1 Ağustos 2013 Perşembe

ACAİB-ÜL-LETAİF (HITAY SEFARETNAMESİ) İLE ÇİN KAYNAKLARI ARASINDA İLGİ-Dr. MUHADDEREN. Özerdim

ÖNSÖZ


Acaib-ül-letaif adını taşıyan "Hıtay Sefaretnamesi,,, 1422 (825)
yılında yazılmıştır.

Timur'un oğlu Mirza Sahruh, Hıtay (Çin) imparatoruna elçi gönderdiği
zaman elçi heyeti arasında, Şehzade Mirza Baysungur'un elçisi
olarak Hoca Gıyaseddin Nakkaş da bulunuyordu. Hoca Gıyaseddin,
1419 yılı içinde hükümet merkezi Herat'tan yola çıkmış, Hıtay'a giderken
ve oradan memleketine dönerken gördüğü şeyleri kaydetmiş ve
üç yıl sonra dönüşünde yazmıştır.


Aslı Farsça olan bu kitap, Üçüncü Ahmet zamanında Damat
İbrahim Paşanın emriyle Şeyhislâm esbak Küçük Çelebi zade İsmail
Asım efendi tarafından 1727 (1140) da Osmanlıcaya çevrilmiştir. Benim,
bu günkü dile çevirdiğim nusha ise Ali Emirî tarafından yayınlanmıştır
1. Ali Emirî, kitabın mukaddemesinde söylediği gibi, aslı olan
Farsçasını ararken Yanya ve İşkodra'da maliye müfettişliği ile bulunduğu
sırada (1315 de) İşkodra civarında Akça Hisar kasabasında
Osmanlıca nushasını bulmuş ve 1331 yılında İstanbulda yayınlamıştır.
Kitap, önce Ali Emirî'nin iki buçuk sahifelik ön sözü ile başlıyor,
ve iki sahifa kadar süren koyu Osmanlıca bir medih yazısından sonra
asıl metin geliyor ki, 42 sahifadan ibarettir. Alt notlarında, elçileri
gönderen hakan ve beylikleri idare eden başkanlar hakkında bilgi
verilmektedir.

Osmanlıca metni bu günkü dile çevirirken bir çok zorluklarla
karşılaştım. Kelime ve cümle eksikliklerinden başka bazı yer adları ile
tabirlerini çözemedim ve doğrusunu bilenleri de bulamadım. Tarihler
de birbirini tutmuyordu. Eserin aslı olan Farsça metni ve diğer Osmanlıca
nushalarını; meselâ, Halis efendi nushalarını İstanbul kütüphanelerinde
aradımsa da bulamadım. Buna rağmen Prof. Fuat Köprülü'nün
bu kitap hakkındaki bir tenkidinden çok faydalandım2. Prof. Fuat
Köprülü, Ali Emirînin yayınladığı nushada bir çok yanlışlar ve deği-
siklikler yapıldığını ileri sürüyor ve bu yanlışları Halis etendi nushası
ile karşılaştırarak gösteriyordu. Ben de elimde asıl metin olmadığı için,
eksiklikleri bu tenkide göre düzelterek gösterdim.

Sefaretnamede şehir adları da doğru olarak gösterilmemiştir.
Bretschneider'in kitabında bulabildiğim adları kaydettim ve Çince mukabillerini
gösterdim3.

Başlangıç

T'ang sülâlesinin bitimi olan M. s. 906 ve Sung hadedanının kuruluş
tarihine tesadüf eden M. s. 960 yılları arasında Çin tarihçileri tarafından
"Baş Sülâle devri„ adı verilir. Bu sülâleler umumiyetle Shansi,
Shensi, Honan, Hupei ve Shantung bölgelerini işgal etmişlerdir. Bunların
nüfuzları, bu imparatorluğun diğer bölgelerine yerleşmiş olan kavimler
tarafından sarsılmıştır. Bun[ar arasında Kuzeyde hüküm süren Ch'i-tan'
lar (Kitan) vardı.

Ch'i-tan'lar X'uncu yüz yılın başlarında Moğol olduğu zannedilen
bir kabilenin başkanlığı altında, Kora ve Mançurya'nın bir çok kabilelerini
de içine alan, Kuzey-doğu Moğolistan ve Batı Mançuryada (Liaotung)
bir devlet kurdular. Çinin Kuzeyinde kurdukları bu devlete
"Liao Sülâlesi,, adını verdiler (906). Bunlar XII'inci yüz yıla kadar
Çinin Kuzey sınırlarını daimî bir tehdit altında bulundurdular ve birçok
defalar Çini hâkimiyetleri altına aldılar. Nihayet Ju-chen devleti (Kin
sülâlesi) tarafından ortadan kaldırıldılar (1125).

Çinliler tarafından Hsi Liao (Batı Liao) denilen Kara Kitay'lar
devleti de Ch'i-tan'ların bir devamıdır. Ju-chen'ler tarafından mağlup
edilen Ch'i-tan devletinden bir prens batıya kaçıyor, ordu toplıyarak
Doğu ve Batı Türkistanı'nı alarak Balasagun'un merkezinde bir devlet
kuruyor. Kurduğu sülâleye Hsi Liao (Batı Liao) adını veriyor. Kara
Kitay'lar devleti yüz yıl kadar yaşıyor ve sonra Cengiz Han tarafından
yok ediliyor (1124-1211)4.

Asıl Ch'i-tan'ların daha IV'üncü yüz yılın yarısında küçük kabileler
halinde (ilk defa 8 kabile) görüldüğünü Çin kaynaklarından öğreniyoruz5.
Ch'i-tan adı her halde bu kabilelerden birinden alınmış
olacak.

Ch'i-tan'ların menşe bakımından Proto-Moğol olduğu ve Hsien-pi'-
lerin toplandıkları yerlerde yaşadıkları için Hsien-pi ahfadından geldikleri
ileri sürülür 6. Çin kaynakları da bunları bir Hsien-pi kabilesi olan
Ku-mo-hsi'lerle ve Kao-li'lerle (bir Kora kavmi) birlikte gösterir 7.
A. Remusat ve Klaproth'da Mançu ve Kinler (Ju-chen'ler) gibi ayni
kökten geldiklerini yani, Tunguz ve Moğol unsurunun hâkim olduğu
karışık ırktan geldiği kanaatindedirler 8.

Japon bilgini Şıratori de bunları Tung-hu'lara bağlar, Moğol ve
Tunguzların karışmasından meydana gelmiş bir kavim olarak kabul
eder 9.

Çinlilerce Ch'i-tan olarak bilinen bu kavim, islâm kaynaklarında
ise Kitay veya Hitay ; Divan-ül-lügat-it-Türk'de Khitay-Hitay=Sin yani
Kuzey Çin (Güney Çin ise Masin) olarak geçer 10.

O zamanlar Ruslar Çin hakkında birşey bilmedikleri için Kuzey
Çin'deki bu kavmi nazarı itibare olarak Kuzey Çin'e Khitay adını vermişlerdir.
İslâm bilginleri ve Orta Çağ Avrupası da bunu bu şekilde
kabul etmişlerdir. Demek oluyor ki, ilk önce Türkler, sonra Türklerden
alarak Ruslar Çin'e, Ch'i-tan'lardan alınarak Kitay veya Hitay demişlerdir.
Bu şekilde Ch'i-tan'lar X 'uncu yüzyılda Kuzey Çin'e hâkim olduktan
sonra adları Kuzey Çin'i göstermekle beraber bütün Çin'e
âlem olmuştur. Bugün bile Rusya İran ve Türkistan Çin'e, Kitay derler.
Moğollar ise Ch'i-tan'lara Kitat (T cemi ekiidir) derler 11.

İşte, Acaib-ül-letaif adını taşıyan Hitay sefaretnâmesi de Hıtay
adının hâlâ bütün Çin'de kullanıldığını gösteriyor. Halbuki kitabın yazıldığı,
yani sefaret heyetinin Çin'e gittiği yıllarda (1419 — 21) Çin'de
Ming sülâlesi ( M. s. 1368 — 1644 ) hüküm sürüyordu. Hıtayhlar (Ch'itan'lar)
ise bu tarihte çoktan ortadan kalkmışlardı.

Ming devri vakayinamelerinde İmparator Yung Lo'nın (Ch'eng Tsu)
saltanat yıllarına tesadüf eden 1419-21 tarihlerine ait bahislerde, Hitay
sefaretnâmesinde hikâye edilen bazı hâdiseleri bulabiliyoruz12. Yalnız
her iki eserde de bazı değişiklikler göze çarpıyor:

a) Çin vakayinamesinde Mou - yin gününde genel bir af yapıldığı
kayıtlıdır 13. Bu tarih milâdî yıla göre 16 Şubat 2921 e tesadüf ediyor.

Halbuki Hıtay sefaretnâmesinde bu genel affın 1 Şubat 1421de yapıldığı
gösteriliyor 14. Arada onbeş gün fark vardır.

b) Hıtay sefaretnâmesinde cemaziyül evvelin 20'nci günü (10 Mayıs
1421) imparatorun karısının öldüğünden bahsediliyor15. Halbuki Çin vakayinamesinde
imparatorun karısının bu tarihlerde öldüğü kaydı yoktur 16.

Her halde sefaretnâme, çok meşhur olmayan gözdelerinden birinin ölümünü
bahis konusu etmiş olacak.

c) Vakayinamede, Herat'dan Çine muhtelif zamanlarda sefaret heyetlerinin
gittiği kaydedilmiştir. Fakat İmparator Yung Lo'nın 18'inici
saltanat yılına tesadüf eden 1419-20 tarihinde Herat'dan, Hoatn (Yü-t'ien)
ve Bedahşan da dahil olmak üzere haraç vermek için bir heyetin geldiğinden
ehemmiyetsizce bahsediliyor17. Çin kaynaklarında bir satırla
anlatılan bu sefaret heyetinden Hıtay sefaretnâmesinde pek mufassal
olarak bahsediliyor. Çinlilerce bu heyetin gönderilmeksi pek tabiî bir olay
olarak karşılanmış ve o şekilde kaydedilmiştir.

Ming vakayinâmesiyle Hıtay sefaretnâmesi arasındaki bu tarih farklarının
şu sebeblerden ileri gelmiş olduğu düşünülebilir :

1. Çince metinde rakamlarda yazı hatası,
2. Hıtay sefaretnâmesinde rakkamlarda yazı hatası,
3. Eski tarihleri, yeni tarihlere çevirme klavuzlarında yanlışlar
bulunması,18.
4. Çin takvimi ile Hoca Gıyaseddin'in kullandığı takvimin birbirine
uymaması.

Bu noktalar göz önünde tutulursa, her iki kitapta da anlaşılmayan
taraflar aydınlaşmış olur.

Hıtay sefaretnâmesinin tercümesinden başka Türklerle Çinliler
arasındaki o devrin siyasî münasebetlerini göstermesi bakımından
yine önemli bir kaynak olan Herat ( Ha-lie) bahsinin tercümesini de
ilâve etmeyi faydalı buluyorum.

Bretschneider'in İngilizce tercümesi ile Ming vakayinâmelerindeki
metni mukayese ettim. Bazı ufak tefek değişiklikler varsa da esas itibariyle
her iki metin ayni olayları anlatıyor 19.

Böylece, bu vakayinamede (Ming-shi) grek Herat (Hâ-lieh) bahsi
ve gerekse diğer kısımlarla Hıtay sefaretnamesinin, Türklerle Çinliler
arasındaki siyasî münasebeti göstermesi bakımından bizim için değerli
bir kaynak olduğunu kabul ediyoruz. Doğunun Çini nasıl bir görüş
zaviyesinden incelemiş olduğunu ve Çinlilerin de yakın doğuya nasıl
önem verdiğini görmüş bulunuyoruz. Sonra bu sefaret heyetinin Çine
gönderilmesi olayı, Türklerin siyasî ve medenî tarihinde önemli merhalelerden
biridir.

Acaib-ül- letaif
(Hitay sefaretnamesi)

1419 yılının Kasımında Mirza Şahruh sultanın Hitay İmparatoruna
gönderdiği elçilerle birlikte Baysungur Mirzanın elçisi Hoca Gıyaseddin
Nakkaş arkadaşları ile 1 iki yıl on ay beş gün doldukta (Hitaydan dönerek)
saltanat merkezi Herata vardılar. Burada Hitay İmparatorunun
mektubu ile hediyelerini teslim ettiler.

Hoca Gıyaseddin, Herattan yola çıktığı günden döndüğü güne
kadar her ne gördü ise günü gününe kaydetmiştir. Kendisi inanılır bir
kimse olduğundan garaz ve taassuptan uzak olan hikâyesi kaydolunduğu
gibi alınıp yazıldı.

1419 yılı Kasımının 25-inde saltanat merkezi Herattan çıkılarak 28-
aralıkta Belh'e varıldı. Çetin soğuklar ve sürekli yağmurlardan dolayı
1420-yılı Ocak ayının 17-sine kadar Belh'de kalındıktan sonra yola
çıkılarak 8-Şubatta Semerkand'a varıldı. Elçilerin Semerkand'a girdiklerinden
iki ay önce Mirza Ulug bey dahi, elçisi sultan Şah ile Mehmed
Bedahşiyi Hitaya gidecek bir kervanla göndermişti2. Mirza Sıyurgatmışın
elçisi Ergadak, ve Şah Melek'in elçisi Erdoğan ve Şah Bedahşanın
elçisi Hoca Taceddin de gelip hep birlikte Şubatın 26-ıncı günü
Semerkand'dan ayrıldılar3 20-Mart'ta Taşkent'e, 29-Martta Seyram'a,
6-Nisanda Eşbere'ye ve 27-Nisanda Moğol memleketine vardılar.

İlkbahardı. Her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Böylece her gün yol
alınırken ansızın, Üveys hanın, Şir Mehmed oğlanı öldürmek istediği,
fakat kul Mehmed beyk ile bir takım Moğol büyüklerinin Üveys
hana karşı ayaklandığı ve memlekette karışıklık çıktığı öğrenildi4. Bu
haber elçileri korkuttu. Az sonra Moğol büyüklerinin Üveys hanla
barış yaptığı ve kaynaşmanın yatıştığı haberi gelip, oranın sayılı büyüklerinden
Emir Hüdâdâd elçileri sağlıyarak kendisi Üveys hanın
yanına gidince elçiler de korkusuzca yollarına koyuldular.
15 Mayısta Mehmed Beykin memleketinden çıkılarak Bilgutu adında
bir yere varıldı5. Şah Bedahşan'ın ve ötekilerin adamları gelinceye
kadar burada bekledikten sonra 18 Mayısta yola koyulup ertesi gün
Genger suyu geçildi. Buranın kabile reisi Mehmed Beyk ile görüşüldü.
Mehmed Beyk'in oğlu Sultan Şadî Gürgan, Şem'i Cihan'ın damadı idi.
Karısı da Emir zade Cevgi Bahadırın karısının kız kardeşi idi6.

Bundan sonra Şir Behramın memleketine varıldı. Burada, soğuğun
şiddetinden Haziran ayında sular iki parmak buz tutardı. 4 Haziranda
Mehmed Beykin oğullarının, Üveys hanın elçisi ile sınır muhafızını
soydukları haberi geldi. Elçilerle muhafızlar korkuya düştüler. Yollar
dağlık olduğu ve her zaman yağmurlar yağdığı için bir an önce Hitay
sınırına varmağa çalıştılar. Haziran ayı sonlarında Tarkan adındaki
şehre girdiler7. Buradaki halkın en çoğu puta tapıyordu. Çok büyük
bir tapınakları vardı. Burada bir çok eski ve yeni heykellerden başka
tapınağın bir yerine Şamgüni'nin (Sakyamuni-Buda) bir heykelini koymuşlardı.

Havalar çok sıcaktı. Haziranın 27'sinde Tarkandan ayrılarak
2 Temmuzda Karahocaya varıldı8. 7 Temmuzda elçilerin adlarını ve
yanlarındaki adamları yazmak için' Hitayhlardan bir takım kimseler
geldiler. 16 Temmuzda Sofuata denilen yere varıldı9. Buranın büyüklerinden
Hanzade Taceddin adında birisi bir tekke yaptırmış ve burada
yerleşmişti. Bunun damadı Emir Fahreddin, Kamel şehrindeki müslümanların
Hâkimi idi10.

18 Temmuzda Kamel şehrine varıldı. Burada Emir Fahreddinin
yaptırdığı camiin karşısında çok büyük bir tapınak vardı. Buraya bir
çok heykeller konmuştu. En büyük heykelin karşısında, on yaşında bir
çocuk kadar, bakırdan yapılmış bir heykel vardı ki, bu insanı hayrette
bırakacak kadar güzeldi. Tapınağın duvarlarındaki nakışlar da çok
güzeldi; kapısında bir birine saldırır durumda tasvir olunmuş iki devin
görünüşü insana baş döndürücü bir korku veriyordu. Bu şehre, Mengili
Timur adında güzel yüzlü, yakışıklı bir genç Hâkimdi. 22 Temmuzda
buradan da göçüldü. Bundan sonraki yol çöldü. Bir veya iki günde
bir su bulunuyordu.

8 Ağustosta, yaban develeri ve büyük kıtas öküzleri bulunan bir
yere gelindi. Buranın halkı şu hikâyeyi anlattılar: (Bu öküzlerden biri
bir adamın üzerine saldırıp boynuzunu sapladı. Adamın gövdesi öküzün
boynuzunda bir müddet kaldı. Boynuza saplanan gövdenin yağı akarak
öküzün gözüne girince gözü kör etti).

10 Ağustos günü bir yere varıldı ki, buradan Hitay'ın ilk şehri
ve karakolu olan Sekçu şehrine kadar on günlük bir çöl yolu sürüyordu
11. Hitay imparatorunun emri üzerine elçileri karşılamak için gönderilmiş
olan kimseler buraya geldiler. Burada güzel bir çimenlik üzerinde
bir yer açıp gölgelikler kurdular ve sandalyalar koydular. Çini
tabaklar içinde kaz, kuş ve benzeri etlerle, kuru ve yaş meyvalarla
elçileri ağırladılar. Her tepsinin üzerini çiçeklerle süslemişlerdi. Böylece
bu kır yerde, şehirlerde yapılamıyacak tertipte bir ziyafet verdiler.
Yemekten sonra, sarhoş edinceye kadar rakı ve şarap sundular.
Bu ziyafetin dışında kalanlara da hallerine göre ve yolda yenilmek ve
içilmek için koyun, un, arpa, rakı, şarap ve benzeri yiyecek ve içecekler
verdiler.

Bu şeylerin hepsi Sekçu şehrinden getirilmişti. Burada, Hitayın
yasağı çok sıkı olduğunu, yalan söyleyen kimsenin sözü ve saygısı
geçmediğini bildirerek, elçilerin yanları sıra gelenleri yazdıktan sonra,
Hitaylılardan alış verişten anlar kimseler elçilere kılavuzluk ve hizmet
ettiler.

Mirza Şahruh sultanın elçilerinden Şadî hoca ile Gökçenin 220 ve
Mirza Baysungur'un elçileri Sultan Ahmed ile bu hikâyeyi anlatan
Hoca Gıyaseddin'in 150, Şah Melekin elçisi Erdoğan'ın 50, Mirza Siyurgatmışın
elçisi Ergadağın 60, ve Şah Bedahşan'ın elçisi Hoca Taceddin'in
50 kişi adamları olduğu yazıldı.

Mirza Uluğ Bey'in elçileri Sultanşah ve Bedahşi önce gelmişlerdi;
Mirza İbrahim sultanın elçisi henüz gelmemişti.

14 Ağustos günü baş sınıra gelindi. Buradan Sekçu şehrine kadar
dokuz konak vardı. Sınır muhafızı beş-altı bin atlı ile elçileri karşılamağa
gelmişti, onları imparator adına yemeğe çağırıyordu. Böylece
hep birlikte sınır muhafızının yurduna gidildi. Hitaylılar yurtlarını dört
köşe kurmuşlar ve çevre yanlarını sanki pergelle çizilmiş gibi düzeltmişler
ve dört yanında birer yol bırakıp çadırların iplerini birbirine
öyle bağlamışlardı ki buradan hiç kimse geçemezdi. Çadırların arasında
büyük bir meydan alıkoyup bu meydanın ortasında bir dönümlük
düzlük bir yer ayırmışlar ve bunun karşısına büyük bir Hitay çadırı
kurmuşlardı. Bu çadırın eteklerini kaldırıp üste getirerek altına tahtadan
bir sedir yapmışlardı. Bezden yapma gölgelikler gererek bütün
meydanı gölge altına almışlardı. Sınır muhafızının sandalyasının iki
yanına sandalyalar konulmuştu. Hitaylılarca sol taraf muteber olduğu
için elçiler sol yandaki sandalyalara, Hitay büyükleri de sağ yandaki
sandalyalara oturdular. Bundan sonra elçilerin ve Hitay büyüklerinin
her birinin önüne ikişer sofra kurdular. Bunların birinin üzerine pişmiş
kaz ve kus etleriyle başkaca türlü yemekler ve yemişler, öteki sofranın
üzerine ise güzel ekmekler, kâat ve ibrişimden yapılmış çiçekler konulmuştu.
Geride kalanların da önlerine birer sofra ve karşılarına
birer davul, küçük büyük çini ve gümüş sürahiler ve çini küpler koymuşlardı.

Davulların yanlarında kemence, ney, musikar ve diğer aletleri
çalanlar oturmuşlardı.

Ney çalanların kimisi, bilindiği gibi çalıyor, kimisi de neylerin
ortasındaki deliklerden üflüyorlardı. Bunların yanlarında çengiler, başları
örtülü kulakları inci küpeli, kız gibi güzel ve yakışıklı, oyuncu delikanlılar
oturmuşlardı.

Yukarda sözü geçen bir dönümlük yerden çadırların dört yol
kapılarına varıncaya kadar ellerinde uzun mızrakları ile cübbeli adamlar
dizilmişlerdi. Bu adamlar bulundukları yerden bir adım bile geri
gitmiyorlardı.

Hıtaylılann yasakları ile yönetimleri olgunluğa erişmiş olduğu için
polis ve jandarma gibi kimseleri kullanmağa ihtiyaç görülmüyordu.
Herkes yerine oturduktan sonra ziyafete başkanlık eden ve adına
Miri-rusun denilen bir hıtaylı, her konuğa kadeh sunuyor ve yanındaki
çiçeklerden bir dal koparup her içki içenin sarığının arasına koyuyordu.
Böylece bir saat içinde ortalığı bir bağçeye çevirdi.

Güneş yüzlü delikanlıların kimisi sürahi ve kadeh tutuyor, kimisinin
elinde, içi göz göz yapılmış ve her göze fındık, hünnap, ceviz, kestane,
limon ve mezelik salatalar, kavun karpuz konmuş tabaklar bulunuyordu.
Büyüklerden birine içki sunuldukta meze tabağını taşıyan genç elindeki
tabağı içki içenin önüne koyuyor, o da mezelerden istediğini
alıyordu. Bundan sonra köçekler oyuna başlayarak anlatışa sığmaz
oyunlar oynadılar. Ve mukavvadan yapılmış şekillerin içine girerek
Hıtaya mahsus köçek oyunları gösterdiler. Bunlar arasında; bezden
yapılmış üzerine tüyler yapıştırılmış, ayakları ve burnu kırmızı bir •
keklik şeklinin içine bir oğlan girerek meydanda yürüdü ve başı ile
ayaklarını Hıtay usulü üzere öyle hareket ettirdiki seyredenler hayretten
donup kaldılar.

O gün bu eğlenceler akşama kadar sürdü. 20 Ağustos günü
buradan ayrılarak çöle girildi ve çölde bir kaç konak yol alındıktan
sonra Karavel adındaki kal'aya varıldı. Bu kal'a çok sağlamdı. Çevresinde
derin hendekler açılmıştı. Dolaylarında dağlar vardı. Yol kal'anın
ortasından geçiyor ve bir kapısından girilip ötekinden çıkılıyordu.
Bu yerde de elçilerle adamlarını bir daha saydılar. Buradan Sekçu
şehrine varılıp şehrin dışında kalan büyük bir konağa kondular.
Ve, bundan sonraki bütün levazımınız inilecek yerde verilecek, deyerek
hayvanlarla eşyaları oradaki görevli adamlara yazarak teslim eylediler.

Adı geçen şehirde bulundukça elçilerin bütün levazımı indikleri
yerde hazırlanıp her birine bir sedir ve bir ipek yatak ve her hizmeti
görecek hizmetçiler verdiler. Bu şehir dörtken biçiminde kurulmuştu.
Kal'ası ve şehri kuşatan duvarları çok sağlamdı. İçinde büyük bir
pazar yeri vardı. Elli arşin genişliğindeki sokakları süpürülmüş ve
sulanmıştı. Ve bir çok çarşıları ve her bir çarşının başında ağaçtan
yapılmış güzel birer çardak vardı. Evlerde pek çok domuz bulunduğu
gibi kasap dükkânlarında koyun etleriyle birlikte domuz etleri asılmıştı.
Kal'a duvarının, yirmi adım arada bir, üzerleri örtülü birer müstahkem
kulesi vardı. Şehrin dört kapısı olup bir birine karşı kurulmuştur. Bu
kapılar, şehirden hayli uzakta iken yolların doğruluğundan uzaktan
görülüyordu. Her kapının üzerinde ikişer katlı birer köşk yapmışlar ve
Mazendıran halkı gibi üzerlerini örtmüşlerdi. Ancak Mazendıran halkı
renksiz keremitlerle, Hıtaylılar ise çinî taklidi renkli keremitlerle örterler.
Ve nice tapınakları vardıki her birinin çevresi on dönüm tutarında
olup bütün yerlerin üzeri taş gibi sağlam ve ince yapıda işlenmiş
tuğlalarla döşenmişti.

Tapınakları çok temizdi. Kapılarında güzel uşaklar duruyor ve
yabancılara, kılavuzluk ediyorlardı. Buradan Saltanat merkezi Hanbalıg'a
(Pekin) kadar doksan dokuz konak vardı ki bunların her bir kasaba ve
şehir büyüklüğünde idi. Ve şehirlerin arasında bir birini görebilecek
yerlerde yirmişer arşın yüksekliğinde Kargu denilen evler bulunuyordu.
Bu evlerin içinde daimî olarak onar adam oturuyordu ; Bir yerden yabancı
asker gelmesi gibi bir olay karşısında kalınsa sınır başında bulunan
karguda ateş yakarlar, ateşi görecek en yakın kargu halkı dahi hemen
ateş yakarlar. Böylece bir gün bir gecede üç ay uzak yerdekiler bu olaydan
haber alırlar. Ve her. on merrede -on sekiz merre bir fersahtırbirer
Gidiku vardır (yani, arası üç mil olan bir yerde oturan ve adlarına
Gidiku denilen kimseler) Bu kimseler sözü geçen yerlerde yerleştirilmişlerdir.
Bunların birisi sürekli olarak görevi başında durur ve bekler.

Gidikuların ödevleri : Büyük bir olayla karşılaşınca, Karguda oturanların
ateş yakarak birbirine haber verdikleri gibi, gördüklerini .yazarak
öndeki Gidikuya vermek, ve bu Gidiku da aldığı yazıyı koşarak gidip
illerdeki Gidikuya ulaştırmak, böylece ta İmparatorun oturduğu yere
kadar eriştirmektir. Karguda oturanlar sıra ile iş görmekte olup her on
günde bir giderek, yerlerine başkaları gelirler. Ancak Gidikular bulundukları
bölgenin yerlileridirler ve çiftçilik, ekincilik ederler. Bunların
görevleri yalnız birbirlerine mektup yazarak haber ulaştırmaktır.

Sekçu şehri ile Kamçu (Kan-chou, Kansu'da) şehri arası dokuz konaklık
yer idi. Kamçu şehri Sekçu şehrinden büyük ve bayındır idi. Buranın
hâkimi olan sınır muhafızlarının da büyügüdür. Adı geçen her
konakta elçiler için dört yüz elli yorga at ve elli-altmış araba gönderil
idi. Atlara bakan adamlara Baku, katırlara bakanlara Loku ve arabaları
çekenlere Cinfu derler. Cînfular arabalara ipler bağlayarak her arabayı
on ikisi omuzlan ile çekerler. Bu iş her nekadar ağır ve yağmurlu havada
olsa dahi gayret ve kuvvet sarfederek arabayı çeker ve konaktan
konağa ulaştırırlar. Sözü geçen adamların en çoğu sevimli yüzlü gençlerdir.
Kulaklarına Hitayda yapılmış yalancı inciler takmışlar ve uzun
saçlarını başlarının ortasında toplayıp bağlamışlardı.

Bakular kamçı ile eğerlenmiş ve dizginlenmiş atlar getirerek bunlara
bindirdikleri kimselerin yanı sıra bir konaktan öteki konağa
yol alırlarken Horasan ilinin at sürücüleri gibi giderlerdi. Her
konakta ayrılmış olan koyun, kaz, kuş, pirinç, un, bal gibi yiyeceklerden
başka, her şehre varıldıkta elçilere mahsus ve adına Rusun
denilen aş evleri vardır. Bu aş evlerinin ön yüzleri İmparatorun oturduğu
Hanbalığa doğrudur. Buraya bir taht koyarak ardına bir perde
asarlar. Tahtın yanında bir adam durur. Tahtın önüne büyük bir keçe
döşerler. Elçileri keçenin yanına getirirler. Geri kalanları elçilerin ardında
düzgün sıralarda oturturlar. Tahtın yanında duran adam üç defa
seslenir. Ondan sonra oranın büyükleri ile elçiler üç kere başlarını
yere koyarlar. Bundan sonra da her kişi kendisi için kurulan sofranın
yanına gider.

Kamçu Hâkiminin ziyafet verdiği gün Ramazanın on ikisi idi. Elçilere
: (İmparatorumuz sizi ağırlamış olmak için bu gün ziyafet verdiriyor,
buyurunuz yemek yiyiniz) dediler. Şadî hoca ile öteki elçilerin
büyükleri: (bizim dinimizde Ramazan günü yemek yimek caiz değildir)
diyerek özür dilediler. Sınır muhafızlarının başı elçilerin özürlerini
kabul etti, elçiler için hazırlanan yemekleri konaklarına gönderdi.
Bu şehirde beşyüz arşın eninde ve boyunda bir tapınak, bunun
ortasında da uyur gibi görünen büyük bir heykel vardı. Bu heykelin boyu
yirmi beş arşın, elleri ile ayaklarının uzunluğu bört buçuk arşin, ve
kafasının çevresi yirmi bir arşın idi. Bunun dört yanında özenilerek
yapılmış binalar ve bunların yanlarında yirmişer arşın, veya ondan az
ve çok büyüklükte heykeller vardı. Bundan başka bir adam boyunda
kendi kendine kımıldayan öyle şekiller yapmışlardı ki görenler canlı
sanırdı. Duvarlardaki güzel ve ince sanat işleri de görenleri hayrette
bırakırdı.

Burada bulunan büyük heykelin bir eli başının altında öteki eli
oyluğu üzerine konmuş bir durumda ve yaldızla kaplı idi. Üzerine renkli
elbiseler giydirmişler ve adını Şamküni koymuşlardı (Şamküni — Sakyamoni=
Buda).

Alay alay halk gelip bu heykelin önünde secde ederlerdi. Tapı
nağın dışında han biçiminde yan yana odalar vardı. Bunların her biri
altın sırmalı perdeler, yaldızlı kürsiler, sandalyalar, şamdanlar ve benzeri
eşya ile süslenmişti.

Bu şehirde bu şekilde on tapınak vardı. Bir de on beş katlı ve sekiz
köşeli bir köşk yapmışlardı. Bunun her katında bir karıştan bir arışına
kadar büyük küçük manzaralar, kubbeli salonlar, köşkler ve meselâ :
taht üzerinde İmparator, sağında ve solunda her biri bir iş üzerinde
çalışır görünür kimseler gibi türlü türlü tasvirler yapılmıştı. Aşaki katında
devler tasvir olunmuş, bu devler sözü geçen köşkü omuzlarında
tutar durumda gösterilmişti. Köşkün kapısı ağaçtan ve çevresi yirmi,
yüksekliği on iki arşın idi. Ve köşkü öyle yaldızlamışlardıki görenler
altından yapılmış sanırlardı. Köşkün altı bodrum katı gibi bir boşluk
olup demirden yapılmış bir milin ucunu bodrum katındaki temelin
üzerine, öteki ucunu köşkün altına getirerek köşkü milin üstüne
oturtmuşlardı ki Bu kuruluşta olan köşk az bir itişle dönüveriyordu.
Dünyanın bütün demircileri, marangozları, nakkaşları için bu köşk örnek
olmağa değer yüksek bir sanat eseri idi. Bu köşke buranın müslümanları
Çarhifelek derlerdi.

Elçiler hayvanları ile eşyalarını ve adamlarının bir takımını bu
şehirde bıraktılar. Dönüşlerinde hepsini eksiksiz olarak aldılar. Hitay
imparatoruna yaraşan hediyelerin korunmasını Hitaylılar üzerlerine
alarak bunların taşınması işini onlar gördüler. Bundan sonra her gün
bir konağa ve her hafta bir şehre vararak Hanbalığa yaklaştıkça ziyafetlerin
zenginliği artmakta idi.

28 - Eylülde Karamüran ( Moğolca bir isimdir. Huang-ho=Sarı Nehir
için kullanılır) suyuna varıldı. Bu ırmak Ceyhuna yakın büyüklükte idi.
Bu ırmağın iki yanının kıyılarından onar arşın uzaktaki yere bir
adam beli kalınlığında birer demir mil dikerek bu millere oyluk kalınlığında
bir zincir ve bu zincire yirmi üç gemiyi sağlam iplerle bağladıktan
sonra gemilerin üzerini büyük tahtalarla döşemişlerdi. Bu köprüden
hayvanlarla birlikte kolaylıkla geçilerek Hitay yakasındaki
büyük şehre varıldı. Bu şehirde verilen ziyafetler bundan öncekilerde
verilenlerden daha zengin idi.

Bu şehirde de büyük bir tapınak vardı. Sınır başından buraya
gelinceye kadar bu tapınak kadar büyük yapı görülmemişti. Şehrin üç
büyük barı vardı. İçlerinde güzel kular bulunuyordu. Bunların sanatkârları
da pek çoktu. Hitay halkının pek çoğu güzel ve yakışıklı iken bu
şehrin halkı daha çok güzel olduğu için burası, (Hüsn âbad) deye
anılmış ün salmıştı.

Buradan ayrıldıktan sonra bir çok şehirlerden geçildi. İki Ceyhun
kadar büyük ve dalgalı bir sudan başka kimisinden gemi ile kimisinden
köprü ile bir çok ırmak geçildikten sonra 19 - Kasımda Sadinfu
(Hsi-an-fu, Shansi, de bir yer) adını taşıyan büyük bir şehre varıldı.
Bu şehir çok büyüktü. Halkı ve güzel yapıları çoktu. Burada büyük
bir Tapınağın ortasında elli arşin boyunda, her yanı düzgün pirinç
madeninden yapılmış altın yaldızlı bir heykel vardı. Her uzvunda bir
çok eller bulunuyor, asıl elinde küçük bir vazo tutuyordu. Bu heykel
Hıtay ülkesinde (bin elli heykel) diye ün almıştır. Bu heykel ile çevresindeki
yapıcıklar taştan yontulmuş bir mermer temelin üzerinde kurulmuş
ve her yanında pencereler ve köşkler yapılmıştı. Heykelin onar
arşına yakın olan ayaklarını bir basamak üzerine o yolda dökmüşlerdi
ki hiç bir yandan görülmediğinden havada boşlukta durur sanılırdı.
Bu heykelin yapısına yüz bin eşek yükü pirinç madeni kullanıldığı
söylenmektedir. Bunlardan başka çile çeken, riyazatla meşgul rahiplerin
tasvirlerini ve yırtıcı hayvan, kaplan, ejder suretleri yapmışlardı ki en
sanatkâr ustalar bile görünce hayrette kalırlardı. Bu tapınakta da
Kamçu şehrindeki gibi ve ondan büyük, işçiliği üstün bir köşk vardı.
Buradan göçülerek yüz kırk kilometre gidildikten sonra 30 - Kasımda
sabaha doğru Hanbalık şehrinin kapısına varıldı. Henüz sabah
olduğu için kapı kapalı idi.-Burada, yeni yapılmakta olan hisar yerinden
şehre girilerek imparator sarayı önündeki meydana varıldı. Saray
kapısına kadar üçyüz elli arşin tutan yeri yontulmuş taşla döşenmişti.
Buraya gelince elçiler atlarından inerek sarayın kapısına kadar
yaya yürüdüler.

Saray kapısının iki yanındaki beşer Filin hortumları arasından
geçilerek içeriye girildi. Henüz ortalık aydınlanmamış olduğu bu sırada
buraya yüz bine yakın adam toplanmıştı. Girilen büyük kapunun iç
bölümü büyük bir meydandır. Meydanın sona erdiği yerde otuz arşin
tutarında bir temel üzerine kurulmuş ellişer arşin boyundaki direkler
üstünde büyük bir bina, bunun üstünde altmış arşin boyunda ve kırk
arşin eninda bir oda yapılmıştı. Bu köşkün üzerinde iki adam, İmparatorun
çıkarak tahta oturmasını bekler bir görünüşte ayakta duruyordu.
Buradaki kapının sağ ve soluna büyük bir davul ile bir çan konulmuştu.

Burada üç kapı vardı. Ortadaki büyük, yanlanndakiler küçük
idi. Ortadaki kapıdan yalnız İmparator geçerdi. Sözü geçen meydanda,
kadın ve erkek, yüz bin kişi toplanmıştı. Bunların iki bin
kadarı şarkı okuyucu olup hem saz çalar hem de okurlardı. Hıtay
göreneği ve diliyle İmparatora duâ ederlerdi. On bin kadar adam ellerinde
çomak, gürz, uzun-kısa-kalın mızraklar, süngü, kılıç gibi silâhlar
ve Hitaya mahsus yelpazelerle ayakta durmuşlardı.

Büyük meydanın dört yanında sıra sıra evler, önlerinde üstleri
örtülü sofalar vardı. Bu sofaların kıyılarına büyük sütunlar koymuşlar,
evlerin duvarlarını ağaçtan örmüşler ve yerleri yontulmuş mermerle
döşemişlerdi. Sabah olunca köşk üstünde imparatorun çıkmasını bekleyen
adamlar hep birlikte davul, boru, çan çalmağa başladılar. Meydan
kapıları açıldı, bütün halk içeri girdi. Buranın halkı imparatoru görmeğe
geldiklerinde görenekleri üzere siğirterek yürürlerdi.
Sözü geçen meydandaki köşkün yüz elli arşın uzağında ayrıca
büyük bir köşk vardı. Bunun önünde, dört arşın boyunda, Hitaya
mahsus altınla işlenmiş yazılar ; ejder, anka kuşu ve benzeri nakışlar
yapmışlar, ve bir tahtın üzerine altından büyük bir davul koymuşlardı.
Tahtın sağında ve solunda on iki divanın Tümen komutanları, binbaşı
ve yüzbaşıları duruyor, her biri ellerinde bir arşın boyunda bir tahta
tutuyor ve bu tahtadan başka hiçbir yere bakmıyorlardı. Bunların arkasında
iki yüzbin kadar cübbeli adam, ellerinde mızrakları kılıçları
ile sıra sıra yer almışlar, o kadar sessizce duruyorlardı ki burada
sanki nefes alan bir kimse bulunmuyormuş gibi idi.

Burada tahtın üzerine bir altın sandalya ve tahtın önüne beş ayaklı
bir merdiven koydular. İmparator haremden çıkarak tahtın üzerindeki
sandalvaya oturdu. Orta boylu, sakalı ne az ne de çok idi. Ancak,
sakalının iki-üç yüz kadar kılı o kadar uzun idi ki, sandalya üzerinde
oturduğu vaziyette, yerde iki-üç halka olmuştu. İmparatorun sağında
solunda ; göğüslerine yakın yerlere kadar yüzleri açık, saçları başlarının
ortasında toplanmış, kulaklarına büyük inciler takmış ay yüzlü iki
güzel kız, ellerinde mürekkeplik ve kalem tutuyorlardı. İmparatorun
söylediklerini yazarlar, hareme dönünce imparatora gösterdikten
sonra yazılanları taşraya gönderirler ve divan mensupları ona göre iş
görürlerdi.

İmparator tahta oturduğu sırada karşı yandakilerle sağda soldakiler
önceden sıra sıra dizilmişlerdi. Elçileri yedi yüz kadar suçlu ile
birlikte İmparatorun önüne getirdiler. Bunları suçlarına göre, kimisini
zincire bağlamışlar kimisinin boynuna çatal ağaç geçirmişler, kimisinin
bir eliyle boynunu bir tahtaya bağlamışlar, bir takımını da, beş-altısı
bir arada, başlarını uzun bir tahtadan geçirerek (boyunduruk gibi)
dışarda bırakmışlardı. Her birinin saçından bir adam tutuyor, İmparatorun
emrini bekliyordu. İmparator kimisinin zindana atılmasını, kimisinin
öldürülmesini buyurdu.

Hıtayın bütün İlbayları ile subayları hiç bir kimseyi öldüremezlerdi.
Bir yıllık uzak bir yerde de olsa suçlunun günahı ne ise bir tahta
parçasına yazarak boynuna asarlar. Yasalarındaki suçun çeşidine göre
zincir yahut boyunduruk ile Hanbalıg'a gönderirler.

Suçluların işi bitince elçileri, İmparatorun tahtının on beş arşın
kadar yakınına götürdüler. Ellerinde tahta tutup duran komutanlardan
biri gelip diz çökerek elçilerin ahvali hakkında yazdıklarından şunları
okudu: (Uzak yollardan hakan oğulları tarafından gönderilen elçiler
İmparator için hediyeler getirmişler ve İmparatorun bastığı yere baş
koymağa gelmişlerdir). Komutanlardan Mevlâna kadı Yusuf; Arap.
Fars, Türk, Moğol, Hıtay, kelemcen dillerini biliyordu. İmparatorun
yakını idi. On iki divanın birisi ona verilmişti. Kendisine tabî ve
Arap, Fars dillerini bilen bir kaç müslüman ile birlikte elçilerin yanlarına
gelerek onlara: (Önce eğiliniz ve sonra başlarınızı üç kere yere
koyunuz) dedi. Elçiler başlarını yere koyar gibi üç kere eğilip alınlarını
yere değdirmediler. Bundan sonra, İmparatora sunulacak şeyi sargıya
koymak âdet olduğu için, Şahruh sultanın ve Baysungur mirzanın
mektuplarını bir sarı atlas içine koyarak baş üzerinde tuttular. Mevlâna
kadı mektupları alıp burada hizmet edenin eline verdi. İmparator tahttan
inip sandalyaya oturdu.

Üç bin elbise getirdiler. Ümerasına akraba ve evlâdlarına giydirdiler.
Sonra elçilerden yedisini; Şadî hoca, Gökçe, Sultan Ahmed,
Hoca Gıyaseddin, Ergadak, Erdoğan ve Taceddin Bedahşiyi ileriye
götürüp diz çöktürdüler. İmparator Şahruh sultanın ahvalini sordu. Ve:
(Kara Yusuf12 Sultana elçi ve mal gönderir mi?) dedi.

Elçiler de: (Elçi
ve mal gönderir. Hattâ kendileri dahi elçilerini ve gönderdikleri malı
gördüler) deye cevap verdiler.

İmparator: O diyarda zahirenin fiyatı ucuz mudur, pahalı mıdır?
Berket çok mudur?

Elçiler: Evet ucuz ve çoktur.

İmparator: Sultanın gönlü rabbına doğru olursa Allah da bereketini
bol verir. Kara Yusufun memleketinde güzel atlar varmış. At
getirtmek için elçi göndermek istiyorum. Yollar emin midir?

Elçiler: Evet, yollar emindir. Yalnız Şahruh sultanın izni ve emri
olursa gidilebilir.

İmparator: Bunu biliyorum. Siz uzak yoldan geldiniz. Varın yemeğinizi
yiyin.

Bu konuşma üzerine elçileri önceki yerlerine götürdüler. Burada
her biri için birer sandalya ve sofra koydular. Her sofra üzerinde,
bundan öncekilerinde bulunan yiyeceklerle daha başkaları da vardı.
Yemek yenildikten sonra elçileri hazırlanan bir konağa götürdüler.
Ulug Beyk mirzanın elçileri Sultan şah ve Yahşi Melek'i, bu konağa
yakın bir başka konağa almışlardı. Elçilerin bulunduğu konağın her
odasını; yastıkları atlas, üzerleri ipekli kadifeden sedirler, uzunluğu ile
eninden devşirildikte kırılmayan güzel hasırlar, sandalyalar, ve benzeri
eşya ile zengince döşemişler ve ipekli kadifeden gayet güzel bir
şekilde dikilmiş terlikler koymuşlardı. Birer çömlek, kâse, bardak ve
sofra takımı getirmişler ve her on kişi için bir oda ayırmışlardı.

Hergün, bir odada oturanlara bir koyun, bir kaz, iki tavuk, ve
her adama ikişer batman un, birer büyük kâse pirinç, birer kepçe
helva, birer büyük fincan bal, soğan, sirke, tuz, Hıtaya mahsus renkli
otlar, ikişer tabak ve birer bardak getirdiler. Bir kaç güzel ve çevik
hizmetçi verdiler. Bu hizmetçiler gece gündüz ayak üzerinde durarak
göz önünden ayrılmadılar.

Ertesi gün, 1 Ocak'ta, (1421) (Sahnin) erkenden gelerek elçileri
uyandırdı. Onlara imparatorun ziyafeti olduğunu bildirdi. İmparatorun
saray ile saray dışındaki yerlerde elçilerin işlerini görmek için görevlenen
kimselere Sahnin denir. Horasan diyarında ise sakavel derler.

Elçiler uyanıp hazırlandıktan sonra onları atlara bindirerek imparatorun
sarayına götürdüler. Ve önceki meydanda oturttular. Burada
üç yüz bin kadar adam toplanmıştı. Sabah olunca, bundan öncekinde
olduğu gibi üç kapı açıldı. Elçileri buradan geçirerek, önce suçlularla
birlikte bulundukları yerdeki tahtın önüne getirdiler. Burada başlarını
beş defa yere koydular. Sonra İmparator tahttan indi. Elçileri dışarıya
çıkardılar. Ve : (Bugün verilecek ziyafet sırasında dışarıya çıkmak
yasak olduğundan ihtiyacı olanlar şimdiden çıkıp gelsinler ) dediler.

Bunun üzerine elçilerin bir takımı dışarıya çıktı ve biraz sonra gelerek bir
arada toplandılar. Bulundukları meydandan ikinci bir meydana geçerek
buradaki adalet divanının önünden üçüncü meydana vardılar. Burası
yontulmuş taşlarla döşenmiş, çok güzel ve geniş bir yerdi. Ve karşısında
altmış arşın boyunda ve Hitay âdeti üzere yüzü ve kapısı güneye
bakan bir oda yapılmıştı. Bu odanın içinde bir adam boyu yüksekliğinde
bir taht, bunun sağ sol ve ön taraflarına gümüşten birer merdiven
ve tahtın üzerine köşeleri çok, ayakları garip, sandalyadan büyük
bir taht dahi konulmuş ve bunun sağında solunda kubbeli buhurdanlıklar
yapılmıştı. Taht ile buhurdanlıklar ağaçtan yapılma ve yaldız
kaplama idi. Bu odanın direkleri ile merdivenleri ve tahta döşemesi o
şekilde boyanmış ve parlatılmış idi ki Horasan ve Irak ustaları bu
kadarını yapamazlardı. Büyük tahtın üzerinde kulaklarına kadar mukavva
maske geçirmiş iki hizmetçi duruyordu. İmparatorun önüne
sofralar, yemekler, çiçekli dallar konmuştu. Tahtın sağ kolunda
ümera ok çantası kılıç ve kalkanları ile, bunların arkalarında atlı
askerler çatallı uzun mızrakları ile, bunların ardında da bir sürü kimse
yalın kılıçları ile ayakta duruyorlardı. Hitaylılar arasında sol taraf
muteber olduğu için elçileri sol tarafa oturttular. Ümera ile diğer büyüklerin
önlerine birer sofra kurdular. Bugün, halkın önüne kurulan
sofralar binden fazla olsa gerekti. Yukarda sözü geçen odanın, imparator
tahtının karşısına düşen penceresi önüne büyük bir davul konulmuş,
onun yanındaki sandalya üzerinde bir adam duruyor ve onun
yanında da saz çalanlar bulunuyordu. Odanın dışarısında iki yüz bine
yakın cübbeli adamlar yer almışlardı. İmparator tahtından sert bir
yayla atılacak okun varacağı yer kadar uzak bir yerde kurulu, bir
yüzü sarı atlastan perdeli büyük bir çadırda İmparator için yemekler
ve şaraplar hazırlanmıştı. Yemekleri ayaklı ve kapaklı büyük bir kabın
içinde ve saz çalarak İmparatora götürürlerdi.

Bu hazırlıklar bitip de elçiler İmparatorun çıkmasını ayak üzerinde
beklerlerken tahtın sağ tarafındaki perdenin iki ucundan iki kişi iplerini
çekerek bir adam boyu yere kadar kaldırırlar. Sazlar çalmağa başladı,
İmparator çıkıp tahtına oturunca ortalık sessizlik içinde kaldı. İmpara
torun başı üzerinde on arşın kadar yüksek ve on dört arşın genişlikte
ve üzerinde bir birbirine hamle eder şekilde basma dört ejder
tasvir olunmuş sarı atlastan bir perde kurulmuştu. İmparator tahtına
oturunca Elçileri tahtın önüne getirdiler. Elçiler burada beş defa yere
baş koyduktan sonra İmparatorun işareti üzerine yerlerine dönüp oturdular.

Sofralardan sık sık yemek ve şarap getirdiler. Köçekler oyunlarına
başladılar. İlk önce kulakları inci küpeli, Hitayın sırma elbiseli
kızları gibi, yüzleri boyalı ay yüzlü oğlanlar ellerinde ve başlarında
renkli kâattan ve ibrişimden yapılmış güller ve lâlelerle Hitay usulü
üzere oynadılar. Bundan sonra onar yaşlarında iki oğlan iki ağacın
üzerinde oyunlar yaptılar. Sonra, bir adamı arka üstü yere yatırarak
ayaklarını yukarı doğru kaldırdılar. Tabanlarının üzerine yedişer arşın
uzunluğunda kamışlar diktiler. Bir adam kamışları eliyle tuttu. Sonra
on iki yaşlarında bir oğlan kamışlar üzerine çıkarak türlü oyunlar
yaptı, sonunda kamışları birer birer alıp aşaya attı. Son kaian kamışın
üzerinde taklalar atarak şaşılacak hareketler yaptıktan sonra kamışın
üzerinden ansızın düşer gibi kendini boşluğa bıraktığı anda yerde yatan
adam hemen sıçrayup oğlanı yere düşmeden tuttu.

Saz çalanların kimisi Hitay'ın usul ve ahengine aykırı musikar ve
diğer sazları çaldıkları gibi kimisi de sazını yanındaki adamla birlikle
çalıyordu. Meselâ : Musikar çalan bir eliyle musikarını tutup öteki eliyle
yanında ney çalanın neyinin deliklerini parmakları ile basar, ney çalan
da bir eliyle üflediği neyi tutarak öteki eliyle tahta zil çalardı.

O gün bu yolda ikindiye kadar gösteriler devam etti. İkindi vakti
gelince İmparator saz çalanlarla oyunculara bahşişler verdikten sonra
hareme gitti. Elçilere de izin verildi.

Yemeklerin kalıntılarını ve yemişleri meydana döktüler. Buralarda
karga, Çaylak, Kumru, Güvercin gibi bir çok kuşlar vardı. Meydandaki
ağaçlarda yuva kurmuşlardı. İnsanlardan kaçmıyorlardı. İnsanlar da
onlara dokunmuyordu. Meydana dökülen yiyecekleri bu kuşlar
yediler.

Bu ziyafetin ertesi günü Kurban bayramı idi. İmparatorun bu şehirde
müslümanlar için yaptırdığı mescide gidilerek burada, şehirdeki müslümanlarla
birlikte bayram namazı kılındı.

İki gün sonra elçilere gene ziyafet verildi. İmparator bu ziyafetle
bundan sonrakilerin her birinde konuk severliğinin büyüklüklerini
gösterdiği gibi, oyuncular da öncekilere benzemeyen çeşitli oyunlar
oynadılar.

9 - Ocakta suçluları ceza yerine getirdider. Hitay âdeti üzere her
suçlunun cezası ne ise o cezanın çeşidi defterlere yazılırdı. Bu cezalar,
baş kesmek, asmak ve parçalamak suretiyle yerine getirilirdi. Bir cellât
' iki kişiyi öldürmezdi. Yüz adamı öldürmek gerekse her birini bir adam
öldürürdü. Ancak, öldürme cezasında çok yedekli davranırlardı. Şöyleki:

İmparatorun on iki divanında dahi suçun sabit olması gerektir. Eğer
on birinde sabit olup da on ikincide sabit olmazsa o kimse için kurtulma
ümidi vardır. Suçlu, suçsuz olduğunu ileri sürerek altı aylık ve daha
uzak bir yerde bulunan bir adamı tanık gösterse bu tanıkı, dinleyip
doğruyu bulmak için olduğu yerden getirip soruştururlar ve gereğine
göre işe ara verirler. Bu yüzden nice suçlular zindanlarda çürürler,
Ölenleri İmparatordan emir almadıkça gömmezler.

15 - Ocak günü çok soğuk olduğu için İmparator sarayının avlusunda
bulunan suçluların bir çoğu donup öldüler. Bir adam soğuktan ötürü
şöyle konuştu : " Şehir içi kır yerlere göre kuytu ve sığmaktır. Kır yerlerdeki
soğuğun şiddeti ne olduğu pek bilinmiyor. Olabilir ki bugün
dışarda on bin kadar adam donup ölmüştür.,,

19-Ocak günü Mevlâna kadı Yusuf gelerek; yarınki günün yeni
yılın başlangıcı ve İmparatorun yeni yaptırdığı sarayına geçiş günü
olduğunu, kimsenin beyaz cübbe, elbise ve takke giymemesi için İmparatordan
emir çıktığını bildirdi. Çünkü, başka ülkelerde yas tutulan
günlerde siyahlar giyildiği halde Hıtay ülkesinde beyaz giyiliyordu.

20 - Ocakta gece yarısı haberci helerek elçileri, İmparatorun ondokuz
yılda yapılan sarayına götürdü. O gece halk, evlerde ve dükkânlarda
o kadar mum ve kandil yakmışlardı ki bu büyük şehrin her
hangi bir yerinde yere iğne düşse bulunurdu.

İmparator, ümerasına verdiği bu ziyafette Çin ve Maçin, Tilmak,
( Kalmuklar) Tibet, Kamel, Karahoca, Curca ( curcet, ju-chen) ve
deryabar ve sair İlbaylıklar halkından o gün sarayda yüz bin
kadar adam toplanmıştı. Sarayın dış kapısından İmparatorun oturduğu
yerin açık duran büyük kapısına kadar olan yer dokuz yüz seksen
beş arşin boyunda idi. İki yanlarında bağlar ve saraylar vardı. Bütün
meydan çini toprağından yapılmış, mermer gibi düz ve bir ölçüde
yontulmuş kerpiçlerle döşenmişti. O gün ümera İmparator tahtının
önünde, elçiler ise dışarda oturdular. Köçekler görülmemiş yep yeni
oyunlar oynadılar. Bu toplantı o günün yarısına kadar sürdü. Sonra
herkese evlerine dönme izni verildi.

Doğrusu şu ki; sarayda görülen heykeltıraşlık, çinicilik, doğramacılık
ve nakkasçıhğı bütün Horasandaki ustalar yapmağa kadir
değillerdir.

İmparator her yıl bir kaç gün etlerden yemiyor, haremine girmiyor,
yanına kimseyi almıyor; ve gök tanrısına ibadet için, şehir
dışında, put ve suret yapılmamış (metinde "yapılmış,, olarak geçiyor)
bir evde ibadet etmek âdeti imiş. 22 - Ocakta sözü geçen eve
vardı. Burada sekiz gün ibadet etti. Dokuzuncu gün, İmparatorun
saltanat ve ihtişamla şehre dönüşünü göstermek için elçileri atlı olarak
şehrin dışına çıkardılar, buradan seyrettirdiler.

İmparatorun önünde süslenmiş filler, altı tane yaldızlanmış mahaffe;
(deve ve katır üzerine konulan iki taraflı, üstü kapalı bir nevi nakil
vasıtası) siyah, kırmızı, yeşil, sarı ve tunç renginde, üzerlerinde ay,
gün, yildızlar, dağ ve deniz resimleri yapılmış ve Hitay yazısı ile
yazılmış bayraklar vardı. İmparatorun önünde ardında, türlü harp aletleri
taşıyan sayısız kimseler bulunuyordu. Bunlar bir birlerinden bir
adım ileri gitmeğe veya geri kalmağa mezun değillerdi. Hiç kimse ses
ve söz etmeğe kadir olmadığından, bu kadar çok kimsenin bir arada
bulunduğu bu sırada sanki yaşayan bir kimse yokmuş gibi idi. Yalnız
sazlar ile İmparatora duâ edenlerin sesleri işidiliyordu.

Tören günü İmparatorun sarayının avlusunda ağaçlardan, bir dağ
kadar bir kubbe yaparlar. Üzerini yeşil dallarla örterler. Bu kubbe
böylece yem yeşil bir dağa benzer. Bunun üzerine yüz binlerce mum
dikerek bir birine iplerle bağlarlar. Neftten yapılmış fişekleri iplerin
üzerinde hareket ettirirler. Fişekler geçtikleri yerlerdeki mumları yakar.
Böylece dağın üzerindeki sayısız mum bir anda yanmış olur. Buna
(şeb çirag) derlerdi. Bütün gece bu dağda olduğu gibi şehirde ve
dükkânlarda da çıraglar yakakarlar.

Bu yedi gün içinde İmparator kimseyi cezalandırmaz ve halka
hediyeler dağıtır. Vergiden borçlu olanları ve mahpusları affederek
serbes bırakır. İmparator, şeb çırağ için dışardan gelerek burada
toplanan ümerasına ziyafetler verirdi.

25 Ocak günü haberci, elçileri saraya götürerek önceki avluda
oturttu. Bu meydandaki köşkün perdelerini kaldırdı. İçine elmaslarla
süslü bir taht koydular. İmparator gelip tahtına oturunca dışardan
gelerek toplanmış olan yüz bine yakın adam diz çökerek başlarını
yere koydular. İmparatorun karşısına yüksek bir taht getirdiler. Üzerine
üç kişi çıktı. İmparatordan gelen fermanı ikisi ellerinde tutup üçüncüsü
yüksek seste okudu. Elçiler Hitay dilini bilmediklerinden fermanda
ne buyurulduğunu sordular. Bir şubat günü şeb çiragtan sonra
Hıtayda yıl başı olduğunu, İmparatorun katillerden başka bütün suçluları,
borçluları affettiğini ve üç yıla kadar hiç bir diyara elçi gitmiyeceğini,
ve her yere emirler gönderileceğini öğrendiler. İmparatorun bu
fermanı okunduktan sonra, altun kaplı bir değneğin ucuna bağlı ibrişime
takılı halkaya fermanı sarıp geçirerek hürmet makamında yukarıya
kaldırdılar, üzerine gölgelik tuttular Bundan sonra yaldızlı iki
mahaffe getirdiler. Bunların birine fermanı koydular. Bütün saz çalanlar
ve halk mahaffe ile birlikte saraydan çıktılar. Fermandaki buyruları
her diyara yazmak ve göndermek için elçilerin bulundukları konağa
götürdüler. İmparator tahttan indir Elçileri yemeğe davet etti.

20 Şubatta İmparator elçileri huzuruna çağırttı. On tane Sungur
(bir nevi kuş) getirterek elçilere: (Bana hanginiz iyi at getirdiyse ona
bu kuşlardan vereceğim) yolunda kimi açık kimi kapalı sözler söylediktan
sonra üç sunguru Uluğ beyk Mirzanın elçisi Sultan Şaha, üçünü
şehzade Bansungur Mirzanın elçisi Sultan Ahmede, üçünü de Mirza
Şahruh sultanın elçisi Şadî hocaya vardı- Fakat sungurları kendi kuşçularına
teslim etti.

Ertesi gün İmparator gene elçileri getirtip onlara: (Sınır başındaki
illere asker gidecektir. Siz de illerinize gitmek için hazırlanınız.) Dedi.
Elçiler: (Ferman İmparatorundur) dediler. Sonra İmparator şehzade
Siyurgatmışın elçisi Ergadak'a dönerek şöyle konuştular:

İmparator — Başka sungur olsaydı size de verirdim. Fakat, verseydin)
şehzade İbrahim sultanın kölesi Erdeşirin elinden aldıkları gibi
senin de elinden alırlardı.

Ergadak — Eğer lütfedip bana bir sungur verirseniz onu benim
elimden kimse almağa muktedir olamaz.

İmparator — Öyle ise sen burada kal. Bu yakınlarda iki sungur
gelecektir. Onları da size veririm.

Şubatın 28 - inci günü Sultan Şah ve Yahşi Melek çağrıldı. Kendilerine
eğerli ve eğersiz birer at, otuz şalvarlık kumaş ve bir takım
hediyeler; eşya, para ve karıları için ayrıca on beşer donluk kumaş
verildi. O gün Üveys hanın iki yüz elli kişiyle Boya Timur elçisi geldiler.
Bütün adamlarına elbiseler giydirdiler. Bütün yiyecek ve içecekleri
verildi.

5- Martta İmparator elçileri çağırtarak onlara : (Ben ava gideceğim,
eğer geç gelirsem siz yolunuzdan kalmayınız) diyerek sungurları kendilerine
verdi ve arkasından (kötü atlar getirdiniz seçkin sungurlar
götürüyorsunuz) yolunda sözler söyliyerek ta'rizlerde bulundu.

Elçiler 10 - Martta İmparatorun, Nimtay (?) tarafından gelen oğlunu
ziyaret ettiler. İmparator sarayının doğu tarafındaki bölümünde âdet
üzere elçilere ziyafet verildi.

22 - Martta haberci gelerek İmparatorun yarınki gün şehre döneceğini
söyledi. Elçileri dışarıya aldılar. Öğle vakti idi. İmparatorun o
gün dışarda kalacağı haberi geldiğinden geriye döndüler.

Ertesi gece gene haberci geldi. Elçilere,, seher vakti imparatoru
görebilmeleri için bu gece dışarda bulunmalarını söyleyerek onları atlara
bindirdiler. Konak kapısında Mevlâna Kadıyı bir bölük adamla
birlikte gayet müteessir ve canı sıkılmış bir halde gördüler. Sebebini
sordular. İmparator avda iken Mirza Şahruhun gönderdiği attan düşerek
ayağını incittiğini ve elçilere öfkelenerek onların Hitayın doğusundaki
illere sürülmesini emrettiğini öğrendiler. Bu haberi alan elçiler
çok üzüldüler. Düşünceli bir halde İmparatorun olduğu yere gittiler.

Uzunluğu ile eni ikiyüz ellişer arşın, yüksekliği on arşın, derinliği
iki arşın bir duvar yapılarak iki kapı alıkonulmuş, duvarın arkasında
bir hendek açılmıştı. Hitayda duvarcılar çok çabuk iş çıkardıklarından
bu duvarı İmparatorun sahraya indiği gecenin içinde yapmışlardı.

Kapılarda ve hendeğin kıyılarında silâhlı adamlar duruyordu. İmparator
için, sarı atlastan yirmi beş arşın boyunda dört sütunlu dört köşeli
iki gölgelik ve yanlarında gene sarı atlastan başkaca çadırlarla gölgelikler
kurmuşlardı.

Buranın beş yüz arşın berisinde bir yere varıldıkta Mevlâna kadı
elçilere, atlardan inmelerini ve İmparator gelinceye kadar burada beklemelerini
söyleyerek kendisi İmparatorun yanına gitti. İmparator,
Lidacı ve Candacı ile elçilerin hapsedilmeleri işini görüşürken kadı
oradakilerle birlikte yere kapanarak elçilerden ötürü ricada bulunmuşlar.

Ve (elçilerin günahları nedir ? Hakanları iyi veya kötü ne gönderdilerse
onları getirdiler. Efendilerine, bu hediye kötüdür, daha iyisini
götürelim diyemezler. Bu adamların hepsini öldürseniz hakanlarına
katiyyen bir eksiklik gelmez. Ancak tarih boyunca, Hitay İmparatoru
âdete aykırı olarak elçileri hapis ve işkence etti denerek her tarafa
kötü bir nam ile yayılacak) demişler. İmparator bu sözleri doğru bularak
elçileri afetmiş. Mevlâna kadı sevinçle gelerek afedildiklerini elçilerere
müjdeledi.

Bundan sonra İmparatorun gönderdiği yemekleri getirdiler. O gün
bütün etler domuz etiyle karışık olduğundan Müslümanlar yemediler.
Yemekten sonra İmparator atına binip dışarı çıktı.

O gün İmparator Ulug Beyk Mirzanın gönderdiği dört ayağı beyaz
yüksek ve siyah bir ata sırmalı sarı egerle binmişti. Kendisi de sırmalı
kırmızı elbise giymiş ve sakalını siyah atlastan bir kese içine koymuştu.
Ardınca üstleri örtülü yedi küçük mâhaffe ile avda kendisi ile birlikte
bulunan kızlar ve bunların ardınca yetmiş adamın taşıdığı dörtken biçiminde
büyük bir mahaffe gidiyordu. İmparatorun sağ ve solunda göz
erecek yerde atlılar sıra ile dizilmişler, bir birlerinden bir adım ileri ve
ya geri gitmiyorlardı. İmparatorun önünde sırma elbiseli iki hizmetçi,
ve atlı askerlerin ortasında Mevlâna kadı ile Lidacı ve Candacı gidiyorlardı.
Mevlâna kadı elçilere: İmparator karşınıza gelince atlarınızdan
inerek yerlere kapanınız dedi. Elçiler de ona göre hareket ettiler. İmparator,
elçilerin atlarına binerek kendisine yakın gitmelerini istedi. Bu
emir üzerine elçiler kendisine yaklaşınca Sadi hoca ile aralarında şöyle
bir konuşma geçti :

İmparator - Avda sizin getirdiğiniz ata binmiştim. Çok ihtiyar ve
dermansız bir at olduğu için beni düşürdü. Ayağım incindi. Her ne
kadar tedavi ettirdimse de ağrısı henüz geçmedi. Hediye olarak gönderilen
şeyler çok güzel ve seçkin olmak gerektir ki sevginin artmasına
sebeb olusun.

İmparatorun bu şikâyet ve ta'rizine karşı Sadi hoca şu cevabı
verdi :

— İmparatorum, o at, Timurhan sahipkıranın yadigârıdır. Size karşı
olan saygı ve sevgisinin yüksek olduğunu göstermiş olmak için o atı
göndermişlerdir.

İmparator bu cevaptan çok memnun oldu, ona seçkin elbiseler
hediye etti.

Bundan sonra bir turnaya sungur salarak aldırdıktan sonra bu
sunguru Sultan Şaha, ve başka bir sungur getirterek bunu da Sultan
Ahmede verdi. Böylece yol alarak şehre varıldı.

26-Martta haberci geldi. Önceden kendilerine hediyeleri verilen
Sultan ŞahlaYahşi Melekten maada, geri kalan bütük elçileri İmparatorun
yanına götürdü. İmparator çıkıp 'tahtına oturunca, elçilere verilmek
için sinilere konulan para ve kumaşların hepsini İmparatorun yanına
getirdiler, ve İmparatorun emriyle bir yana koydular. Sonra, elçiler,
önlerine konulan sinileri alarak konaklarına götürdüler. Verilen hediyeler
şunlar idi: Sadi hocaya on gümüş mahfaza, otuz parça atlas, yetmiş
parça çeşitli kumaş, beş bin kâat para, ve karısı için otuz parça kumaş;

Sultan Ahmed, Gökçe ve Ergadak'ın her birine sekizer gümüş mahfaza,
kendileriyle karıları için on altışar parça atlas, yetmiş sekiz parça çeşitli
kumaş, ikişer bin kâat para; Gıyaseddin ile Erdoğan ve Taceddin
Bedahşiye yedişer gümüş mahfaza, on altışar parça atlas, altmış birer
parça kumaş ve ikişer bin kâat para.

Bu sırada İmparatorun fazla alâkası olan bir karısı öldüğünden
kendisini göremediler. Karısının ölümünü, baş sağlığı törenini hazırlamak
için, halktan gizlediler. 10 Mayıs günü öldüğünü ve ertesi gün
gömüleceğini bildirdiler. Fakat o gece İmparatorun yeni köşküne
yıldırım düştü, yangın çıktı. Seksen arşın uzunluğunda, otuz arşin
eninde olan bu köşk, üç adamın kucaklayamayacağı kalınlıkta, ve
lâciverd renkli altun yaldızlı sutunlarla yapılmış büyük salonu ile
birlikte tamamen yandı. Bunun ardından yirmi arşin yakında bir köşk,
ve harem köşkü ile yanlarındaki bir çok evler ve köşkler o gece ve
ertesi günün akşam ezanına kadar yandı. Her ne kadar söndürmeğe
çâlıştılarsa da mümkün olmadı.

O gün, dinlerince muteber bir gün olduğundan İmparator ümerası
ile saraydan çıkarak ateşin söndürülmesi ile ilgilenmedi. Tapınağa
giderek orada: (Ben baba ve anamı incitmedim. Kimseye zulmetmedim.
Yolsuz bir iş işlemedim. Gök tanrısı bana öfkelendi, sarayımı yaktı)
diyerek Tanrıya sığınıp yalvardı ve kaygısından delirdi. Bu sebeple
ölen kadının ne yolda gömüldüğü bilinmedi.

Bu gibilerin gömüldüğü lâhıta, onların cariye ve hizmetçilerinden
bir çok yakınlarını birlikte koyarak beşer yıl yetecek kadar yiyecek
ve içecek verirler. Bunlar tükenince kendilerinin de ömrü tamam olur.
Bunların atlarını da mezarın etrafına salıverirler. Hiç kimse atları
tutup kullanmaz.

İmparatorun hastalığı ilerilediğinden yerine oğlu geçti. Elçilerin
hazırlıkları henüz bitmemişken kendilerine yol verildi ve o gün yiyecekleri
de kesildi.

Elçiler Mayısın ortalarında Hanbalıktan çıktılar. 18 Haziranda Segân
şehrine vardılar12. Buranın bütün büyükleri ile hâkimleri elçileri karşılamağa
geldiler. Burada her birinin yüklerini açıp, kâat para gibi Hıtaydan
dışarı çıkması yasak olan şeyleri alıkorladı. Fakat elçiler ferman
gösterdiklerinden yüklerine bakmadılar. Ertesi gün elçilere ziyafet
verdiler.

Buradan da göçülerek 23 Temmuz günü Karamürana ve her gün
birer konağa, ve her hafta birer şehre varılarak buralarda da ziyafetler
verildi. 10 Ağustos günü Kamçu şehrine girildi. Bu şehirde önce bıraktıkları
adamlarla hayvanlarını eksiksiz bulup aldılar. Mogolistan taraflarında
yol kesen hırsızlardan güvenlik olmadığı işidildiğinden burada
iki buçuk ay kadar kaldıktan sonra yola çıkılıdı. 21 Ekim günü Sekçu
şehrine girildi. Burada bir kaç gün kalındı. Bu sırada İsafıhandan Mirza
Rüstemin elçisi pehlivan Cemaleddin ve Şirazdan Mirza İbrahim sultanın
elçisi Emir Hasan geldiler13. Yolların çok korkulu olduğunu, kendileri
yoldan saparak dağlardan bin güçlükle gelebildiklerini söylediler.
1422 yılı Ocak ayının 10 nuna kadar Sekçu şehrinde kaldıktan
sonra Karavel'e varıldı. Buradaki kal'a halkı, Hitay ülkesine girilirken
girenler deftere yazıldığı gibi çıkarken de yazmak âdettir deyerek,
mevcud olanları girerken yazdıkları defterle karşılaştırarak bir daha
yazdılar. Girerken bu şehre varışları 1420 yılı 30 Ağustos cuma
günü idi. Çıkışları ise 1422 yılı Ocak ayının 10 uncu cumaertesi
günü oldu.

Yol kesicilerin korkusundan çöl yolu tutuldu. 18 Şubat günü çölden
çıkıldı. Bir kaç gün buralarda duraklıyarak 18 Mayıs günü Hotan'a
13 Haziranda Kaşgar şehrine girildi. Bundan sonra Kasaba-i endigândan
(asıl metinde: Ukbe-i endigân olalarak geçer) geçilerek elçilerin kimisi
Semerkand yolunu tuttular. Bu hikâyeyi anlatan Hoca Gıyaseddin Nakkaş
arkadaşı ile Bedahşan yolundan giderek 28 Temmuzda Hisar-Şadimang'a,
ve Ağustosta Belh'e, ve 15 Ağustosta da Herat'a vardığını söyleyerek
hikâyesini burada sona erdirdi.

Çin Vakayinamesinden (Ming-shıh) tercümesini yaptığımız Herat
(Ha-lieh) bahsi ile Hıtay Sefaretnâmesinin bu konu ile ilgili olan kısımlarını
aşağıda veriyoruz :

Ha-lieh (HERAT)

(Ming-shih, bah, 332, s. 13b - 17 a b)
Ha lieh diğer adıyla Hei-lu Semerkandın 3000 Li 1 Güney Batısında
ve Chia-chü geçidinden 12000 Li mesafededir. Batı memleketlerinin
en büyüğüdür. O zaman Semerkandı idare eden Tieh-mu-erh
(Timur), oğlu Şa-ha-lu'yu (Şahruh) Heratı almak için gönderdi.
Hung Wu (M. s. 1368-1399) zamanında Pieh-shi-pa-li (Beşbalık) ve
Sa-ma-erh-kan (Semerkand) saraya haraç getiriyordu. Ha-lieh yollar
uzak olduğu için gelemiyordu. 25 inci saltanat yılında buranın hakanına
görüşmek üzere, birçok ipekli kumaşlarla birlikte bir memur gönderdiler.
Fakat bu memur Herat'a gidemedi.

28 inci yılda Chieh-shı-chung ( bir ünvan ) Po An ve Kuo Chi'yi
1500 askerle birlikte gönderiyorlar. Fakat, Semerkand'da alıkonulduklarından
daha ileri gidemiyorlar.

30 uncu yılda Pekinli Chih-chia-shih ( bir ünvan ) Chen Te-wen'i
gönderiyorlar. Bu da uzun zaman geri dönmiyor.

Ch'eng-tzu (1403-1425) tahta geçtiği zaman gene bir memuru, mektup
ve ipekli kumaşlarla birlikte, gönderiyorlar. Fakat Herat buna
mukabele etmiyor.

Yung-Lo'nun ( ayni İmparator ) 5 inci yılında Po An ve diğerleri
geri dönüyorlar. Te-wen bütün memleketleri dolaşırken oranın kabile
reislerine haraç getirmelerini söylemişti. Yollar uzak olduğu için gelemediler.

Te-wen, Pao-ch'ang'lıdır. Buranın âdetine göre şiirler yazmıştı.
Bunları İmparatora sundu. İmparator bu şiirleri çok beğendi. Mükâfat
olarak sansör reisi yaptı.

Ertesi yıl An gene mektup ve hediyelik kumaşlarla birlikte Herat'a
gidiyor. Buranın hakanı Sha-ha-lu Ba-tu-erh'un (Şahruh Bahadır) gönderdiği
elçiler An ile birlikte, haraç vermek için 7-inci yılda hükümet
merkezine varıyorlar. Mektup ve hediyeleri sunuyorlar. Çin sarayında
iyi bir kabul töreni ile karşılanıyorlar. Ertesi yıl hakan, haraç getirmek
için gene elçi gönderiyor.

Semerkand hâkimi olan Ha-li (Halil), Herat hâkimi Şahruh'un ağabeğisinin
oğludur. İkisi birbirleriyle iyi geçinemiyordu. Bir kaç defa
da harp etmişlerdi. Bundan dolayı elçi Tu-chıh-hu-i (bir ünvan)
Pai A-erhhsin-tai'ya bir ihtar mektubu ile gönderildi. Mektup şöyle
idi : (Sema insanları meydana getiriyor. Onları idare için hükümdarlar
ta'yin ediyor. Bu hükümdarların her birinin kendine aid vazifeleri vardır.

Ben şimdi bu İmparatorluğu idare ediyorum. Uzak yakın diye
bir ayrılık gözetmiyorum. Size sık sık gönderilen elçiler sizinle görüştüler.

Siz de vergilerinizi verdiniz. Ve Batıda sulh ve sükûn temin
ettiniz. Bundan dolayı ben çok memnunum. Fakat, işittim ki, her ikiniz
bir birinize karşı harp ediyorsunuz. Buna çok üzüldüm. Bir ailenin sevgi
ve samimiyeti karşılıklı olarak derin olursa, buna tecavüz eden kolaylıklar
yok değildir. Eğer yakınlar bir birleriyle iyi geçinmezlerse, bunlar
nasıl birleşebilirler ? Bugünden itibaren askerlerinizi geri çekin, halk
sükûnete kovuşsun ve akrabalık garanti edilsin. Bundan sonra sulhun
büyük saadetini görmüş olursunuz). Sonra. Herat hükümdarlarına da
harbi bırakmasını söyliyor; her iki tarafa hediyeler gönderiyor.

Bundan sonra, Paı A-erh-hsin-tai; Shı-la-su (Şiraz) T'u-lu-fan
(Turfan), Huo-chou (Karahoco), Ha-shıh-ha-erh (Kaşgar), An-ti-kan
(Andekan, Ferganada), An-ti-hueli (Güney Çinde bir eyalet) ve Liucheg
(Kwangsi'de, Güney Çinde) gibi yerlere elçi olarak gönderiliyor.

İpekli kumaşlar hediye ediliyor. Ve saraya haraç getirmeleri söyleniyor.
Bütün kabile reisleri çok memnun oluyor ve her biri elçi gönderiyor.
Herat, haraç olarak arslan, Batı atı, Panter gibi hayvanlar göndermişti.
II. inci yılda merkeze geliyorlar. İmparator çok memnun oluyor.

Onlar için sarayında bir ziyafet veriyor. Gönderilen hediyelere fazlası
ile mukabelede bulunuyor. Bu zamandan itibaren bütün memleketlerden
elçiler geliyor. Herat en başta idi. Bu elçiler memleketlerine dönerken
onlarla birlikte Chung-Kung (bir ünvan) Li Tai, İçişleri Bakanlığı
ekselansı Chen Cheng, Maliye Bakanlığı ekselansı Li Hsin, Chıh-hui
(bir ünvan) Chin-ha Lan-po gönderiliyor. Oraların şeflerine pamuklu ve
ipekli kumaşlar hediye ediliyor.

13. üncü yılda Tai ve diğerleri geri dönüyorlar. Herat ve diğer
memleketler Panter, Batı atı ve oralarda bulunan şeylerden haraç
olarak getiriyorlar.

Ertesi yıl gene haraç getiriyorlar. Bu yılda Ch'en Cheng buna
mukabele olarak mektup ve ipekli kumaşlar götürme emrini aldı.
Geçtikleri yerler İl ve bucaklarının hepisi ziyafet veriyorlar.

15. inci yılda Ch'en'i ta'kiben Herat'tan bir heyet haraç vermeye
geliyor.

Ertesi yıl gene haraç getiriyorlar. Li Tai gene eskisi gibi mukabelede
bulunmak için emir aldı.

18 inci yılda Yü-t'ien (Hotan) Pa-ta-hei-shan (Bedahşan) dan haraç
vermeye geliyorlar.

20 inci yılda gene Yü-t'ien Heratla birlikte haraç getiriyorlar.
Jen Tsung (1425-26) kabiliyetsiz bir hükümdardı. Zamanında uzak
memleketlerle münasebet tesis edilmedi.

Hsüan-te'nin (1426-36) zamanında uzun müddet elçi gönderilmedi.
Uzak memleketlerden de elçiler nadiren geliyordu.

Hsüan-Te'nin 2. inci yılında Ta-la-han İ-bu-la (Tarhan İbrahim)
haraç olarak at getirdi.

7. yıl sonra Li Kuei, Batı memleketlerine elçi olarak gönderildi.
Herat hükümdarı Şahruh'a bir ikaz mektubu götürdü. Mektup şöyle
idi: (eskiden Atalarımızdan Tai Tsung, Wen Huan-ti'nin memleketi
idare ettikleri zamanda sizler elçilerinizle saraya şeref veriyordunuz, ve
haraç gönderiyordunuz. Baştan sona kadar bu böyle idi. Şimdi ben,
göğün emrine itaat ederek İmparator oldum. Her yere hâkimim. Büyük
ve küçük işlerde dâima ecdadımızı ta'kip ettim. Göge ve halka karşı
iyi hareket ettim. Size önce elçi ve ipekli kumaşlar gönderilmişti.
Fakat yolda büyük bir maniaya uğradılar, geri söndüler. Şimdi yollar
açıldı. Benim yaverlerim benim fikirlerimi anlatmak için gittiler. Siz de
göğün kanununu takip etmelisiniz. O zaman ebediyyen iyiliği ta'kip
edersiniz. Biz karşılıklı olarak siyasî ve ticarî münasebetler kuracağız,
ve bir aile olacağız. Tüccarlarımız memleketleriniz arasında gezecek,
her kes arzu ettiği gibi hareket edecek. Bu güzel bir şey değil mi?).

Böylece ipekli kumaşlar hediye ediliyor. Huei ve diğerleri dönmeden
haraç getiren elçi Fa-hu-erh-tin (Fahreddin) merkeze vasıl oluyor.
Fakat elçilik binasında ölüyor. Onun için kurbanlar kesiliyor ve
merasimle gömülüyor. Küei gene gönderilen elçilerle birlikte Çine
geliyor, At, Deve ve yeşim taşı veriyorlar. Ertesi yılın ilk baharında
Kuei gene ipekli kumaşlarla birlikte yola çıkıyor. Bu yılın son baharında
Herat'a varıyor.

Cheng Tung'un (1436-50) üçüncü yılında hepisi haraç için geliyorlar.
Ying Tsung (Cheng Tung) genç ve kabiliyetsizdi. Adamları da
diğer memleketlerle olan münasebetlere önem vermiyorlardı. Bu sebepten
vergi getirenler pek azdı.

T'ien Shun'un (1457-1465) birinci yılında gene Batı memleketleriyle
münasebet te'sisine karar verdiler. Bakanlar bu mesele üzerinde bir
şey söylemeye cesaret edemiyorlar. Yalnız Chin-i-wei-li (bir ünvan)
Chang Chao bu işler hakkındaki fikrini söylüyor, fakat bir netice
hasıl olmuyor.

7. inci yılda İmparator Çinin sulh ve sükûnette olmasını istiyor.
Uzak memleketlerdeki barbarlar (yabancılar) vergi vermeye gelmiyorlar.
Bu zaman da askerî bir memur, mektup ve hediyelik ipekli kumaşlarla
gönderiliyor. Tu-chıh-hui (bir ünvan) Hai Yung ve Chıh-hui (ünvan)
Ma chüan Herat'a gidiyor. Bu zamandan itibaren gelenler pek azdı.
Herat da artık haraç göndermiyordu.

Chia Ching'in (1522-1567) 26. ıncı yılında Kansu valisi Yang po
diyorki: (Batı memleketlerinden haraç getirenler çoktur. Bunların sayısı
tahdid edilmelidir). Bunun için Merasim bakanlığı ile görüşüyor. Böylece
önceden olduğu gibi Hami her yıl haraç olarak 3000 kişi verecekti.

Bunların onda biri merkeze getirilecekti. Geri kalanlar sınırda
kalacaklardı. Bu işle ilgili olanlar onlara nezaret edecekti. Herat,
Turfan, T'ien-fang ve Semerkand gibi, yolları Hamiden geçen memleketler
üç veya dört yılda bir vergi verecekler ve 250 adam göndereceklerdi.

Onların nezareti Hami gibi idi. Bu kaideye göre hareket
edecekler ve buna çok dikkat edeceklerdi. Dikkat etmeyenler şiddetle
cezalandıracaklardı. Bu, imparator tarafından kabul edildi.
Bu zamanda Herat haraç vermek için gelmedi. Daha sonraları da
artık gelmez oldu.

Onların memleketleri Batıda en kuvvetli olanlardan biridir. Büyük
Hakanın oturduğu yer 10 ilden fazladır. Evleri, üst üste yığılmış taşlardan
yapılmıştır. Üstleri düz bir taras gibi ve dört köşedir. Direkleri
ve keremitleri yoktur. Ortada birkaç Lo-chien (aralık) büyüklüğünde
bir meydan vardır. Kapı ve pencerelerinde, çiçekler işlenmiş kafesler
vardır. Üzerleri altun ve yeşim taşı ile işlenmiştir. Yere halılar
konmuştur.

Hükümdar, Bakan, yüksek veya aşağı tabaka diye bir ayrılık yoktur.
Kadınlar ve erkekler beraber bulunurlar. Yerde bağdaş otururlar.

Bu memleket insanları hükümdarlarına So-lu-tan (Sultan) derlerdi ki
kendi lisanlarında Chun-chang idi (en büyük hükümdar). Erkekler başlarını
kumaşla sararlar. Kadınlar da beyaz kumaşla örterler. Yalnız
gözleri açıktır. Yüksek ve aşağı tabaka kendi adları ile çağrılırlar.

Birbirlerini gördükleri zaman vücudlarını eğerler, ilk gördükleri zaman
üç defa yere diz çökerler. Kadınlar da böyle yaparlar. Yemeklerde
kaşık ve çopistik (Çinde yemek için kullanılan değnekler) kullanmazlar.

Porselen kapları vardır. Üzümden şarap yaparlar. Altun yerine
gümüş kullanırlar. Büyüklü küçüklü üç çeşid paraları vardır. Hususi
para bastırmak yasaktır. Paralara yalnız Hükümdarın mührünü basarlar.
Hükümdarın mührü olmayan paraları kullanmak yasaktır. Yalnız Hakanlar
için vergi verirler. Vergiler onda iki nisbetindedir. Mübadele
yoktur. Kile ve batmanı bilmezler, yalnız teraziyi tanırlar.

Hükümet daireleri yoktur, yalnız Kuan-ku (direktör) ları vardır.
Bir de Tao-Wan (divan) vardır. Ceza kanunları yoktur. Bir kimse bir
adamı öldürdüğü zaman ceza olarak para alınır.

Bir erkek ayni zamanda iki kız kardaşla da evlenebilir. Matem
müddeti yüz gündür. Tabut kullanmazlar. Ölüyü kumaşa sararlar ve
sonra gömerler. Mezarda kurban keserler. Cedlerine kurban vermezler.
Ayni zamanda İlâhlara ve şeytanlara da kurban vermezler. Yalnız Allah
için ibadet ederler.

60 lık Cycle yoktur. Hilâl ve bedri tam hesabı da yoktur. Her yedi
gün tekrar eder. Yılda, 2 inci ve 10 uncu ayda oruçları vardır. Gündüz
yemek yemezler, akşam olunca yerler. O ay bittiği zaman gündüzleri
yemek yemeye başlarlar.

Şehrin orta yerinde bir toprak bina vardır. Bunun ortasına büyük
bir bakır kap konmuştur. Etrafı bir kaç kolaçtır. Kabın üzerine, eski
kaplarda olduğu gibi, yazılar yazılmıştır. Seyahat eden âlimler burada
toplanırlar. Çindeki Ta-hsüen (üniversite) gibidir. İyi koşanlar vardır
14. Günde 300 Li. mesafe kat'ederler. Bundan başka acele haberciler
de vardı. Ellerindeki okları bir birlerine vererek haber gönderirler15.

Bu memlekette lüküs çok fazladır. Ölçüsüz derecede müsriftirler.
Toprak münbit, iklim sıcaktır, az yağmurludur, Topraktan alınan
maddeler : Beyaz tuz, bakır, demir, altun, gümüş, cam, kırmızı mercan,
boncuk, inci. Çok mikdarda ipek böceği yetiştirirler. Güzel ipekli
kumaşlar dokurlar. Ağaçlardan : dut, kara ağaç, söğüt, akasya, çam,
servi vardır. Meyvalardan : Şeftali, kayısı, erik, armut, nar, üzüm bulunur.

Hububattan: Darı, buğday, Fasülya, ve kenevir ekilir. Hayvanlardan :

arslan, panter, deve, at, inek, koyun, tavuk, köpek vardır. Arslanlar,
A-shıh-ho-lu ormanlarında' yaşar. Doğduğu zaman gözleri kapalıdır,
yedi gün sonra açılır. Gözleri kapalı iken alırlar ve terbiye ederler.
Büyüdükten sonra terbiye olmaz.

Heratın yakınındaki memleketlerden An-ti-huei, Pa-ta-hei-shan vardır.
Buraya bağlıdırlar.

Çin Vakayinamesinin (Ming-shıh) Herat (Ha-lieh) hakkında verdiği
bilgi burada bitiyor.

dipnotlar
1 Acaib-ül-letaif isimli Hıtay sefaretnamesi: Nevadiri eslaf külliyatı. Adet 6.
Dersaadet 1331. Kader matbaası. 10 X 20 boyunda, 48 sahifa.
2 Fuat Köprülü: Millî tetebbüler mecmuası, kitabıyat tenkidi, İstanbul 1331,
Cilt II, sayı 5. sahifa, 356-368.
3 E. Bretschneider : Mediaeval researches from Eastern Asiatic sources, London,
1887 cilt II, s. 18-20, 30-31 ve 176, 186.
4 Ch'i-tan'lar için Bk. Eberhard : Çinin şimal komşuları, s. 55-57. Ve Çin Tarihi:
s. 230 ve 241-244, ve A. Parker: a Thousand years of The Tartars s. 219-271
ve Medieaval Researches s. 208-235.
Kara Kitay'lar (Hsi Liao) için Bk. Witfogel; History of Chioese society, appendix
V, s. 619-674.
5 Liac Shıh 37, s. 5773 b. (Bk. Çin'in Şimal Komşuları s. 56) Wei Shu 100,
a. 12- 13. a b.
6 H. Parker : A Thousand years of the Tartars, London, 1924, S. 219.
7 Chin Shu 125, s, 1398 c ( Bk. Çinin Şimal Koşuları s. 57 ). Chin Shu 124, s.
1395 d (Bk. Çinin Şimal Komşuları s. 57).
8 Bretschoeider: Mediaeval researches from eastern Asiatic sources, cilt I, I. 208.
9 Eberhard : Çin'in şimal komşuları, s. 56.
10 Osman Turan : On iki hayvanlı Türk takvimi, İstanbul, 1941, a. 24.
11 Mediaeval Researches s. 209.210.
12 Bk. Ming Shıh : bh, 7, s. 1-12 a b.
13 Bk. Ming Shıh : bh. 7, s. 7 a ( ch'eng Tsu'nun Saltanatının 19 cu yılında ),
14 Bk. Hıtay sefaretnâmesi tercümesi.
15 Bk. Hitay sefaretnâmesi tercümesi»
16 Bk. Ming Shıh: bh. 113, s. 1-22 a b.
17 Bk. Ming Shıh: bb. 332. s. 13-16 a b .
18 Faik Reşit Unat : Hicrî tarihleri milâdî tarihlere çevirme klavuzu, Ankara,
1940. ( S. 35 de bazı hatalar buldum ).
P. Hoan : Goncordance des chronolojies neomeniques Chinoise et Europenne,
Shanghai, 1910.
19 Mukayese et, Bertschneider, Mediaeval researches, cilt II, s. 278-290 ve Türçe,
tercümesi ( Herat bahsi) ( Ming Shıh : bh. 332, s. 13-16 a b ) .
1 Miraa Şahruh sultan: Timurun oğludur. Babasının hayatında Horasan hâkimi
idi. Mirza Baysungur: Şahruh sultanın oğullarındandır. O zaman Herat valisi idi.
2 Mirza Ulug bey : Şahruh sultanın oğullarındandır. Ve babasının emriyle
Semerkand ve Maverayünnehir valisi olmuştu.
3 Mirza Siyurgatmış : Şahruhun oğullarındandır. Gazne ve Hind'de valilik etmiştir.
Şah Melek : Timurun ileri gelen ümerasındandır. Harzem hükümetinde bulunuyordu.
Şah Bedahşan : Mirza Şahruhun müttefiki ve arkadaşı idi. Diğer adı Mahmud
şahtır.
4 Üveys han : Cengiz oğlu Çağatay'ın torunlarından ve Moğolistan beylerindendir.
Şir Mehmed oğlan : Nakşi cihanın oğludur. Moğolistan Hanı olmuştur. Kul Mehmed
Beyk : Moğolistan'ın ileri gelen ümerasından Emir Hüdâdâd'ın oğludur.
5 Bilgutu : Sefaret heyetinin gidiş ve dönüş yolunu gösteren yer. Hermann ın
atlasında ve Bretschneidre'in kitabında bu isimde bir yer yoktur.
6 Mirza Mehmed Cevgi Bahadır : Şahruhun beşinci oğludur,
7 Tarkarn adında bir şehir yoktur. Turfan olması lâzımdır. Çinliler, T'u-lu-fan
derler. (Hsin Chiang Feng Wu, s. 57.),
8 Karahoco: Iran tarihçileri bu ismi verirler. Moğol devrinde Ha-1-a-Huodiyo
deniliyordu. Çinliler ise Huo-Chou derler. Bk. Betschmerden cilt II. e. 30-31.
9 Sofuata:. Hermann'ın atlasında Ata-sufi olarak geçiyor. Bak: (Hermann, atlas
of china, s. 54-55).
10 Kamel; Marco Polo, Camul olarak bahseder ( Yule : Traveles of Marco Polo,
cilt I, s, 209.). Moğol devri tarihlerinde Ko-mu-li veya Ha-mi-li şeklinde geçer (Yuan
Shıh : 122, a. 3 b.). Çinliler Ha-mi (Hami) derler (Hsin Chiang Feng Wu, s. 51).
11 Sekçu: Sha-chou şehridir. Diğer adı da Tung-huan'dır (kansu'da). Marko
Polo: Sachiu olarak bahseder. (Yule : Travels of Marco Pola. cilt I, s. 203 ve 20$-
207 (alt not) ve Bretschneider: Cilt II. s. 18-19.
12 Kara Yusuf: Karakoyunlu padişahlarındandır. Timurun hücumundan Mısıra
kaçmıştı. Timur öldükten sonra gelüp Tebrizi zaptetmişti.
12 Segân isminde bir şehir yoktur. Bu şehrin Hsi-an-fu olması lâzımdır. Bak:
Hermann: Atlas of China, s. 54-55.
13 Mirza Rüstem : Şahruh sultanın yeğenidir. Timur zamanında İsfihanda
vali idi.
Mirza İbrahim sultan : Şahruhun oğludur.
1 4 Ülkü mecmuasında Pr. Abdülkadir İnan'ın Rusçadan tercüme ettiği Mir-Alişir
hakkındaki hikâyede bu gibi kimselerden (iyi koşanlar ) deye bahsediliyor. Bunlara
Şatır ( badbay ) deniliyor. Bunlar, acele yapılması istenilen emirlerin yerine getirilmesinde
ve Hakanın cuma namazına çıktığı zamanlarda ve büyük merasimlerde kullanılırlar.
Bunların kendilerine mahsus elbiseleri vardır. Kasket şeklinde derin bir külah,
darçini bir çepken, yalın ayak üzerine, uçları yukarı kıvrık pabuç giyerle. Ellerinde
kısa bir değnek bulunur. ( Mir-Ali-şir hakkında farsça bir hikâye, A. a. Semenov,
Rusçadan çeviren: A. İnan. Ülkü: 1941 Şubat, s a y ı - 4 9 0 ) .
1 5 Eskiden şehirler ve memlektler arasında kullanılan posta-tatarları gibi.

Hiç yorum yok: