22 Şubat 2012 Çarşamba

Temellerin Duruşması Kitabından Notlar, Ahmet Kabaklı -1-


Balodan idam mekanına ziyaret

Münevver Ayaşlı 26 Ağustos 1926 gecesi, Ankara’da kendisinin de bulunduğu bir baloyu şöyle anlatmaktadır: “26 Ağustos gecesi hafızalardan silinmeyecek bir gecedir. Bu gece, izmir suikasti dolayısıyla idama mahkûm edilenlerin asılacağı gece idi ve Celâl Bey (Bayar), iş Bankasının kuruluş yıldönümü olduğu için Atatürk Orman Çiftliğinde bir ziyafet veriyordu. O gece Cavid, Şükrü ve Dr. Nazım Beyler asılmışlardı ve Dr. Nazım bey, Tevfik Rüştü Beyin bacanağı oluyordu. Tevfik Rüştü Bey, o gece büyük bir medenî cesaret göstermiş ve ziyafete katılmamıştı. O yıllarda Gazi’nin bulunduğu bir davete gelmemek bir cesaret işi idi. Gece yarısından sonra Kılıç Ali Bey, davette bulunanlara idam edilenleri görmek için idam yerine gitmeyi teklif etmiş ve hazirûnun önemli bir kısmı beraber gitmişlerdi. Ben gitmedim, daha doğrusu gidemedim.” (Tercüman, 21 Ağustos 1986)

Baloda başörtüsü ile dans edilir mi?

17 Ağustos 1928′de İstanbul’da bulunan Atatürk, Moda’daki deniz yarışlarını seyretmişti. Atatürk daha sonra Kalamış’da Belvü bahçesindeki baloya katılmıştı. Ahmet Banoğlu’nun Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı isimli kitabından bir hatıra:
“Atatürk, coşkun alkışlarla karşılandığı bahçede kendisi için hazırlanan masaya oturmuştur. Atatürk’ü yakından görmek için kendilerini dans yerine atan çiftler neşe içinde dönerlerken, başlarını alelade bezlerle örtmüş bazı kadınlar Atatürk’ün dikkatini çekmiştir. Atatürk dans etmekte olan İhsan Bey isminde bir doktorun kızını çağırarak şöyle demiştir:
‘Hanımefendi bu başörtünüzü çıkardığınız takdirde daha güzel olacağınızı tahmin ediyorum, isterseniz bir tecrübe ediniz’
Genç kız Atatürk’ün bu hitabı üzerine başındaki örtüyü çıkararak dansa devam etmiştir. Bundan sonra memnun olan Atatürk, bir kaç dakika sonra aynı genç kızla dans etmiştir.
Atatürk, başörtüsüyle dans eden öteki hanımlara da aynı tavsiyede bulunmuş ve bunun üzerine balodaki bütün kadınlar başörtülerini çıkarmışlardır.”

Güzel bacaklı hanımlar yarışması

Falih Rıfkı Atay’ın kaleminden bir anı: “Ankara’da iken bir gün, İngiltere büyükelçilerinden biri bana: ‘Şehriniz yabancı dolu, onlara ve kendinize neden golf yeri ayırmazsınız?’ demişti.
Sonra kendisi bir golfçüyü misafir olarak getirdi. Biz de parasız yatırıp kaldırdık. Şimdi Ankara’ya özel bir itibar kazandıran Golf Kulübü meydana geldi. Amerika’ya gittiğimde belediyelerin, halk için parasız golf yerleri yaptıklarını görmüştüm.”
Falih Rıfkı, bunları yazdığı sırada, ülkemizde yıllık milli gelir 50 doların altında, milletin yüzde sekseni elbise ayakkabı bulamaz, ülke açlar, işsizlerle, şehit, dul ve yetimleri ile dolu bir halde idi. Batılı hayata, yani lükse, içkiye, kadına, sefahata duyulan açlığı tatmin ihtiyacı, Batılılaşma dedikleri taklit hamleleri 1924′lerden itibaren memleket sathına hızla yayılıyordu.
İktidarın, Yunus Nadi’ye çıkarttırdığı “Cumhuriyet” gazetesinin 6 Eylül 1925 tarihinde verdiği şu haber de gönül verdiğimiz Batılılaşma hamlelerinden biriydi: “Memleketimizde ilk defa yapılan bir müsabaka” başlıklı haber şöyle devam ediyordu. “Evvelki akşamki Güzel Bacak müsabakasına dört hanım iştirak etmiştir.”

Atatürk’ün söyledikleri ve söylemedikleri

Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Utkan Kocatürk, “Biz de biliyoruz ‘Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” sözünün Atatürk’e ait olmadığını. Ama bunu söylersek bütün bir hekim camiası ayağa kalkar. Çünkü hekimleri okşayan bir cümle. Efendim bu Atatürk’ün değildir demek bana pek doğru gelmiyor” diyor.
Evet hemen her yere asılan ve pek de dikkat çekmeyen sözlerin önemli bir bölümü Atatürk’e ait değildi ama hepsinin altında da onun imzası vardı. Bunlardan en meşhuru da hiç kuşkusuz, Başbakan Turgut Özal’ın Amerika’da gerçekleşen by-pass ameliyatını büyük sıkıntıya sokan “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” sözüydü. Gerçi “İstikbal göklerdedir” sözünün de ondan kalır bir yanı yoktu ama herhalde herkese daha sempatik geliyordu. Arı İnan’a göre, “Sağlam kafa sağlam vücutta, bulunur” ve “Halkın sesi, hakkın sesi” sözleri de Latince kaynaklı sözlerdi.

Atatürk heykelini kullananlar

E-5 Karayolu’nun Tuzla kesiminde Atatürk büstü, heykel ve mask üreten fabrikanın sahibi heykeltraş Necati İnce, 1980′den yana iki binden fazla büst, beş binden fazla mask, iki yüzün üzende de heykel ve büyük anıt yapmıştı, İnce’ye göre, askeri darbeler dışında işlerin yolunda olduğu dönemler milli bayramlardı.
Piyasadaki talebin büyük bir kısmını karşılayan Necati İnce, güzel Sanatlar Akademisi giriş sınavlarından sıfır almıştı ama aslıda bunu söylemesine bile gerek yoktu. Çevreye şöyle bir bakmak yeterliydi.
Atatürk heykellerinin sağladığı avantajlar bunlarla bitmiyordu bette. Sözgelişi Necati İnce fabrikasının arsasını işgal etmişti ama kimse sesini çıkaramıyor ve üstat yılda yüz milyonu götürüyordu. Benzer bir durum da Levent’te yaşanmıştı. Belediyeye ait  yeşil alan üzerine kurulan Migros mağazası, alanın bir kısmını götürmüş, geri kalanına da bir başka mağaza kurulmak istenince çarşı esnafı harekete geçmişti. Bir seyyar çiçekçinin önerisi üzerine buraya bir Atatürk büstü dikiliyor ve yeni mağaza yapımı önleniyordu…

İki Atatürk suçlusu

A… ve K…, Atatürk’ü Koruma Kanunu’na muhalefet” ettikleri zaman, ikisi de 14 yaşını sürdürüyordu. Oysa ikisinin de böyle bir amaçlan yoktu.
A… savunmasında “Atatürk’ün resmi yağmurdan ıslanmıştı. Kurutmaya çalışırken yırtıldı. Gidip öğretmenden yeni bir Atatürk resmi istedim, başka bir suçum yok” diyor. K…. ise sanat Öğretimi gören bir çocuk. “Okul bahçesindeki Atatürk büstünü çok çıplak ve yalın buldum. O nedenle hem yüzünü makyajla biraz renklendirdim, hem de büstü giydirdim, ne var bunda?” diye savunuyor kendini.
Cumhuriyet gazetesinde 17 Mart 1987′de Suçlu Çocuklar Dosyası adı altında yayımlanan Jülide imzalı yazıda yer alıyor bu olay. A…. yargılanıp serbest bırakılıyor, K…. ise gerek karakolda geçirdiği gece, gerekse özenle büyüttüğü saçlarının kökünden kesilmesi nedeniyle bunalıma giriyor ve bir yıl kaybediyor. Jülide Gülizar, şu çarpıcı soruyu sormaktan kendini alamıyor: “Tabi  A…. ve K….’yı yargıç önüne çıkarıp da Atatürk Yasası’na muhalefetten yargılatanlar, bu ülkede Atatürk’ü ne duruma getirdiklerini, bu çocuklara kötü örnek olduklarını düşünmediler.

İngilizlere komik gelen 19 mayıs törenimiz

Önde gelen bir kamu kuruluşunun genel müdüründen dinlediğim bir anı:
“Yaklaşık üç sene önceydi. O sırada İngiltere’deydim. Bir gece televizyon seyrediyoruz. BBC’de bir program. Bir de baktık Türkiye’den söz ediliyor programın bir yerinde. Denizin ortasında bir kız çocuğu. Çocuk bir kayığın içinde ve kucağında da bir Atatürk büstü. Büst ile ayakta durmaya çalışan kız çocuğu, bir görünüp bir kayboluyor dalgaların arasında. Sonra, kamera kıyıyı gösteriyor. Devlet erkânı sahilde sıralanmış. Vali, belediye başkanı, komutanlar, herkes hazırolda. Neyse, tekne kıyıya yaklaşıyor ve kız çocuğu kucağındaki Atatürk büstü ile iniyor kayıktan. Devlet erkânı, komutanlar yine hazırol duruşunda. Meğer herkes o kız çocuğunun kucağındaki büst için selama durmuş. Ben BBC’nin neden böyle bir 19 Mayıs törenini ekrana getirdiğini düşünürken, “Dünyadaki Komik Olaylar programına Türkiye’den bir görüntüyle başlıyoruz,” sesi ile kıpkırmızı kesildiğimi hatırlıyorum. Oysa herkes kahkahalarla gülüyordu. İşte o zaman fark ettim bize doğal gibi gelen bu tür kutlamaların nasıl korkunç bir komediye dönüştüğünü…”

Dilde ve musikide inkılab olmaz

Devlet yönetim şekli, harf, islamiyet ve kıyafet gibi ciddi konularda inkılabları başarı ile yapan Atatürk, büyük uğraşlara rağmen  Türk dilinin sadeleştirilmesi  ve  Türk müziğinin avrupalılaşması  inkılaplarını  çok  uğraşlara rağmen başaramaz.  Ve  şu sözü tarihe geçirir: “İki şeyde inkılab olmaz: Dilde ve musikide”

Faşist örgütlenmeye benzetilen CHF

1931′lerin Amerikan Büyükelçisi J. C. Grew, hükümetine verdiği raporda, CHF’dan Recep bey’in Partisi diye söz ermekte ve aynen şunları yazmaktadır: “Aynı zamanda Halk Partisi’nin bir baştan bir başa yeniden örgütlenmesine girişildi. Eğer çıkardığım sonuçlarda yanılmıyorsam, bu yeniden örgütlenme, Halk partisinin Faşist ilkelere dayanan bir siyaset örgütüne döndürecek: Faşizmin Türkçesi ise Yeni Kemalizm olacaktır.”

Ismarlama yazar Falih Rıfkı

1950 yılında CHP yenilip Demokrat Parti iktidara gelince, bir gün Falih Rıfkı:
- Tahsin bey dostum. Ben ancak keyfimce, refah, lüks içinde ve el üstünde tutulmak için yazarım. Bundan sonra da öyle yazmaya devam edeceğim.
Nitekim, daha önce îttihatçılar’dan Cemal Paşa’nın övücüsü olan bu yazar, Milli Mücadele’den sonra Atatürk’ün en baş adamlarından olarak, İttihatçılara çok söğmüştür. 1950 den sonra muhalefette bir süre direndikten sonra DP’nin yanına geçmekte gecikmemiştir. 1960 ihtilâlinden sonra ise, generallerin meddahı ve pek tabii Bayar-Menderes takımı ve kuyruklar dediği Yassıada mazlumlarının düşmanı kesilmiştir.

Gazi’nin solan dikenli gülü

Dr. Reşit Galib, ihtirası ile olduğu kadar açık sözlülüğü ile de tanınmış bir Tek Parti devri ileri geleni idi. 1932′de Gazinin gözüne girmeyi başararak Millî Eğitim Bakanlığı’na kadar yükselmişti. Zaman zaman doğru ve açık konuşmaları bazan Atatürk’ün de hoşuna gidiyordu. Atatürk onun kendisine bile yönettiği tenkidleri, belki gençliğine, çocukluğuna veriyor, bir fantazi sayarak bağışlıyordu.
Fakat Reşit Galib, bir gün, fantazinin dozunu kaçırdı. Burhan Felek’in 22 Haziran 1980 tarihli Milliyet’e anlattığına göre, bir gün, gerçekten cür’et sayılabilecek şöyle laf küstahlığına kalkıştı:
“Atatürk merhum, bir içki sofrasında hoşuna giden bir artist kadına 15 bin liralık bir çek imza ederken Reşit Galip Bey, Atatürk’e, “Paşam! Bu para merhum pederinizden mi size kaldı?” diye soracak olmuş.
“Tabiî sofradan kovulmuş, fakat çek de imzâlanmamıştı. Atatürk, bu kendi yetiştirdiği gül fidanının dikeni ile yaralanmış olmasını hiçbir zaman affetmedi ve Reşit Galip Bey, menkûp bir gözdenin uğrayacağı her türlü tatsız akıbetlere uğradı ve sanırım veremden öldü. Acırım bu Cumhuriyet devrinin bu fevkalâde zeki devlet adamına. Ama talih onu Atatürk gibi bir kayaya çarparak parçalanmaya mahkûm etmişti. Alınyazısı değişmiyor.”

Bir kinin sevgiye dönüşü!

Hikayeci Sabahattin Ali’nin eğri bir çizgisi var. Başlangıçta, şeflere (Atatürk ve İnönü) ağır hicivler yazdıktan sonra başına gelmedik belâ kalmamıştır. Fakat zamanla göze girmenin yolunu o da riyada bulmuştur. Onun hikâyesi şövle:
Tek Partinin ilk yıllarında yazdığı bir manzume de: “Hâlâ taparlar mı koca terese? İsmet girmedi mi hâlâ kodese?” mısralarıyla Gazi ve İnönü’ye hakaretler eden Sabahattin Ali soluğu Sinop Hapishanesinde almıştı.
Gençliğinde yazdığı bu hiciv yüzünden tökezlenmiş olduğunu bildiği için hemen yön değiştirmişti. Sinop hapishanesinden çıktıktan soma Gazi için bir şiir yazmış, bağışlanmış, Milli Eğitim Bakanlığı’nda görev almıştı. Sabahattin Ali’nin bu övgüsünde şöyle mısralar bulunmaktadır:
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran
Seni çıkarsam ömrüm başlamadan biliyor.
Kısacası ömrümü verdim Ulu Gazi’ye
Gönlümde şimdi yalnız onun aşkı yalıyor.

Siyasi menfaatle dönen bir bestekar

CHP’nin iktidar olduğu dönemde, kurulu düzeni, Atatürk’ü, İnönü’yü öven şiirler yazan Ali İzzet, demokrasiye geçtiğimizde hemen o dönemi yeren mısralar yazıvermiştir. Bir örnek verelim:
Atatürk, İnönü gelmese idi
Camiler mescitler kilise idi
Azimkar kahraman bir kimse idi
Öğretti bizlere irfan Atatürk.
Halk Partisi çöküp Demokratlar gelince de şunları söylemiştir:
Kral öldü, put kırıldı
Halâs olduk cehaletten
Zulmün sarayı yıkıldı
Kurtulduk biz esaretten.
Çıktı Mehdi demokrasi
Zâlimin kesildi sesi
Allahüekber nidası
Bugün indi semâvattan.
Şu taban tabana tezat teşkil eden mısrâların yazarı, “Mühür gözlüm seni elden Sakınırım, kıskanırım” diye başlayan türkünün de bestekârı olan halk âşığı Ali izzet Özkan’dır.


Hiç yorum yok: