15 Mayıs 2013 Çarşamba

Meclisi Vahideddin mi açtırdı?-Kurtuluşun faturasını ödeyen adam-Ahmet Anapalı






Meclisi Vahideddin mi açtırdı?


Padişahımız, kalbimiz size karşı sadakat ve bağlılık duygusu ile dolu olarak, tahtınızın etrafında her zamankinden daha sıkı bir sadakatle bağlanmış bulunuyoruz. Toplantısının ilk sözü padişahına bağlılık olan bu Meclis’in son sözünün de bundan ibaret olacağını yüce kapılarına en büyük ve alçak gönüllükle arz eder.






Her şey, 30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros Ateşkes antlaşması gereği, 15 Mayıs 1919 Perşembe günü İzmir’in Yunan askerleri tarafından işgali ile başladı. Mustafa Kemal Atatürk’ün hatıralarından ve Nutuk’tan anladığımız kadarıyla Mustafa Kemal Paşa’nın paravan bir vazife ile Samsun’a çıkması ve bu vazifenin Padişah Mehmet Vahideddin Han tarafından bilinmesi ve devrin Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa tarafından onaylanması artık herkes tarafından bilinen bir hakikat…



İzmir’in işgalinden bir gün sonra, İngiliz deniz subayı John Bennett Godolphin tarafından verilen vizeyi cebine koyarak (Evet yanlış okumadınız Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkmak için İngilizler’den izin almıştır.) 16 Mayıs 1916 da Bandırma vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkan 9. Ordu müfettişi ve Padişah Vahideddin Han’ın Fahri Yaveri Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 pazartesi günü Samsun’a varır.



Sonra hepimizin bildiği gibi, Havza, peşinden 22 Haziranda Amasya, 23 Temmuzda Erzurum, 4 Eylülde Sivas kongreleri. Ve en nihayet, 23 Nisan 1920 günü geldiğinde Ankara… Günlerden Cumadır. Hacı Bayram veli Camii’nde kalabalık bir cemaat bulunmaktadır. Cuma Namazının kılınmasının ardından okunan Kur’an-ı Kerim, kesilen kurbanlar, Hatm-i Buhariler ve padişaha bağlılık yeminlerinin akabinde açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi…



Kalabalık, Meclis binasına giderken en önde yeşil örtülü bir rahlenin üstüne konmuş olan Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimizin Sakal-ı Saadet’ini başının üstünde taşıyan biri vardı. Okunan dualardan sonra mebuslar binaya girdiler. Ve Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de açıldı.



Meclis o gün beş oturum yaptı. Beşinci oturumda Mustafa Kemal Paşa 110 oyla Meclis Başkanı seçildi. İkinci başkanlığa ise 109 oyla İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’da başkan olarak görev yapan ve İstanbul’un işgali üzerine Anadolu’ya geçen ve o an mecliste bulunan tüm mebusları toplantı için Ankara’da açılan meclise çağıran Celalettin Arif Bey seçildi.



Tarihler 25 Nisan 1920’yi gösterdiğinde Ankara Büyük Millet Meclisi’nde, altında Mustafa Kemal imzalı “düşman propagandalarına inanılmaması üzerine bir beyanname yayınlandı.” Bu beyannamenin önemli satırbaşları şöyleydi;



“ İngilizler tarafından satın alınan ve milleti birbirine düşürmek maksadını güden bazı hainler, sizi aldatmak için her türlü yalanı söylüyorlar. Ankara’da toplanan meclis, Padişah ve halife’yi düşman baskısından kurtarmak ve vatanın parçalanmasına engel olmak ve İstanbul’u yeniden ele geçirmek için uğraşıyor. Biz vekilleriniz (Allah ve Peygamber adına yemin ederiz ki) Padişah’a ve Halife’ye isyan sözü yalandır. İstediğimiz tek şey, Hindistan ve Mısır’ın başına gelen halden vatanımızı kurtarmaktır. Onun için İngiliz casuslarının uydurduklarına inanmayın. Allah’ın laneti düşmana yardım eden hainlerin üzerine olsun ve rahmet de tevfiki de Halife ve Padişahımızın, millet ve vatanımızı kurtarmak için çalışanların üzerinden eksik olmasın” denildi.



Meclis’in 26 Nisan’daki birleşiminin birinci oturumunda, Meclis’te uygulanacak iç tüzük konusu ele alındı. Üzerinde yapılan görüşmelerden sonra İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’da uygulanan iç tüzüğün bazı değişiklikler yapılarak aynen uygulanmasına karar verildi.



27 Nisan 1920’de, altında “Büyük Millet Meclisi emriyle Mustafa Kemal” imzasını taşıyan Padişah Sultan Vahideddin’e bir “Sadakat yazısı” gönderildi. Bu gayet uzun yazı’ya Paşa şu şekilde başlıyordu;



“…Büyük Padişahımız, Halife ve en kutsal Hakanımız, Efendimiz, İstanbul’un işgali ve bunu izleyen facialar üzerine durumu incelemek, Saltanatımızın hukukunu ve Millî istiklâlimizi savunmak ve sağlamak maksadıyla bu defa Ankara’da Büyük Millet Meclisi halinde toplandık. Anadolu’nun düşman işgali altında olmayan her köşesinden gelen ve millet tarafından olağanüstü yetkilerle izinli kılınan milletvekilleri, oy birliği ile aldıkları karar sonunda bazı gerçekleri yüce kapınıza arz etmeyi, kendileri için bir sadakat ve kulluk görevi bilirler.



Padişahımız, kalbimiz size karşı sadakat ve bağlılık duygusu ile dolu olarak, tahtınızın etrafında her zamankinden daha sıkı bir sadakatle bağlanmış bulunuyoruz. Toplantısının ilk sözü padişahına bağlılık olan bu Meclis’in son sözünün de bundan ibaret olacağını yüce kapılarına en büyük ve alçak gönüllükle arz eder.



TBMM’nin Padişah’a bağlılık mesajları uzun bir süre devam etmiştir. Nitekim Eylül 1920’de kabul edilen 18 sayılı kanunun 1. maddesinde, “TBMM’nin gayesi Hilâfet ve Saltanat’ın, vatan ve milletin kurtulmasından ibarettir.” sözü, 18 Eylül 1920’de Meclis’te okunan hükümet programının birinci maddesinde de, “TBMM millî sınırlar içinde yaşama, bağımsız olma, Hilâfet ve Saltanatı kurtarma gayesiyle kurulmuştur” denildi. 8 Eylül tarihli Bütçe Kanunu’nun başında da, “Zat-ı Hazret-i Padişahî ve Hanedan-ı Saltanat”, bazı kanunlarda da, “Memalik-i Osmaniye” adı kullanıldı



27 Nisan 1920 açılışın 4. günüdür. Mecliste bir hareketlilik vardır. Meclis kürsüsünde meclis başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa şunları söyledi;



...Efendim resmi görüşmelere geçmeden bir şey arz etmek istiyorum. İstanbul’dan Harbiye Nazırı Fevzi Paşa hazretleri (Mareşal Fevzi Çakmak) Ankara’ya girmek üzereler. Eğer tensip buyurursanız meclisimizden bir heyet Fevzi paşa hazretlerini karşılamak üzere yola çıksın. (meclisten hep beraber karşılamaya gidelim sesleri) Mustafa Kemal, peki efendim o halde bütün meclis olarak hep beraber karşılamaya gidelim. Bu sebeple meclisi tatil ediyorum dedi. Ve hep beraber kendi ifadesi ile padişahın emri üzerine Ankara’ya gelen Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) Mareşal Fevzi Çakmak’ı karşılamaya gittiler.



Meclis aynı gün öğleden sonra saat 16.00 da meclis başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında açıldı. İlk olarak söz alan Konya milletvekili Abdulhalim Çelebi Efendi, meclisteki milletvekillerinden oluşan bir heyetin İstanbul’a gidip hem padişaha bağlılıklarını bildirip hem de İstanbul’daki mevcut durumu gözlemlemesini teklif etti. Bunun üzerine Erzurum milletvekili Celalettin Arif bey;



“… Müsaade buyrulur mu efendim? Fevzi Paşa Hazretleri hadiselerin mahallinden teşrif etmişlerdir. Vakaları gözleri ile görmüşlerdir. Yaşadıklarını lütfen bizimle paylaşsınlar. “



İstanbul’a gitme işini bilahare görüşürüz” dedi. Bu arada, Mustafa Kemal Paşa’nın odasında istirahat eden Harbiye Nazırı Fevzi Paşa, meclis görüşmelerinin yapıldığı yere girdi. Alkışlar eşliğinde kürsüye çıktı. Ve Hemen hemen hiç kimsenin bilmediği şu tarihi konuşmasını yaptı;



“Sevgili mebus arkadaşlar; Söze başlarken İstanbul’un esaret muhitinden kurtularak Ankara’nın hür muhitine geldiğimden dolayı Cenab-ı Hakk’a hamd ve şükür ederim. (Şiddetli alkışlar) Ve beni böyle karşılayan sizlere de teşekkür ederim. Efendiler, gerek padişahımız efendimiz hazretleri, gerek bendeniz, beşyüz senelik bakir payitahtımızın ilk defa düşman tarafından işgali faciasını görmek bedbahtlığına uğramış felaketzedelerdeniz.



İstanbul’un işgal edildiği gece İngilizler arabalarla, İstanbul’a Üsküdar ve Beyoğlu’na bahriye askerleri çıkartarak tüm ehemmiyetli yerleri tuttular. Şehzadebaşı’ndaki yatakhanelerinde uyuyan bir askeri birliği taradı. Canlı kalan askerleri dışarıda halkın gözü önünde öldürdü. (Meclisteki milletvekillerinden kahrolsunlar sedaları)



O sırada İngilizler, Harbiye Nezaretini işgal ederek benim makam odama kadar süngülü neferlerini soktular ve onlar tarafından belirlenen emirleri vermemi istediler. Göğsüne düşman süngüsü dayanmış bir harbiye nazırı, İstanbul’un hür ve makam-ı hilafet olmak meziyetini kaybettiğini görmüş ve bakan olmak sıfatı ile çok üzülmüştüm.



Bu konuda derhal sadrazama (başbakana) malumat verdim. Bakanlar Kurulunun toplanması emrini verdi. Ben de bu toplantıya odamın içinde ve dışında bulunan 400 İngiliz askerinin ve onlarla iş birliği yapan Ermeni ve Rum vatandaşların arasından nefret dolu bakışları altında katılmak üzere Bakanlık binasından çıktım. (Kahrolsunlar sadaları) Hükümet de askerlerimizin şehit olması noktasında lazım gelen protestoyu yazmada geç kalmadı. Bir gün sonra Padişahımız efendimizle görüşmek üzere Cuma selamlığına gittim.



Yozgat milletvekili İsmail Fazıl Paşa sordu; “Hangi camiye paşam?”



Fevzi Paşa (devamla)



“…Beşiktaş Yıldız’da Hamidiye Camii’ne efendim. Namazdan evvel padişahımız bendenizi kabul ettiler. Fevkalâde üzgün bir halde bulunuyorlardı. Bana dediler ki;



…Ben bugün böyle müthiş bir azap içinde camiye gelmek istemiyordum. Fakat halife olmam veçhiyle bu Cuma selamlığı bana bir dini mükellefiyet. 50 yıllık bir yıkımın enkazı altında kalmak ta bana çok ağır geliyor. Bu enkazın altında ezildik. Diyerek üzüntüsünü dile getirdi.



Ertesi hafta padişahımız beni Cuma selamlığında tekrar karşıladı ve buyurdu ki, “PAŞAM AMAN ANADOLU İLE İRTiBATI TEMİN EDİNİZ”. Ben de dedim ki efendim irtibat hazırdır. Fakat İngilizler sıkıntı çıkartıyor. Bu sözüm üzerine zat-ı şahane bana;



“…Olsun siz sakın Anadolu ile irtibatı kesmeyiniz” buyurdular.



Arkadaşlar İngilizler bizden ve padişahımız efendimizden Anadolu harekâtını ve Kuva-yı Milliye’yi inkar ve reddetmemizi istediler.Biz bunu kabul edemedik ve etmedik de… Çünkü Kuva-yı Milliye’yi reddetmek doğrudan doğruya halkı reddetmek demektir. Biz bunun farkındaydık. Sonra dediler ki, siz ve padişahınız Kuva-yı Milliye’yi reddetmezseniz bütün yolları keseceğiz. Anadolu’ya giden tüm buğdaylara el koyup yalnızca bize yakın olan Ermeni ve Rum halka buğday verir. Türk halkını açlığa terk ederiz. Hükümet olarak biz ve Padişahımız buna rağmen Anadolu harekatı ve Kuva-yı Milliye aleyhinde en küçük bir söz söylemedik. Zinhar söyleyemezdik.(meclisten kahrolsunlar sedaları)



PADİŞAHIMIZ ANKARA’NIN ZAFERLERİYLE SEVİNİP, BAŞARISIZLIKLARI İLE HÜZÜNLENMEKTEYDİ.



O sıralarda hepinizin malumu olduğu üzere İngilizler baskıyla tehditle o mahut fetvayı aldılar. (Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin imzaladığı Mustafa Kemal hakkındaki idam fermanı malumunuz olduğu üzere o fetva süngü zoruyla alınmış ve İslam sinesinin birbirine düşürülmesi hesaplanmıştı. O fetva acı bir vesikadır.



Millet ve siz sanırım bu fetvanın geçerli olmadığını ve hangi şartlarda zorla yazdırıldığını anlamışsınızdır. (Tüm meclisten şüphesiz sedası yükselir.)



Konya Milletvekili Refik Bey; “Zaten o fetvanın bizce bir hükmü yoktur. Hangi baskılarla yaptırıldığı bizce de malumdur” demiştir.



İstanbul’dan padişahın telkin ve emirleriyle Ankara’ya geçen Fevzi Çakmak sözlerini bitirerek coşkun bir alkış tufanı altında kürsüden inmiştir.



PADİŞAH SULTAN MEHMET VAHİDEDDİN HAN, HARBİYE NAZIRI MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK PAŞA’YA HİTABEN;



“…GİT, SEN DE ANKARA’YA GİT… BURADA YAPILACAK BİR İŞ KALMAMIŞTIR” şeklinde hitap etmiştir.



Bunun üzerine Harbiye nazırı 26 nisan 1920 günü İstanbul’dan gizlice çıkmış ve 27 Nisan 1920 günü Ankara’ya ulaşmıştır.



Gerçek ve bilimsel bir tarih anlayışına kavuştuğumuz güne selam olsun…



Hakkında ölüm fermanı imzalanan Mustafa Kemal Paşa, ne tuhaftır ki, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’da Erzurum Milletvekili olarak seçilir. Düşünsenize Saray ve Hükümet tarafından askerlikten atılmış ve dahası hakkında idam fermanı düzenlenmiş isyankâr eski bir paşa, İstanbul’da Padişah’ın hemen yanındaki mecliste milletvekili oluyor. Bu durum bizlere öğretilen klasik İnkîlap Tarihi bilgisi içerisinde nereye konabilir?... Üstelik bu duruma ne Mustafa Kemal Paşa şaşırıyor, ne de başka bir kişi… Okuyucu olarak siz, kendinizi bir an Mustafa Kemal Paşa’nın yerine koyun. Sizi Ordudaki mesleğinizden atan daha sonra bununla da yetinmeyip hakkınızda İdam fermanı düzenleyen bir padişah ve hükümet sizi bütün bunlar olmamış gibi bir de meclis’te milletvekilliği koltuğuna oturtuyor. Ya da sizi milletvekili seçen Erzurum halkının seçimini, “o seçtiğiniz isyankâr bir asidir, onu seçemezsiniz” deyip seçimi iptal etmiyor. Siz de bu duruma şaşırmıyorsunuz ama İstanbul’daki görüşmelere katılmamak için de rapor alıyorsunuz. Bu çok garip bir durum değil mi?...



KAYNAKLAR:



1 – ŞAHBABA, MURAT BARDAKÇI, GRİ YAYINLARI, 4. BASKI, SAYFA; 635-636-637



2 – SON İMPARATOR VAHDETTİN, KARAKUTU YAYINLARI, 3. BASKI, TİMUÇİN MERT, SAYFA; 106–107–108–109–110



3 – VAHDEDDİN’DEN MUSTAFA KEMAL’E, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, 3. BASKI, İLHAN BARDAKÇI, SAYFA; 58-59-60-61-62-63



4 – BELGELERLE MUSTAFA KEMAL VE VAHDETTİN, MOR KALEM YAYINLARI, 1. BASKI, HANRİ BENAZUS, SAYFA; 99-100-101-102-103



5 – VAHDETTİN HAİN Mİ?, LAMURE YAYINLARI, 1. BASKI, İSMAİL ÇOLAK, SAYFA; 45-46-47-48



6 – GÖRÜP İŞİTTİKLERİM, TÜRK TARİH KURUMU YAYINLARI, 3. BASKI, ALİ FUAT TÜRKGELDİ, 182-183-184-185



7 – T.B.M.M. ARŞİVİ ZABT-I CERİDE SAYFA 90-91-92-93



8- TBMM ZABIT CERİDESİ, D;1, C;1, Sf; 60.



9- FAHRİ BELEN, TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI, SF; 171-172


Kurtuluşun faturasını ödeyen adam

Sultan Mehmed Vahideddin Han’ı, Sevr Antlaşmasını imzalamasından ötürü “Vatan Haini” olarak lanse edenler, lütfen bir zahmet Sevr Antlaşmasının üstüne baksınlar ve padişahın imzasını bulup bana da göstersinler. Gösteremezler çünkü yoktur. Çünkü; Sultan Vahideddin Han, Sevr paçavrasını imzalamamıştır.

Bizim tarihimizde hain yoktur.
Bir gün, Yıldız Sarayında Sultanın çalışma odasından başlayıp bütün sarayı saran meşhur yangın esnasında nöbetçilerden biri saraya bakar ve ağlar. Bu durumu gören Sultan Vahideddin Han  nöbetçiye hitaben; “…Ne ağlıyorsun be adam benim memleketim yanıyor. Sarayım yanmış, evim yanmış ne ehemmiyeti var.” der.
6 Asır yaşayan Osmanlı İmparatorluğunun 36. ve son padişahı Sultan Mehmed Vahideddin Han, 4 Ocak 1861’de İstanbul’da doğdu. 16 Mayıs 1926’da San Remo’da Allah’ına kavuştu. 4 aylıkken, Babası Sultan Abdülmecid Han vefat etti, yetim kaldı, 5 yaşında annesi vefat etti, öksüz kaldı. Bakımını üvey annesi ve ağabeyi Sultan Abdülhamid Han üstlendi. Annesiz ve babasız büyüyen Sultan Vahideddin Han, her daim saray nimetlerinden hep en az istifade edendi.
4 yaşında “Âmin Alayları”yla beraber okula başladı. 5 yaşında okuma yazmayı öğrenen her şehzade gibi dinî ve müsbet ilimler ile hemhâl oldu. 10 yaşında başladığı Şehzadeler mektebinden Piyano, musiki, Fransızca gibi derslerden kaçarak gizli gizli halkın kullandığı tramvaylarla İstanbul’un “Fatih” semtindeki medreselere kaçar, burada Farsça, Arapça, Hadis, Kelam, Fıkıh gibi derslere girerdi. Bu sayede döneminin en mühim Fıkıh âlimlerinden biri oldu. Padişahlığı esnasında kendisine sunulan fetvaları usûlden ve esastan bozacak, geri gönderecek ve şeyhülislamlara Fıkıh dersleri verecektir.
Genç denilecek bir yaşta evlendi. Dinî ilimlerde zirveyi yakalamış olan Sultan Vahideddin  Han, Edebiyat, Güzel Sanatlar ve Musiki alanında da ciddî çalışmalarda bulundu. Usta denilecek düzeyde piyano ve tambur çalabiliyordu. Bugün T.R.T. repertuarlarında 41 tane piyano ve tambur ile çalınabilen bestesi mevcuttur. Ömrü boyunca hiçbir zaman çok parası olmadı. Hayalini bile kurmadı. Ağabeyi Sultan Abdülhamid Han Hazretlerinin düğün hediyesi olarak verdiği Çengelköy’deki evi dışında hiç gayrimenkulu olmadı. Kendisini tamamen Tasavvuf ve ilim dolu bir hayata gark eden Sultan Vahideddin, 57 yaşında 3 Temmuz 1918’de Ağabeyi Sultan Mehmet Reşad Han’ın vefatı üzerine 4 Temmuz 1918 Perşembe günü sabah 11,30 da taht’a oturdu. Oturduğu an etrafında bulunan herkese;
“— Ben kendimi bu vazife için hazırlamadım. Şaşmış ve korkmuş bir haldeyim. Bana dua ediniz” demiştir.

Sultan Vahdettin Ve Hüzünlü Yıllar
Taht’ta çıkışından 2 ay 26 gün sonra, bir grup cahil maceraperestin hatasından dolayı girdiğimiz 1. Dünya Savaşı’nın faturasını bize kesmek üzere emperyalist güçlerce tezgahlanan “Mondros Ateşkes Antlaşması” imzalandı.  1. dünya savaşının faturasını bize kesmek üzere emperyalist güçlerce tezgahlanan bu antlaşmayı, Sadrazam Tevfik Paşa’ya, meşhur “Bahçe Telgrafı” olarak bilinen telgrafla Mustafa Kemal Paşa tarafından;
 “— Muhakkak bu insanı Bahriye Nazırı yapın” diye  tavsiye ettiği “Rauf Orbay” imzalamıştır.
Padişah Mehmed Vahideddin Han’ın;
“…Sert ve ülkenin bölünmez bütünlüğünü tehlikeye sokacak maddelerle karşılaşırsan asla imzalama ve derhal geri dön” diye telkin ve ihtarda bulunmasına ve imzalanmasını asla istememesine rağmen, şimdi bazı çehreler ve çevreler bu antlaşmadan dolayı memleketin parçalanmasının faturasını bu zavallı padişahın omuzlarına yüklüyorlar. Halbuki ülkenin parçalanmasına sebep olan bu antlaşmayı imzalayan Rauf Orbay, ilerleyen zamanlarda Meclis Başkanı ve hatta Başbakan bile olacaktır… Tarihin cilvesi denen şey bu olsa gerek.
Bir gün, Yıldız Sarayında Sultanın çalışma odasından başlayıp bütün sarayı saran meşhur yangın esnasında nöbetçilerden biri saraya bakar ve ağlar. Bu durumu gören Sultan Vahideddin Han  nöbetçiye hitaben;
“…Ne ağlıyorsun be adam benim memleketim yanıyor. Sarayım yanmış, evim yanmış ne ehemmiyeti var.” der.

İşte tarihe “HAİN” olarak lanse edilen adam…
Sonradan Mustafa Kemal Paşa’nın yanına geçen ve İstanbul’da Ankara hükümetinin casusluğunu yapan Sultan Vahideddin Han’ın emir subayı Neşet Bey, Sakarya Meydan Muharebesinin zaferle neticelenmesi üzerine Sultanın yaşlı gözlerle gökyüzüne bakıp;
“…Allah’ım sana çok şükür” dediğini anlatacaktır. Bu hadiseyi bizlere nakleden Neşet Bey cumhuriyet sonrası Deniz Kuvvetleri Komutanlığına kadar yükselecektir.
İşte tarihe “HAİN” olarak lanse edilen adam…
Saltanat Şurasında Sevr antlaşmasının görüşmeleri esnasında rahatsızlanan  ve meclisi terk eden Sultan Mehmed Vahideddin Han, ilerleyen zamanlarda Mustafa Kemal Paşa’nın yanına Anadolu’ya geçen ve İstanbul’da Ankara hükümetinin casusluğunu yapan damadı İsmail Hakkı Okday, Başkâtibi Ali Fuat Bey ve Veliaht Abdülmecid Efendi’nin koluna girip sendeleye sendeleye salonu terk ederken merdivenlerde dengesini kaybeder, ve düşecek gibi olur. Hüngür hüngür ağlayarak;
“— Ya Rabbi bana yardım et, ülkem bölünüyor ve ben sadece ağlıyorum başka da bir şey yapamıyorum” diyecektir.
İşte tarihe “HAİN” olarak lanse edilen adam…
Birgün, içinde Es Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri’nin de bulunduğu, devrin en meşhur alimlerini saraya iftara davet edip onlara;
 “…Ankara hükümetinin ve Kuva-i Milliye güçlerinin muzaffer olması için Allah’a  dua ediniz demiştir.”
İşte tarihe “HAİN” olarak lanse edilen adam…
Memleketten beş parasız kovulduğu gün Topkapı Sarayında bugün sergilenen imparatorluğun hazinesine elini sürmemiş ve hatta kendisine babasından kalan zümrüt taşlı yüzüğü de parmağından çıkartıp demirbaşa sokup memlekette bırakan Sultan Vahideddin Han, bu hareketi niçin yaptığını soranlara;
 “— Bu yüzük de tıpkı diğer hazine parçaları gibi benim değil, bu memleketindir. Yani benim değildir.” demiştir.
İşte tarihe “HAİN” olarak lanse edilen adam…
Sultan Mehmed Vahideddin Han’ı, Sevr Antlaşmasını imzalamasından ötürü “Vatan Haini” olarak lanse edenler, lütfen bir zahmet Sevr Antlaşmasının üstüne baksınlar ve padişahın imzasını bulup bana da göstersinler. Gösteremezler çünkü yoktur. ÇÜNKÜ;
Sultan Vahideddin Han, Sevr paçavrasını  imzalamamıştır. 
Mehmed Vahideddin Han, yıllar sonra kendisine bu antlaşma hakkında fikrini soran Mevlanzade Rıfat Bey’e;
“…Ben o lanetli Sevr’i elime aldığımda korkunç bir ürpeti ve rahatsızlık duydum. O metni asla imzalamadım İmzalayamazdım da… Çünkü o metin bu milletin İdam fermanı idi. Kafama silah dayasalardı da padişahlıktan istifa edecektim ama yine de imzalamayacaktım.” diyecektir.
16 Mayıs 1926 günü Allah’ın rahmetine kavuşan Sultan Mehmed Vahideddin Han’ın vefatını Adana’daki bir yurt gezisinde öğrenen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa;
“…Vah vah, Allah Rahmet eylesin. Bir tarih kapandı. Kim isterdi ki böyle olmasını. Çok namuslu bir insan ölmüştür. Eğer isteseydi hazineyi de beraberinde götürür, Avrupa’da o parayla öyle büyük bir ordu kurup üzerimize öyle bir gelirdi ki….” demiştir.
Bazı tanıklar ki bunlardan biri Hasan Rıza Soyak’tır, o gece Mustafa Kemal’in gözlerinden ince ince yaşlar  süzüldüğünü anlatacaktır ileriki zamanlarda… Kolay değil bir imparatorluğun son padişahı ölmüştür. Hem de kendisini, memleketi kurtarması için vazifelendiren bir padişah. Derhal odasına çekilir ve kimseyle konuşmaz. Ama Sultan Vahideddin Han için ne düşündüğü, akıttığı göz yaşlarından belli olur.  Üzüldüğünü herkes anlamıştır…
Çoğu geceler aç yatardı, ve yine çoğu geceler sadece soğan ekmek yerdi, ama asla Türkiye ve Mustafa Kemal Paşa hakkında en küçük bir hakaret etmedi. Hatta bir gün  bahçede oyun oynayan torunu  ve oğlu, şarkı babında bir şeyler söylemekte ve araya “Kahrol Mustafa Kemal Paşa” sözlerini serpiştirmektedirler. Bu sözleri duyan sultan, çocukları yanına çağırır ve der ki, “Bir daha böyle sözler söylediğinizi duyarsam kulaklarınızı keserim. Mustafa Kemal Paşa memleketi kurtardı ve ayrıca o benim paşamdır.” demiştir.
Vahideddin Han, 16 Mayıs 1926’da vefat eder, Fakat esnafa olan borç yüzünden evi hacizlidir ve, Vahideddin Han’ın tabutu da bu haczin içindedir. Borçlar ödenene kadar tabut kalkmaz, kalkamaz. En nihayet vefatından tam bir ay sonra kızı ve damadı sultanın borçlarını öder ve son Osmanlı Padişahı Mehmed Vahideddin Han’ın tabutu üzerindeki haciz kalkar.
Düşünün bir ceset, borçları yüzünden tam bir ay boyunca bir evin ortalık yerinde yatıyor. Bu ne hazin bir manzaradır… Üzerindeki haciz kararı kalkan tabut, 15 Haziran 1926’da, evden çıkarılır ve bir trenle Beyrut’a götürülür, 3 Temmuz 1926’da vefatından tam 47 gün sonra, evet yanlış okumadınız vefatından 47 gün sonra Suriye Şam’da Yavuz Selim Camii’nin bahçesine gömülür.
Sessiz sakin kimseye zahmet vermeden bu dünyadan göçüp giden sultanın geriye söylediği şu sözler kalır;  “…Ben anlaşılmayı tarihçilere bıraktım. memleketin parçalanmasına engel olamadıysam da, tüm kötülükleri üzerime çekerek ve ankara’ya zaman kazandırarak  bir nevi paratoner vazifesi gördüm. ben anlaşılmayı tarihçilere bıraktım.”
Mustafa Kemal Paşa bir gün yanında kendisine hizmet eden Cemal Granda’ya ve Yazı İşleri Müdürü Tevfik Bey’e der ki;
“…Beni, Milli Mücadeleyi açmak üzere bunca paşa arasından seçip Anadolu’ya gönderen Sultan Vahideddin’dir…
Uzun  söze ne hacet. Tarih, bir gün her şeyin en doğrusunu  herkese gösterecektir.
KAYNAKLAR:
1) Ali Fuat TÜRKGELDİ, Görüp İşittiklerim, T.T.Kurumu, 1984, 3. Baskı s.138-139
2) Lütfi SİMAVİ, Osmanlı Sarayının Son Günleri,s.28, Hürriyet Gaz. Yay, 2. Kitap
3) Hanri BENAZUS, Mustafa Kemal Ve Vahdettin, s.11, Mor Kalem Yay. 2005, 1. Baskı
4) Nevzat Vahdettin, Yıldız’dan San Remo’ya, s.45, Arma Yayınları, 1999, 1. Baskı
5) Mevlanzade Rıfat, Türkiye İnkılabının İç Yüzü, Pınar Yayınları, 2000, 2. Baskı
6) Necip Fazıl KISAKÜREK, Sultan Vahidüddin, Büyük Doğu Yayınları, 1975, 2. Baskı
7) Murat BARDAKÇI, Sultanî Besteler, Pan Yayınları, 1997, 1. Baskı
8)  İlhan Bardakçı, Vahdettin’den Mustafa Kemal’e,  3.baskı, sayfa; 140–141
9) Muzaffer Erendil, Yakınlarından Hatıralar Anekdotlarla Atatürk, sayfa; 98–99
10) Murat Bardakçı, Şahbaba,  4. baskı, sayfa; 412–413





Hiç yorum yok: