14 Kasım 2012 Çarşamba

Patani ne kadar uzak? - Denize gömülen adanmışlık AKİF EMRE


Suriye'de pek etkin olamayan, daha doğrusu hiç sesi çıkmayan, İslam İşbirliği Teşkilatı; Uzakdoğuda başka bir sorunlu bölgeye temsilciler göndermiş. Güneydoğu Asya'nın önemli ülkelerinden Tayland'da, Müslüman azınlıkla merkezi yönetim arasındaki sorunları yerinde inceleyecek ve sorunların çözümü konusunda bir rapor hazırlayacakmış.
Sorunun ne olduğuna geçmeden önce Tayland'la Türkiye arasındaki ilginç benzerliklere dikkat çekmekte yarar var. Tayland ile Türkiye'nin siyasi tarihleri birbirine çok benzer. Mesela Türkiye gibi orada da askeri darbeler siyasete hep biçim vermiştir ve ihtilal tarihleri bile nerdeyse bizdekilerle çakışır. Daha önemlisi Güneydoğu Asya'nın sömürgecilik deneyimi yaşamamış tek ülkesi...
Tayland'da lider figürünün fetiş derecesinde hayatın her alanına girmiş olması da bize benziyor diyeceğim ama oradaki abartıyı başka bir ülkede görmek zor. Bindiğiniz taksinin ön camında Buda figürü ile kralı yan yana görürseniz ya da Bangkok'un en lüks AVM'sinin en göze çarpan yerinde adeta bir sunak gibi kral için yapılmış bir köşeyle karşılaşırsanız şaşmayın.
Benzer durum Müslümanların yoğun olduğu ve yaklaşık yüz yıldır Tayland işgali altında bulunan Güney bölgesi için de geçerli. Güney sorunu açısından da Türkiye'ye çok benzeyen bir durum var tuhaf biçimde. Müslüman azınlık, 1970'lerin sonlarından itibaren Tay güçlerine karşı silahlı mücadele veriyordu. Ancak bu durum, 1990'ların ortalarından itibaren görece bir sakinliğe kavuşacaktır. Yaklaşık on yıldır bölgede artan devlet terörü, kontrolsüz bir silahlı çatışmayı tetikledi. Muhtemelen Tayland yönetimi 11 Eylül ortamından istifade ederek Müslümanları tam anlamıyla sindirmek için her türden hak talebini "İslamcı terör" yaftalaması ile bastırmaya başladı. Bundan beş yıl kadar önce uzak Doğunun bu unutulmuş bölgesine gittiğimde, bayram namazından çıkan Müslümanların askeri araca tıka basa doldurularak onlarcasının havasızlıktan öldüğü ortamın kurşun gibi ağır havası vardı.
Birileri Müslümanlar adına Budist hedeflere saldırıyor, askerler de ormanın derinliklerindeki köy yollarında bile kurduğu barikatlarla kuşkulandığı herkesi yakalıyordu. Bu ortamda görüştüğüm Patanili Müslümanlar: "Eskiden bir eylem yapıldığında bunun sorumluluğunu kurtuluş mücadelesi veren örgütler üstlenirdi. Şimdi ise kimin ne yaptığını kimse bilmiyor. Üstlenilmeyen ama Müslümanlara mal edilen saldırı haberleri alınıyor sürekli" demişlerdi. Üstelik mücadel veren yapıalr da dağılmıştı. Belli ki bölgede tam bir denetim kurmak için sivil halk tam bir çembere alınıyordu. Bu arada faili meçhullerin ve gözaltında kaybolmaların haddi hesabı yok. Ne kadar benzer bir hikaye değil mi?
Patani olarak bilinen bölge aslında Malay asıllı Müslümanların çoğunlukta olduğu Patani, Narathiwat ve Yala şehirlerinden oluşuyor. Kültürleri kadar etnik yapıları da Taylardan farklı. Ancak merkezi hükümet Müslümanların kimliklerini yok sayarak adeta asimilasyon politikaları uyguluyor. Bu durum eğitimden, iş imkanlarına kadar çok farklı alanlarda ayrımcılık olarak kendini gösteriyor. Kendilerini Malezya'ya daha yakın gören Patanililer ekonomik şartlarını ancak bu akraba gördükleri zengin ülekye işçi olarak gidenlerin katkılarıyla düzeltebiliyorlar. Budist eğitime rağbet etmeyen halk, çocuklarını Ortadoğu ülkelerine göndererek dini eğitim eksikliklerini karşılamaya çalışıyor. Devletle halkın arasındaki uçurum o kadar derin ki resdmi ilahiyat fakültesine bile rağbet çok sınırlı. Buna karşılık ya geleneksel medreselerde yahut İslam ülkelerine gönderdikleri örgencilerle dini eğitim açığını kapatmaya çalışıyorlar. Müslümanların yoğun olduğu ve yüz yıl öncesine kadar tarihsel olarak Müslüman sultanlıkların hakim olduğu bu bölge, Tayland'ın en önemli gelir kaynaklarından birini oluşturan kauçuk üretiminin merkezi.
İşin daha trajik tarafı bu uzak Doğu ülkesinde yaşanan hak ihlalleri ve uygulanan devlet terörü dünyanın diğer bölgelerindekinden kat kat fazla olmasına rağmen bu insanların uluslararası platformda seslerini duyuramamak gibi sorunları var. Oysa Tayland'ın ekonomik ilişkileri -özellikle petrol ithali- Ortadoğu yani Arap-Müslüman ülkeleriyle...
Uluslararası platformda yalnız bırakılmalarına karşın İslam Kalkınma Teşkilatı'nın diplomatik ilgisinin bile sanılandan çok fazla sonuç almaya müsait olduğu bir sorunla karşı karşıyayız. Zaman zaman gelip giden İKT temsilcilerinin de soruna kalıcı bir çözüm üretemediği görülmekte. Tayland yönetimi üzerinde belli yaptırımları kullanarak durumun iyileştirilmesi konusunda bazı girişimler olsa da bu süreklilik arz eden belli bir stratejik vizyondan yoksun görünüyor. Tayland basınında da ilgi gören son diplomatik çıkarmanın daha öncekilerden farklı olacağına dair çok az işaretler var elimizde, ne yazık ki.
Suriye gibi karmaşık bir konuda inisiyatif alamayan Teşkilat bakalım tarafların daha net olduğu bir alanda ne yapacak?


Denize gömülen adanmışlık

Bundan dört yıl kadar önceydi Tayland'ın güneyinde Müslümanların çoğunlukta olduğu güney bölgesine gittiğimde bir zamanlar burada var olan Patani Sultanlığı'nın izlerini sürmeye çalışıyordum. Yaklaşık yüzyıldır Tayland işgalini hâlâ içlerine sindiremeyen Patanili Müslümanların mücadelelerinden haberdar olarak bir tür bilinç arkeolojisi yapıyordum. Patani'nin tropikal ormanlarında verilen gerilla savaşlarının tarihi hiç de yeni değil. Şimdilerde ise adeta her taraftan kuşatılarak, tam bir devlet terörü altında umutlarını diri tutmaya çalışıyorlardı.
Patanili Müslümanlar geçmişteki özgürlük günlerinin nişanesi olarak hüküm süren sultanların türbelerini gösterirken Budist Tay çoğunluğun hakim olduğu Tayland yönetimine karşı sanki meydan okur gibiydiler. Benim için şaşırtıcı olan, bu türbelerden en görkemlisinin kadın yöneticilere ait olmasıydı. Bu türbeler için görkemli desem de yine de bizdeki türbelere göre çok mütevazı mezarlardı. Tarihsel olarak Patani'yi en güçlü dönemlerinde yönetenler peşpeşe tahta çıkan kadın sultanlar olmuştu..
Patanililerin bölgelerini işgale den Tayland yönetimine karşı tarihsel iddialarını sürdürmelerini mümkün kılan ve milli kimliklerini inşa ettikleri hanım sultanların da dahil olduğu mezarlardan daha fazla övündükleri hatta nerdeyse kutsayacak derecede saygı gösterdikleri türbe ise çok daha farklıydı. Şehir merkezinin epeyce dışın çıkıp yüksek hindistan cevizi ağaçlarının arasından deniz kenarına geldiğimizde karadan epeyce uzakta bölgeye özgü mimarisiyle türbeyi hatırlatan bir yapıyı ilk gördüğümde şaşkınlığımı saklayamayacaktım: Denizin ortasında bir türbe.
Karayla ince uzun bir köprüyle bağlanan dört tarafı açık üstü malay tarzında örtülü bir yapı. Denizde bir mezarın nasıl olabileceğini kestirmeye çalışan meraklı bakışlarımla ilerlerken yanımdakiler tam aksi bir ruh haletiyle huşu içinde yapıya ulaştığımda hâlâ mezar görünmemişti... Denizin içinde yükselen dört sütun üstüne kurulan ortası denize açık bir balkondu bu. Denizin iyice sığlaştığı bu noktada dikkatlice bakıldığında insan boyunda düzgün bir taş bloğun uzandığını görebildim. Hepsi bu kadar...Ne iz, ne işaret...
Beklide yeryüzünde bir başka eşi olmayan mezarla karşı karşıyaydım. Denizin sonsuzluğuna uzanmış bir mezarın başında Fatiha okurken önümdeki okyanus kadar sonsuz çağrışımlar benliğimi, bedenimi sarstı...
Kimdi bu kendini denize teslim eden gönlü okyanuslar kadar geniş Allah dostu? Hikayesi basit... Çin'den gelmiş bir tüccar. Patani'de Müslümanlık'la tanışıyor ve İslam'ı kabul ediyor. Servetini ve ömrünü İslam için vakfediyor. Ve yeryüzünde bir iz bırakmadan denizin kollarında bırakıyor cansız bedenini... Toprak gibi mutevazı, denizler kadar derin...
Geçtiğimiz günlerde birkaç gazeteci arkadaşla İslam, savaş/fetih, yayılma bahsi geçtiğinde İslam'ın savaşla yayıldığı tezi ortaya atıldı. Bu tez, tarihsel gerçekliğinin tartışmalı oluşu bir yana matematiksel olarak da ikna edici değildi. Bugün dünya Müslümanlarının büyük çoğunluğu Güneydoğu Asya'da yaşamaktadır (Ortadoğu'da değil). Ve Güneydoğu Asya'da İslam'ın askeri güçle yayıldığını da kimse iddia edemez. Bu gerçek İslam'ın cihadı, askeri boyutu yok saydığı anlamı çıkmaz elbette ama sadece kısa sürede bu kadar hızla yayılmasını kılıçla açıklamaya çalışan oryantalist bakış açısının geçersizliğin göstermeye yeterli.
İslam'ı terörize eden terör söyleminin baş aktörü Amerika'nın bir operasyonuyla öldürerek "denize gömdüğü" adeta her kötülüğün merkezine yerleştirdiği temsili isimle Patani'deki deniz-türbe arasında bir bağlantı kurmak bir tür anakronizm olarak değerlendirilebilir. Küresel oyunun tam bir maskaralığa döndüğü, tüm dünyayı aptal yerine koyarak yeni sömürü oyunlarının "özgürlük, demokrasi" diye dayatılmaya çalışıldığı bir dönemde kalbini denizin koynuna gömen bir inanmışın insanlığa vaat ettiklerini yeniden hatırlamanın vaktidir. Çoktandır derinlere terkettiğimiz adanmışlık duygusunu yeniden hatırladığımızda sahte özgürlük vaatlerinden daha sahici umut ışığı yakabilriz.


Hiç yorum yok: