Galiçya ve Yemen gerçeği
Osmanlı ordusu Birinci Dünya Savaşı sırasında Galiçya'ya Almanya'nın ısrarıyla gitti.
Osmanlı ordusu Birinci Dünya Savaşı sırasında Galiçya'ya Almanya'nın ısrarıyla gitti. 7 bin Türk askerinin öldüğü Galiçya Türkiye'ye ait değildi. 2 bin şehit verilen Yemen de aslında çoktan gözden çıkarılmıştı. Tartışma 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan'ın "Mehmetçiğin kanını Galiçya'da, Yemen'de akıttık. Niçin akıttığımızı hâlâ soruyoruz" demesiyle başladı. Irak'a asker gönderilmesi gündemdeyken söyleyen sözlerin anlamı açık: Orada ne işimiz var!
ABD'nin 'Asker gönderin' çağrısına olumlu yanıt verilmesini savunanlar açısından 'pişmiş aşa su katmak'tı Doğan'ın açıklaması.
Irak'a hiçbir şekilde bulaşılmaması gerektiğini savunanlar açısından ise 'tarihi uyarı!'
Açıklamanın ardından bazı yazarlar komutanı açıktan hedef alan değerlendirmeler yaptılar. Orgeneral Çetin Doğan tarih bilgisinden nasibini almamışlıkla bile suçlandı.
Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı'ndan yenilgiyle çıktıktan sonra hem mebusan hem ayan meclisleri bünyesinde 'Tahkikat Komisyonları' kurularak savaşın sorumluları arandı. Enver ve Talat Paşa ülkeyi terk etmişti. İfadesi
alınan kişiler sorumlu mevkiler işgal ettikleri halde aslında gelişmelerden onların verdiği bilgi kadar haberdar olan insanlardı. Bunlar içinde İttihat Terakki'nin yönetim kadrosundan Halil Bey'in sözü ilginçtir: "Ne yapalım oldu bir defa. Takdir-i ilahi böyleymiş."
Türk-Alman ittifakının imzasının gündeme geldiği ve Sadrazam Sait Halim Paşa'nın yalısında yapılan toplantıda "Alman elçisi kapıda bekliyor, herife ayıp oluyor yahu. Adam söylenmeye başladı. İmzalayalım şu anlaşmayı, alsın çıkıp gitsin" diyen kişidir Halil Bey.
Toplam 'zayiat' 1 milyon 50 bin
Baron Von Vangenhaym'ın alıp gittiği anlaşma sonucu 1914'ten 1918'e silah altına alınan 2 milyon 900 bin askerden 400 binini şehit verdik. Kayıplarla birlikte 'Türk zayiatı' 1 milyon 50 bini buldu. Savaşın ortasında Rusya karşısında gerileyen Alman Genelkurmayı'nın ısrarıyla Türk askerinin Galiçya'ya gönderilmesi gündeme geldi. Galiçya, Vistül, San ve Buğ nehirlerinin suladığı Orta-Güney Polonya'ya verilen ad. Yani tarihen Prut'a kadar çıkmış oradan kuzeye yönelmemiş Türk askerinin yabancı olduğu topraklar.
Savaşın başlangıcında bu coğrafyada gözü olan Rusya tarafından işgal edildi Galiçya. Resmen Avusturya'nın eyaletiydi. Halkının çoğunluğu da Cermen asıllıydı. Alman-Avusturya birliklerinin harekete geçmesiyle Ruslar önce geri çekildiler ancak daha sonra tekrar geldiler. Alman 'Güney Ordusu' Birinci Dünya Savaşı'nın en kanlı direnişlerinden birini sergiledi burada. 15. Kolordu Türkiye'den geldiğinde Almanlar tükenme sınırındaydılar. Üstelik Berlin batıda da İngiliz-Fransız ordusuyla savaşıyordu. Savaş kabiliyeti Çanakkale'de denenmiş 15. Kolordu Galiçya'da Alman Güney Ordusu Komutanlı'ğının emrinde en ileri hatta görev aldı. Başında Cevat Çobanlı Paşa vardı. Kolordunun üç büyük çarpışmada 7 bin kayıp verdiği biliniyor.
Ve Galiçya macerası askeri tarihçiler tarafından "İttihat Terakki'nin cahilce aldığı bir karar" olarak hatırlanıyor. Mareşal Fevzi Çakmak'ın değerlendirmesi açık: "Bu kuvvetler İzonzo'da kullanılsa faydalı olurdu. Zira İtalyanlar Türkiye'yi bölüşmek için muharebeye girmişlerdi. Alman birlikleri tarafından perişan edilen İtalyan ordusu Türk kuvvetleri tarafından savaş dışı bırakılarak Almanya'ya asker tasarrufu yapma imkânı verirdi. Bu olmazsa birliklerin Klikya ve Halep bölgesinde kullanılması uygundu. Galiçya'ya Başkomutanvekili Enver Paşa'nın isteğiyle gidildi."
Daha 1. Dünya Savaşı başlamadan Osmanlı için 'gözden çıkarılmış toprak'tı Yemen. 1905'te çevresi İmam Yahya'ya bırakılmış ama buna rağmen şeyh tatmin edilememişti. Zeydi mezhebine mensup Müslüman nüfus Halife'nin Paygamberin ailesinden biri olması gerektiğine ve Osmanlı hükümdarlarının bu vasfı bulunmadığı için hilafetlerinin muteber olmadığına inanıyordu.
Yemen orduyu bezdirdi
İmam unvanıyla Yemen'i paylaşmış olan üç şeyh de Osmanlı'yı 'para sızdırmak' için kullanıyor ancak geleceğe ilişkin planlarını İngilizlerle yapıyorlardı. Şeyhlerin en güçlüsü İmam Yahya, Osmanlı'ya karşı cihat ilan ettiğinde 2. Abdülhamid tahttaydı ve Babıâli onu yatıştırmak, Yemen'i hiç değilse görünüşte Osmanlı devletinin sınırları dahilinde tutabilmek için ardı ardına anlaşma teklifleri sunmaktaydı. 1911'de İzzet Paşa, İmam Yahya'ya bir anlaşma imzalatmayı başardı. Ancak 1912'de Türk-İtalyan savaşı başlayınca bu anlaşmanın hükümleri kâğıt üzerinde kaldı. 1918'de Türk kuvvetleri Yemen'i tamamen terkedip yönetimi İmam Yahya'ya devrettiler.
On beş yıl süren Yemen mücadelesi kadar Türk ordusunu bezdiren bir savaş olmadı.
Araplar açıktan çatışma yerine birliklerin erzak ambarlarını, su depolarını yağmalayıp tahrip ederek, savaştılar. Deve kervanlarıyla nakledilen savaş malzemelerini çalıyor, sonra bunları Türk komutanlara satmak için pazarlık yapıyorlardı. Şeyhleri isyan düşüncesinden uzak tutmak için dağıtılan altın liranın-son zamanda İngiliz altını olmazsa almıyorlardı-toplamı milyonlara ulaşıyordu.
Sonuçta Yemen'de sadece 1914-18 döneminde 2 bin şehit verdik. Bize de sadece acıları hatırlatan türküler kaldı.
Çerçeve
Yemen Türküsü
Havada bulut yok, bu ne dumandır?.
Mahlede ölüm yok bu ne şivandır?
Şu Yemen illeri ne de yamandır?
Ah o Yemen'dir, gülü dikendir,
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Burası Huş'tur, yolu yokuştur,
Giden gelmiyor, acep ne iştir?
* * *
Kışlanın önünde redif sesi var,
Bakın çantasında acep nesi var?
Bir çift kundurası bir de fesi var,
Ah o Yemen'dir, gülü dikendir,
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Burası Huş'tur, yolu yokuştur,
Giden gelmiyor, acep ne iştir?
* * *
Kışlanın önünde geziyor kazlar,
Elim, kolum ağrır, yürgeğim sızlar,
Yemen'e gidene ağlıyor kızlar
Ah o Yemen'dir, gülü dikendir,
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Burası Huş'tur, yolu yokuştur,
Giden gelmiyor, acep ne iştir?
* * *
Kışlanın önünde bir binek taşı,
Yoklama yapıyor bizim binbaşı,
Sefere giderler çavuş, onbaşı,
Ah o Yemen'dir, gülü dikendir,
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Burası Huş'tur, yolu yokuştur,
Giden gelmiyor, acep ne iştir?
Vatan uğruna can verenler
Basında bir hafta boyunca, "Askerlerimiz, Galiçya ve Yemen'de vatan için ölmediyse neden öldü?.." tartışması sürdü.
Basında bir hafta boyunca, "Askerlerimiz, Galiçya ve Yemen'de vatan için ölmediyse neden öldü?.." tartışması sürdü. "O topraklar vatan mı, müstemleke mi...", "Şehitlerimizin kemikleri sızlıyor...", "Bugün Türkiye'nin sınırları içinde olan toprakları kurtarmamış olsaydık o topraklar için ölenleri boşuna can vermiş mi sayacaktık..." ve ilah...
Dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, devletin gönderdiği yere gidip savaşan ve orada can veren asker elbette hayatını vatan uğruna kaybediyor; buna şüphe yok.
Ama tartışmanın özü, 'kim şehit sayılır kim sayılmaz' değil. Askeri oraya gönderen siyasi iradeyi bu kararı almaya sevk eden sebebin 'vatan müdafaası olup olmadığı' önemli...
Atatürk'ün sözleri
O yüzden İttihatçı kadronun aldığı karar hâlâ tartışılıyor. O yüzden İzmir İktisat Kongresi'ni açarken Atatürk, şunları söylüyordu:
"Arkadaşlar; harb-i umumiden ve bu harbi umumide kıymetli evlatlarınızdan mürekkeb kahraman ordularımızın Galiçya, Romanya, Makedonya, Kafkas şahikaları, Tur-i Sina ve Yemen çöllerinde duçar olduğu zahmetleri hatırlatacak kadar çok zaman geçmedi. En nihayet bu harb-i umuminin şeametli neticesi malumdur.."
2. Abdülhamid'in tasdiki
Bir an için Mustafa Kemal'in tasfiye ettiği siyasi kadro ve hanedanla ilgili değerlendirme yapar, onların aldığı kararı eleştirirken hissi olduğunu kabul etsek dahi; harbin kaybedildiği belli olduktan sonra sabık hükümdar 2. Abdülhamid'in kapısına gidip ne tavsiye ettiğini öğrenmek isteyen ittihatçıların ondan işittikleri Mustafa Kemal'i tasdik eder:
"Benim verebileceğim hiçbir fikir ve tavsiye kalmamıştır. Çünkü bu zavallı devlet harb-i umumiye sürüklendiği gün münkarız (tükenmiş, silinmiş) olmuştur. Sizi bana gönderenler bu çılgınlığı irtikab etmeden evvel göndermeliydiler. Almanya ve Avusturya'yla birlikte ateşe atılmak tarihin kaydettiği en büyük hamakattır... (beyinsizlik, ahmaklık)"
2. Abdülhamid'in tabiriyle, 'bu çılgınlığı irtikap etmiş' olanların torunlarının bugün benzer tablolar karşısında aynı tavrı sergilemesinde şaşılacak herhangi bir yan bulunmuyor hiç kuşkusuz. Kan çekiyor...
Yakın geçmişte onca genci yüksek idealler uğruna sokağa sevk edip, seneler sonra 'pardon' diyerek 'günahtan' sıyrılma maharetini gösterenlerin de kendilerinin yeni 'heyecanlara' alkış tutmalarına ihtiyat penceresinden bakılmasını anlayışla karşılamaları lazım.
Karar: Merhametsiz olmalıyız
İttihat ve Terakki kadrosunun Osmanlı devletini dünya savaşına nasıl soktuğunu birçok defa yazdım. Mustafa Kemal'in Suriye cephesindeyken bizzat Enver Paşa'ya, Arabistan, Kafkasya ve Avrupa'daki askerin Anadolu'ya çekilip ordunun vatan savunmasına hazırlanmasını söylediği, ama bu yönde kaleme aldığı resmi raporun dikkate alınmadığı; hatta dikkate alınmak bir yana hakkında soruşturma açıldığı v.s. biliniyor. Sebebi ittihatçı maceracılığının savaşa hesapsız kitapsız hiçbir stratejik tahlile dayanmadan girmesiydi.
Ünlü Cemal Paşa, Mısır'ı fethetmek hayali peşinde Suriye-Filistin cephesi kumandanlığına giderken (Daha savaşmadan Haydarpaşa Garı'ndan yola çıkarken 'fetih müjdesi'ni vermişti Cemal Paşa) içinden geçenleri hatıratına kaydetmiş: "Yapacak çok işlerin var... Sıradan tedbirlerle bu işlerin görülmesi mümkün değil... En şedid, merhametsiz ve nezaketsiz damarları-nı ayağa kaldırmalısın... Tembellik ve ihmalkârlığa karşı en şedid darbelerini indirmekten çekinmemelisin..."
Cepheye
Cepheye giderken zihninde 'tedhiş' düşüncesi olan bu Ce-mal Paşa'nın, Şam'da karargâhını kurduğu Şam Palas'ın önünde kendisini alkışlatmak için adam kiraladığı, onları "Allah Cemildir, Cemali sever" diye bağırttırdığı Mısır fethi rüyasını diri tutmak için, "Yalla'n nasr.. Yalla'n nasr/ Cemal Paşa udhul Mısr." (Haydi zafere.. Haydi zafere... Cemal Paşa girsin Mısır'a) diye tempo tutturduğu anlatılır.
Osmanlı imparatorluğu 1. Dünya Savaşı'nda yedi cephede savaştı. Ve gerçek o ki; Çanakkale hariç her cephede kaybetti. Kafkas Cephesi aslında Doğu
Anadolu cephesiydi. Harp başlar başlamaz Rus birlikleri sınırı geçip işgale yöneldiler.
25 günde 60 bin şehit
Orada 25 günde 60 bin askerimizin hayatına mal olan Sarıkamış faciasını yaşadık. "Başarının sırrı hücumdur" diyen Enver Paşa'nın deneyimli komutanlarının uyarılarını dinlemeyerek verdiği saldırı emrinin sonucuydu bu... Neticesi malum:
Bir hafta sonra Vanlılar uyandıklarında şehrin Ruslar tarafından işgal edildiğini ve Ermeni bir valinin göreve başladığını öğrendiler. Bir süre sonra Erzurum, Bitlis ve Muş düştü. Irak cephesinde de aynı süreç yaşandı.
İntihar
Binbaşı rütbesindeyken albaylığa terfi ettirilip bütün Irak cephesinin komutanlığına tayin edilen ve İstanbul'dan yola çıkarken 'İngilizleri bölgeden süpürgeyle kovacağı'nı söyleyen ünlü Süleyman Askeri Bey, yenilgileri gururuna yediremeyip intihar ettiğinde, Londra için Bağdat yolu açılmıştı.
Mısır cephesindeyse kelimenin tam anlamıyla bir trajikomik durum yaşanmaktaydı.
Süveyş Kanalı'nın kıyısındaki istinat duvarlarının yıkılmasıyla kanalın kumla dolacağı ve bu yüzden de gemilerin hareket edemeyecekleri düşünülüyordu. Bundan sonra da Osmanlı askerinin yürüyerek karşı sahile varacağı, peşinden İngiliz işgalinden şikâyetçi halkın isyanıyla birlikte Mısır'ın fethedileceği hesaplanmıştı... 25 bin mevcutlu orduya komuta ediyordu Cemal Paşa.
Karşısındaki İngiliz-Fransız birliklerinin mevcudu 185 bindi. Üstelik müttefikler hava kuvvetleriyle takviye etmişlerdi cepheyi.
'Şeref' uğruna ölüme...
Cemal Paşa'nın gece karanlığında yararlanma arzusuyla verdiği taarruz emriyle harekete geçen ordu karşı kıyıya yerleştirilmiş projektörlerin aydınlattığı alanda son derece kuvvetli bir ateşin pençesine düştü.
Askerin ancak 600'ünün karşı kıyıya varabildiği onların da bir süre direndikten sonra sükût ettiği biliniyor. Bu sırada Cemal Paşa'nın Alman danışmanı Von Kress'in önerisi insanda dehşet hissi uyandıracak niteliktedir: "Hiçbir ümit yok. Ama sırf şeref uğruna eldeki 10. fırka da kanala atılıp mahvolmalıdır!" Allah'tan Cemal Paşa bu küstahlığa ayak uydurmamış, 1410 şehide mal olan 'Kanal Harekâtı'ndan arta kalan eratı Gazze hattına çekme basiretini göstermişti.
Sonuç: 1. Dünya Savaşı'nda Çanakkale hariç her cephede Türk ordusu Almanya'nın karşısındaki İngiliz-Fransız kuvvetlerini zayıflatmak amacıyla savaşa sürüldü.
Askerin başında görünüşte Türk komutanlar olmakla birlikte (bazısında doğrudan Alman komutanlar görev başındadır) savaş stratejisini belirleyen karargâhlarda da Alman danışmanlar hâkimdi.
Çerçeve
Yemen'de savaşan Muşlular...
Geçen hafta kaleme aldığım yazı vesilesiyle sözlerini hatırlattığım Yemen Türküsü'nde, nakarat bölümüne ait, 'Burası Huş'tur' ibaresi üzerine Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Mahmut Arslan bütün Muşlular adına uyararak bana hatamı düzetme imkânı sundu.
Türküdeki, 'Burası Muş'tur; yolu yokuştur; giden gelmiyor acep ne iştir' sözlerinin, 'Burası Huş'tur...' diye okunması gerektiği gerekçesiyle birlikte savunulmuştu. Ben ve daha pek çok kişi de işte bu bilgiye itibar ettik:
Huş'un Yemen'de askeri haritalarda yer almış bir tepenin adı olduğu söylenmişti; kaldı ki Muş'un yolu yokuş değil düzdü. Dolayısıyla ağıtın Muş'la alakası da bir 'yakıştırma'dan öteye gitmiyordu...
Ne var ki Doç. Dr. Mahmut Arslan bu görüşün doğru olmadığı kanısında. Söyledikleri özetle şöyle:
"Türkü TRT'nin Türk Halk Müziği repertuvar kayıtlarında, 'Yöre: Muş; Kaynak kişi: Düriye Keskin; Derleyen: Muzaffer Sarısözen', olarak yer alıyor. Askerlerin hemşerilik duygusuyla da birbirine sargın davranmalarını teminen, 1. Dünya Savaşı yıllarında bazı bölgelerden Redif Alayları oluşturulmuş, Muş'tan toplanan askerlerle de 25. Redif Alayı teşkil edilmişti. Bu alay Yemen cephesine gönderilmiş. Bölgenin terki üzerine sağ kalan askerler Medine karargâhına ulaşır, ancak Hicaz demiryolu tahrip edildiği için Muş'a dönemezler, aynı nedenle ailelerine mektup da gönderemezler. Bu sırada asker toplamak için Muş'a gelen yüzbaşı Selahattin Ethem Bey şehirde erkek kalmadığını ve kadınların onlara ağıt yaktıklarını görür. Türkünün özü işte bu ağıtlardır. Bu yüzbaşı muhtemelen İlhan Selçuk'un Yüzbaşı Selahattin'idir. Zira eserde onun Muş'ta görev yaptığı anlatılır..."
Osmanlı askerinin gittiği yerden ailesine mektup gönderirken zarfa bölgenin çiçeğini koyduğu bilinince ve Yemen'de gönderecek çiçek bulamayan erlerin bunun yerine çimen koydukları ve türküde geçen, 'Gülü çemendir...' ifadesiyle muhtemelen bunun anlatılmaya çalışıldığı düşünülebilir. Doç. Dr. Mahmut Arslan, "Muş'un bugün kullanılan düz yolu aslında 1950'li yıllarda yapıldı. Eski yol ise Kurtik Dağı üzerinden, şehri Bitlis'e bağlayan yokuşlu toprak bir yoldu" diye bir not da ilave etmiş...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder