3 Temmuz 2013 Çarşamba

Şehir olarak insan...Şehirsiz insan, insansız şehir-Yusuf Kaplan

Şehir olarak insan...

...veya insan olarak şehir...

* * *
Çok iyi bilinen bir anekdottur: Yahya Kemal'e, "Ankara'nın nesini seviyorsunuz?" diye sorulunca, "İstanbul'a dönüşünü" diye cevap verir üstad.

Ben de, "İstanbul'un nesini seviyorsunuz?" diye sorulduğunda, "gecesini" diye cevap veriyorum.

* * *
Evet, İstanbul'un gecesini seviyorum; çünkü İstanbul'un gündüzü medeniyet kurucu ve başka medeniyetleri koruyucu bir şehir olarak İstanbul'da işlenen cinayetleri bütün ürperticiliğiyle, çirkinliğiyle, hatta bütün ilkelliğiyle gözler önüne seriyor. Hiç olmazsa, İstanbul'un gecesi, İstanbul'a yapılan ilkel saldırıları, cinayetleri, yıkımları gizliyor, örtüyor.


O yüzden bendeniz, tabiat, tarih ve insan zenginliği bakımından dünyada gerçekten eşi benzeri olmayan İstanbul gibi bir şehrin katledilmesine, her ân yeni katliamlarla bir kez daha öldürülmesine, yok edilmesine tahammül edemediğim için, İstanbul'un gecesine sığınıyorum.

Elbette ki, İstanbul'daki vulger, kaba-saba eurobesk dekadans kültür, büyük ölçüde Levantenlere ait bu yıkıcı, bize ait her şeyi tahrip edici kültür, İstanbul'un gecesini de birkaç kez katlediyor, ruhunu da yok ediyor durmamacasına, acımasızca. Ama gece, hiç olmazsa, bütün bu yıkımları örtüyor...

* * *
İnsan-ı kâmillerin, ermişlerin, bilge insanların, mütevazi şahsiyetlerin dölyatağı, yatağı, kaynağı olan bu güzîde ve güzelim şehir, her ân, her dakika bizden ne kadar şikâyet ediyor; tarihin tanık olduğu bütün tabiî güzellikleri, tarihî keşifleri, yolculukları, serüvenleri yüreğinde taşıyan, yüreğiyle taşıyan bu şehir, bize ne kadar kahrediyor, hiç düşünüyor muyuz acaba?

Rahmetli Turgut Cansever'in o tüyler ürpertici gözlemini hatırla/t/manın tam sırası: "Bir şehri çirkinleştirmek için, yıkmak için ancak bu kadar çaba gösterilebilirdi."

* * *
İstanbul'un yıkımı, elbette ki, salt yerel yöneticilerin ya da son yılların merkezî yönetimlerinin suçu değil. Daha mütareke yıllarında, Yahya Kemal, Yunan ve Latin kültürü hayranı olarak gittiği Paris'ten "silkinip kendine gelerek" "eve döndüğü" zaman, ellerinde mendillerle karış karış dolaşır İstanbul'u ve İstanbul'un nasıl harabeye çevrildiğini anlatır bize ürpererek: Aziz İstanbul, tastamam rezil İstanbul'a dönüşmüştür artık... Can çekişmektedir...

Yahya Kemal'in can çekişen İstanbul'u bugün çoktan katafalka konulmaya hazır, ölü, üstelik de kendi çocukları tarafından katledilmiş bir cenazeye dönüşmüş durumdadır.

* * *
Düşündükçe hafakanlar basıyor zihnimi: Nasıl olur da, dünyanın en güzel şehirlerini inşa etmiş bir medeniyetin çocukları, Balkanların sınır boylarından Macaristan'ın, İtalya'nın içlerine, Suriye'den taa Yemen'e kadar bugün hâlâ yaşayan, yaşatılan -San Rameo, Saraybosna, Üsküp, Cenova, Şam ve San'a gibi- bütün şehirlere can vermiş, ruh üflemiş İstanbul gibi dünyanın incisi bir şehri bu kadar katledebilirler, aklım, havsalam almıyor gerçekten!

Evet, dünyanın en güzel şehirlerini inşa etmiş bir medeniyetin çocukları, bugün bırakınız yeni şehirler inşa edebilmeyi, dünyanın en çirkin şehirlerine imza atan barbarlar olarak anılmayı çoktan hak etmiş durumdalar.

* * *
Neden, nasıl oldu da biz dünyanın en kötü şehirlerinde yaşamaya mahkûm ve mahpus olduk?

Şehir fikri'ni yitirdiğimiz için elbette. Şehir fikrini yitirdik; çünkü medeniyet fikrini ve iddialarımızı yitirdik.

Oysa bizim hayat-dünyamızda, anlam haritalarımızda, insan'la şehir / medine arasında, din'le medine ve medeniyet arasında doğrudan ve doğurgan, birbirini doğuran kopmaz bir irtibat vardır.

Her şeyden önce, Efendimiz (sav) bizatihî kendisini, "medine / şehir" olarak tarif eder: "İlmin şehri." İlim, içinde kendinizi bulmanızı, kendiniz olmanızı, başkalarıyla bütünleşmenizi, her şeyle hemhâl olmanızı ve başkalarına hayat sunmanızı mümkün kılacak bir âlem'de / vasat'ta hayat bulabilir ancak; işte o zaman, insana, eşyaya ve hayata ruh üfleyebilir: Kanatlandırıcı, aşkın bir varoluş, varediş ve varkılış ruhu.

Din, medine'de tebeddün edebilir; ete kemiğe bürünüp hayat pınarları sunabilir insana. Çünkü insan, şehrin çocuğudur: Hatta şehrin bizatihî kendisidir insan: Ya da şöyle söyleyelim: İnsan, küçük şehirdir; şehirse büyük insan. Şehir bitmişse, insan da biter; insan bitmişse, hayat da...

İnsana baktığınızda şehri, şehre baktığınızda da insanı görürsünüz. Bugün katledilmiş, mahvedilmiş İstanbul'a baktığınız zaman, ne görüyorsunuz, nasıl bir insan görüyorsunuz; düşünmekte fayda var, derim.

Şehirsiz insan, insansız şehir

Paul Virilio, modern kentlerin "ölü mezarlıkları andırdığını" söylerken hiç de yabana atılmaması gereken bir tespitte bulunur.

Kentleşme, şehri öldürdü çünkü. Sadece şehri değil; insanı da.

Buradaki yakıcı paradoksu görüyor olmalısınız: Modernleşme, doğuşunu kentlere borçlu aslında: Kentleşme olmasaydı, modernleşme de olamazdı. Modernleşme, kentlerle varoldu; ama şehri de, şehrin tabiî çocuğu olan insanı da yok etti.

Burada kent ile şehri aynı anlamlara sahip bir fenomen olarak göremeyeceğimizi söylüyorum. Fakat Türkçe'de bu iki sözcüğü birbirinden ayrı anlamlarda kullanabilmemizi mümkün kılabilecek zengin ve karşılığı olan bir anlam dağarına ve haritasına sahip değiliz ne yazık ki.

Bunun öncelikli nedeni, kent'in bizim yaşadığımız derin bir tarihî tecrübenin ürünü olmaması: Kenti biz modernleşme serencamımızın bir sonucu olarak her şey gibi Batı'dan ithal ettik. O yüzden kent, Türkiye'de tutmadı; şehri de tuzla buz etti.

Peki, kent Batı'da tuttu mu peki? Tuttu ama insanı da yuttu bu arada. İnsansa kentte kendini de, kendi hakikatini de, hakikatin kendisini de unuttu tabiatıyla.

Modern kent, kalabalık yığınlardan oluşan insanın sürgün yeri gerçekte: İnsanın insan olabilmesi, kalabalıkların ortasındaki sürgün yerinde yitirdiği insanî özelliklerini hatırlayabilmesi için, kentten, kent sürgününden kurtulabilmesi şart.

Polis'ten metropolis'e, oradan megapolis'e kadar yaşadığı serüven, insanın kentin yerine yerli yerince yerleşebileceği yeni yerler, muhkem, sarsılmaz yerleşim alanları arayışına soyunmasına yol açtı: İşte adına sanal-kent veya sanal-âlem dediğimiz net-ro-polis, bu arayış çabasının bir sonucu.

Peki sanal-kent ya da net-ro-polis ne, nasıl bir yer? Kentin de öldüğü bir yer; yersiz-yurtsuzluk hâli. Bir kaçış mahalli. Kentin de, insanın da, hakikatin de, fizik gerçekliğin de buharlaştığı, sırra kadem bastığı bir göçebelik, tastamam bir göçüş, bir göçmüşlük labirenti.

Oysa şehir, bütün varlıkların, bütün hakikatlerin, bütün farklılıkların ve çeşitliklerin yaşanabildiği, tecrübe edilebildiği sürekli varoluş ve diriliş mekânı. Tanrı'nın müdahalesine her ân hazır, tabiatın yemişlerini devşirmeye her zaman hazırlıklı bir keşif ve mükâşefe aktörü: Şehir / medine, yalnızca Müslümanlara özgü bir varoluş, bir tekevvün mekânı.

Çünkü şehir / Medine, her şeyden önce peygamberlerin yurdu: Kutlu kitabımızda, bütün peygamberlerin şehirlere gönderildikleri açıkça vurgulanır: Çünkü şehir, âlemin, varlıklar âleminin özü ve özetidir: İnsan da, zübde-i âlemdir: lemin, kâinâtın, tabiatın ve bütün varlıkların dengesini korumak, sadece insanlar arasında, sadece inananlar arasında değil, bütün yaratılmışlar arasında mizanı, dengeyi, ölçüyü, adaleti temin ve tesis etmek ve teminat altına almakla mükellef kılınmıştır insan.

İnsan, varlıklar âleminin bir parçası olduğu ve varlıklar âleminde Allah'ın adaletini tesis etmekle yükümlü kılındığı için, insanın, inanan insanın başka insanlara da, başka varlıklara da, tabiata da zarar vermesi, diğer insanlar ve varlıklar üzerinde de, tabiat üzerinde de tahakküm kurması düşünülemez. İnsan bu yükümlülüğünü yerine getirdiği ölçüde hakîkî kul olur.

Bu nedenle Müslüman şehir, kendisine emanetin yüklendiği, emniyeti teminat altına almakla yükümlü kılındığı mesuliyetleri yerine getirdiği yer olabildiği ölçüde, insanı, inanmış insanı yansıtır: Tıpkı inanmış insan gibi, Müslüman şehir de mütevazidir; âdildir; güvenilirdir: O yüzden Müslümanların yurdu, darus's-selâm olarak adlandırılır.

İşte bu nedenledir ki, bugüne kadar farklı dinlere, kültürlere ve inançlara mensup toplulukların bir arada, sulh ve bütünleşme ortamı içinde yaşayabildikleri şehirleri Müslümanlar inşa etmiştir yalnızca: Sözgelişi, Osmanlı İstanbul'unun, Kudüs'ün, Saraybosna'nın, Kurtuba'nın, Kahire'nin, Bağdat'ın ve Şam'ın benzerleri başka medeniyetlerde görülememiştir. Farklılıkların tecrübe dilebildiği, farklılıklardan yararlanılabilen, farklılıkların farklılıklarını zenginlik ve derinlik olarak sunabildikleri şehirler yalnızca Müslüman şehirler olmuştur.

Ancak bugün Müslüman şehirler ne yazık ki, varlıklarını, canlılıklarını sürdürebilecek bir medeniyet ruhuna, medeniyet bilincine ve medeniyet iddialarına sahip olmaktan uzak oldukları için can çekişiyorlar.

Özetle, yeniden Müslüman şehirler inşa edemediğimiz sürece, dünyaya insana dair hiçbir şey söyleyemeyeceğimizi bilelim, derim.

Hiç yorum yok: