18 Kasım 2012 Pazar

Kaya üzerindeki toprak - İskender Pala


Doğu medeniyeti insana fevkalade önem verir. Bir doğulu için insan, et ve kemikten ibaret değildir; belki bir sevgi ve saygı odağıdır. Bir doğulu için insan maddeden ziyade mânâ, dıştan ziyade içtir (Bir ben vardır bende benden içerü).
Bu yüzdendir ki Doğu, yüzyıllarca biriktirdiği anlayıştan insan merkezli bir kültür ve yine insan merkezli bir tefekkür oluşturmuş, insana yatırımı amaç edinen vakıf sistemleri, sosyal kurum ve kuruluşlar, beşeri münasebetler ortaya koymuştur. Cami, çeşme, han, hamam, şifahane, imarethane, daruşşafaka, darulaceze... Hepsi devlet ve millet dayanışmasının neticesi olarak yüzyıllarca yaşamış kurumlar. Öte yandan binek taşları, mola taşları, sadaka taşları, yitik taşları, kuş evleri, hayvan barınakları, sulaklar, yalaklar... Sosyal devlet anlayışının millet eliyle hayata geçirilen biçimi...
Bir düşünün; bu millet daha iki nesil evvel başka bir millet idi sanki. Büyük dedelerimizden biri, bir pazar veya sokak başında, bir kahve veya cami köşesinde, bir topluluk veya cemaat içinde yüzündeki hüzün ve çaresizlik ile kendini gizlemeye çalışan, bir derdi var iken bunu söyleyemediği her halinden belli olan, utancından ve iffetinden dolayı başı yere düşmüş bir kişiyi görse, hiç tanımadığı biri dahi olsa, yanına yaklaşır, belki elini omzuna koyar, sıcak ve sevgi dolu bir sesle, "Arkadaş, galiba bir derdin var, belki sana yardımcı olamayabilirim de, ama hiç olmazsa paylaşırım, biraz ferahlarsın, o her ne ise, anlatmak ister misin?!" kabilinden cümleler sıralar, ona madden veya manen yardım edebilmenin bir yolunu arar, buna mukabil o kişi yine de içini dökemez, derdini söylemeye çekinirdi. Şimdiki zamanda ise işler tamamen tersine dönmüş durumda. Bırakınız tanımadığımız birisini, en yakınlarımızdan bir dost veya akraba, çaresizlikten kıvranarak bize gelecek; gizlice, utanarak ve sıkılarak da olsa bizden bir şey isteyecek veya bir derdini açacak olsa, biz hemen tavır alıyor ve derdinin bizi ilgilendirmediğini yüzüne karşı hem de ithal bir medeniyet kavramıyla "That is your problem!" diyerek anlatıyor, o dostumuzu geri çevirebiliyor, ondan küçük bir yardımı bile kıskanıyoruz. Şimdi düşünelim; nerede iki kuşak önceki zarif adamlar, nerede bizim kabalığımız? Biz nasıl bir millet iken ne hallere düştük? Hayatımızda, örfümüzde, kültürümüzde olması gereken yardımlaşma gibi, sadaka gibi gelenekleri nasıl ortadan kaldırdık ve gerçek ihtiyaç sahiplerini tanımakta, bulmakta, tespit etmekte nasıl sıkıntı çekmeye başladık? Kapımıza gelen, yolumuzu kesen, peşimizden yürüyen bir dilencinin o pervasız isteyişine karşılık hiç sesini çıkaramayan, sesini çıkardığı vakit sesine karşılık bulamayan, karşılık bulursa da daha sonradan başına kakılıp mahcup edilen insanlar nasıl oldu da aramızdan ayrılıp gittiler? Oysa biz onları buldukça, onları yaşattıkça bir millet olacak değil miydik? Biz içimizdeki kimsesizlere, yoksullara, ihtiyaç sahiplerine el uzattıkça bir medeniyetin parçası olacak değil miydik? Herkesin tek başına yaşadığı devasa bir kalabalık olmaktan böyle kurtulup kendi kimliğimizi böyle kazanmayacak mıydık?
Çevrenize bir bakınız, toplum hayrına, insan merkezli, yardımlaşma amaçlı tarihi eser bakımından dünyada hiçbir ülke Türkiye'miz kadar zengin olamaz. Ama hedefimiz, tarihi gururla seyredebilmek mi, yoksa o tarihin güzelliklerini devam ettirebilmek midir? Bunlar bizim anlayışımızın, tarihimizin, sanatımızın, felsefemizin, kimliğimizin, topyekun geleneğimizin temelleridir. Geleneğini (gelene-ek) yitiren bir toplum, millet olmaktan çıkar. Biz gelenekten pek çok şeyi yitirdik, ama çok şükür ki hâlâ o eski medeniyeti yaşatacak, maddeden ziyade mânâya yönelik düşünebilecek, ve mesela fakirin ve yoksulun elinden tutacak bir parça asaletimiz vardır. Bize bu asaleti veren ruh ise Kur'an'dan gelir:
"Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir tane gibidir ki her başakta yüz tane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lutfu geniştir, O her şeyi bilir.
Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir.
Bir tatlı dil, güler yüzle bir karşılık ve kusurları bağışlamak, sonradan gönül inciten, insandaki sadakatin ve kemâlin ifadesi olan sadakadan daha hayırlıdır. Allah zengindir, yarattıklarına muhtaç değildir, kudretli, âdil ve müsamahakârdır, fırsatlar ve imkânlar tanır.
Ey iman edenler başa kakarak, yüze vurarak, gönül inciterek imanda sadakatinizin, hayırlarınızın boşa gitmesine sebep olmayın. Allah'a, Allah'a imanın gerektirdiği esaslara ve âhiret gününe inanmayıp da insanlara gösteriş için malını harcayana benzemeyin. Böylelerinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz bir kayaya benzer. Sağanak halinde bir yağmur isabet edince onu çıplak bir kaya haline getirir. Böyle kimseler, yaptıkları iyiliklerden dolayı hiçbir menfaat elde edemezler. (Bakara, 261-264)"
Şimdi soralım:
Yedi başak taşıyan bir dal ve her başağın içine gizlenmiş yüz tane... Yani bire yedi yüz mükâfat, bire yedi yüz bereket! Kim istemez?
Sadaka veren ve başa kakmayan bir mümin!.. Hangimiz?
Bir komşuya hiç tanımadığı halde günaydın demek, bir arkadaş veya akrabaya onu sevdiğini söylemek, insan münasebetlerinde olumlu ve yapıcı davranmak, kısacası tatlı dilli ve güler yüzlü olmak... İşte size sadaka!.. Hem de parayla pulla olmayacak kadar yüksek bir sadaka!.. Kim buna gönüllü?
İnsanlar bizden uzak duracak kadar nobran ve olumsuz bir hayat yaşıyorsak, değil fukaraya yardım, bütün servetimizi de dağıtsak; işte ayet, nihayet kaya üzerinde bir toprak gibi savrulup gideceğiz..

Hiç yorum yok: