3 Temmuz 2013 Çarşamba

Orucun benzersizliği: Kendinden geçerek kendine gelmek-Fütûhât-ı Ramazan: Ramazan oku-Fütûhât-ı Ramazan: Kabuktan öze hicret-Fütûhât-ı Ramazan: "Kur'ân" Olarak Ramazan-Fütûhât-ı Ramazan: Ramazan medeniyeti şiiri-Piramit ve tepesi-Yusuf Kaplan

Orucun benzersizliği: Kendinden geçerek kendine gelmek

Oruç, diğer ibadetlerden pek çok bakımdan ayrılan benzersiz bir ibadettir. Orucun benzersizliği, öyle kolayca geçiştirilecek türden bir özellik değildir. Orucun benzersiz olması ile Allah'ın benzersiz (misilsiz) olması arasında yakîn, derûnî bir irtibat vardır.

Şûrâ sûresinin 11. âyet-i celîlesinde Rabbimizin benzersizliği, "O'nun benzeri / misli bir şey yoktur" (Leyse kemislihî şey'un) ifadesiyle dile getirilir. Allah'ın eşi, ortağı, benzeri yoktur.

Ramazan orucunun benzersizliği ile Allah'ın benzersizliği arasındaki bu hayatî irtibat, hem "Ramazan" kelimesinde, hem de "oruç / savm, sıyam" kelimesinde kendini gösterir.


"Ramazan", Allah'ın (cc) esmasından biridir. Ve Allah'ın "Es-Samed" ism-i şerifiyle aynı anlama gelir: Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah, beslenmekten münezzehtir.

Oruç, tek kelimeyle, "tutmak" demektir. Biraz daha deşmek gerekirse, oruç, kişinin kendisini yeme, içme, cinsî münasebet gibi bütün beşerî eylemlerden uzak tutması, tenzih etmesi, dolayısıyla ilâhî mertebelere ulaşması, yakınlaşması anlamına gelir. Başka bir ifadeyle, oruç, beşerî özellikleri terk etmek, böylelikle ilâhî özelliklerle donanarak Allah'a yaklaşmak ve yükselmek demektir.

Nitekim, oruç âyetinin (Bakara-185) hemen ardından gelen 186. âyette Rabbimiz, oruç ibadetiyle birlikte, oruçlunun Rabbine nasıl yakınlaştığını, bu "yakınlık, yakınlaşma" meselesini şöyle izah eder: Kim beni hatırlarsa (anarsa, zikrederse, çağırırsa), beni hatırlayanın hatırlamasını ânında işitir, ona icabet ederim.

Meallerin handiyse hepsinin, bu anma, zikir, hatırlama ve çağırma fiillerini, "dua" kelimesiyle karşılayarak, âyetin anlamını tersyüz ettiklerini müşahede ettim. Ayette "dua" sözcüğü kullanılmıyor oysa. Dua sözcüğünden türeyen anma, zikir, hatırlama ve çağrı anlamlarına gelen "da'vet" ve "dâî" sözcükleri kullanılıyor. Burada zikir ve şükür sözcüklerinin anlamları çerçevesinde Allahu Teâlâ, kullarıyla ilişkisine ilişkin bir izahatta bulunuyor: "Kullarımdan sana beni sordukları vakit, (onlara) de ki, ben, kesinlikle onlara yakınım. Beni ananın anmasını (veya zikredenin zikretmesini, ya da "çağıranın çağırmasını") anında işitir ve icabet ederim. O hâlde benim davetime uysunlar ve bana inansınlar; umulur ki 'doğru yolu bulurlar' (yürşidûn)".

Burada kastedilen anlam, dua değil, Allah'ın davetine icabet anlamında zikirdir ve zikrinde üç türünden sözedilebilir: Lisanî zikir, kalbî zikir ve bedenî zikir.

İşte oruç'ta bu üç zikir de aynı ânda sözkonusudur: Bu durum, hem orucun benzersizliğini, hem de oruçlunun Allah'a, Allah'ın da oruçluya nasıl yaklaştığını ve yakınlaştığını gözler önüne serer.

Orucun benzersizliği, çok iyi bilinen ama ne anlama geldiği konusunda pek fazla imal-i fikir edilmeyen şu hadîs-i kudsî'de de açıkça dile getirilir: "Oruç, bana aittir ve orucun mükâfâtını ben vereceğim."

"Orucun Allah'a ait olması" ne demek peki? Oruçlunun yeme, içme vesaire gibi beşerî eylemleri terk etmesi, beşerî eylemleri terk etmesi ölçüsünde de ilâhî özelliklere yak/ın/laşması demektir bu.

Başka bir ifadeyle, kişinin nefsiyle, beniyle, arzularıyla, hırslarıyla yüzleşmesi, hesaplaşması, beşerüstü bir düzleme yükselmesi; kendinden geçerek kendine gelmesidir.

Kişinin kendinden geçmesi; nefsini, nefsânî özelliklerini terk etmesi... açlığı tecrübe ederek, beşerî özelliklerini terk etme ameliyesini tecrübe ederek kendisiyle, eşyayla, diğer insanlarla, varlıklarla yakînen, yani ayne'l-yakîn irtibata geçerek ilme'l-yakîn ve hakka'l-yakîn mertebelerine yalnızca bilfiil değil, bilhal vâsıl olmasıdır; böylelikle nefsini terbiye ve tezkiye ederek, arınmış, aşkınlaşmış, eşyayla, bin bir türlü hallere dûçâr olan insanların hâlleriyle bütünleşmiş olarak kendine gelmesi, kemale ermesidir.

Sonuçta, oruçlu kişi, hele de bihakkın oruç tutan kişi, vücudun / varlığın bütün hâllerini, vicdanı ve vecdi aynı ânda tecrübe eder, bizzat yaşar ve aşkın özelliklerle donanarak adeta yeniden doğar hayata.

Hasılı kelâm, oruç, kişinin kendine gelebilmesi için, öncelikli olarak kendinden geçmesi gerektiğini öğreten benzersiz bir diriliş ve varoluş yolculuğudur. Bu yolculuğu bihakkın yerine getirme cehdi gösterenlere ne mutlu!

Fütûhât-ı Ramazan: Ramazan oku

Kutlu Kitabımızda "ramazan" ya da "ramazan orucu" gibi isimlendirmeler yapılmaz. Oruç âyetinde doğrudan "Ramazan ayı / şehr-i Ramazan" nitelemesi yapılır.

Ramazan ayı, benzersizliğini ve bu benzersizliğinden kaynaklanan "gücünü" sadece oruç tutanlara değil, oruç tutmayanlara da hissettiren, gösteren çok katmanlı bir varoluş iklimidir. Bu açıdan Ramazan ayının bahşettiği iklimi ve havayı, oruç tutan-tutmayan, inanan-inanmayan herkes farklı ölçülerde de olsa bizatihî solur, yaşar, tecrübe eder.

Bu ayın gelişi de, gidişi de, etkisini belirgin bir şekilde herkese hissettirir.

Bu iklimin tıpkı her iklim gibi bir başı ve sonu var; bu iklimde yapılan oruç tutma amelinin de bir başı ve sonu var.

Ama bu kutlu ayda görünüş itibariyle bir başı, başlangıcı olsa da, gerçekte sonu olmayan bambaşka bir fenomenle karşı karşıyayız: Bu fenomen, bu kutlu ayın kanatlandırıcı bir yolculuk ayı, bir keşf, bir varoluş, bir diriliş, kısacası, bir mükâşefe yolculuğu mevsimi olmasıdır: İnsanoğlunun dünyadaki ömrü boyunca süren, hatta öldükten sonra da başka merhaleler kazanarak devam eden, Ramazan ayını benzersiz kılan belki de en önemli özelliklerinden biri işte bu çok katmanlı, çok boyutlu, çok sonuçlu yolculuk: Bu dünya hayatı boyunca bitmeyen, sonraki hayatımızda da sürgit devam eden bir yolculuk...

İnsan, Ramazan ayının başlamasıyla birlikte adeta bir beyaz ata biner ve bu beyaz atla tarifsiz haritalar çizer, tarifi imkânsız varoluş ve diriliş coğrafyalarında, varediş ve varkılış kıtalarında, varlığın, hakikatin ve varoluşun mânâ sırlarında ve sınırlarında dolaşır, derûnî bir keşf ve mükâşefe yolculuğuna çıkar.

Ramazan orucuyla birlikte beyaz atlar kişner; beyaz atlı akıncı, benini, bedenini, bencilliğini ayaklar altına alarak atlar atına; arınmış, kendini aşmış, hayali sınır tanımayan ufuklara kadar uzanan bir cihada koyulur: Nefsiyle mücahedeye, mücadeleye... Büyük cihada doğru kanat çırpar: Yayını hazırlar, okunu kuşanır. Nefes nefese mücadele eder nefsiyle. Nefes nefese hazırlanır okunu atmaya.

Ramazan, ok atma mevsimidir aslında. Kişinin at sırtında, heyecanından kişneyen, oraya buraya koşturan, şaha kalkan beyaz atıyla, nefs putunu ve nefsinin putlaştırdıklarını okunun hedefine yerleştirdiği, bu putları birer birer devirdiği bir nefsiyle yarış mevsimi ve şölenidir Ramazan.

Ramazan ayı, ok yarışları talimi ve temrini yaptıran bir aydır adeta. Ramazan'da yalnızca talim veya temrin yapılmaz. Bunların meyveleri de devşirilir.

Ramazan'da oklar rengarenk ve çeşit çeşittir. Herkesin oku, aynı hedeflere ulaşamaz elbette ki. Herkesin oku da, yayı da, kendine göredir...

Sözgelişi, avamın oku, sadece görünür yerlere düşer. Çünkü avamın orucu yalnızca görünür, geçici zevklerin, hazların izini sürer.

Ve avam orucu tutan, sadece beden orucu tutar. Yeme, içme ve cinsel münasebetten uzak durmakla yetinir yalnızca. Burada avam orucu derken, oruca hakettiği değeri, önemi ve yeri vermeyen kişilerin oruçlarından sözediyorum. İnsanı oldurmaya, nefsiyle mücadelesinde belli bir mesafe aldırmaya çalışır bu oruç ve oku.

İkinci oruç güzergâhı, havas orucu yolculuğudur: Dil'ini tutarak tutar orucunu havas. Havas orucu tutanın oku, fizik sınırları aşar, semada bir kavis çizerek hedefine ulaşır. Havas orucunun oku, insanı olgunlaştıracak hedefleri vurur.

Üçüncü oruç, havassü'l-havass'ın kalp orucudur: Gözün göremediği coğrafyalara ulaşır havass'ül-havass'ın kalp orucunun tastamam mükaşefeye / çift yönlü keşfe dönüşen oku.

Bu ok, hedefi döven bir ok değildir aslında; hedefi okutan bir oktur: Kalp orucunun oku, ilâhî olan'la buluşturacak derûnî bir semâvî yolculuğa çıkartır kişiyi.

Herkesin nefesince, nefesi yettiğince gerilir yay ve zamanın ufkunu aşması hedeflenen bir derin nefesle atılır ok. Ayette, "attığın zaman sen atmadın, Allah attı" hükmü ilâhisinin türlü şekillerde tecellisi sanki bu Ramazan okunun atılmasıyla gerçeğe dönüşür.

Fütûhât-ı Ramazan: Kabuktan öze hicret

Cins Fransız düşünürü Michel Foucault, Fransız olmanın nasıl bir şey olduğunu, Fransa'yı hakkıyla sevebilmenin nasıl mümkün olabileceğini bize fena hâlde ters gelebilecek, her şeyi ters yüz eden ters bir işlemle test eder: Bir işe "Fransa'dan, Fransız olmaktan nefret ederek" başlamak...

Böylesine tedirgin edici bir şeye neden ihtiyaç duymuş olabilir Foucault? Elbette ki, Fransa'yı ve Fransız olmayı çok sevebilmek, özümseyebilmek, içselleştirebilmek için. Dolayısıyla Fransa'yı ve Fransız olmayı daha iyi anlayabilmek gâyesiyle Fransa'ya ve Fransız olmaya Fransızlaşmak / uzak durmak gerektiğini fark ettiği için.

Bir şeyi tam olarak anlayabilmek için, o şeye uzak durmak, mesafe koymak, dolayısıyla o şeyi bambaşka "yerlerden", bambaşka açılardan, bambaşka duyargalardan görebilecek, hissedebilecek, duyumsayabilecek bir yere çekilerek o şeyi görmek, tecrübe etmek veya yaşamak gerekiyor.

Bir şeyi anlayabilmek için araya mesafenin konulmasının nedeni, son kertede mesafenin yok edilmesi, ortadan kaldırılması, o şeyle doğrudan, dolaysız irtibata, ilişkiye geçebilmenin sağlanabilmesi içindir.

Araya mesafenin konulması, bizatihî mesafenin tecrübe edilmesi yoluyla mesafenin kendisinin aradan çekilebilmesini, ortadan kaldırılmasını amaçlar.

Mesafe, ayna tutar bize, kendimize ve hayata. O aynaya baktığımız zaman, ben'imizi, kendimizi, hayatı daha belirgin olarak okuyabiliriz.

İşte ramazan, ben'imizin önüne büyük bir irade duvarı örerek benimizden uzaklaştırır ve benimizden uzaklaştırarak benliğimize, hayatın gerçek yüzüne daha derinden yaklaştırır bizi. Bizi, yeme, içme gibi her gün olağan bir şekilde yaptığımız şeylerden uzaklaştırarak, bizi hem kendimize, hem yeme içmenin doğasına, hem de yiyip içenlerin ve yoksulların hâllerine, kısacası varlığa ve hakikate yakınlaştırır.

Ne muazzam bir eğitim mevsimi bu böyle! İnsanı kendinden uzaklaştırarak kendine ve başkalarının kendilerine yaklaştırıyor ve yakınlaştırıyor.

Hicret bu işte! Asıl hicret bu: Görünüş'ten gerçek'e, sûret'ten hakikat'e, lafız'dan mânâ'ya, sahte'den sahici'ye... İnsanı zulumâta (karanlıklara, kötülüklere) sürükleyen şeytan'dan, insanı nur'a / aydınlığa, apaydınlığa çağıran Alemlerin Rabbi'ne yöneliş.

Kişinin benliğinden özüne, bencilliğinden ruhuna yürüyüşü... Dış dünyadan iç dünyaya hicreti... Zâhir'den bâtın'a, kabuk'tan öz'e, kenardan merkeze yolculuğu...

Ramazan ayında bu hicret / keşfedilmemiş kıtaları keşif yolcuğu, letafeti, lezazeti, nefaseti bakımından farklı görünümler arzeder. Yalnızca bütün bir ramazan ayına değil, sadece bir günlük oruca yakından baktığımız zaman da idrak edebiliriz bunu.

Oruca niyetlendiği andan itibaren benini, bencilliğini, bütün zaaflarını, şeytanın emirlerini, iğvalarını kontrol altına almaya başlar oruçlu: Orucun her ânı hayatın daha önce görmediği bir boyutunu, rengini, kokusunu tecrübe ettirir insana: İnsan hayatın bütün renklerini ve derinliklerini, sırlarını ve sınırlarını, kendi imkânlarını ve ufuklarını ilk kez oruçluyken fark eder, idrak eder bihakkın.

İnsan, nefsini gemler, kontrol altına alır oruçluyken; nefsinin esaretinden kurtulur... Oruç tutmadan önce nefsi kendisine emreden insan, oruçla birlikte bizzat nefsine emretmeye, nefsinin ötesinde uzanan dünyaları tecrübe etmeye, bilinmeyen, keşfedilmemiş kıtaları keşfe koyulur...

Önce, vücud / varlık, sonra vicdan aşamasına, sonra da vecd aşamasına ulaşmaya çalışır. Yalnızca hakikati bütün derinliğiyle, renkleriyle ve boyutlarıyla keşfe koyulacak insanın inşasının değil, aynı zamanda, o insanın yansıması olan site'nin / medine'nin ve medeniyetin inşasının da varoluş aşamalarını oluşturur bu vücud, vicdan ve vecd hâlleri.

İşte Ramazan ayı, aynı ânda hem insana, hem de "site"ye bu üç hâli armağan eden, böylelikle insanın dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya doğru gerçekleştirdiği keşfedilmemiş kıtaların keşfini mümkün kılan yüce ve benzersiz bir hakikate hicret ayıdır.

Fütûhât-ı Ramazan: "Kur'ân" Olarak Ramazan

Ramazan ayını da, orucu da benzersiz kılan en önemli fenomen, "Kur'ân'ın bu ayda vahyedilmiş ve Kur'ân ayı" olmasıdır.

Parantez içine aldığım yancümlenin "tamcümle"ye dönüştürülemeye ihtiyacı var: Ramazan'ın önemli olması, Kur'ân'ın Ramazan ayında nazil edilmesinden çok, Kur'ân'ın bu ayda hayata geçiriliyor olmasıdır. Hatta Ramazan'ın önemi, "Kur'ân" olmasıdır.

Peki ne demek Ramazan'ın Kur'ân olması?

* * *
Ülkemizde de, diğer müslüman coğrafyalarda da, Ramazan ayının Kur'ân ayı olduğu özellikle vurgulanır. Ama Kur'ân ayı'nın da, Kur'ân'ın da ne demek olduğu, en önemlisi de Kur'ân'ın neden münhasıran bu ayda nâzil olduğu pek konuşulmaz.

Önümüzde çok esaslı ve hayatî bir mesele var: Ramazan ayına da, oruca da, Kur'ân'a da, bizzat Kur'ân'ın kendi diliyle yani tefekkür ederek, tefakkuh ederek, taakkul ederek, tedebbür ederek ve tezekkür ederek yaklaşmayı bütünüyle terketmiş, bu meseleleri avama ya da özellikle televizyonlardaki reyting canavarına dönüştürülen tele-teologların avamî, sığ dillerinin insafına bırakmış durumdayız.

O yüzden olsa gerek, Ramazan ayının önemi, Kur'ân'ın indirildiği bir ay olmasında gizlidir, deniyor.

Önüne gelen böyle kuruyor cümleyi ama acaba öyle mi? Meseleye böyle baktığımız içindir ki, Ramazan'ın hakîkî mahiyetini ve değerini de, Kur'ân'ın anlamını, hayatımızdaki olması ve alması gereken merkezî yeri de hakkıyla idrak edemiyoruz.

Ramazan ayının önemi, Kur'ân'ın sadece ve sadece Ramazan'da indirilebileceği, Ramazan'da indirildiği zaman, anlamlı olabileceği gerçeğidir. Yani Ramazan, önemini, Kur'ân'ın Ramazan'da nazil olmasından ziyade, Kur'ân'ın nasıl hayata geçirileceğini bizzat ortaya koyan bir vasat ve vasıta olmasından ve sunmasından alıyor.

O yüzden, Ramazan anlaşılmadan Kur'ân anlaşılamaz, diyorum. Çünkü Ramazan usuldür; Kur'ân ise asıl. Usûl olmadan, asıl anlaşılamaz. Ramazan'ın önemi, asıl'ın nasıl hayata geçirileceğinin usûl'ünü bizzat gözler önüne seriyor olmasında gizlidir. İyi de görebiliyor muyuz bunu? Maalesef hayır.

Eğer Kur'ân'ı anlamakta zorlanıyorsak, bunun nedeni, Ramazan'ı anlayamayışımız, Ramazan üzerinde bihakkın kafa yormayışımızdır.

Çok esaslı bir noktaya dikkat çekiyorum: Meselemiz elbette Kur'ân'ın anlaşılması, hayatımıza aktarılması ve Sünnet'e gidebilmektir. İyi de nasıl?

Cevabını veremediğimiz soru bu, birkaç yüzyıldır. Benim cevabım: "Ümmileşerek"... Çağın en dibinden en dışına, ötesine, çağlar ötesine uzanarak: Yani Ramazan ayıyla buluşarak ve Ramazan orucuyla kuşanarak.

Kur'ân'ın Ramazan ayında vahyedilmiş olması elbette ki, Ramazan'a bambaşka bir önem kazandırıyor. Ama bundan daha önemli olan şey, Ramazan'ın Kur'ân'ın anlaşılması ve uygulanmasına kattığı benzersiz imkân, derinlik, oluş, varoluş ve varkılış hâli.

Ramazan'da insan, oruç vasıtasıyla dünyadan, dünyevî olan'dan kendine, kendi benine, bedenine ve ruhuna açılıyor; orada ilâhî güçle buluşuyor; diriliyor; kendine geliyor: İnsan oluyor; nefsine teslim olmak yerine nefsini teslim almayı başarıyor.

Kur'ân, toplanan / toplayan, bir aya gelen / getiren, demek. Kur'ân, aynı zamanda "okumak"la da irtibatlı bir kelime. "Okumak", anlamanın, idrak etmenin, yani parçaları, birbiriyle ilgisiz olguları, durumları bir araya getirmenin bir başka adı.

Burada Kur'ân'ın iki anlamına ulaşıyoruz: (Okuyarak) Anlamak ve Topla/n/mak.

İşte Ramazan ayı, hakikatin (eşyanın hakikatinin, Tanrı'nın hakikatinin, tabiatın renklerinin, kokularının hakikatinin, açlığın, yoksulluğun, zenginliğin hakikatinin) anlaşılması için, bizzat bu hakikatlerin tabiatlarıyla buluşulduğu, kendileriyle hemhal olunduğu, kendilerinin tecrübe edildiği, kısacası, ilâhî olan'la beşerî olan'ın buluştuğu, Yaratıcı'nın bu varoluş, varediş, varkılış diliyle bize kendimizin ve eşyanın tabiatını öğrettiği, sonuçta, insanın ilâhî olan'a ulaştığı, ilâhî olan'ın kendi sözünün / Kur'ân'ın da bizzat insana lutfedildiği, ihsan edildiği; o vahyedilen kitapta anlatılanın bizzat tecrübe edilerek fark ve idrak edilip hayat haline getirildiği benzersiz bir ve "okuma" ve idrak, toplanma ve toparlanma zamanı ve mekânı sunuyor hepimize.

Fütûhât-ı Ramazan: Ramazan medeniyeti şiiri

Ramazan, hangi dinden, inançtan, felsefeden veya dünyadan olursa olsun insanlar başta olmak üzere, bütün varlıkların kendilerini bulabildikleri, kendileri olabildikleri, kendilerini sunabildikleri, birbirleriyle buluşup engin konuşmalara dalabildikleri eşsiz bir mevsim.

Ramazan, bu özelliğini, İslâm'ın özü ve özeti bir mevsim olmasına borçlu. Ramazan'da İslâm'ın Müslümanlardan talep ettiği bütün ilkeler hayat buluyor. Dolayısıyla Ramazan'da İslâm'ın özetlenmesi, olağan bir iş'le, olağanüstü bir işlem'e dönüşüyor.

Bu, özetlerken özü özümsemenin kazandırdığı bir özellik. Fenomenolojinin izah edebileceği olağanüstü bir durum: Yaşanan tecrübeyi olağanüstü kılan fenomen, doğrundan oruç üzerinde yoğunlaşılıyor olmasıdır: Bir ibadet üzerinden İslâm'ın insandan talep ettiği bütün emirler, ilkeler, tasavvurlar, tahayyüller eş zamanlı olarak harekete ve hayata geçiriliyor.

Oruç tutmakla sadece oruç tutmuş olmuyoruz; orucun bizi tutmasına, tutup kaldırmasına, başka bir düzleme taşımasına da tanıklık etmiş oluyoruz: Böylelikle varlığa, topluma, tabiata ve hakikate dâir bütün bir anlam haritasını ve anlamlandırma pratiklerini de aynı ânda hayata ve harekete geçirmiş oluyoruz.

Ramazan'ın en önemli özelliği, insanı bütün tabiatlarla ve bütün hakikatlerle buluşturuyor olmasıdır. Yine fenomenolojinin izah edebileceği bir harikulâdelik de burada gizli. İnsan, Ramazan'da oruç tutarken hem bizzat tabiatı tecrübe ederek keşfediyor; hava'nın, su'yun, gece'nin gündüz'ün rengini, kokusunu, dokusunu bilfiil soluyor. Ramazan orucu, bir ay boyunca tabiatla kurduğumuz ilişkiyi altüst ediyor ve tabiatla doğrudan, yaşayarak, organik bir ilişki kurmamıza imkân tanıyor.

Böylelikle hem tabiatın keşfedilmemiş kıtalarını, bizzat hava'yı, eşyayı bambaşka bir hâlet-i ruhiye ile soluyarak keşfedebilme imkânına kavuşuyoruz; hem de eşyanın hakîkatini ve insanın kendi hakîkatini -zaaflarını ve erdemlerini- keşfetmesi sürecini bilfiil yaşıyoruz.

Özetle aç kalmak gibi olağan, sıradan, alelade bir iş'le; tabiatla, kâinât'la, Yaratıcı ile, diğer varlıklarla ve bizzat eşyanın kendisiyle topyekûn olağanüstü, fevkalade bir ilişki kuruyoruz. Ramazanda insan, insan olarak kendisini keşfediyor, dolayısıyla kâinât'la, Yaratıcı'yla, diğer varlıklarla, tabiatla bütünleşerek kendisini aşabilmenin yollarını da fethediyor bizzat. Fethin, bir açılma eylemi, kapıların, gönüllerin ve zihinlerin açılması fiili olduğunu düşünecek olursak, insan, Ramazan'da her şeyden önce bizzat kendisini tecrübe ediyor, varoluşunu yaşıyor adım adım, an be ân, aç durarak pür dikkat tabiatın sesine kulak kesilerek: Tabiatı dinliyor... havasını suyunu, rengini, kokusunu, dokusunu başka türlü soluyarak, yaşayarak, tecrübe ederek bütün yönleriyle tabiatı.

Sonuç itibariyle, ramazan bir varoluş mevsimidir; insanın varlığın, hakîkatin, tabiatın ve Tanrı'nın varlığını bizzat tecrübe ederek hissettiği bir varoluş mevsimi. Varoluş, dinin insanla birlikte varolması sürecidir: Bu, mekke sürecine denk gelir: Bütün varlıkların ve hakîkatin şuuruna erme sürecine gir/diril/en insan tipi inşa edilir bu süreçte. Bu süreçte, insana müdahâle eden ve insanın özümsediği şuur, İlâhî Şuur'dur.

Ramazan aynı zamanda bir varediş mevsimidir. Varediş mevsimi, medîne süreci'ne denk gelir: Medine sürecini hayata geçiren şuur, Peygamberî Şuur'dur. Peygamberî Şuur'la, önceden kendilerine her türlü işkence ve hakareti reva gören müşrik, Yahudi ve Hıristiyan topluluklarla her şeye silbaştan başlanıldığını haber veren bir Sözleşme yapılır: Mekke süreci nasıl varlığı harekete geçirmişse, Medîne süreci de vicdan'ı harekete geçirir.

Ve nihâyet Ramazan, bir varkılış mevsimidir. Varkılış mevsimi, Medeniyet Süreci'ne denk gelir: Medeniyet sürecini hayata geçiren şuur, İlâhî Şuur'la Donanmış, Peygamberî Şuur'la yoğrulmuş Beşerî Şuur'dur. İnsan, Hayat ve Tabiat işte bundan sonra vecd'e gelir, coşar, taşar ve kendini aşar.

İşte şiir budur; ilâhî olan'a kadar açılabilme imkânı sunan şuurun kazandırdığı bir fevkalade söz. Özün sözü'nün, söz'ün özünü özümsediği bir üst-şuur hâli.

Şiarın şuura, şuurun şiire dönüştüğü varoluş, varediş ve varkılış tecrübelerini aynı ânda yaşadığımız; barışı, huzuru, keşfi, fethi, dayanışmayı, kardeşliği ve eşyanın bütün hâllerini idrak ve bu hallere iştirak edebildiğimiz; insanın kendisini, vicdanı, vecd'i keşfettiği ve fethettiği tek mevsim olan Ramazan medeniyeti mevsimini bihakkın idrak edenlere ve ona iştirak edenlere selâm olsun.

Not: Önceden bu sütunda yayımladığım bu yazıyı bazı küçük değişikliklerle yeniden yayımlıyorum...

Piramit ve tepesi

Ramazan'ın başından itibaren oruç ve Ramazan ayı hakkında bir imal-i fikir etmeye çalışıyorum. Söylediklerim oruç ve Ramazan ayı etrafında dönüyor daha çok, Ramazan veya orucun muhatapları etrafında değil.

Aslında öznesi olmayan (dolayısıyla hayalî) bir "oruç tutan / tutmayan" figüründen sözediyoruz.

Şimdiye kadar yazdığım oruç yazılarında orucun bizimle nasıl bir ilişki kurduğunu anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştım; bu yazıda bizim oruçla ilgimize ve ilişkimize dair bazı gözlemlerde bulunmak istiyorum.

* * *
Bizim oruçla nasıl ilişki kurduğumuza dair burada sözkonusu edeceğim gözlemim hiç de sevindirici bir gözlem değil ne yazık ki...

Toplumu ille de bir piramide benzetirsek, piramidin tabanı oruç tutuyor; ama tepesi oruç tutmuyor Türkiye'de. Bu tablonun sadece Türkiye'ye özgü bir tablo olduğunu da özellikle hatırlatmak istiyorum.

Piramidin tepesi'nden kastettiğim insan tipleri ve kümeleri, toplumun en varlıklı, bürokratik olarak en üst sınıflara mensup, büyük şehirlerin en merkezî, lüks ve çoklukla da gayr-i müslimlerin önceden yoğunluklu olarak yaşadığı (sözgelişi İstanbul'un Kadıköy, Şişli, Bakırköy vesaire gibi) yerlerinde yaşayan, para, güç ve konum bakımından toplumun en tepe/leyici kesimlerini oluşturan insan tipleri veya kümeleri.

Tek kelimeyle, ülkenin "krema"sı yani. Ülkenin kaynaklarını en çok kullanan, ülkede her alanda ve her bakımdan en güçlü kesimi oluşturan bir öz-yapı'dan sözediyorum.

Ülkenin kremasını teşkil eden bu öz-yapı, ülkenin öz-değerleriyle ilişkileri en fazla kopmuş bir yoz-yapı'ya dönüşmüş durumda: Bu ülkenin öz-değerlerinin kaynağını oluşturan, İslâm'ın şekillendirdiği, beslediği, yeşerttiği dil, düşünce, sanat birikimleri ve formlarıyla irtibatları tam anlamıyla alt üst olmuş bir kesimi, bu ülkenin kültür, sanat ve düşünce dünyasına yön veriyor; bu çarpıklık, kültür, sanat alanıyla sınırlı değil elbette; her alanda kendini gösteriyor.

İşte bu nedenle olsa gerek, bu ülkede oruç tutmayan, üstelik de göstere göstere, oruçlu insanlara adeta küfrede küfrede oruç tutmadığını ilan eden, Ramazan'ın manevî havasını bozmakta, kirletmekte, bulandırmakta hiçbir sakınca görmeyen tek dikkat çeken kesimi bu yoz kesimi, piramidin tepesi.

* * *
Özetle, toplum oruç tutuyor; ama piramidin tepesi, oruç tutmuyor Türkiye'de. Örneklerle bu tabloyu daha iyi resmedeceğimi sanıyorum. Kültür endüstrisinde çalışan insanlar (krema) oruç tutmuyor; ama inşaat sektöründe çalışan insanlar bile genellikle oruç tutuyor; üstelik de kültür endüstrisindeki kremaların kontrolündeki medyalardan yapılan orucu ve oruç tutunanı hor, hakir gören, gösteren yayınlara rağmen.

Piramidin tepesini oluşturan film, televizyon ve medya sektöründe, müzik, tiyatro, resim gibi sektörlerde, özel üniversitelerde, solcuların, laiklerin yoğunluklu olarak çalıştığı özel ve kamusal yerlerde oruç tutan insanların oranları piramidin diğer bölmelerine mensup toplum kesimlerinin oranlarıyla neredeyse taban tabana zıt bir görünüm arzediyor.

150 kişilik film setinde 5 kişi oruç tutuyor. Belki de filmin yönetmeni oruç tutmasa bu 5 kişi de olmayacak ortada... Bir televizyon kanalında, bir haber müdürü, "burada oruç tutan barınamaz" diye terör havası estirebiliyor... Bir özel üniversitede, sınırlı sayıda insan (5 bin kişilik bir üniversitede, 50-60 kişi) oruç tutuyor.

Dünyanın her yerinde mi böyle bu? Hayır. Büyük ölçüde sadece Türkiye'ye özgü bir çarpıklık ve çarpılmışlık durumu bu. Piramidin tepesinin nasıl bir dekadans ve metamorfoz yaşadığının bir göstergesi...

Son çeyrek asırdır, bu piramidin tepesi, gözle görülür bir değişim yaşıyor; o yüzden, tepenin eski sakinleri, yerlerinin ellerinden gitmek üzere olduğunu görmeye ve panik psikolojileri geliştirmeye başladılar.

Piramidin tepesi, piramidin diğer bölmeleriyle aynı ruhu, aynı inancı, aynı iddiaları, aynı değerleri paylaşmıyorsa, böyle bir ülkenin başkaları tarafından sömürgeleştirilmesine, bölünmesine veya parçalanmasına gerek yoktur; bu ülke zaten kendi kendini yeteri kadar sömürgeleştiriyor, bölüyor ve parçalıyor demektir.

Şu mübarek günlerde bu tür şeyler yazmak benim de hoşuma gitmiyor açıkçası. Ama gerçekleri de görmeden yaşayamayız, öyle

değil mi?

Hiç yorum yok: