9 Ağustos 2013 Cuma

Sadaka ve hamal taşları - Ahmet Anapalı

Atamız Osmanlı, Lale devrinin şiir üstadı Nedim’in ifade ettiği gibi bir tek taşı dünyadaki tüm şehirlere bedel olan bu şehirde, kış ayı yaklaşıp da hastalanmalarından dolayı sıcak bölgelere göç edemeyen leyleklerin kış mevsimini rahatça geçirmeleri için Kasımpaşa semtine bir Leylek hastanesi yaptırmış. Bu ne harikulade bir hareket. Hasta olup da beslenemeyen kediler için “Kedilere Ciğer Verme Vakfı”, yerdeki tükürükleri kireçle dezenfekte etmek için “Sıhhat ve Temizlik Vakfı”, konaklarda çalışan hizmetçilerin kırdıkları eşyaların ücretlerini karşılamak için bir “Tanzim Vakfı” her sokağa tahsis edilen iki doktorun ücretini karşılamak için kurulan “Hekim Vakfı” gibi bugün hiç kimsenin aklına gelmeyecek kadar ufukların ötesinde vakıflar kurulmuştur.
Yoksullara “alan el” olmanın utanç ve ezikliğini yaşatmamak için, gayet zarif yardım şekilleri geliştirmiştir. Böylece “alan el” hicaptan, “veren el” de gurur ve riyadan korunmuştur. Yani, her türlü tebrik ve takdire layık yardımlaşma vasıtalarından birisi, hatta bir bakıma birincisi, “Sadaka Taşları”dır.

Hicri 1434 senesinin huzur ve maneviyat kokan Ramazan iklimine kısmetse yarın giriyoruz. Bu hafta, siyasi tarih yazmak yerine huzur ve sükûnetle birlikte anılan bu manevi havaya uygun bir yazı yazmak istedim ve kendimi İstanbul’un tarihle yunmuş yıkanmış sokaklarına attım. Camiler, çeşmeler, sebiller, vakıflar, hanlar, hamamlar, imaretler, külliyeler, tâbhaneler, şifahaneler, dâr’üzziyafeler, medreseler, kütüphaneler, yetimhaneler, dâr’ülacezeler, binbir nakışla duvarlara örülen kuş evleri ve daha nice sanat harikaları ile bir dantel gibi örmüş güzel ceddimiz bu şehri… Bu şehirde, bu şehri cennetten bir köşe haline getiren Osmanlı medeniyeti, aklın havsalanın almadığı güzellikleri insanlığa hediye etmiş. Kelimelerin yetersiz kaldığı aklın ve idrakin anlayamamasından mütevellit yanmaya mahkum olduğu güzelliklerden bahsediyorum. Atamız Osmanlı, Lale devrinin şiir üstadı Nedim’in ifade ettiği gibi bir tek taşı dünyadaki tüm şehirlere bedel olan bu şehirde, kış ayı yaklaşıp da hastalanmalarından dolayı sıcak bölgelere göç edemeyen leyleklerin kış mevsimini rahatça geçirmeleri için Kasımpaşa semtine bir Leylek hastanesi yaptırmış. Bu ne harikulade bir hareket. Hasta olup da beslenemeyen kediler için “Kedilere Ciğer Verme Vakfı”, yerdeki tükürükleri kireçle dezenfekte etmek için “Sıhhat ve Temizlik Vakfı”, konaklarda çalışan hizmetçilerin kırdıkları eşyaların ücretlerini karşılamak için bir “Tanzim Vakfı” her sokağa tahsis edilen iki doktorun ücretini karşılamak için kurulan “Hekim Vakfı” gibi bugün hiç kimsenin aklına gelmeyecek kadar ufukların ötesinde vakıflar kurulmuştur. Başta İstanbul olmak üzere tüm Osmanlı coğrafyasını süsleyen muhteşem ötesi bu eserlere bilhassa çeşmelere ve vakıf duvarlarına bitişik ilk bakıldığında pek de fark edilmeyen, göz ardı edilmiş ve teferruat kabilinden görülen bir takım taşlar bulunmaktadır cami ve çeşme önlerinde. Bilmeyenler ve şuursuzca önlerinden geçenler için sadece basit bir taş olan bu taşlar, esasında dünya kurulalı beri ne kadar medeniyet meydana getirilmişse hepsine bedel, hepsine değer bir zarafet ve ince tefekkürün eserleridir. Zira bu taşlar, “Sadaka Taşları” ve “Hamal Taşları”dır.
İslam düşünce ve inanç sisteminin bir esası olan sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın en güzel örneklerini ifade eden “Sadaka Taşları”, din ve mezhep ayrımı yapmaksızın insan gurur ve haysiyetinin kırılmadan üzülmeden yardım almasını sağlayan dünyanın en eski yardımlaşma sistemlerinden biridir. Bu öyle bir yardımlaşma şeklidir ki, ne alan vereni, ne de veren alanı görmemektedir, bilmemektedir. Zira yardım etmek isteyen kişi belirli yerlerde olan taşların ortasındaki deliklere parayı özellikle geceleri yani hava karardıktan sonra kimsenin görmediği bir anda bırakır ve gider. Yardıma muhtaç olan kişi ise gelir ve oraya kendisinin alması için bırakılan parayı alır. İşin gururdan göz yaşartacak kadar güzel olan tarafı ise şudur ki; yardıma muhtaç olan fakir, o taşın ortasındaki delikte biriken paranın tamamını değil sadece ihtiyacı olan kadarı alırmış. Hatta aldığı parayı harcadıktan sonra artan kısmını da geri getirip aynı taşa bırakan fakirlerin varlığını bizzat gözleri ile bu muhteşem sahneye şahit olan Avrupalı seyyahların hatıralarından “işte bu bizim atamız dercesine” göğsümüz kabararak okuyoruz.
Sadaka Taşları, Osmanlı İmparatorluğu’nun hakim olduğu coğrafyada hemen hemen her adımda, her sokağın girişinde, her cami avlusunda bulunmaktadır. Çeşitli bölgelerde, “Zekat Taşı”, “Zekat Kuyusu”, “Hacet Taşı”, “Hayrat Deliği” gibi isimlerle de anılmaktadırlar. Kur’an-ı Kerim’de bulunan sosyal yardımlaşma ve İnfakla ilgili ayetler ve gözümüzün, gönlümüzün, hayatımızın nuru Resulûllah’tan aktarılan hadisler dolayısıyla Osmanlı kültüründe sadakaya, malı dağıtmaya, “Bittim” diyene “Yettim” demeye çok önem verilmiş ve sosyal dengenin en önemli unsuru olarak görülmüştür. Bu durum tabi ki ve elbette Osmanlı cemiyet hayatına, çalmanın, çırpmanın, hırsızlığın çok geç tarihlerde girmesini sağlamıştır. Sadaka taşları kısaca, sadakanın riyaya, gösterişe, enaniyete, kibre kaçmadan ve verilen kişiyi incitmeden verilmesi gerekliliğinin şehir kültüründeki yansıması olarak görülmektedir.
Osmanlı medeniyetini inşâ eden o muhteşem yapı, iffet ve hayâsından dolayı fakirliğini gizleyenler; ihtiyaçlarını kimseye açamayanlar için, ince ve farklı bir şekilde destek ve himaye metotları bulmuştur. Yoksullara “alan el” olmanın utanç ve ezikliğini yaşatmamak için, gayet zarif yardım şekilleri geliştirmiştir. Böylece “alan el” hicaptan, “veren el” de gurur ve riyadan korunmuştur. Yani, her türlü tebrik ve takdire layık yardımlaşma vasıtalarından birisi, hatta bir bakıma birincisi, “Sadaka Taşları”dır.
Yalnızlığa Terk Edilen Taşlar
Günümüzde, bu çağın insanına insanlık dersi veren Sadaka Taşları’nın büyük bir kısmı, kendi hallerine terk edilmiş, asfalta gömülmüş, kırılmış, belediye faaliyetleri, istimlâkler, yol genişletme, meydan açma, kaldırım çalışmaları esnasında ya bir kenara yan yatırılıp veya ters yüz edilip hayattan itilmişler ya da tamamen yok olarak unutulmaya, bilinmemeye mahkûm edilmişlerdir.
Bu hadiseye Belediyeler açısından bakacak olursak, kullanılmadıkları için neye yaradıkları bilinmediğinden kıymeti ve görevi idrak edilemeyen bu fazilet abidesi taşlarımızdan mevcut olanlarının koruma altına alınması, adının ve görevinin bir etiketle belirtilmesi; yeni nesillere tanıtılması gerçekten takdire şayan bir hizmet olacaktır.
Hamal Taşları
Avrupalı oryantalistlerin ve yerli tarih bilmezlerin zihin dünyasında en az Sadaka Taşları kadar hayret ve hayranlık uyandıran bir başka taş çeşidi de şadırvan ve çeşme kenarlarında bulunan “Hamal Taşları”dır ki bu taşlar, benim ve sizin atanız olan Osmanlı milletinin insanlık noktasında tırmandığı zirvenin ipuçlarını vermektedir. Sırtındaki yük dolu küfe ile bir çeşmenin önünden geçerken su içmek için yere eğilip küfeyi bırakmasın, beli incinmesin diye yükseklikleri ortalama 130 ile 150 santim arasında değişen ve çeşme kenarlarında bulunan bu taşlar da tıpkı sadaka taşları gibi yanlarından geçen insanların anlamsız bakışları arasında kendilerini fark edecek nesli beklemektedir.
Bugün bile hemen hemen her köşe başında karşımıza çıkan ve eski olma özelliğine sahip pek çok şadırvanın veya çeşmenin hemen kenarlarında yuvarlak ya da dörtgen mermer çıkıntılar görürüz. Nedir bunlar diye hiç merak ettik mi? Galiba hayır… Halbuki bu taşlar,  ceddimiz tarafından o bölgeden geçen ve yük taşıyan hamallar düşünülerek namaz vakti geldiğinde veya susadığında su içmek maksadıyla sırtındaki yük dolu küfeyi bırakmak için yerlere kadar eğilmesin, belini incitmesin diye yapılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün insanlık hafızasına hediye ettiği bu taşlar sadece yük taşıyan insanların hayatlarını daha kolaylaştırmak içindir. Ne hoş bir estetik duygusu…
Şimdi soru sormanın vakti geldi;
Bu denli sosyal adalet ve İnsanı yaşat ki devlet yaşasın mantığından yola çıkarak oluşturulan insan merkezli hayat felsefesi, hangi coğrafi bölgede kimler tarafından kurulan hangi medeniyette yaşandı ve bu noktada eserler verildi? Kapitalist zihniyetle sömürmeyi, bitirmeyi, tüketmeyi, kendinden başkasına hayat hakkı tanımamayı meziyet sayan materyalist Avrupa zihniyeti ile bu durum tarifi mümkün olmayan bir ahmaklıktır. Zaten Avrupa’nın cins kafası “Montaigne” Denemeler isimli eserinde; insanı ve toprağı sömürmek yerine yatırım yapmasından dolayı Osmanlı millet ve anlayışına “Ahmaklar” dememiş midir?
Gurur duymamız gereken hassasiyet ve insanlığa sahip bir ataya sahip olduğumuz için Allah’a şükretmeliyiz. Son olarak, üç imparatorluğa başkentlik yapmış ve peygamber müjdesine muhatap olmuş bu mübarek şehrin sokaklarında gezerken gözleri yaşartan, tüyleri diken diken eden başka bir şaheserle karşı kaşıya kaldım. Fatih’te bulunan Sanki Yedim Camii…
Fatih Sinanağa Mahallesi’nde bulunan caminin nefis terbiyesi açısından harikulade bir hikayesi mevcuttur.  1600’lü yıllarda yaşayan Keçeci Hayreddin ve yahut Adanalı Şakir efendi, canı bir şey yemek istediğinde o yiyeceğin fiyatını sorar ve satıcıdan öğrendiği miktarı ‘sanki yedim’ diyerek istediği yiyeceği almaz ve paralarını biriktirir. Zamanla biriken paralardan da bu camii inşa edilmiştir. Günümüzden takribi 350 yıl önce yapıldığı varsayılan Sanki Yedim Camii, I. Dünya Harbi’nden kısa bir süre önceki Fatih Yangınında ağır bir tahribata uğramış, 50 sene yıkık bir halde kaldıktan sonra, 1959–1960 tarihlerinde halkın gayretleriyle ihya edilmiştir. İşte biz, sadaka taşları ile, hamal taşları ile, kapitalist dünyanın aklına bile getiremeyeceği birbirinden ilginç, birbirinden güzel vakıfları ile, nefisten arttırılan paralarla yapılan camileri ile muhteşem bir mazinin kökünden kopartılmış ne yapacağını bilmeyen şaşkın torunlarıyız. Selam olsun sırat-ı müstakimde ilerlemeyi kendine şiar edinen o beklenen nesle...

Hiç yorum yok: