7 Mart 2013 Perşembe

İKİNCİ BİN’DE TÜRKLER- Kaynak: Halil İNALCIK, Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde Osmanlı, Timaş, İstanbul 2011, s.11-17


Âdemoğlu evreni ve zamanı; kendi boyuna, yaşam sürecine, arzu ve beklentilerine göre düşlediği “semiyotik”(Gösterge bilimi), yapay bir çerçeve içinde görür, görmek ister. İnsan, evren ve zamanın tek ölçüsüdür. İnsan evren ve zamanı, yapay bölmelere ayırmıştır. İnsanlığın bir bölümüne göre, “gerçek evren ve zaman” İsa Peygamberin doğu­şundan başlar. İnsanlığın kalanı bu zaman bölümünü, çağımızın kültürüne mâl olmuş bir zamanlama olarak alır. 1999′un son günü daha iyi bir dünya beklentisiyle tüm insanlık bir soluk olup yeni bir bin yılı selâmladı. Olay çok anlamlıdır. Hristiyan dünya, yalnız nükleer arsenalleri (silâh deposu, cephanelik, tophane), küresel bankalarıyla değil, üniversiteleri ve Nobel’i ile bu zaman çerçevesini bir dünya ritüeli hâline getirmiş­tir. Başka dinler ve kültürler, İslâm, Yahudilik ve Hinduizm evren ve zaman çerçevesini başka biçimde algılar ve kutlar. İslâm için, Allah Teâlâ’nın vaad ettiği yeni, erdemli dünyayı kurmak üzere Hazreti Muhammed’ (sallallâhü aleyhi ve sellem)in ensarıyla Mekke’den Medine’ye göçtüğü tarih, Hicret, gerçek zamanın başlangıcıdır. Her yeni bin yıl, her kültür çerçevesinde korku ve heyecanla karşılanır.

Ortadoğu İslâm devletleri, Mezopotamya medeniyetinden İran yoluyla gelen bir geleneği sürdürerek, saraylarında daima bir müneccim bulundururlardı. Bu müneccim, gelecek yılda uğurlu ve uğursuz günleri saptayarak bir çeşit almanak hazırlayıp padişaha sunardı. Bu almanak örnekleri, ahkâm-i sal, kitâb-i ihtiyârât, takvîm gibi adlar altında kütüphânelerimizde mevcuttur.
Hicrî 1000-1591 /1592 yılı yaklaşırken III. Murad (1574-1595) KIYAMET KAYGISIyla birtakım tedbirler alınmasını emretti. Bu arada Türk, Arap ve Yahudi, dev­rin en yetkili astronomları İstanbul’a çağrılarak bir Rasadhâne-i Hümâyûn inşa olundu. Kıyamet beklentisi içinde bulunan halk, bu arada yeniçeri arasında, Tanrı’nın sırlarını öğrenmeye kalk­manın, küfür olduğu söylentileri dolaşmaya başladı ve rasathane yıkıldı (1580). Bu rasathânede, o zaman Avrupalı astronomların kullandıkları en yeni âletler kullanılıyordu.
Hicrî 1000′de meyda­na gelecek kıyametten korkan sultan için tarihçi Mustafa Âlî de, kıyamet alâmetleri hakkında, astroloji üzerinde Mir’âtu’lavâlim adlı bir risâle yazdı. Hicrî 1000/1591-1592 yılı yaklaşırken, İstanbul’u kıyametin yakın olduğu korkusu sardı ve birçok kötü olay buna yoruldu. Birinci binde beklenen kıyamete hazırlık olarak padişah, hâzineyi doldurmak için sıkı malî önlemler aldırttı.
1589 yeniçeri ayaklanması, iki büyük yangın ve veba salgını kıyamet alâmetleri olarak yorumlandı. Tarihçi, şâir ve devlet adamı Mustafa Âlî’nin 1589-1591 arasındaki şiirlerinde kıyamet bekleyişi, apokaliptik kaygılar sık sık yer alır (C. Fleischer):
Ulemâ câhildir, devlet erkânı yalancıdır; akça’nın değerini kaybetmesi (Selânikî yüzde yüz bir enflasyondan söz eder) nedeniyle fakirlik ve sıkıntı, rüşvet ve suistimaller alıp yürümüştür. Toplum soysuzlaşmıştır, pâyitahtta herkes para ve ikbale kavuşmak için her şeyi yapmaya hazırdır, iltimas, kayırmacılık (factionalism) doruktadır. Bütün bunlar, büyük Osmanlı kültür adamına göre, kıyametin yakın olduğunun birer göstergesidir. MUSTAFA ÂLÎ, BİR AYDIN OLARAK KIYAMET KOPACAĞINA İNANMASA DA, HALK ARASINDAKİ TELÂŞ VE KORKUDAN KENDİSİNİ KURTARAMAZ.
Saray halkı da, Hicrî 1000′de büyük olaylar beklemektedir. Sultan Murad, 1000 yılından önce eyaletlerde geçen tüm olayların bir defterde kaydını emreder. 1000 yılı gelince bu korkulara yer olmadığı mey­dana çıkar. Hicrî 1000 yılı kargaşasız geçince, herkes kendini yeni bir hayatın eşiğinde hissetmiştir.
Âlî, Osmanlı gücünün düşüşünü ve kargaşayı, kanunların çiğnenmesinde bulur ve Hicrî 1000 yılım devletin tarihinde yeni bir dönüm noktası olarak alır. Fleischer, devlet kurumlarında ve kanun rejiminde soysuzlaşma üzerine ünlü kitabı NUSHATUS-SELÂTÎN’İ yazmaya Hicrî 1000 yılında başlar. Hicrî 1000′de yalnız Osmanlı değil, İslâm âlemi kıyamet korku­su içindeydi. Halep halkı, Hicrî 999′da şehrin harap olacağına ve dünyada hiçbir Arab’ın sağ kalmayacağına inanıyordu. O zaman Halep’te bulunan Âlî, Sultan’ı uyararak bir önlem alınmasını arz eder. Hindistan’da Türk hükümdarı Babur’un torunu Büyük Ekber (1556-1605), bir dünya tarihi yazılmasını emretmiş, 993-1000 yıllarını kapsayan bir Tarîh-i Elfî (1000 yılına dek Tarih) yazılmıştır. Cornell Fleischer’e göre (s. 244) bir dizi Osmanlı tarihçisinin genel tarih yazmaları da Hicrî 1000 yılı beklentisiyle ilişkilidir.[1]
 TÜRKLERİN BİN YILI: 1040-1600
1000-2000 arası yüzyıllarda dünya iki büyük Türk imparator­luğuna sahne olmuştur.
İlki, 1100-1243 arasında Orta-Asya’dan Bizans sınırlarına, oradan da Akdeniz’e kadar uzayan Selçuk İmparatorluğu;
İkincisi 1300′lerde ortaya çıkarak Anadolu ve Balkanlar Ta beraber tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı 500 yüzyıl idaresi altında tutan Osmanlı İmparatorluğu.
Asya’da Uzakdoğu’da Çin İmparatorluğu’nu, Hindistan’daki devletleri; Avrupa’da Doğu Roma (Bizans) ve Kutsal Roma-Cermen İmparatorluklarım bir yana bırakırsak, dünyanın merkezî bölgesi ikinci binin büyük kısmında Türk egemenliği altında kalmıştır. Daha önceki bin yıl­larda merkezî bölge; yani Mezopotamya, Mısır-Suriye ve Anadolu, ilk yüksek medeniyetlere sahne olmuş, evrensel dinlerin ortaya çıktığı, dünya tarihinin merkezini oluşturan bölgeydi.
İkinci bin yılbaşlarında, Transoxiana, Harezm, İran, Irak, Anadolu, Suriye ülkelerini Türkmen/Oğuz aslından Selçuklular idareleri altına almışlar ve İslâm medeniyetinin en parlak devirlerinden biri o dönemde gerçekleşmiştir.
1055′te Bağdad’da Abbasî halifesi, İslâm ülkelerinin idaresini resmen Selçuklu Sultanı Tuğrul’a bırakmış, bundan sonra İslâm dünyası çoğunlukla Türk hanedanlarının idaresinde yaşamıştır (bkz. H. Edhem). Haklı olarak tarihçiler, ikinci bine İslâm tarihinde Türk Çağı demektedirler. Bu dönemde Avrasya’dan gelen Türk kavimleri, merkezdeki Selçuklu Oğuz Türkleri gibi kenar bölgelerde, Hindistan ve Doğu Avrupa’da da devletler kurmuşlardır (Hindistan’da Gaznevîler, Dehli Memlûk Sultanları, Tuğluklular, Orta Asya’da Uygur, Karahanlı, Doğu Avrupa’da Hazar ve Kıpçak Devletleri).
Büyük Selçuklu împaratorluğu’nun kuruluşu (1040), dünya tarihinde etkileri bugüne dek süregelmiş büyük değişimlerin başlangıcıdır.
Bu değişimlerin başlıcaları:
  1. İslâm halifeliği dağılmaktan kurtulmuş, 1258′de Hulagu, Bağdad’ı alıncaya kadar varlığını sürdürmüştür. Anadolu Sel­çuklu Devleti, Bağdad ile sıkı ilişkiler içinde bulunmuş, Halife Nâsir li-Dînillâh’ın fütüvvet teşkilâtına katılmasıyla ahîlik-esnaf ahlâk ve örgütünün Anadolu Türkleri arasında yayılması böylece mümkün olmuştur.
  2. Türkler, dağılmakta olan İslâm devletine yeniden hayat veren iki şey getirdiler: Devlet-hükümdar otoritesinin üstünlüğü, hükümdar iradesinin koyduğu devlet kanunları ve yeni bir siyasî-sosyal düzen.
  3. Selçuklular’ın İslâm dünyasının başına geçmesi, Anadolu’yu fethetmesi ve İznik’te yerleşerek (1087) Bizans’ın pâyitahtını tehdit etmesi üzerine feodal Avrupa ayaklanmış ve Ortaçağ tarihinin en önemli olaylarından biri olan Haçlı seferlerini baş­latmıştır.
İlk Haçlı seferi, İstanbul üzerinden Anadolu’ya karşı 1097′de düzenlenmiştir. Ortadoğu’da son Haçlı kalıntısı Akka Kalesi 1291′de düşmüş, Avrupa bundan sonra da Mısır, Suriye ve Anadolu’ya Haçlı seferlerine devam etmiştir.
XIV. yüzyılda Aydın Beyliği gibi Türkmen deniz beyliklerinin kurulması üzerine Haçlı seferleri Ege Denizi’ne intikal etmiştir. XI-XII. yüzyıllarda Haçlı seferleri sonucunda Suriye ve Filistin’de Haçlı devletleri kurulması ile Hristiyan dünyasının Yakındoğu İslâm medeniyetiyle sıkı teması mümkün olmuş; bunun sonucu Ortaçağ Avrupası, günlük yaşam, tarım, teknoloji ve ilim alanlarında Ortadoğu’nun derin etkisi altına girmiştir. Avrupa medeniyet tarihi, bu etkiler göz önünde tutulmadıkça anlaşılamaz. Meselâ, Hint baharatı tüketimi sonucu baharat ticareti gelişerek kapi­talizmin ilk temel ticaret maddesi oldu. Avrupa’da 1250′lerde ilk ipek sanayiinin Floransa’da Lucca’da kuruluşu sonucu, bu bölgeye yılda beş milyon altın ekü girmekteydi. Böylece, İtalya’da zengin bir burjuva sınıfı meydana çıktı; şehirler gelişti; Venedik, Ceneviz, Avrupa kıtasıyla Yakındoğu arasında ticaret antreposu hâline geldi.
Özetle, Rönesans İtalyası, servet ve şaşaasını bu Levant ticaretine borçludur. Ortaçağ Avrupası’nda metrolojide ölçü adlarının Arapça, Farsça ve Türkçe’den geçmiş olması (kantar, litre, batman gibi), iki dünya arasında alış-verişin öne­mini göstermesi bakımından anmaya değer. İlginç bir ayrıntıyı burada ekleyelim:
Avrupalılar pamuklu iç çamaşırı giymesini Ortadoğu’da görmüş ve öğrenmişlerdir.
         4.  İslâm medeniyeti ile tanışma, Avrupa’da bilim ve teknoloji alanlarında ilerlemeye kaynak olmuştur. Avrupa’da Ortaçağ’ın büyük skolastik âlimleri, İslâm üstatlarını izliyorlar, İspanya’da İslâm medreselerinde yetişiyorlardı. XV. yüzyılda bile İbni Rüşd’ün (Averroe) teolojisi, İtalya’da Bologna Üniversitesi’nde okutulmaktaydı.
İnsanlık tarihinin bütün bu ana gelişimlerinin cereyan ettiği sahne, Ortadoğu (Levant), çoğunlukla Türk hanedanlarının idaresi altındaydı (Suriye’de Selçuklu hanedanları, Mısır’da Eyyubîler ve sonra 1380′lere kadar Kıpçak Türklerinden Memlûkler, İran ve Azerbaycan ve Anadolu’da Selçuklular, Harzemşahlar ve Timuroğulları). İslâm dünyasında devletin örgütlediği ilk medreseler, Selçuklular zamanında Nizamiye medreseleridir. Bu dönemde Gazâlî (1158-1111), İbn Teymiyye, Nizâmülmülk, İbn al-Arabî (1165- 1240), Mevlâna Celâlüddin (1207-1273) gibi İslâm dünyasımn önde gelen düşünce ve devlet adamları yetişmiştir. Selçuklular’dan sonra bölgede Türk egemenliği, Anadolu’da Konya Selçuklu Sultanlığı (1075-1308), XIV. ve XV. yüzyılda Doğu Anadolu, Azerbaycan, İran ve Irak’ta Karakoyunlu, Akkoyunlu Türkmen devletleriyle süregelmiştir.
Anadolu Selçukluları’nın, bugünkü Türkiye’nin nüfus yapısı ve kültürünün temellerini atmış bir devlet olarak üzerinde durul­ması gerekir.
 TÜRK DEVLETLERİNDE İÇ SAVAŞLARIN VE PARÇALANMANIN NEDENİ: BİR SALTANAT VERÂSET KANUNU OLMAMASI
 Türk devletlerini zayıflatan, parçalanmaya götüren en önemli faktörlerden biri, Türkler arasında bir saltanat verâset kanununun mevcut olmaması, egemenliğin yalnızca Tanrı tarafından verildiği inancıdır.
Hakanın oğullarından hangisinin tahta geçeceğini dü­zenleyen bir kanun veya kural, Tanrı’ nın iradesine karşı çıkmak anlamına geldiğinden, bir verâset ve veliahtlık kanunu yapılma­mıştır. Bu inanç, hakanın unvanında: “Tengride Kut Bulmuş” formülüyle ifade edilmiştir. Burada “kut”, “tâli, kader, Tanrı’nın lûtfu” anlamlarını taşır. Hakanın evladından birini vasiyetle veliahd yapması da, ölümüyle beraber geçersizdir ve evlatlardan hangisi fiilen iktidarı, yani orduyu, kurultayın desteğini veya bir savaşı kazanır, devletin merkezî bölgesini (Taht-ili) ve hâzineyi ele geçirirse, ulus onu meşrû hakan tanır. Başarı, Tanrı’nın desteğine bir işaret sayılır. Tabiî, hanlık iddiasında olan için soyunda atala­rından birinin han olmuş bulunması şarttır. Bu yüzden boyların desteğini sağlayan han soyundan şehzâdeler, taht için mücadele ederler. Bu durum, Türk ve Moğol hanlıklarında bitmez tükenmez iç mücadelelere yol açmıştır.
Osmanlılarda taht için şehzâde kavgalarının temel nedeni, bu vazgeçilmez gelenektir. Bu tehlikeli durumu önlemek için Osmanlılar bir dizi önlem almak gereğini duymuşlardır. Bu önlemlerden biri kardeş katlidir. Devlet büyükleri ve halk, tahta oturan ve or­dunun desteğini alan şehzâdenin kardeşlerini bertaraf etmesini, kargaşayı önlemek için doğal görmüşlerdir. Fâtih Sultan Mehmed (1444-1446, 1451-1481), kardeş katlini ulemânın câiz gördüğünü kanunnâmesinde belirtmiştir. Osmanlı Devleti tarihinde şehzâde mücadeleleri (1402-1413 Fetret devri, Düzmece Mustafa 1421, II. Bayezid-Cem mücadelesi, Kanunî Sultan Süleyman’ın oğulları arasındaki mücadele) hepsi bu köklü geleneğin sonucudur ve bu mesele ülkeyi tehlikeli iç mücadelelere sürüklemiştir.
Öbür yandan, tüm Türk-Moğol hanedanları, soylarını ilk büyük Kağan (Hakan) Oğuz Han’a bağlarlar; bu, egemenliğin meşrûluk koşuludur. Bu kural, hükümdarın mutlaka han soyundan gelmiş olması şartıyla ilgilidir. Osmanlı padişahları, II. Murad döneminde ortaya çıkan bir iddiaya göre, Oğuz’un büyük oğlu Günhan’ın oğlu Kayı Han’dan indiklerini iddia etmişlerdir.
Özetle, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Selçuk’un oğulları ve torunları arasında taht için mücadele sonucu parçalanmış; taht için ayaklanan Kutalmış oğlu Süleyman Şâh Anadolu’ya sığınmak zorunda kalmış, böylece Anadolu’da ayrı bir Selçuklu devleti ortaya çıkmıştır.
 Kaynak:
Halil İNALCIK, Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde  Osmanlı, Timaş, İstanbul 2011, s.11-17

[1] Günümüzde de “Hayatın Şifreleri” vb. gibi programlar insanlarımızın içini bulandırarak yaşama zevklerini kırmaktadır. Allah Teâlâ bu tür kıyamet beklentileri olanların şerrinden insanlarımızı muhafaza buyursun. Kusura kalmasınlar Allah Teâlâ onların isteklerini yapmaktan münezzehtir.

Hiç yorum yok: