4 Mart 2013 Pazartesi

Osmanlı’da demokrasi var mıydı?-Osmanlılarda sivil toplum kuruluşları var mıydı?-Osmanlı kızlarını eğitmez miydi?Osmanlı’da kadın dışlanır mıydı?Aslını inkâr eden “haramzâde”dir!-Osmanlı “yağmacı” mıydı?Osmanlı zamanında Türk olmak ayıp mıydı?Osmanlı halkı “cahil” miydi?Yavuz Bahadıroğlu


Osmanlı’da demokrasi var mıydı?


Ey kendilerini “Kemalist Gençlik” olarak tanımlayıp, yazdıklarıma itiraz eden grubun mensupları! Bilin ki, tarihsel olarak, hiçbir itirazınızın mesnedi, yani dayanağı yoktur.
Birkaç yazıda itirazlarınızı madde madde ele alacağım. Amacım sizi ikna etmek değil, iğfal ettiğiniz gençleri tarihsel gerçeklerle buluşturmaktır…


Diyorsunuz ki: “Osmanlı’da ne parlamento, ne demokrasi vardı…”

Osmanlı’nın ilk ve orta zamanlarında elbette bu isimde bir sistem yoktu. Zaten o dönemin dünyasında da yoktur. Tüm Avrupa’ya “monarşi” hâkimdir (şimdi bile İngiltere, İspanya, Hollanda, İsveç, Norveç, Belçika ve Danimarka gibi pek çok Avrupa ülkesi monarşi ile yönetiliyor). Üstelik dönemin Avrupalı monarşilerinde üst sınıfın (asiller), alt sınıfa (halk) tahakkümü, hatta zulmü söz konusudur.

Osmanlı’da ise bir “asiller sınıfı” olmadığından halk katmanları sistematik bir zulüm ve baskı altında değildir. Her inançtan ve milliyetten insan, “insanca” muamele görmekte, devlet, canlı varlıklara yönelik herhangi bir baskının “kul hakkı” oluşturacağı ve kul hakkının Allah tarafından affedilmeyeceği inancı içinde yönetilmektedir.

Bu bağlamda, Fatih’in, büyük fetihten hemen sonra, Hıristiyanlara hitaben yayınladığı “Amannâme”deki hak ve hürriyetler, bugünün insanını bile şaşırtacak kadar geniş olması da bu yüzdendir.

Fatih, geleneksel yönetim anlayışının bir gereği olarak Müslüman olmayanlara inanç, ibadet, kıyafet, seyahat ve ticaret özgürlüğü tanıdığına dair “ferman”, zaman zaman sonraki padişahlar tarafından da tekrarlanmış (Yavuz’un “Kudüs Fermanı” gibi), bu sebeple Osmanlı, hak/hukuk ve özgürlükler açısından Avrupalı çağdaşlarının fersah fersah önüne geçmiştir.

Bu gerçeği Osmanlı Devleti’ne gelen Avrupalı diplomatların raporlarında ve Avrupalı gezginlerin kitaplarında açıkça görmek mümkündür. Osmanlı “demokrasi”yi isimlendirmede gecikmiş olabilir, ama uygulamada Batı’nın ilerisindedir.
Demokratik anlayışa yakın ilk parlamento, 23 Aralık 1876’da yapılan Anayasa’ya göre kuruldu. Ancak bu parlamento halk tarafından seçilmemiş, geçici bir talimatla il, liva ve ilçelerin İdare Meclisi üyeleri arasından seçilmişti. İstanbul’da ise ayrı bir seçim yapılmıştı. Bu Meclis yedi dönemde faaliyet gösterdikten sonra, 28 Haziran 1877’de çalışmalarını tamamlayarak dağıldı.

Aynı seçim yöntemiyle oluşturulan “İkinci Meclis-i Meb’usan”, 13 Aralık 1877’de toplandı. Ne var ki, bu da, Rusya’nın Osmanlı’ya saldırmasıyla (93 Harbi) yoğunlaşan sorunlar nedeniyle, 14 Şubat 1878’de kapatıldı.

İlk Meclisler, milletin genel yapısının bir yansıması olarak çeşitli etnik kökenlere mensup temsilcilerden oluşuyordu: 69’u Müslüman, 46’sı gayr-i müslimdi…

Sultan II. Abdülhamid, Meclis’i kapatmaya âdeta mecbur edildi. Çünkü 93 Harbi’nin tüm olumsuzlukları yaşanıyor, böyle bir ortamda çok hızlı kararlar alması gereken Meclis, hiçbir karar alamıyordu. Sonu gelmeyen tartışmalar ve eleştirilerle vakit geçiriyordu. Ayrıca savaşı fırsat bilen azınlık temsilcileri, temsil ettikleri ırkların bağımsızlığının derdine düşmüştü. Osmanlı kendi içinden de vuruluyordu.

Batılı anlamda ilk seçimler 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında yapıldı. Bu seçimlere Ahrar Fırkası (Özgürlükçüler Partisi) ile İttihat ve Terakki Cemiyeti katıldı. Seçimleri İttihat ve Terakki kazandı. Böylece 4 Aralık 1908’de Üçüncü Meclis-i Meb’usan açıldı. Bu parlamento, Sultan II. Abdülhamid’in önce yetkilerini daralttı, ardından da tahttan indirdi.

1912’de oluşturulan son Osmanlı Meclisi ise devletin sonuna kadar çalıştı. İstanbul’da dağıtılınca da Ankara’da toplandı.

Yani parlamento geleneğimiz, o kadar da yeni değil. İlk Osmanlı parlamentoları ise “göstermelik” değil. Zaten İstiklâl Savaşı’nı veren Meclis de (ilk Meclis dedikleri) bir Osmanlı Meclisi’dir.

Lozan’ı reddettiği için dağıtılan bu Meclis’in yerine kurulan İkinci Meclis, hiçbir zaman “Meclis-i Meb’usan”lar kadar hür iradesiyle hareket edememiştir.


Osmanlılarda sivil toplum kuruluşları var mıydı?


Ey kendilerini “Kemalist Gençlik” olarak tanımlayıp, yazdıklarıma itiraz eden grubun mensupları! Diyorsunuz ki: “Osmanlı’da sivil toplum kuruluşları yoktu…”

Bu iddianız da yalan! Meşhur tarihçimiz Âşıkpaşazâde’nin ifadesiyle Osmanlı’yı dört grup kurdu:

Gaziyan-ı Rûm (askerler ki, bahsimizin dışındadır);
Âhiyân-ı Rûm (inanç temelli sivil bir örgütlenmedir);
Bacıyân-ı Rûm (tamamen sivil bir kadın kuruluşudur);
Abdalan-ı Rûm (Horasan Erenleri de denilen yine tamamen sivil bir örgütlenmedir).
Yani “sivil toplum kuruluşları” Osmanlı’nın henüz kuruluş aşamasından itibaren devrededir ve hiç devreden çıkmamıştır.

Bunlara ilave olarak, Her esnaf grubunun, günümüzdeki “esnaf odaları”na benzeyen bir örgütlenmesi vardır: Bu örgütlenme biçimine “lonca” denir.
Müslüman ve Müslüman olmayan (ki, sonradan aynı loncalar kurdular) esnafın ustaları muayyen zamanlarda lonca merkezinde toplanıp temsil ettikleri esnafın sorunlarını tartışırlardı.

Daha iyiye nasıl gidilebileceği yolunda fikir alışverişinde bulunurlar, bir takım kararlar alırlardı.

Hatta dargın esnafları barıştırır, esnaf arasında çıkan ufak tefek davaları, kadıya havale etmeden hallederlerdi.

Her esnaf kuruluşunun “Orta Sandığı” denen bir yardımlaşma sandığı vardı. Sandığın geliri aidatlardan, teberrulardan, çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa geçenlerin ödemesi gereken meblağlardan oluşurdu.
Ekonomik sıkıntıya giren esnafa bu kaynaktan yardımcı olunurdu.
Her mahallede bulunan “Avarız Vakfı” da, sivil bir oluşumdu. Mahalleli vakfın doğal üyesiydi.

Mahallenin ihtiyacı olan yatırımlar bu vakfın kaynaklarından karşılanır, güvenilir insanlardan oluşan Vakıf Mütevelli Heyeti, mahalledeki muhtaçları gözetir, borç yüzünden hapse düşenleri tespit edip kurtarır, ayrıca küçük ihtilâfları hallederdi.
Akla gelebilecek her konuda vakıf kurulmuştu. 36 bin civarında vakıf Osmanlı toplumsal yapısının en önemli dayanaklarından biriydi.

Büyük çoğunluğu hiçbir resmi sıfatı olmayanlar tarafından kurulmuş halk vakıflarıydı ve bugünkü derkenler gibi çalışırlardı.

Tarikatları da bu çerçevede ele almak gerekiyor. Tarikatlar dini amaç gütmekle birlikte, sosyal hayatla da ilgiliydiler. Sadece zikirle değil, fikirle de meşgul olurlar, toplumun fikri plânda gelişmesine katkıda bulunurlardı.

Keza, tekke, zaviye ve dergâhları da yine aynı çerçevede görmek lâzım… Tamamen sivil bir zeminde hizmet görür, idareyi eleştirir, halka yol gösterir, nasıl daha iyi olacağına ilişkin görüş alışverişinde bulunulurdu.

Son zamanlarda ise hem cemiyetçilik (dernek vs) gelişti, hem de gazete ve mecmua başta olmak üzere sivil iletişim araçları yaygınlaştı.

1800’lerin ortasından itibaren önce devlet, daha sonra ise Namık Kemal ve Ali Suavi çıkardıkları gazetelerle halkı olup bitenlerden haberdar etmeye başladılar.
1908-1909 yıllarında Osmanlı toprakları üzerinde 200’ü aşkın günlük gazete çıkıyordu…
Cumhuriyet sonrasında hem gazete, hem okur sayısı geriledi. 1935’te ülkede 38’i günlük olmak üzere 116 gazete basılıyordu.


Osmanlı kızlarını eğitmez miydi?


Ey kendilerini “Kemalist Gençlik” olarak tanımlayıp, Osmanlı tarihine ilişkin olarak yazdıklarıma itiraz eden grubun mensupları! Diyorsunuz ki: “Osmanlı eğitime önem vermezdi, kızlarını okutmazdı…”

Osmanlı’ya çağdaş Avrupa ülkelerinde acaba okur-yazar sayısı ve okuma oranları ne durumdaydı, hiç karşılaştırma yaptınız mı? Eminim yapmadınız, yapsaydınız böyle bir eleştiri getirmezdiniz.

Zira Kanuni döneminde bile okullaşma oranı yüzde kırktır. Zekâ gelişimine göre 5-7 yaş arası çocuklar merasimle okula alınır, ilk yıllar karma sınıflarda okunur, çocukların gelişimine göre kız-erkek ayrılırdı.

Bunun fıtrata ne kadar uygun olduğunu, bugün modern eğitimciler de söylüyor. Ayrıca en büyük eğitim hamlesini Sultan II. Abdülhamid’in yaptığını ve Sultan II. Abdülhamid döneminin okullaşma seviyesine Türkiye Cumhuriyeti’nin ancak 1950 sonrasında ulaşılabildiğini biliyoruz. Osmanlı’nın kızları eğitimsiz bıraktığı iddiasına gelince: İnsanı “Ahsen-i takvim” olarak gören bir kültürün, kadınları eğitimsiz bırakması, aşağılaması ya da dışlaması mümkün değildir: Kadınların aşağılanması bir Batı hastalığıdır ve bize de oradan geçmiştir.

Binaenaleyh Osmanlı asırlarında kızlara eğitim hakkı tanınmadığı yolundaki iddia, külliyet yalandır. Ancak dönemin bazı gerçeklerini ve zaruretlerini de dikkate almak gerekiyor. Bu zaruretlerin bir sonucu olarak, kızlar ilkokuldan sonra aile içi eğitime tabi tutulur, üçü-beşi bir arada, evlerde, özel hocalardan ders alırlardı. Ayrıca evlendirilmek suretiyle haremden çıkarılan her “eski cariye” aynı zamanda “muallime” idi ve haremde öğrendiği her şeyi, yerleştiği mahalledeki kadınlara da aktarmakla mükellefti. Osmanlı’nın son zamanlarında bile kızların eğitimine ayrı bir özen gösterildiği ve önem verildiği aşikârdır.

Kızlar önce “Sıbyan Mektepleri”ne (ilkokullar) alınıyor, oradan “Rüşdiye”ye (ortaöğretim), “İnas Rüşdiyeleri”ne (kız lisesi), “Kız İdadîleri”ne, “İnas Darülfünunu”na, (Kız Üniversitesi) geçiyordu… Meslekî eğitimde ise “Kız Sanayi Mektepleri”, “Ana Mektebi”, “Ebe Mektebi”, “İnas Sanayi-i Nefise Mektebi” (Kız Sanat Okulu) vardı… Cumhuriyet döneminde kurulduğu sanılan, “Kız Öğretmen Okulları” bile bir Osmanlı eseridir…

Sultan II. Abdülhamid döneminde hummalı bir biçimde başlayarak gelişen eğitime savaş dönemlerinde bile ara verilmemiştir. Bu da Osmanlı’nın kızların eğitimine verdiği önemi gösteriyor. Kızlara eğitim yolunu kapatan Osmanlı değil, Cumhuriyet Türkiye’sidir!

Cumhuriyet Türkiye’si, kızların eğitimini kıyafet şartına bağlamış, sonuç olarak on binlerce kızımızı eğitim hakkından mahrum etmiştir. Bugün bile ilköğretim çağındaki 667 bin kızımızla 444 bin erkek çocuğumuz çeşitli nedenlerden ötürü okula gidemiyor. Bunu da mı Osmanlı yaptı?


Osmanlı’da kadın dışlanır mıydı?




Ey kendilerini “Kemalist Gençlik” olarak tanımlayıp, Osmanlı tarihine ilişkin olarak yazdıklarıma itiraz eden grubun mensupları! Diyorsunuz ki: “Osmanlı’da kadın hakları yoktu…”

Bu da külliyen yalan ve demagojiden ibaret bir iddiadır! Zira bugünkü anlamda “kadın hakları” zaten daha dünkü iş: Bu topraklarda kadın, hem kadınlık hem de annelik kimliğiyle baş tacı edilirken, tekmil Avrupa’da aşağılanıyor, sözün tam mânâsıyla “köle” muamelesi görüyordu.

Harem’deki cariyeler bile Avrupa’nın “özgür kadın”larından daha “özgür”dü. Osmanlı sarayında en yüksek tahsisatı valide sultanın alması, Kösem Sultan, Hürrem Sultan, Safiye Sultan gibi kadınların erkekler dünyasında öne çıkabilmesi bunun sonucudur.
Hatta meşhur tarihçimiz Âşıkpaşazade, Osmanlı Devleti’ni kuranların Anadolu’ya gelişlerinde önemli bir misyon üstlenmiş “Bacıyan-ı Rûm” isimli bir kadın örgütlenmesinden bahseder.

Binlerce kadın vakfı ise, kadının sosyal hayatta da etkin olduğunu gösterir.
Osmanlı’da kadın, sadece “anne” kimliğini taşımakla yetinmemiş, yanı sıra, geleceği belirleme konusunda da son derece etkin görevler ve sorumluluklar üstlenmiş, derin saygı görmüştür…

Zaten Bursa yolunda önderini kaybeden Kayı Aşireti bir kadın önderin (Hayme Ana) peşinde Söğüt-Domaniç aralığına yerleşmiş, Osmanlı Devleti’ni doğurmak üzere, Anadolu’yu bir kadın önder mayalamıştır.
İnsanın başlangıcında nasıl Hz. Havva varsa, İslâm’ın başlangıcında nasıl Hz. Hatice varsa, Osmanlı’nın Anadolu’ya girmesi (Bacıyan-ı Rûm) ve yerleşik düzene geçmesinde de bir kadın vardır…

Bu yapı son zamanlara kadar korunmuştur. O kadar ki, Çanakkale’de ve Kurtuluş Mücadelesi’nde kadınlarımızın yaptığı fedakârlıklar, eski dönemden gelen tarihsel işlevin bir uzantısıdır…

Bunun ilham kaynağı da kuşkusuz Kur’an’dır…
Düşünün ki, Kur’an’da erkeklere tahsisli özel bir sure yokken, kadınlara “Nisa” ve “Meryem” olmak üzere iki sure tahsis edilmiştir.
Efendimizin Veda Hutbesi’ne bakın: 13-14 paragraftan ibaret olan son hutbesinin on iki paragrafı tüm dünya ve ahret işlerine ayrılırken, kadınlara ve kadın haklarına özel iki paragraf ayrılmıştır.

Peygamberimizden (sav) sonraki ilk Müslüman da yine bir kadındır: Hz. Hatice…
Bu muhteşem kadın, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir dönemde, iş kadını olarak kendini kabul ettirebilmiş, sevdalandığı insana (Efendimize) evlenme teklif edebilecek kadar da cesur ve mert davranabilmiştir.

Peygamber-i Âlişan, peygamberlik müjdesini alır almaz akrabalarından herhangi bir erkeğe değil, sadece Hz. Hatice’ye sırrını açmıştır…

Onunla bütünlenerek güçlenmiş, moral bulmuş, onun desteği ile peygamberliğini açıklamıştır.

Böyle bir inanca mensup, hatta “hilafet” sıfatıyla bu inancın önderliğini yapmakla yükümlü padişahın kadını “hak” ve “hukuk”tan mahrum etmesi mümkün müdür?
Allah aşkına, Cumhuriyet döneminde verildiği varsayılan “kadın hakları”nın kadını sokağa, podyuma, ekrana sürüklediğini, “zevk aracı” olarak görüldüğünü, aşağılandığını, dövüldüğünü, hatta öldürüldüğünü, bugünkü anlamda “kadın hakları”nın kadını perişan ettiğini hâlâ görmeyecek misiniz?


Osmanlı “yağmacı” mıydı?

Ey kendilerini “Kemalist Gençlik” olarak tanımlayıp, Osmanlı tarihine ilişkin olarak yazdıklarıma itiraz eden grubun mensupları! Diyorsunuz ki: “Osmanlı, fethettiği şehirleri yağmalar, taş taş üstünde bırakmazdı… Fatih bile İstanbul’u fethedince üç gün yağma izni vermişti.”

Bu da yalan!..
Bir kere bugün “yağma” dediğiniz olaya, o günlerde “ganimet” denmektedir ve bu terim hukuki (İslâm Hukuku) bir terimdir, bir haktır.
Kuşatılan kalenin veya şehrin yöneticisine önce bir “ültimatom” verilir: “Ya şu zamana kadar teslim olursun, ya da savaşırız. Savaşırsak can ve mal emniyetiniz olmaz.”
Teklif reddedilir de şehir (ya da kale) zorla alınırsa, o zaman devreye “Ganimet Hukuku” girer. Buna göre, fethedilen bölgenin insanları “köle”, malları “helâl”dir. Fethedenler istedikleri gibi tasarruf etmekte özgürdürler.
İslâm Hukuku açısından bunu tartışacak durumda değilim, ancak buna “cevaz” veren birçok âyet ve hâdisin olduğunu biliyorum. Ayrıca da kılı kırk yaran Osmanlı ulemasından asırlar boyu bu konuya ilişkin olarak hiçbir itiraz gelmemiştir.
Ancak “ganimet”in “hırsızlık” suretiyle elde edilmemesi, savaş sonrasında “usulüne uygun” olarak toplanması ve bölüştürülünceye kadar el sürülmemesi şarttı.
Ganimetin beşte biri devlet hazinesine irad kaydedilir, beşte dördü ise “kılıç hakkı” olarak savaşan askerlere bölüştürülürdü.
Fatih, İstanbul’un ganimete dönüşmemesi için çok çabaladı. O kadar çabaladı ki, Bizans İmparatoru’na tam üç kez teslim teklif etti.
Çünkü zorla şehir ele geçirildiği takdirde, tüm varlığıyla “ganimet” sayılacaktı. Askeri durdurmak mümkün değildi. Yürürlükteki hukuka göre Padişah bile bunu engelleyemezdi.
Ne olursa olsun bu konuda bugünkü mantığın zorlandığını biliyorum. Ne var ki tarih, günümüzün şartlarına göre değil, kendi şartlarına göre şekillenir. Bugünkü alışkanlıklardan tarihe gidenler, fevkalâde yanıltıcı sonuçlarla karşılaşabilir, savaşa giderken geçtikleri bölgelerdeki çayırlarda atını otlatan askeri cezalandıracak kadar yahut fetih sonrasında, hançerinin ucuyla Ayasofya mozaiklerinden küçücük bir hatıra parça koparmak isteyen yeniçeri çorbacısını kırbaçlatacak kadar “kul hakkı” hassasiyeti gösterenlere iftira yağdırabilirler.
Unutmayın ki, biz ortaçağ hukukundan söz ediyoruz. O çağda tüm dünyada sınırsız “yağmacılık” vardır ve sadece Osmanlı buna hem “kural”, hem de “sınır” getirmiştir.
Kural: Ganimet, belirlenen kısıtlı süre içinde toplanacaktır…
Sınır: İbadet yerlerine ve tarihi mirasa dokunulmayacaktır.
En iyisi siz, asıl “yağma” ve “talân”ı, Cumhuriyet Türkiye’sinin örnek aldığı Batı dünyasında arayın!
Hem de bu iki-üç güne sıkıştırılmış bir yağmalama değil, yüzyıllarca süren bir yağmalamadır. Bütün Afrika ve Asya Batılı müstevliler tarafından yüzyıllar boyu yağmalanmış, tüm zenginliklerine el konulup Avrupa’ya nakledilmiştir…
Bununla dahi yetinilmemiş, Afrika’nın yerli halkı “ucuz iş gücü” olarak gemilerle Avrupa’ya taşınmıştır…
Bugün Londra’daki metroların temelinde, binlerce Afrikalı Müslüman’ın iskeleti vardır…
Ortadoğu petrolü ABD ve Avrupa’nın büyük petrol şirketleri tarafından hâlâ yağmalanmakta, Filistin’in, Afganistan’ın ve Irak’ın talânı ise hâlâ sürmektedir.
Üstelik de bütün bunlar “Ganimet Hukuku”nun yürürlükten çoktan kalktığı 20. ve 21. Yüzyılda olmaktadır.


Osmanlı zamanında Türk olmak ayıp mıydı?

Ey kendilerini “Kemalist Gençlik” olarak tanımlayıp, Osmanlı tarihine ilişkin olarak yazdıklarıma itiraz eden grubun mensupları! Diyorsunuz ki: “Osmanlı, zamanında Türk olmak ayıp sayılırdı, ümmet toplumu vardı. Türk kimliğini Cumhuriyet yüceltti...”
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu mealde konuştuğunu hatırlıyorum. Ama yanlış. Osmanlı Devleti’ni kuranlar ve geliştirenler, “Türklük bilinci”ne sahipti, tabii aynı zamanda “ümmet” olduklarını da ihmal etmiyorlardı. Ki bunların biri “millî”, diğeri “dinî” kimliktir. İkisi bir arada mükemmele ulaşır.
Meşhur Osmanlı tarihçisi ve Şeyhülislamı Hoca Sadeddin Efendi, “Tacü’t Tevarih” isimli eserinde Osmanlı fetihlerini anlatırken, “Türk yiğitleri”, “Zaferleri gölge edinmiş Türk askerleri” gibi ifadeler kullanıyor.
16. Yüzyılın en önemli tarihçilerinden Gelibolulu Mustafa Ali ise “Kühn-ül Ahbar” adlı tarihinde, “seçkin millet, güzel ümmet, Türk milleti” tanımlamaları ile “Türk” kimliğinin altını çiziyor.
17. Yüzyıl tarihçilerinden Solakzade Mehmet Hemdemi Efendi de eserlerinde “Konstantiniye’yi feth eden Türk’ün oğlu”dan bahsediyor…
Neredeyse tüm saray tarihçileri Osmanlı Hanedanı’nı Oğuz Han’a ve Orta Asya’ya bağlıyorlar. Osmanlıların, Oğuz neslinden ve Kayı Boyu’ndan geldiğini defalarca tekrarlıyorlar.
Fatih Sultan Mehmed, Cem Sultan’dan olan torununa “Oğuz”, II. Bayezid’den olan torununa ise “Korkud” adını veriyor. Sultan II. Abdülhamid’in torunlarından birinin adı, “Ertuğrul”dur (Şair Eşref’ti galiba, “Sultan Abdülhamid’in bir torunu oldu, adını Ertuğrul koydular” dediklerinde, “Biz hanedan bitti derken, onlar yeniden mi başlıyor?” diyen. Malum: Osman Gazi’nin babasının adı “Ertuğrul”du.
Timur Devleti “Türk” olduğunu iddia edince, Sultan II. Murad, Osmanlı Devleti’nin de “Türk Devleti” olduğunu vurgulama gereği duyup, paralara ve topların üzerine Kayı Boyu’nun damgası vurduruyor.
Yine Sultan II. Murad döneminde Türkçe ön plana çıkıyor, Yazıcızade Ali, Oğuzlar’ın ve Türklerin anlatıldığı “Selçukname”yi (İbn Bibi) zamanın Türkçesi’ne çevirmekle kalmıyor, bazı ekleme ve ilavelerle de zenginleştiriyor. Fatih döneminde pek çok dini, edebi, ahlâki, tıbbi, siyasi, sözlük ve ansiklopedik eserler Türkçe’ye tercüme ediliyor. Devletteki tüm resmi yazışmalar, zaten Türkçedir.
Avrupalılar da Osmanlılara daima “Türk”, Padişah’a “Türk sultanı”, Osmanlı Devleti’ne de “Türkiye” diyor, Avrupa haritalarında Osmanlı Devleti, “Türk İmparatorluğu” olarak gösteriliyor. O kadar ki, Avrupalılar, Müslüman olan birine “Türk oldu” diyorlar. Türklük’le Müslümanlık böylesine özdeşleştiriliyor.
Bazı sadrazamlar “devşirme” olsalar da, üst düzey bürokratların ezici çoğunluğu “Türk”tür. Yönetimin başında ise zaten “Türk oğlu Türk” padişah vardır.
Ama Osmanlı Devleti, asla “ulus devlet” değildir. Çok dinli, çok dilli, çok ırklı bir oluşumdu. Bu yüzden üst düzey yöneticiler “Türkçülük” yapmazlar, ancak “Türklük”lerinden de asla utanmazlar.
Nitekim Kanuni ile “Koca Türk” diye şakalaşan meşhur Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’ya Kanuni’nin verdiği sert cevap meşhurdur: “Evet Türk’üm, bir diyeceğin mi var?”
Pargalı’nın bu cevap karşısında yerin dibine geçtiğini tahmin edersiniz.
“Cumhuriyet Türk kimliğini yüceltti” diyorsunuz, ama bir milletin yücelmesi, büyüklüğüne paraleldir. Sözle “yücelme” olmaz. Bu nasıl bir “yücelme”dir ki, 1950’ye kadar millet açtır. Ne doğru düzgün sanayi, ne tarım, ne yatırım vardır.
Şiirlerde ve marşlarda yüceldiğimiz doğru, ama gerçekte içimize büzülüp durmuşuz.  
Anlaşıldı mı, ey kendilerini “Kemalist Gençlik” olarak tanımlayıp, Osmanlı tarihine ilişkin olarak yazdıklarıma itiraz eden grubun mensupları!


Aslını inkâr eden “haramzâde”dir!


Ey kendilerini “Kemalist Gençlik” olarak tanımlayıp, yazdıklarıma itiraz eden grubun mensupları! Diyorsunuz ki: “Osmanlı padişahları zalimdi, gaddardı, zevk ve eğlence düşkünüydü, lüks içinde yaşıyorlardı, bu yüzden Osmanlı benim ecdadım olamaz…”
Peki sizin ecdadınız kim?.. Gökten zembille inmediğinize göre, bir geçmişiniz olmalı. O geçmişinizde kimler var?

“Atatürk var, İsmet Paşa var, cumhuriyeti kuranlar var, ” mı diyorsunuz?.. Ecdat olarak size birkaç kişi yetiyor, tarih olarak da yüz yıla bile varmayan bir geçmişle yetinebiliyor musunuz?

Yetti ve yetindiniz diyelim, o zaman soru şu: Övündüğünüz kişilere de lütfen aynı gözle bir kerecik bakar mısınız?..

Millet yiyecek bir dilim ekmek bulamazken, Ankara’daki yöneticilerin ihtişamlı salonlarda balodan baloya koştuklarını…

Jandarma ve tahsildar baskısı altında toplanan vergilerin (parası olmayanın koyunu, danası ahırdan alınıp götürülürdü) üst düzey yöneticilere bol keseden ikram edildiğini…
En müsrif Padişah’ın (Sultan Abdülmecid) bile “fazla masraf oluyor” diye kullanmadığı Saray Yatı “Ertuğrul”un ıskartaya çıkarılıp yerine dünyanın en büyük, en lüks yatı “Savarona”nın satın alındığını…

Atatürk’ün, kendi döneminde dünyanın en zengin insanları arasında sayıldığını, maaşının bugünkü Cumhurbaşkanı maaşından kat kat fazla olduktan başka, toplam yıllık gelirine hiçbir Osmanlı padişahının ulaşamadığını…

Hint Müslümanlarının ekmeklerinden keserek İstiklal Mücadelesi’nde kullanılmak üzere gönderdikleri para ile İş Bankası’nın kurulduğunu, bu hisselerin hâlen CHP’nin kontrolünde bulunduğunu…

Çankaya Köşkü’nde cereyan eden kadın rekabetinin Harem’e taş çıkartacak kadar girift olduğunu…

Latife Hanım ile Fikriye Hanım arasında cereyan eden “güç mücadelesi”nin Fikriye Hanım’ın ensesinden vurularak öldürülmesine kadar sürdüğünü, cinayete “intihar” süsü verildiğini ve açıklamanın bu şekilde yapıldığını, ancak bu cinayetin hâlâ “fail-i meçhul” olduğunu…

Bilmiyor musunuz? Muhtemelen bilmiyorsunuzdur, zira o dönemi irdelemek yasak, yalnızca övmek ve yüceltmek serbesttir.
“Padişahlar şöyle, padişahlar böyle”…
Ama hangi padişahlar?..

36 padişahımız var. Hepsi mi “kötü”?.. Hepsi mi “zalim”?.. Hepsi mi “uygunsuz”?.. Hepsi mi “müsrif” ve “zevk-safa düşkünü”?

Hiç mi güzel bir şey yapmadılar? Selimiye’yi, Süleymaniye’yi, Sultanahmed’i siz mi yaptınız, atanız mı yaptı?

“Onlar ecdadım değil” dediğiniz anda, bu inkâr sizi doğal olarak Selimiye’yi, Süleymaniye’yi de inkâra götürür. O zaman bu eserleri hangi yüzle turistlere gösterip övüneceksiniz.

Cumhuriyet her yerde var (Çin’de bile: Halk Cumhuriyeti” diyorlar) çocuklar, ama Selimiye, Süleymaniye, Sultanahmed her yerde yok, yalnızca Türkiye’de var.
Kuşkusuz 36 padişah içinde “zulüm” anlamına gelebilecek işler yapan da var, “lüks ve ihtişam düşkünü” olan da, Harem’e devletten daha fazla vakit ayıran da…

Yanlışlarını eleştirip doğrularını sahiplenmek “analitik” bir yaklaşımdır, ama siz Cumhuriyet döneminin tek parti kesitini tümüyle “temiz”, saltanat dönemini ise tamamen “kirli” ilân ediyorsunuz. Yetmiyor, kalkıp iftira atıyorsunuz.

İngiltere pek çok “zalim”, “kadın düşkünü”, “ihtişam budalası” kral gördü, ama İngilizler “Kraliyet Ailesi”ni hiçbir zaman toptan reddetmedi, kimse kalkıp “Onlar benim ecdadım değil” demedi. Orası hâlâ “Büyük Britanya İmparatorluğu” ve halk hanedana büyük saygı gösterir.

Eleştirin, ama “iftira” atmayın, aşağılamayın; hele de aslınızı inkâr etmeyin ki, “haramzâde” sınıfına girmeyin!


Osmanlı halkı “cahil” miydi?


Köln’den Fatma Ayşe soruyor: “Osmanlı halkı cahildi, okuma-yazma oranı çok düşüktü, Harf İnkılâbıyla bu durum değişti diyorlar, doğru mu?”

Önce şunu söyleyeyim ki, okuma yazma bilmemek başka, “cahil” olmak başkadır. Ülkemizde nice okuma-yazma bilmez “ârif”lerle nice “profesör” titri taşıyan “cahil”ler var. Efendimiz’in de “ümmi” olduğunu unutmayalım.
İkincisi: Her dönem kendi şartlarıyla değerlendirilir. Devletler aynı dönemin devletleriyle karşılaştırılır. Kanuni dönemini bugünle kıyaslayamazsınız. Ancak o dönemin Fransa’sı, Almanya’sıyla mukayese ederseniz, sağlıklı sonuçlara ulaşabilirsiniz.
Kanuni’nin Türkiye’sinde, çağdaşı Avrupa devletlerine göre daha fazla kitap, daha çok okul, daha yüksek oranda okur-yazar var.
Osmanlı’nın eğitim faaliyetini okulla sınırlamak doğru olmaz. Bütün camiler sürekli eğitim kurumudur. Buralarda din ilimlerinin yanı sıra fen ilimleri de öğretilir.
Osmanlı “cahil” bir millet değil. Bir kere Müslüman nüfusun yüzde doksana yakını Kur’an okumayı bilir. Akşamları evlerde Kur’an’ın yanı sıra, Hadis, Mevlid, Ahmediye ve Muhammediye gibi, Efendimiz’i anlatan kitaplar ailece okunur.
Böyle bir millete “cahil” demek “cehalet”in anlamını bilmemek demektir!.
Gelelim istatistiklere: 1895 yılında İttihat ve Terakki Partisi’nin savaştan önce yaptırdığı araştırmaya göre, okuma yazma oranı yüzde 40’lardadır… Hatta aynı yıl yapılan başka bir araştırmaya göre oran yüzde 60’a kadar çıkıyor.
Tabii gerçek okur-yazar oranını tespit etmenin en sağlam ölçüsü, gazete ve dergi tirajlarıdır…
1908-1914 tarihleri arasında Osmanlı Devleti sınırları içinde yayınlanan 801 dergi ve gazetenin toplam satışı yüz bin civarındadır.
1920-1925 yılları arsında gazete ve dergi çeşidi 252’lere, okur sayısı 40 binlere düşmüştür.
Harf Devrimi’nden (1928) sonra, gazete ve dergi sayısı 50’lere, okur sayısı de 20 binlere gerilemiştir.
Anlaşılan o ki, Harf Devrimi, bize anlatıldığı gibi “okuma-yazmayı kolaylaştırmak” için yapılmadı. “O zaman neden yapıldı?” diyeceksiniz. İsterseniz bunu bize “İkinci Adam” İsmet İnönü anlatsın:
“Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi… Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı... Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.” (İnönü, Hatıralar, C.II s. 223).
Cumhuriyetin “İkinci Adam”ı İsmet İnönü Paşa böyle buyuruyor! İnkılâbın amacını böyle açıklıyor. “Okuma-yazma zordu, bu yüzden alfabeyi değiştirdik” diyen tüm “Cumhuriyet filozofları”nı “yalancı” çıkarıyor…
Devlet, milletine neden yalan söyler?
Konuyu kapatmadan İnönü’den bir alıntı daha yapalım: “Uzun yıllar devlet (Osmanlı Devleti) eğitim sorununa eğilmemiş, kütlesel eğitime önem vermemişti. Vermiş olsaydı, şüphesiz ki daha yüksek olurdu.” (a.g.e).
Eğitime önem verecek zaman mı vardı? Osmanlı son zamanlarını Avrupa’nın kışkırttığı isyanlardan doğan savaşlarla geçirdi. Aralıksız 17 yıl savaştıktan, insan, para ve silah kaynaklarını iyice tükettikten sonra, Birinci Dünya Savaşı’na girdi, onun yaraları sarılmadan Kurtuluş Mücadelesi vermek zorunda kaldı.
Tarihe kasıtlı değil, iyi niyetli yaklaşmak lâzım.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

yahu şu at gözlükleri ne zaman çıkarıpta objektif bakcaz acaba? 623 yıllık SALATANAT İMPARATORLUKTA insanlık için ne yapıldı? hayatı kolaylaştıracak ne yaptılar?..içten yanmalı motorumu buldular? elektriyi mi buldularda biz bilmiyoruz?matbba gelmesin diye 276 yıl ne için direndiler? çünkü insanların bilgilenmesini istemedimidiler?bu salatanat imparatorluğu ne yapti insanlığa? milletin yurdunu işgal edip adına fetih demedimiler? oysa onlar bizim yerimizi alınca heme demiyormuyuz işgal ettiler?...gerçekleri ne zaman göreceğiz haala anlamıyorum..bu egoist düşünceler sanırım bitmicek..herşeyi biz biliriz.herşeyi biz icat ettik.insan haklarıda bizde deyilmi? haala 200 yıl geriden geldiyimizin farkında deyiliz...daha kadına nasıl davranılağını öğrenemedik neyi biliyoruz?