Mehmet Âkif’ten korkanlar, onu okumayanlar
“-Bizim bildiğimiz Âkif’le, sizin anlattığınız Âkif arasında, dağlar kadar fark var. Şaşırdık kaldık! Bu Âkif, başındaki fesi çıkarmamak için kaçıp Mısır’a giden adam değil mi? Âkif, başından fesi çıkardığı takdirde gâvur olacağına inanıyordu. Halbuki siz, bu iddianın kat’iyyen doğru olmadığını, İslâm düşmanları tarafından uydurulduğunu söylüyorsunuz.”
-Evet öyle dedim. Çünkü fesin Türklükle ve İslâmiyetle milyarda bir nisbetinde bile ilgisi yoktur. Fesi önce Frigyalılar yaparak kullandılar. Frigyalılar, M.Ö. 1000-2000 yılları arasında yaşayan putperest bir kavim. Fes, Frigya’dan Doğu Roma’ya, oradan Fas’a yayıldı. 1832 yılında ise, 2. Mahmud zamanında, bizim başımıza yerleşti. Halk, 2. Mahmud’un fes inkılâbını kat’iyyen kabul etmedi. Hatta ona, “Gâvur padişah” diye bir isim bile taktı. Fes, zorla başımıza oturdu. O hadiseden 93 yıl sonra, Atatürk, Kastamonu’da, halkımızı şapka ile selamladı. Garabete bakınız: İkinci Mahmud zamanında, fesi kat’iyyen kabul etmeyen, fes yüzünden, başındaki hâlifeye “Gâvur padişah” diye isim takanların torunları, 1925 yılında fese sımsıkı sarıldılar ve şapkayı giyinmek istemediler. Şapka yüzünden idamlar oldu ve şapka, başımıza zorla oturdu.
Doğu ve Batı dünyasını çok, ama çok iyi bilen, Fransızca, Arapça ve Farsça ile geniş araştırmalarda bulunan ve aynı zamanda müsbet ilimler okuyan M.Âkif, nasıl olur da İslâmiyeti getirip fesin dar kalıpları içine sokar? Âkif’i fes dolayısıyle suçlayan cahil veya inkârcı kafalar, onun -yine Batıdan gelen- Frenk gömleği giyinmesini, kravat takmasını, ceket ve pantolon kullanmasını nasıl izah edecekler acaba?
M.Âkif, bizim Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrimizin, en büyük âbide şahsiyetlerinden biri.
Âkif, bin yıl sonra bile, ikibin yıl sonra bile, yine âbide bir şahsiyet olarak selamlanacak mütefekkir şairlerimizin başında bulunuyor.
Cehalete, taassuba, geriliğe, yanlış bir tevekkül anlayışına Âkif kadar düşman olan kaç şairimiz var?
Türkiye’nin kalkınması, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması aynı zamanda, Âkif’i çok iyi tanımamıza, onun büyük aydınlığından istifade etmemize bağlı.
M.Âkif, SAFAHAT isimli 536 sayfalık muhteşem eserinde, yüzümüzü, Batının ilmine ve san’atına dönmemizi sık sık hatırlatmaya çalışıyor. Bizim şiirimizde, atom ilminden ilk defa bahseden şairimiz odur. Gençlerimize, Âsım’ın şahsında anlatmayı istiyor ki kaba kuvvetle, hükümet darbeleriyle vatana hizmet etmek mümkün değildir. Çıkış yolu, en kısa zamanda Berlin’e gitmek, orada atom ilmini öğrenmek, böylece bir damla kömürden namütenahi güç elde ederek onu insanlarımızın sağlığı-saadeti için kullanmaktır. Türkiye’yi ağır sanayiye kavuşturmaktır.
Âkif’ten korkanlar, bizim din düşmanlarımız, ham yobazlarımızdır.
Gök Sultan 2. Abdülhamid Han ve büyük Mehmet Âkif
Çok garip! Ne zaman bu sütunda Mehmet Âkif Ersoy’dan bahsetsem, bazı okuyucuların itirazlarıyla karşılaşıyorum. Şikâyetler şu noktada toplanıyor: “Mehmet Âkif, cennetmekân Sultan Abdülhamid Han’ı sevmiyordu. O velî padişahımıza hakaret yüklü şiirler yazdı. Ben de Âkif’i sevmiyorum!” diye yazanlar yanında, Mehmet Âkif’in 2. Abdülhamid Han aleyhine yazdığı şiiri bulup gönderenler de var. Sanıyorlar ki, ben Mehmet Âkif’i çok sevdiğime göre 2. Abdülhamid Han’ı sevmiyorum.
Yanlış. Milyon kere yanlış. Bizim resmî tarih kitaplarımız, 2. Abdülhamid Han’a hâlâ bir Ermeni veya Yahudi ağzıyla hakaretler yağdırıyor. Halbuki o, bizim Osmanlı tarihimizin çok büyük padişahları arasında. Ben, 2. Abdülhamid Han üzerine ilk aykırı yazıyı Nihal Atsız’ın kaleminden okudum. Atsız, ondan “Gök Sultan” diye bahsediyordu. Türk’e ve İslâma düşman bazı kişilerin ve Avrupalı yazarların Kızıl Sultan suçlamalarına karşı, Atsız, tarihimizin bu büyük padişahını Gök Sultan diye alkışlıyordu. Doğrusu 2. Abdülhamid Han’ı, bana önce Atsız sevdirdi. Sonra bu konuda Yılmaz Öztuna ağabeyim, önümü-arkamı aydınlattı. Öztuna’ya göre 2. Abdülhamid Han, bilhassa dış politikada, deha derecesinde başarılı bir hükümdarımızdır. Sonra başka kaynaklarla da bilgimi pekiştirdim.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinin birinci sınıfında, adımın başına bir de “2. Abdülhamidçi” suçlaması eklendi. Arkadaşlarımla kavga ettim. Ve ömrümde ilk defa 2. Abdülhamid yüzünden cebimde bıçak taşıdım. Yani yeni bir kavga olsaydı, üzerime gelenleri bıçaklayacaktım. Bereket ki olmadı. 2. Abdülhamid Han’ın üç büyük suçu vardı: 2. Abdülhamid Han önce, Yahudi liderlerin bütün göz kamaştırıcı tekliflerine rağmen Filistin topraklarını onlara satmadı. Dolayısıyla, kendi zamanında, bir Yahudi devletinin kurulmasına göz yummadı. Onun ikinci büyük suçu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’muzda bir Ermeni devletinin kurulmasına fırsat vermemesiydi. Üçüncü çok büyük suçu da, çok akıllı ve bilgili olmasıydı. Etrafını çeviren çok vatanperver, ama çok cahil, çok tecrübesiz İttihatçı subaylar karşısında, çok bilgili ve tecrübeli olmasıydı. Nitekim, onu devirenler, koskoca imparatorluğu 10 yıl içerisinde paramparça ettikten sonra, yurt dışına kaçtılar.
2. Abdülhamid, dün olduğu gibi bugün de benim için Gök Sultan’dır.
Mehmet Âkif Ersoy ise, bizim, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerimizin en büyük âbide şahsiyetlerinden biridir. Samimi inancıma göre, Âkif, bin yıl sonra bile, iki bin yıl sonra bile, hep âbide şahsiyet olarak selâmlanacaktır. Çünkü Âkif, ilhamını, Kur’andan ve sevgili peygamberimizin sözlerinden, yaşayışından alan, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanan bir mütefekkir şairimizdir.
Onun en büyük yanlışı, noksanlığı, ayıbı, devrin modasına uyarak 2. Abdülhamid Han’ı kat’iyyen sevmemiş ve hükümdarımızın aleyhinde çok ağır mısralar yazmış olmasıdır. Dahası var:
Ben 15 yaşımdan itibaren Turancı olan, Turan mefkuresiyle yaşayan bir kimseyim. Turan üzerine yazdığım şiirlerim var. Türkistan Türkistan, Üsküp’ten Kosova’ya, Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır isimli kitaplarımı Turan sevdasıyla yazdım. Yeni Türk Cumhuriyetleri üzerine 101 (yüzbir) TV programı hazırladım ve sundum. Ama Âkif kat’iyyen Turancı değildi: “Turan, Turan diyerek bir efsane edindik/Efsane fakat gaye diyerek az mı didindik” diyerek Turancıları ciddiye almıyordu. Olabilir. Ben, tek ayağı seken bir küheylânı kesenlerle beraber değilim. 1986-1987 yıllarında Âkif’i 44 ilimizde anlattım. Komünistlerimiz, İslâm düşmanlarımız, vatanımıza, milletimize, istiklâlimize... kör bakan insanlarımız, Âkif günlerine âdeta batarya ile ateş açmışlardı. Şimdi görüyorum ki, bâzı mütedeyyin vatandaşlarımız da aynı cephededirler. Elbette çok yazık.
“Allah bu millete, bir daha İstiklâl Marşı yazdırtmasın!”
1921 yılına girinceye kadar bir millî marşımız yoktu.
Millî Mücadelemiz 19 Mayıs 1919’da başlamıştı. Fransız millî marşı, 1789 İhtilâlinden beri söyleniyordu. Biz de istedik ki, bizim de Millî Mücadelemizin, o büyük direnişimizin ve kahramanlığımızın bir marşı olsun. 1920 yılında, Garb Cephesi Komutanı Alb. İsmet İnönü, Genel Kurmay Başkanımızdı. Dr. Rıza Nur ise, Millî Eğitim Bakanlığımızın başında bulunuyordu. İnönü, Dr. Rıza Nur’a, resmî bir yazıyla başvurdu: “Millî heyecanımızı koruyacak, millî azim ve imanımızı besleyecek, zinde tutacak, (Fransız Millî Marşı gibi) bir marşımız olmasını, bu hususta gereken hazırlıklara başlanılmasını” teklif etti.
Millî Eğitim Bakanlığımız, 7 Kasım 1920 tarihli Hakimiyet-i Millîye gazetesine bir ilân verdi. Millî Marşımız için bir yarışma açıldığını, gönderilecek şiirlerin bir kurul tarafından inceleneceğini, birinciliğe lâyık görülen şiire beşyüz lira ödeneceğini bildirdi.
Yarışmaya 724 şiir gönderildi. Bu şiirler içerisinde Millî Marşımız olabilecek değerde bir şiir yoktu. Mehmet Âkif, Burdur milletvekili olarak Millet Meclisimizde idi. Ama yarışmaya katılmamıştı. Gerekçe olarak da, birinci seçilecek şiire, 500 lira mükafat verileceğini söylüyordu. “Ben, para karşılığında şiir yazmam” diyordu. Yeni Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Âkif’e bir mektup yazdı: “Endişeniz dikkate alınacaktır. Bu marşın güftesini ancak siz yazabilirsiniz. Şiiriniz karşılığında size para ödenmeyecektir!” dedi. Mektup 5 Şubat 1921 tarihliydi. Mehmet Âkif, Ankara’da, Taceddin Dergâhında oturuyordu. İstiklâl Marşımızı, o dergâhın odalarında dolaşarak, bazı kıt’alarını, dergâhın beyaz badanalı duvarlarına yazarak iki gün içinde tamamladı.
Şiirin bütünü ilk defa 21 Şubat 1921 tarihinde (Kastamonu) Hürsöz gazetesinde yayımlandı.
Millî Eğitim Bakanımız Hamdullah Suphi Tanrıöver, İstiklâl Marşımızı, TBMM’de ilk defa 1 Mart 1921 tarihinde okudu. Milletvekillerimiz, büyük bir heyecan duyarak Tanrıöver’e seslendiler:
-Lütfen bir daha okuyun! Bir daha okuyun!
Hamdullah Suphi, şiiri bir daha okudu. Milletvekilleri Tanrıöver’i ayakta dinlediler. Başkanlık kürsüsünde Mustafa Kemal Paşa vardı.
Millet Meclisimizde ilk defa 1 Mart 1921 tarihinde okunan şiir, 12 Mart 1921 tarihinde resmen İstiklâl Marşımız olarak kabul edildi.
Azerbaycan’da, Prof. Dr. Bahtiyar Vahapzade bana demişti ki: “24 ülkenin millî marşlarını büyük bir dikkatle inceledim. Gördüm ki hiçbir ülkenin millî marşı, sizinki kadar muhteşem değil! Aşk olsun Mehmet Âkif Ersoy’a! Türkün millî marşını, noksansız ölçüler içinde Türk milletine lâyık bir coşkunlukla yazmış!”
İstiklâl Marşımızın yazılışı üzerinden tam 90 yıl geçti. Bugünlere kolay gelmedik. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, birtakım kimseler, İstiklâl Marşımızın değiştirilmesini bile istediler. Onları rahatsız eden, İstiklâl Marşımızın tam bir İslâm şuuruyla yazılmasıydı. Mehmet Âkif:
“Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” diyordu. “Bu ezanlar ki, şahadetleri dinin temeli/Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” diye yalvarıyordu. Âkif, ümmetçi bir şairimiz olmasına rağmen, Türk soyunun, bitmez tükenmez bir aşkla İslâma hizmet ettiğini görüyor: “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl/Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” diye haykırıyordu. Milletimize nasıl büyük bir güvenle bağlandığını ortaya koyuyordu. 1936 yılında, “İstiklâl Marşımız yeniden yazılsa” diyen bir ziyaretçisine verdiği cevap hepimizin en büyük niyazıdır:
-“Allah bu millete, bir daha İstiklâl Marşı yazdırtmasın!”
Mehmet Âkif’te Japonya sevgisi Mehmet Âkif Ersoy’un SAFAHAT isimli eseri, yedi bölümden ibaret. Bütünü 536 sahife olan SAFAHAT‘ın ikinci bölümü: SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDEN başlığını taşıyor. 1002 mısra ile tamamlanan bu bölümde, Âkif, bize örnek gösterilen milletler-devletler hakkında görüşlerini açıklıyor. Acaba büyük sarsıntılar geçiren Osmanlı, yeniden derlenip toparlanmak için kendisine hangi milleti örnek almalıdır? Biz, kendimize, Rusya’yı mı, Çin’i, Mançurya’yı mı, Türkistan’ı mı... örnek almalıyız? sorusuna, Mehmet Âkif Japonya’yı! diyerek cevap veriyor. Onun, daha 1912 yılında, Süleymaniye Camii kürsüsüne çıkarak yaptığı açıklamaların, ne kadar doğru olduğu, kayıtsız-şartsız bugün kabul ediliyor. Acaba kendimize Rusya’yı mı örnek almalıydık? Âkif’in, Rusya sevdalılarına verdiği cevap şöyle: “O zaman Rusya’da hâkimdi yaman bir tazyik Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik? Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu Medenî Avrupa bilmem, niye görmezdi bunu ..... Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle Fikr-i hürriyet ölür! Hey gidi şaşkın hezele Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak Ekilen gövdelerin, hepsi yarın fışkıracak!” Rusya’da hem Çarlık, hem de Marksist dönemde, hürriyet fikrini ezmek için yirmi milyondan fazla insan katledildi. Fakat o gövdeler kanla sulanan topraktan 1990 yılında yeniden fışkırdı ve Komünist sistem, kendiliğinden yıkılıp gitti! Âkif’e göre, Rusya, örnek alınacak bir ülke değildi. Acaba Çin’i, Mançurya’yı mı kendimize örnek almalıydık? M.Âkif bu görüşte olanlara da şiddetle itiraz ediyordu: “Çin’de Mançurya’da, din bir görenek, başka değil Müslümanlık unsuru gayet geri, gayet câhil Acaba, meyl-i teâli ne demek onlarca Böyle gördük sesi milyonlarca ..... Bu havâlidekiler pek yaya kalmış dince Öyle Kur’an okuyorlar ki, sanırsın Çince!” Kendimize ata yurdumuz olan Türkistan’ı örnek almalıyız diyenlere de Âkif’in itirazı çok dikkat çekicidir: “O Buhara, o mübarek, o muazzam toprak Zilletin koynuna girmiş uyuyor mustağrak O rasathane-i dünya, o Semerkand bile Öyle dalmış ki hurafata, o mâzisiyle Ay tutulmuş kovalım! Kalkın diyerek Dümbelek çalmada binlerce, kadın, kız, erkek...” Mehmet Âkif’in gözü, gönlü Japonya’da idi. Ona göre Müslümanlığın bütün güzellikleri Japonya’da Buda ismiyle yayılmıştır. Japonların Kelime-i şahadet getirmeleri kâfidir. Bu da Osmanlı’nın gayretiyle olabilir. Onun Japonya için yazdıklarını kısaltarak dikkatinize sunuyorum: ..... “Siz gidin saffet-i İslâm’ı Japonlarda görün O küçük boylu büyük milletin efradı bugün Müslümanlıktaki erkânı sıyanette ferid Müslüman demek için, eksiği ancak tevhid Doğruluk, ahde vefa, va’de sadakat, şefkat Acizin hakkını ilâya samimi gayret Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmayarak Yedi kat ellerin evlâdını kardeş tanımak Gece-gündüz açık evler, kapılar mandalsız Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada Sade Osmanlıların gayreti lâzım arada!” | ||
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder