslam bir şeriat meselesi olarak algılandı ve bir medeniyet olduğu göz ardı edildi" derken medeniyetin hangi değerler sistemi üzerinde yükselebileceği sorusunu boşlukta bırakıyor. Bir değerler sistemi üzerine yükselmeyen, sadece estetikten ibaret, nötr bir medeniyet söz konusu olup olmayacağı sorusu gündeme gelmiyor bu durumda. Bu noktada durmak gerekir; İslam medeniyetinin yükseldiği temel, onu ayakta tutan omurga yani öğreti, Yavuz'un tabiri ile akide ile medeniyet arasında bir kopukluk yaşandığını göz ardı etmektir. Batılılaşma maceramız bu anlamada medeniyeti oluşturan temel değerlerle, onları hayata taşıyacak yapıların çökertilmesi hikayesidir.
Gündelik hayatta akidesine, ilkelerine uygun biçimde yaşama imkanı daraltılan bir Müslüman'ın değerlerinden bağımsız bir estetik medeniyetinden çok varoluşsal önceliklerini gözetmesi beklenir. Müslümanların önünde, kendi kaynakları ile, medeniyet birikimi ile, her türlü sanat estetik, düşünce, hikmet kaynaklarıyla ve en önemlisi zihniyetini oluşturan kodlarla irtibatını kesen proje karşısında bir direniş sergilemekten başka seçenek bırakılmış mıdır? Oysa tarihi tecrübesi, kaynakları, referans sistemi ile İslam medeniyeti her şeyiyle diri ama ölü hale getirilen bir Müslüman kitle ortaya çıkarılmak istendi ve bunda da beli oranda başarılı olundu.
Kamusal alan tanımına sığınan ortodoks modernliğin toplum mühendisliğine dönüşen uygulamaları henüz çözülmemişken, inancına uygun giyinerek eğitim hakkı bile olamayan Müslümanlara yönelik uygulamalar hala devam ederken "gardırop Kemalizmi"ne benzetilmesi en hafif tabirle insafsızlıktır!
Modern sanatın ne olduğu, estetiğin sınırlarının nerde başladığı, sanatta ahlak ve ilkelerin ne kadar belirleyici olduğu tartışmaları bu yazının çerçevesini aşar. Ancak Batıda sanatın adeta seküler bir kutsallık anlamı yüklenerek dokunulmazlık kazanması modern zamanlara özgüdür. Dinin yerine ikame edilen bir kutsallık... Bir Müslüman olarak her türlü değerden azade bir estetik ve sanat anlayışının dikte edilmesi tam da eleştirdikleri muhafazakar tutumun kendisidir.
Sanatı İslam adına değerden bağımsızlaştırarak bir estetik medeniyeti öneren Yavuz; bale, tiyatro gibi toplumsal referansları olmayan sanatların devlet eliyle desteklenmesini önerebiliyor. Sorunu politik tiyatro tartışmalarıyla karıştırmayalım. Tiyatro, bale ile gelen dünya görüşünün bu toplumdaki karşılığının, değerleri açısından yerinin ne olduğunu en iyi Hilmi Yavuz'un fark etmesi gerekir. Modernliği temel referans çerçevesi kabul ederek bir tür toplum mühendisliği değil mi önerilen?
Müslümanlar kendi değerlerine takılmayacak, onları aşacaklar ancak o zaman estetik medeniyete ulaşacaklar, ama bu medeniyetin yolu da modern sanatın ve onu besleyen dünya görüşünün benimsetilmesinden geçecek! Müslümanların da kendi medeniyet birikimleriyle temasa geçmelerini sağlayacak her türlü imkanın da önünü kesilecek.
Hayatını, giyim kuşamını inancına göre düzenlemede talepkar olanları Kemalistlikle suçlarken Kemalizmin toplumu çağdaşlaştırma adına Anadolu köylüsüne senfonik müzik dinlettirme mantığına sahip çıkmak hiç de estetik durmuyor.


İslamcılık mı dediniz?

İslamcılık tartışmaları, batılı "İslam ve İslamcılık" uzmanlarının başlattığı çizgide yeniden konuşulmaya başlandı. Özellikle Arap dünyasında başlayan hareketlilik ve yeni Ortadoğu denkleminde Türkiye'nin kendi çapında etkin olma çabaları birleştirilerek yeni bir İslamcılık tanımlama çabası gözlemleniyor.
Olayların başından beri dikkat çektiğim noktayı tekrarlamakta yarar var: Ortadoğunun en temel sorunlarından ikisi siyasetin meşruiyet sorunu bir diğeri de özgürlük sorunudur. Siyasi duruşu ne olursa olsun bu iki temel 'yoksunluk' durumunun ortadan kaldırılmasının tartışılacak bir yanı yok. Asıl mesele bu süreçten sonra eskinin yerine neyin ikame edileceği meselesidir. Daha net bir ifadeyle, kopan fırtına, spontone geliştiği söylenen, "örgütsüz halk" hareketlerinin medya kanalıyla anlamlandırılması, yani nasıl bir siyasal içerik kazandırılacağı meselesi üzerinedir.
Tam bu noktada İslamcılık tartışması devreye girerek bu dönüşümün, siyasal içerik ve hedeflerinin nereye evrileceği konusunun edilgen aktörü durumuna getirilmek istenmektedir. Hüsnü Mübarek, ya da Kaddafi'nin gitmesiyle sınırlınmış talepler bir yönüyle siyasal, bir yönüyle de apolitik bir durum arz ediyor. Toplumsal talepler, bu yolla 'apolitikleştirilmiş bir devrim' süreciyle küresel taleplere uygun ve ehlileştirilmiş hale getiriliyor.
Bu aşamada, "apolitik devrim" sürecinin ve sonrası siyasal yapılanmanın meşruiyetini sağlayacak en önemli dayanaklardan biri de İslamcılar ve yeniden tanımlanmış İslamcılık olabilirdi.
Batılı ilgi açsından bakıldığında harekete geçen kitlelerin Müslüman olması, hem de günlük pratikleri anlamında "fundamantalist" sayılacak kadar dinle ilişkili olmaları, devrim sonrasını İslamcılık tehlikesine açık hale getirdiği düşünülebilirdi.
İslamcılığı, Suud tarzı sekteryen uygulama ile, varlığı, kimin kontrol ettiği belirsiz El -Kaide şiddeti arasına sıkıştırarak tanımlayanların durumu entelektüel miyopluk ya da salt oryantalist önyargıyla sınırlı değildi. Bizzat bu tanım çerçevesinde siyaset üreten, strateji geliştiren, küresel karar merkezleri için teori üreten 'eklemlenmiş düşünür'ler sürekli devrede oldu.
Başındaki dikta yönetimleri devirmekle sınırlı kitlesel eylemlerden sonra bölgedeki İslami hareketler açısından iki nokta dikkat çekiciydi. Birinci olarak görünürde, "korkulanın tersine" İslamcıların harekete öncü rolü üstlenmemeleri durumu ile İslamcıların temel taleplerini geri çekmeleri gözlemlendi.
Bu süreçte devreye giren yeni bir İslamcılık tanımı İslamcıları dönüştürecek bir sürece hizmet etti ve etmeye de devam ediyor. Tartışmanın Türkiye'ye yansıması ise tuhaf biçimde ima yoluyla da olsa iktidarla ilişkilendirilmiş bir İslamcılık tanımı üzerinde yoğunlaştı. Adeta şapkadan iktidara eklemlenmiş neoliberal bir İslamcılık tanımı çıktı.
Türkiye'nin kendi çapında Ortadoğuya açılması, sürece müdahil olma girişimleri, hatta kimi İslamcı liderlerin Türkiye modelini işaret etmelerinden cesaret alarak, iddiası olmadığı halde ufku Ak Parti ile sınırlı bir İslamcılık önermesi gündeme getiriliyor. Bu arada iktidar partisi kendi içinde daha "tutarlı" duruyor. İslamcılık iddiasını baştan reddederek, deklere ettiği muhafazakar ilkeler çerçevesinde strateji uyguluyor. İslamcılık bunun ötesinde çok daha farklı bir dünya tasarımı öneren bir akım.
"Siyasal İslam" gibi ucube bir tanım çıkaranlar şimdi de İslami hareketleri kültürel (bir) İslam'a dönüştürme çabasındalar.
Yapılan yeni İslamcılık tanımlamaları İslamı kültürel olarak hayatta görünür olmasına alan açan ve bununla sınırlayan fakat bunu karşılığında temel tasarımlarından vazgeçmiş bir çerçeve sunuyor.
Sorun İslamcıların küresel sisteme zihnen , ve fiilen entegre edilip edilmeyecekleridir. Bunca yıl batının desteklediği diktatörlerden dayak yedikten sonra yine küresel güçlerin açtıkları alana uym sağlamaları, dönüşmeleri, küresel kapitalizmin istediği toplunm ve insan modeline razı olmaları istenmektedir.
Durum bu iken,İslamcılık (iddiası): liberal müdahalecilik dahil, küresek kapitalizme eklemlenme anlamında içi boş bir "değişim" sloganına sıkıştırılmak istendiğini göremeyen (iyi niyetli de olsa) yazarları hayretle izlemekteyim. İslam dünyası hala küresel sisteme direnen tek coğrafya, bunun en önemli dinamiklerinden biri İslami hareketler ve genel anlamda da İslamcılık düşüncesidir. Yeni durum karşısında "İslam ne diyor"a kafa patlatmak yerine "değişimi kutsayarak" İslam/cılığı sisteme entegre etmek, bu coğrafyanın elinden alternatif olma imkanını almaya hizmet eder.

Hiç yorum yok: