27 Mayıs 2012 Pazar

Kurtuluş Savaşı Efsaneleri-Kurtuluş Savaşı Masalı ve Kahramanı -Kurtuluş Savaşı (Hasta Adamdan Hasta Millete) -İngilizler Geldikleri Gibi Gitmediler - Serdar Kaya



Milli Mücadelenin en önde gelen isimlerinden biri olan Rauf Orbay’ın, “Bu milletin övüneceği bir tek Kurtuluş Savaşı var, anılarımı yazıp onun da tadını kaçırmayayım” dediği rivayet edilir. Rauf Bey tam olarak neleri kast etmiştir, bilmek zor. Ancak 1919 ila 1922 arasındaki dönemin, Türkiye’nin yakın tarihin pek çok noktasında rastlanılan çirkinliklerin hemen hepsini içerdiği rahatlıkla söylenebilir.
Tek Adam
İnsanları herşeyin bir Tek Adam’ın eseri olduğuna inandırmak istiyorsanız, Milli Mücadelenin 19 Mayıs’tan birkaç ay önce başlamış olduğu ve Ali Fuat Cebesoy ya da Kazım Karabekir gibi askerlerin bu tarihten önce Anadolu’ya geçmiş oldukları gibi gerçekleri gizlemeniz ve “19 Mayıs’ta Samsun’a ayak basma” üzerinden yeni bir milat kurgulamanız gerekir. Buna ek olarak, mücadele içindeki diğer önemli aktörlerin oynadıkları rolleri sistemli olarak küçük göstermek de şarttır. Hatta bu aktörler arasında Tek Adam’a kimi konularda muhalefet etme cüretinde bulunanlar varsa, bu kimseleri (rakiplerini aynı karede yer aldığıfotoğraflardan sildiren Stalin misali) hem geçmişten hem de bugünden silmek, hatta kimi durumlarda bu kadarıyla da yetinmeyerek “en hain dimağ” ilan etmek icap eder.
Bu konuda atılacak ikinci kritik adım ise, geçmişe dair anlatıyı kurgularken, sadece süper kahramanın ayak izlerini takip etmek ve onun bulunmadığı yerlerde eş zamanlı olarak yaşanan diğer gelişmeleri tamamen değerlendirme dışı bırakmaktır. Mesela o tarihte Anadolu’nun pek çok yerinde çeşitli kongreler düzenlenmekte olabilir. Ama süper kahraman ilk olarak Erzurum Kongresi’ne katıldıysa, 19 Mayıs “milad”ının hemen arkasına bu kongreyi koymak icap eder. Erzurum Kongresi’nin aynı çerçevedeki dokuzuncu kongre olması ya da düzenlenmesinde Tek Adam’ın herhangi bir belirleyici rol oynamamış olması, bu noktada önemli değildir.
Ancak, sadece Tek Adam’ın ayak izlerini takip etmek de zaman zaman tehlikeli olabilir. Örneğin, hayatına dair, Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan ile evlenme talebinde bulunması, ancak bu talebin reddedilmesi gibi “nahoş” gerçeklere yer vermek, kahramanın karizmasını zedeleyebilir. Aynı şekilde, Anadolu’da direnişin örgütlenmeye başlandığı dönemde İstanbul Hükümeti’ne girmeye ve harbiye nazırı olmaya çalışması gibi girişimlerini mevzu etmek de kurguyu zedeler. Dahası, bu gibi şeyler, insanların zihninde, vatan hizmeti değil, makam arayışıpeşinde olan bir karakter intibaı doğurur.
Tek Millet
Her türlü Tek Adam kurgusu, ancak bir kitleye hitap ettiğinde anlam kazanır. Dolayısıyla, Tek Adam kurgusunun işlevsel olabilmesi için, buna ek olarak bir Tek Millet mühendisliğinin de yapılması gerekir.
Tek Millet inşasının Kurtuluş Savaşı özelindeki anlamı, bir liderin etrafında kümelenen ve onun izinde giderek düşmanı denize dökmeyi başaran bir millet kurgusunun telkinidir. Kazmasını küreğini kaparak vatan müdafaasına koşan erkekler ya da cepheye sırtında mermi taşıyan kadınlar gibi imgeler, bu ortak geçmiş kurgusunun ilk akla gelen öğeleridir.
Tıpkı Tek Adam kurgusu gibi, ortak geçmiş kurgusu da çarpıtılmış bir tarih algısına muhtaçtır. Dolayısıyla, direnişi halkın ya da Tek Adam’ın değil, İttihatçıların örgütlemiş oldukları gerçeği burada biraz sırıtır. Halkın İttihatçıların kendilerini mücadeleye zorlamalarından bıktığını, akla gelen hemen her türlü suçu işleyen kuvayı milliye çetelerinden ise adeta yaka silktiğini söylemek ise, bütün kurguyu alt üst eder. Zira gerçekte,halk, akıbeti meçhul bir mücadeleye destek olma konusunda son derece gönülsüzdür. Dahası, bu dayatma ve suçlardan bıkan halk, Yunanları beklemekte, çünkü asayişin ancak bu sayede temin edilebileceğini düşünmektedir. Bu bekleyiş çerçevesinde, terziler Yunan bayrakları dikmeye başlamış, Batı Anadolu’nun pek çok yerine Yunan bayrakları asılmıştır.
Sonsöz
Bu gibi gerçekler ekseriyetle eğitimli insanlar için şaşırtıcıdır. Zira köyünde oturan ve sadece huzur ve emniyet arayışında olan (ve o gün itibariyle henüz kendini Türk olarak dahi görmeyen) insanların, sırf Türk milliyetçisi İttihatçılar yeni bir macera başlattı diye sorgusuz sualsiz buna katılacağını düşünmek, ancak belli bir formasyondan geçmiş olmakla mümkün olabilir. Bu formasyon, herkesi eşitleyen ulus-devlet formasyonudur. Kitlelere hitap ettiği için, anlatısı gayet basittir:Herkes bu ülke için Tek Adam’ın arkasında savaşmış, herkesin ninesi sırtında cepheye mermi taşımıştır. Ya da: Hiç kimsenin dedesi Yunan bayrağı asmamış, hiç kimse savaştan kaçmamış, hiç kimse zorla savaşmamış, ve dahi hiç kimsenin çeteci dedesi, hiç kimsennin çeteci dedesi, hiç kimsenin ninesine tecavüz etmemiştir.

Kurtuluş Savaşı Masalı ve Kahramanı


2006 yılının Ekim ayında, Flags of our Fathers adlı bir Clint Eastwood filmi gösterime girdi. Film, II. Dünya Savaşı’nın sonlarında ABD’nin Japonlara ait olan Iwo Jima adasına yaptığı başarılı çıkartmayı ve Amerikan hükümetinin adanın ele geçirilmesini bir propaganda unsuru olarak kullanmasını konu alıyordu.
Filmin gösterime girmesinden tam iki ay geçtikten sonra, bu kez de serinin Letters from Iwo Jima adlı ikinci filmi izleyicilerle buluştu. Ancak bu ikinci film, ilkinin devamı değildi. Hatta, ilk filmin bir tekrarıydı. Şöyle ki, ikinci film, aynı olayı bu kez de Japonların safından, Japon askerlerinin perspektifinden aktarıyordu. Bu şekilde, sırf bu özelliği nedeniyle bile izlemeye değer olan, hayat dersleriyle dolu iki filmlik bir yapım ortaya çıkmıştı.
Bu iki filmle ilgili olarak, Engin Ardıç, 13 Şubat 2007 tarihindeAkşam gazetesinde yayınlanan “Sıkar mı?” başlıklı yazısında, Türk sinemacılarının Kurtuluş Savaşı’nı bir de Yunanların açısından ele alacak bir film çekip çekemeyeceklerini sorguladı. Bu, önemli bir soruydu. Çünkü, farklı perspektifler sunan ve insanları daha esnek düşünmeye yönelten çalışmalara Türkiye’de rastlanmadığına ve bunun önemli bir eksiklik olduğuna işaret ediyordu. Hep aynı filmin farklı versiyonlarını izlemeye alışmış olan bir toplum için haksız bir uyarı da sayılmazdı.
Milli Tarih, Milli Masal

Tarih bilimi, (en azından somut seviyede) geçmişteki olayların neden yaşandığını anlamaya ve açıklamaya çalışmak için var. Bunu yapabilmek ise, herşeyi tarafsız bir bakışla ele almayı gerektiriyor.
Ancak Türk milli eğitim sisteminin Milli Tarih müfredatına baktığımızda, çok daha farklı bir anlayışla karşılaşıyoruz. Bu anlayış, “Türk milleti”ni merkeze koyuyor ve “dostu düşmanı tanımak“, “geçmişteki hataları tekrar etmemek” gibi militer amaçlardan söz ediyor. Amaçlar baştan bir kez bu şekilde belirlenince, neticede öğretilen ve öğrenilen şey de tariholmuyor. Yapılan, homojen bir Türk milleti kurgulamak ve bu kurgu üzerinden Türkler (iyiler) ile diğerleri (kötüler) arasında yaşanan savaş ve mücadelelere dair bir anlatı sunmak.
Böyle bir anlatının ilk göze çarpan özelliği, her dönem ve her vaka için gerçeği yansıtmasının pek mümkün olmaması. Dolayısıyla, bu yaklaşımda ısrar etmek, kimi bilgileri sistemli olarak öğrencilerden gizlemeyi, gizlenemeyenleri ise çarpıtmayı gerektiriyor. Bu durumun gözlendiği tipik örneklerden biri de Kurtuluş Savaşı.
Milli Tarih, Kurtuluş Savaşını, “vatanımıza saldıran düşmanları el birliği ile kovarak Anadolu’yu kurtarma” çerçevesinde sunuyor. Halbuki 1919 ila 1922 yılları arasında yaşanan bu değildi. Bu, olsa olsa masalsı olarak nitelendirilebilecek bir anlatı. Ne var ki, bu halen yaygın bir şekilde inanılan ve gerçekliği pek sorgulan(a)mayan bir masal.
Sonsöz
Türkiye’de objektif bilgiye ve farklı perspektiflere erişim daha yeni yeni mümkün hale geliyor. Kurtuluş Savaşının Yunanlar için ne anlam ifade ettiğini merak etmek dahi bugün itibariyle Türkiye için yeni bir şey. Dahası, Türkiye’de Kurtuluş Savaşı konusundaki yaygın perspektif, olayın iki tarafından sadece birinin perspektifi olabilmekten bile uzak. Yani söz konusu olan “Türkler”in perspektifi değil. İttihatçıların perspektifi de değil.
Bugünkü yaygın anlatı, 1922′den itibaren Kurtuluş Savaşının önde gelen simalarının birer birer susturulmalarının ardından, birTek Adam‘ın iki dudağı arasından çıkanlarla şekillendi. Yani, bu onun masalı. Ve o da, böyle bir masalın kahramanı.
(Devam edeceğim…)
Utanmaz İngilizler Notu: Milli Tarihçilerimizden biri geçtiğimiz günlerde İngilizlerin İstanbul’u işgal ettiği dönemi hikaye ederken, “Ülke en utanmazcasına paylaşılmaktadır” gibi bir ifade kullandı. Söylediğine göre, o vakitlerde Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı kaybedilmiş; ülke “en utanmazcasına paylaşılmakta”ymış; tek umut da Kemal Paşa’ymış. Bir ülkenin profesörlerinin böyle ifadeler kullanmaları da, bu ifadelerin pek kimseye tuhaf gelmemesi de, o ülkede hakim olan tarih algısının niteliği konusunda çok şey söyler. Kaldı ki, bu profesörün Uluslararası İlişkiler ihtisası da var. Demek ki bu konuda bildikleri, ona İngilizlerin çok utanmaz kimseler olduklarını söylüyor. Koskoca disiplin adına bir ilk olmalı. Herhalde insan bir memleketi paylaşacaksa bile, en azından efendice paylaşmalı. Ama bu İngilizlerde utanmak sıkılmak da yok, “en utanmazcasına” paylaşıyorlar! Bir de dünya savaşını kazandı diye hemen tutup mağlup devletin başkentini işgal etme konusu var… Bu da herhalde tarihte bir ilk olmalı. Ya da, ben duymadıysam herhalde öyledir.

Kurtuluş Savaşı (Hasta Adamdan Hasta Millete)


Takriben 20 yıl kadar evvel atv’de yayınlanan bir programda görüşlerine yer verilen tarihçiler, Mustafa Kemal‘i Vahdettin‘in Samsun’a gönderdiğini söylemişler ve Bandırma Vapuruhakkındaki yaygın efsanelerin gerçek dışı olduğunu ortaya koymuşlardı. O dönemde herhangi bir televizyon programında akil addedilen insanların Mustafa Kemal hakkında değil eleştiride bulunmaları, popüler olmayan bir değerlendirme yapmaları dahi alışılmadık bir şeydi. Dolayısıyla, programı izleyen milyonlarca insan ciddi bir şaşkınlık yaşadı. Dahası, tarihçilerin verdikleri bilgiler, onyıllardır bu konularda anlatılagelenlerin gerçek dışı olduğu anlamına gelmekle kalmıyor, pek çok yeni soruyu da beraberinde getiriyordu:
Cumhuriyet, acaba neden onyıllardır bu konularda halka yalan söyleyip durmuştu? Amaç herşeyi tek başına planlayan bir kurtarıcı efsanesi üretmek miydi? “Kurtarıcı”nın yola çıkmadan önce padişahla görüşmüş (ve hatta ondan emir almış) olmasının bu kurguyu tehdit edeceği mi tahmin edilmişti? Bandırma Vapuru’nun zar zor yol alan, pusulası bozuk bir gemi olarak sunulması, senaryoya dramatik derinlik kazandırma amacıyla düşünülmüş bir “hoşluk” muydu? Bu yalanlar tam olarak ne zaman başlamıştı? Mustafa Kemal hayatta iken de olaylar halka böyle mi anlatılmıştı? O hayatta iken de ders kitapları yaşananları çocuklara bu şekilde mi aktarmıştı? Şayet öyle olmuş ise, nasıl bir liderle karşı karşıyaydık? O ya da onun adına hareket edenler bize başka ne yalanlar söylemişti?
İki Psikolojik Savunma
Bu gibi sorular, bugün için gayet sıradan. Ama böyle sorular, o dönem itibariyle yüzleşilmesi zor olan gerçeklere atıfta bulunuyordu. Bu şartlar altında, psikolojik savunma mekanizmaları derhal devreye girdi.

Birinci yaygın psikolojik savunma
, (herhangi bir kişi ya da olayı tamamen iyi olarak görme eğilimi anlamına gelen)idealizasyondu. Mustafa Kemal’i mutlak iyi olarak kodlamaya karşılık gelen bu bakışa göre, onun yaptıkları ve ona olan borcumuz yanında bu gibi detayların lafının dahi edilmemesi gerekirdi.
Psikoloji bilimi bu tavrı bir tür kişilik bozukluğu olarak görüyor. Bir örnekle izah etmek gerekirse, idealizasyonun çocuklarda görülmesi gayet doğal. Çünkü, çocuklar, insanların ya da olayların karmaşık yapısını henüz gerektiği ölçüde idrak edecek kapasiteye sahip değiller. Bu nedenle, herhangi bir gerçekliğin aynı anda hem iyi hem de kötü yönlere sahip olabileceğini fark edemeyebiliyorlar. Bu durumun yetişkinlerde görülmesi ise, bir gelişememişliğe, olgunlaşamamışlığa işaret ediyor.
İkinci yaygın psikolojik savunma ise inkardı. Psikoloji bilimi, inkarı ise, patolojik bir durum olarak kabul ediyor. Çünkü kişinin, önüne deliller konduğunda dahi gerçekleri reddetmesi, gerçeklikle bağının ciddi derecede kopmuş olduğu şeklinde yorumlanıyor.
Sonsöz
Aradan geçen (takriben) 20 yıllık bir dönemden sonra, Türkiye halkı halen bu anomalilerden kendisini kurtarabilmiş değil.Kurtuluş Savaşı‘ndan Mustafa Kemal‘e, II. Abdülhamid‘denErmeniler‘e dek çok sayıdaki gerçeklik hakkındaki yaygın kanaatler, zihinlerde taşınan, ama gerçekliğe tekabül etmeyen imgelerle şekilleniyor. Alışılmadık bilgi ve argümanlara verilen tepkiler dahi, halen rasyonel değil psikolojik.
Örneğin, geçtiğimiz haftalarda Milli Mücadele döneminde halkın kuvayı milliye çetelerinin işlediği suçlardan bıktığını, asayişin temin olunacağı ümidiyle Yunanları beklediğini ve Batı Anadolunun pek çok yerine Yunan bayrakları astığını yazmıştım. Bu gerçeklere, iki tür itiraz geldi. Birinci grup itiraz, Yunan bayraklarını olsa olsa gayrimüslimlerin asmış olabilecekleri yönündeydi. İkinci grup itiraz ise, herşeyi toptan inkar etme eğilimindeydi. Ve tabii her iki itiraz da bilgiye dayanmıyordu.
Halbuki bu gerçekleri pek çok kaynaktan teyit etmek mümkün. Mesela, Falih Rıfkı AtayÇankaya adlı klasikleşmiş kitabında şunları yazıyor: “Albay Bekir Sami, Akhisar’a geldiği vakit hemen askerlik dairesine gider. Yapayalnızdır. Bir odada bir kişi. Dışarda sekiz on kişi. Sert, disiplinci Albay şaşalamıştır. Pencereden bakınca eğerli atını görür. Koca kolordu bir kişiye inmiştir. Kimsenin asker olmaya hevesi yok. Herkes subaya ve üstlere karşı. Jandarma bölüğünden kaçan kaçana. Birçokları da Uşak’a doğru göç yolunda. “Bandırma’dan Balıkesir’e geldik. Bütün istasyonlara Yunan bayrağı çekilmişti. Herkes Yunanlıyı bekliyordu. Eğer Yunanlı gelirse malını canını emniyete alacağı kanısında idi. Terzi dükkanları Yunan bayrakları dikiyordu.””
Görüldüğü gibi, herşey gayet açık. Peki fikirler hemen değişecek mi?
Hayır. Çocukça tepkiler gelecek.
İngilizler Geldikleri Gibi Gitmediler
I. Dünya Savaşı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun (Almanya’nın desteğiyle) Sırbistan’a saldırmasıyla başladı. Bu olayı takip eden birkaç gün içerisinde, Almanya (sırasıyla) (1) Rusya’ya savaş ilan etti, (2) Lüksemburg’a saldırdı, (3) Fransa ve Belçika’ya savaş ilan etti, ve (4) Belçika’ya saldırdı.
İttihat ve Terakki hükümeti neredeyse ilk günden itibaren savaşı başlatan bu iki saldırgan ülkenin yanında yer aldı ve çok geçmeden onların müttefiki oldu. Ancak olaylar saldırgan ülkelerin umduğu gibi gelişmedi. Zira Britanya-Fransa-Rusya ittifakının bu saldırılara karşı koyuşuyla birlikte taraflar arasında büyük bir savaş başladı. 1917′de ABD’nin de katılımından sonra ise, ibre tamamen saldırgan ülkelerin aleyhine döndü.
Çanakkale Savaşı
İngilizlerin Çanakkale’ye gelmeleri, I. Dünya Savaşı’nın başlamasından takriben altı ay sonra gerçekleşti. Ancak bu gelişme bir sürpriz olmadığı gibi, (yukarıdaki çerçeve dahilinde düşünüldüğünde) eleştirilmeye çok müsait bir konu bile değil. Zira düşmandan “eski yerleri” alma ümidiyle bir maceraya atılmanız ve sağa sola saldıran ülkelerle ittifaka girmeniz durumunda, savaş ilan ettiğiniz ülkelerin (ya da müttefiklerinin) hiçbir şey yapmadan bütün olan bitene seyirci kalmalarını bekleyemezsiniz.
Dolayısıyla, olayları “Çanakkale’ye gelen küstah İngilizler” bağlamında aktaran resmi anlatı çok anlamlı değil. Böyle bir anlatı, olayları ait oldukları çerçeveden çıkararak ben-merkezci bir tavırla yeniden inşa ediyor. “Ben savaş ilan edersem sorun yok, ama başkası karşılık verirse haddi değildir” şeklinde özetlenebilecek olan bu ben-merkezci tavrı, “Çanakkale’ye gelen kafirler” ya da “Çanakkale’ye gelen emperyalistler” gibi ifadelerde de görebilmek mümkün.
Burada söz konusu olan, insanların, düşman belledikleri grupların kimliklerini ötekileştirmeleri ve bu ötekileştirmeyi siyasi meşreplerinin tesiri altında kalarak yapmaları. Ancak böyle bir yaklaşım, sadece aktörlerin değil, olayların da gerçekte olduklarından farklı şekillerde algılanmasına neden oluyor. Örneğin, Çanakkale ya da Kurtuluş Savaşı’nın kimilerinceTürklük, kimilerince İslam, kimilerince ise emperyalizmle mücadele adına verilmiş bir savaş olarak görülmesi, bu türden kurgusallıkların bir sonucu.
İstanbul’un İşgali
Türkiye’de hakim olan tarih anlatısı, ihtişamlı bir imparatorluğu yitirmiş olmanın doğurduğu travmanın tesiri altında şekillenegeldi. Tarihte yaşanan savaşların ve işgallerin nedenlerini sadece ülkelerin sınırlarını genişletme arayışlarına indirgeme eğiliminde olan bu anlatı, “Türkler”in tarihin herhangi bir noktasındaki durumunu dahi o dönem itibariyle kurulu bulunan “Türk” devletinin sınırlarının genişliği ile ölçüyor. Ne var ki, böyle bir tarih algısı ile (özellikle yakın döneme dair) tarihi gerçeklikleri doğru bir şekilde anlamlandırabilmek mümkün değil.
Bu şekilde yanlış bir çerçevede anlamlandırılan olaylardan biri de, I. Dünya Savaşı’nın ardından İstanbul’un İşgali. Şöyle ki, bir savaşın sonunda, kazanan tarafın kaybeden ülkenin başkentini (ya da kimi stratejik noktalarını) işgal etmesi, zorunlu olarak ilgili devletin topraklarını ele geçirme amacı gütmez. II. Dünya Savaşı sonunda ABD’nin Almanya’yı işgali örneğinde de görülebileceği gibi, bu türden işgaller, kazanan tarafın, anlaşma koşullarını (yani savaş sonrası durumu) karşı tarafa kabul ettirme adına daha belirleyici bir konumda olmak istemesinden ileri gelir. Dolayısıyla, “İstanbul’u işgal eden küstah İngilizler” söylemi de aynı derecede anlamsızdır.
İngilizler durup dururken İstanbul’u işgal etmediler. Önce, I. Dünya Savaşı’nı başlatan saldırgan ülkeleri yendiler. Ardından, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkesi ile, Osmanlı Devleti ile aralarındaki savaşı resmen sona erdirdiler. Sonrasında da, savaş sonrası durumu netleştirme amacıyla, (Mondros Ateşkesi’nde Osmanlı Devleti’nin kendilerine tanıdığı yetkiye dayanarak) İstanbul’a geldiler. Amaçları meçhul değildi. Musul ve Boğazlar gibi konularda çıkarları, Kürtler ve özellikle de Ermeniler konusunda hassasiyetleri vardı. Ancak Anadolu’yu paylaşmak ya da “Türk yurdu olmaktan çıkarmak” gibi bir hedefleri yoktu.
İngilizler, Lozan Anlaşması’ndan sonra İstanbul’u terk ettiler. Ama geldikleri gibi değil, istediklerini (büyük ölçüde) alıp öyle gittiler. Yoksa Ankara Hükümeti İngilizlerin İstanbul’da daha fazla kalmalarını engelleyecek herhangi bir yasal hakka da, caydırıcı güce de sahip değildi.
(Konuya, Sevr Anlaşması ile devam edeceğim.)

Hiç yorum yok: