22 Şubat 2012 Çarşamba

Mehmet Akif’in yakılan Kur’an Meâli


Mehmet Akif, her şeyden önce “Kur’an şairi”dir. Çünkü Akif, bütün hayatı boyunca bir insan, bir fikir, bir mücadele ve aksiyon adamı olarak Kur’an’dan hiç kopmadı, bütün kalbiyle Kur’an’a bağlı kaldı. Madden ve mânen Kur’an ile birlikte yaşadı. Zira o, Kur’an’a inanmıştı, Kur’an’lı bir evde doğdu, cami kürsülerinde hep Kur’an ile konuştu. Vaazları hep Kur’an ayetlerinin tefsiri şeklindedir. Balıkesir, Kastamonu, Eskişehir, Burdur, Afyon, Antalya ve Konya’da halka hep Kur’an’la konuştu. Dolayısıyla Milli Mücadele’nin ateşini Kur’an ile yaktı. Böylece Akif, cami ile cephe arasında sağlam bir köprü kurdu. Akif’in Kur’an ile başlayan hayatı, yine Kur’an’la sona erdi. Son nefesini verirken, bir yandan da Hafız Necati’nin okuduğu Kur’an’ı dinlemekteydi. Ölünce de “Kur’an sesleri” ile ebedî istirahatgâhına defnedildi. Ülkemizin en değerli hafızları, onu Rabbimizin huzuruna hatimlerle uğurladılar.

Gelelim Akif’in Kur’an meâli çalışmasına ve daha sonra bu meâlin vasiyeti üzerine yakılması meselesine.
Akif’in, Kur’an ile asıl derinden meşguliyeti ve beraberliği Mısır yıllarında gerçekleşti. 1926′da gidip yerleştiği Mısır, onun için zorunlu bir itikâf ve inziva mekanıydı adeta. Çünkü redd-i miras türünden yapılan inkılâblar, onu sükût-u hayale uğratmış, Akif de Mısır’a hicret etmişti. Bulunduğu psikolojik durum da buna eklenince, kendini çokca ibadete verdiği Mısır’da, vakitlerinin çoğunu Kur’an okumakla ve dinlemekle geçirirdi. Diğer yandan da Mısır’ın ünlü hafızı Şeyh Muhammed Rıfat’ın Kur’an okuyuşuna hayrandı ve sırf bu amaçla sık sık ikamet ettiği Hilvan’dan Kahire’ye giderdi.
Akif’in Kur’an ile hemhal olması, Kur’an’ın Türkçe meâli çalışmalarıyla daha da yoğunlaştı. Zira, Cumhuriyetin ilanından sonra TBMM, Kur’an’ın tefsir ve meâli, Sahih-i Buhari’nin tercüme ve şerhinin hazırlanmasını kararlaştırmıştı. Bu işler için en ehil kişiler de, tefsirde Elmalılı Hamdi Yazır, hadiste Ahmet Naim, meâlde ise Mehmet Akif idi. Meâl işi, Akif’e teklif edildi.
Akif, bu işi yapabilecek bilgi ve ehliyete sahip olduğu halde, bu işin ağır bir sorumluluk getirmesi, Kur’an’ın bir başka dile hakkıyla tam olarak çevrilmesinin imkansızlığı nedeniyle bu işi önce kabul etmek istemedi: “Kur’an, hiçbir şeye benzemez. Onun içinde öyle kelime ve mefhum (kavram)lar vardır ki, Türkçe karşılığı yok. Öyle ayetler vardır ki, muhtelif manalara gelir. Bu bakımdan da Kur’an’ın aslını Türkçe’ye çevirmek çok müşkil bir iştir” diyordu. Fakat araya Ahmet Hamdi Akseki’nin girmesi ve umumi arzunun da bu şekilde olduğunu söylemesi üzerine teklifi kabul etti. Daha sonra sözleşme yapıldı. Akif meâl çalışmasına başladı. Akif, bütün zamanını bu işe ayırmıştı. Ama bu çalışma kolay olmuyordu. Çünkü bu işin ağır bir manevî sorumluluk getirmesinden dolayı bunalıyor, sıkılıyordu. Diyar-ı gurbet saydığı Mısır’da karşılaştığı bir takım maddî-manevî zorlukların yanı sıra Mısır’ın iklimi de bu çalışmanın zorlukları arasında idi.
Bütün bu sıkıntı ve zorluklara rağmen, büyük bir azim ve gayretle Akif, yaklaşık dört yıl boyunca bu işle uğraştı. Ortaya her bakımdan mükemmel bir meâlin çıktığı bilinmektedir. Nitekim Eşref Edip, Mısır’a M. Akif’i ziyarete gittiğinde, bu meâli baştan sona okuyarak buna bizzat tanık olmuştur.
Akif, meâlle ilgili yaptığı tashihleri yakın dostlarına göstererek şöyle der: “Bunları hep, müsveddeden temize çektim. Bir kelimenin, en güzel zannettiğim karşılığını bir zaman sonra beğenmem. Daha münasip bir kelime aklıma gelirse, o kelimeyi çalışmamın ilgili kısmına koyarım.”
Bu çalışmadan Akif’in kendisi de faydalanmış, büyük bir manevî huzur duymuştur. Nitekim yakın dostlarına: “Kur’an’ın Türkçe meâli için yaptığım çalışmalar, bu dünyada en üstün zevk ve huşû ile geçirdiğim anlar olmuştur. Hâlimde çok büyük manevî değişiklikler gördüm. Kimseye bir şey veremedim. Fakat ben çok şeyler aldım. Duyduğum manevî feyz çok büyüktür.”
Hakikaten, Akif’in, Kur’an üzerinde uzun yıllar yaptığı bu çalışma, Akif’i, teravih namazını hatimle kıldıracak derecede sağlam bir hafız yapmıştı.
Fakat ne yazık ki, bu meâlden faydalanılamadı. Zira meâl, bir rivayete göre, son zamanlarındaki sağlık problemleri nedeniyle yeterince çalışılmadığından kendisini memnun etmemiştir. Çünkü Akif gibi, güçlü bir imana sahip birisinin, Kur’an’a olan hürmet ve saygısından dolayı, yaptığı meâlin kendisini tatmin etmemesi gayet normaldir. Bu mesele açıldıkça: “Beni tatmin etmeyen bir eser, bir başkasını nasıl tatmin eder?” diyordu.
Diğer yandan ise Diyanet İşleri Başkanlığı yetkilileri, meâlin gönderilmesini istiyorlardı. Akif ise, meâlin henüz tam kemale ulaşmadığı gerekçesiyle meâli göndermedi. Bunun üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı, sözleşmeyi feshetti. Bu durum, Akif’i çok rahatlattı. Çünkü artık başladığı işi, hiçbir resmi makama karşı sorumluluk hissetmeden hür ve serbest bir şekilde sürdürecekti. Eseri yarım bırakmadı, bitirdi. Fakat Akif’i sözleşmeyi feshetmeye iten asıl neden, ibadetlerde reform(!) yapmak, namazlarda Kur’an yerine Türkçe tercümesini ikame etme cereyanlarının başlamış olmasıydı.
Bu durum, gayet tabii ve haklı olarak Akif’i endişelendirmiş: “Demek, benim meâli, bu iş için istiyorlarmış. Ben, meâli verirsem, onu Kur’an yerine okutmaya kalkarlar. Ben, o zaman Allah’ın huzuruna nasıl çıkarım, Peygamberimiz (a.s.)’in yüzüne nasıl bakarım?” demiştir.
Meâl işinin bundan sonraki gelişmesi ise şöyle olmuştur:
Akif, üzerinde çalıştığı meâli, son zamanlarda ağırlaşan ve ilerleyen hastalığına rağmen, bitirmiş ve temize çekmeye muvaffak olmuştur. Fakat son defa, ağır hasta olarak çıktığı İstanbul yolculuğunda (1936) ne olur ne olmaz diyerek, meâli yanında getirmemiş, Mısır’da Ayn Şems Üniversitesi’nde profesör olan yakın dostu Mehmet İhsan Efendi’ye -Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babasıdır- emanet eder ve şunu vasiyet eder: “Ben şifa bulur, sağ salim geri dönersem, meâlin eksikliklerini tamamlar öyle basarız. Şayet ölürsem bu meâli yakarsın.” Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Mehmet Akif, 27 Aralık 1936′da Hakk’ın rahmetine kavuşur.
Meâlin bundan sonraki âkıbetini ise İsmail Hakkı Şengül’e şöyle anlatıyor: “Yıl 1961. Mehmet İhsan Efendi kalp krizi geçirmiş. Hep evinde istirahat ediyor. Ölümden birkaç gün önce oğlu Ekmeleddin’i (İhsanoğlu’nu) yanına çağırıyor ve karşısında duran çalışma masasının kilitli sağ üst gözünü göstererek şunları söylüyor: ‘Oğlum, bu dünyada fâniyiz, hepimiz ölümü tadacağız. Ben öldükten sonra yerine getirmeni istediğim önemli bir vasiyetim var. Gördüğün masanın gözünde iki tomar defter var. O gözün anahtarı orta gözdedir. Ben ölünce o gözü açıp oradaki defterleri yakacaksın.’
Mehmet İhsan Efendi çok kısa bir süre sonra Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Hepimiz hüzün ve keder içindeydik. Henüz ortaokul öğrencisi olan oğlu Ekmeleddin ile muhterem eşi Seniye Hanım’ı teselli edebilmek için günlerin büyük bir bölümünü onlarda geçiriyoruz. Ben evliyim, Abbâsiye semtinde oturuyoruz. Mehmet İhsan Efendi’nin vefatının üçüncü günü idi, yine eşimle birlikte onlara gitmiştik. Kahire’deki Türk öğrencilerinden bazıları da onlardaydı. Misafirler arasında Osmanlı Devletinin son Şeyhülislamlarından merhum Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu edebiyatçı Prof. İbrahim Sabri Bey de vardı. Bu zata hepimiz büyük saygı duyardık. Çünkü ilmî seviyesi ve diğer faziletleriyle saygıdeğer bir insandı. Bir ara Ekmeleddin’in, bu zatın yanına yaklaşarak, alçak sesle bir şeyler anlattığını, onun da heyecanlandığını gördük. Meğer Ekmeleddin, babasının vasiyetini anlatmış ve henüz masanın gözünü açmadığını da söylemiş. İbrahim Sadri Bey’in heyecanı da, masanın gözündeki defterlerin Mehmet Âkif’e ait olabileceğini tahmin endişesinden kaynaklanmış. Durum açıkça anlatıldı, hepimiz heyecanlanmıştık. Ekmeleddin, saygın bir büyüğü ve babasının vefakâr dostu olarak, vasiyetin yerine getirilmesini İbrahim Sabri Bey’e havale ediyordu. İbrahim Sabri Bey, o anda orada bulunan Türk öğrencilerinden beni, Osman Saraç’ı ve Ali İhsan Okur’u beraberine alarak Ekmeleddin ile birlikte merhum babasının yatak odasına götürdü. Ekmeleddin, masanın sağ üst gözünü açtığında, iki tomar hâlinde urganla bağlanmış defterleri gördük. Urganları çözüp masanın üstünde defterleri kontrol etmeye başladık. Defterler, Kur’an-ı Kerim’in baştan sona kadar tercümesini ihtiva ediyordu. Temize çekilmişti, ancak bazı yerlerde kenarlara çıkıntılar çekilerek tahsislerde yapılmıştı. Mehmet Âkif’in yazısını tanıyan İbrahim Sabri Bey gözyaşlarını tutamadı. Hepimizin gözleri dolmuş ağlıyorduk. Bu arada masanın orta gözünde ciltli, kalınca bir defter gördük. Urganları çözüp masanın üzerindeki defterleri kontrol etmeye başladık. Defterler Kur’an-ı Kerim’in baştan sona tercümesini ihtiva ediyordu. Bu arada masanın orta gözünde ciltli, kalınca bir defter gördük. Mehmet İhsan Efendi, Akif’in meâlinin bir nüshasını rik’a yazısı ile baştan sona bu deftere temize geçmişti. Akif’in meâlini ve merhum Mehmet İhsan Efendi’nin meâli temize geçtiği defteri de Ekmeleddin Bey’in evinden aldıktan sonra bizim Abbasiye’deki evimize gittik. Evin balkonunda büyük bir alüminyum leğenin içinde meâlleri, birer birer parçaladık ve yaktık.”
Son olarak şunları söylemek gerekir ise; Mehmet Akif’in üzerinde çok büyük bir titizlikle çalıştığı ve büyük ölçüde tamamlamaya muvaffak olduğu meâl; dinde reform(!), namazlarda Kur’an’ın Türkçe okunması(!) gibi anlamsız ve yersiz tartışmalar nedeniyle -Akif, meâlin Kur’an’ın aslı yerine ikame edilmek istendiğini önceden sezmişti- Akif’in de vasiyeti gereği maalesef meâl yakıldı. Keşke diyoruz, bu tür yersiz ve anlamsız tartışmalar yerine; Akif’in meâli iyi niyetle kullanılmak istenilseydi de bu şaheser meâl miras kalsaydı.
(MEHMET DERİ, mehmet.deri@gmail.com)

Hiç yorum yok: