11 Mart 2013 Pazartesi

İstanbul’un uzun tahribat listesi-İlber Ortaylı


Demokrat Parti’nin 1950’li yılların ortalarında başlattığı çılgın imar bütün kültür tarihimiz için bir kara sahifedir. Bu tahribat bugüne kadar sürdü


1946’dan beri bu şehrin profili, büyük abidelerin etrafı, mezarlıklar ve birtakım eserlerin bulunduğu yerler ağır tahribat geçirdi. Türkiye’de “Bizans mirasının sistematik tahribi” gibi bir slogan bazı kimseler tarafından tekrarlanagelir ki boş bir sözdür. İstanbul’da hiçbir tahribin hiçbir sistemle hiçbir alakası yoktur ve Bizans katmanı Osmanlı’nın altındadır. Yani Bizans’ın tahribinden önce Osmanlı’nın tahrip edilmesi gerekiyordu ki,   elhak yerine getirilmiştir. İkinci büyük savaşın sonuna kadar imar bütçeleri kısıntılı olduğu için yapılan tahribat kısmidir ve daha çok  kendiliğinden olmuştur. 

Unkapanı’nı Yenikapı’ya bağlayan yol ilk sistematik tahribat başlangıcı sayılır. Dolmabahçe’nin arkasına benim tuttuğum takım Beşiktaş’a ait Mithatpaşa Stadı’nın yapılması da bu tip faaliyetlere bir örnektir. Hiç şüphe yok ki Demokrat Parti’nin 1950’li yılların ortalarında başlattığı çılgın imar bütün kültür tarihimiz için bir kara sahifedir. Bunu yapanlar İstanbul’a hizmet ettiklerini zannetmekteydiler. Hudutsuz bir bilgisizlik, Avrupa kültürüne ve benzer tarih şuuruna sahip olamayan bir görgüsüzlüğün rolü olduğu muhakkaktır. 

Swissotel derhal tahrip edilmeli
O devirde yıkılan beş adet Mimar Sinan camiinin ikisi 1980’lerde Millet Caddesi üzerinde alakasız bir yere başarısız kopya olarak yeniden yapıldı ama kaybettiğimiz eserler için bir fikir verebilirler. Tahribat listesini saymak için bu sütun yetmez, bu benim bildiğimdir. 1950’lerin yöneticileri ve sanatçıları nelerin gittiğini ilmi bir biçimde belgelememişlerdir. Hafızasına güvenen veya tesadüfen bazı şeyleri belgeleyenlerin bir araya getirilip raporlarının neşredilmesi gerekir. 
Tahribat muhtelif dönemlerde muhtelif biçimlerde sürdürüldü. Dolmabahçe’nin tepesine kondurulan Swissotel bunlardan biridir. Birçok kimselere ve bana göre pek bir şeye benzemeyen bu yapı şimdi satışa çıkarılıyormuş. Derhal alınıp tahrip edilmesi ve Dolmabahçe’nin üzerinde her bakımdan yük olan bu münasebetsizliğin ortadan kaldırılması gerekir. Belki pahalıya mal olacak ama 1980’lerdeki görgüsüzlüğümüzün bedelini 30 sene sonra ödemek bir borçtur. 



Surların yanı başına marina yapılıyor
Yedikule’de surların yanı başında bir marina yapılıyor. Böyle bir yatırımın referandum ile kararlaştırılması gerekirdi. Kazlıçeşme’nin ve surların görünümünün değişeceği açıktır. Acaba nasıl bir düzenleme ile bu olumsuz tesir azaltılabilir? O mıntıkadaki eski eserler, mezarlıklar, Merkez Efendi külliyesi, Rum ve Ermeni hastaneleri ne olacaktır? Hemşehrilere açıklanması gerek. 
İstanbul dışında alınan kararlara karşı İstanbullu kendini savunacak durumda değil. Çünkü bizde İstanbullu yoktur, maalesef İstanbulluluk sofra sohbetinden ibarettir. Gümüşsuyu’ndaki otelin inşaatını önleyenleri hatırlarım. Asıl zarar gören Gümüşsuyu Caddesi’ndeki apartman sahiplerinin kendi kendilerine homurdanmaktan başka faaliyetleri olmadı. 
Süleymaniye Camii restore edildi, lakin etrafındaki briketle yükseltilen kaçak yapılar hâlâ duruyor. Haliç’in üstündeki muhteşem profil 50 yıldır bozulduğu gibi camiin temellerine yüklenen bu çirkin yüke daha ne kadar Sinan’ın eseri ve biz tahammül etmeliyiz? Haliç köprüsünden evvel tartışılacak konu bu olmalıdır.

Eskimeyen bir yazarın yılı
Lev Tolstoy 9 Eylül 1828’de doğdu. Türkiye onu Fransızcadan yapılan çevirilerle tanıdı. Ama orijinal dilinden yapılan çeviri serisi de tamamlanmış durumda. Hasan Ali Ediz ile başlayan Rusçadan Tolstoy çevirileri genç kuşakla devam ediyor. Anglo-Sakson dünyası için Tolstoy kendi klasik yazarları kadar önde giden bir isim, daha çok önde giden ise Dostoyevski... İnsan ruhunu bu iki yazar kadar girdisi çıktısıyla kim izleyebilir, hangisi daha üstün tartışılır. İki yazar da fazla tarihçi değiller, Tolstoy Dostoyevski’ye göre tarihi çok kullansa da o da bulunduğu çevreyi ele almıştır. 
Beşeriyet tarihinin dönüm noktası sayılabilecek 1828-1910 döneminde, 82 yıllık bilinçli ve gözlemci bir ömür büyük bir fırsattır. St. Petersburg’dan Kafkaslar’a, Kırım Savaşı’ndan 1905 devrimine kadar Rusya’yı yöneten bir ailenin üyesi olmak romancının ötesinde bir birikim getirir. Üstelik Tolstoy oportünist veya şöhret meraklısı değildir. Rusya devletini modernleştiren bürokrat ve generallerin ailesindendir ama devlete ve devlet hizmetine başından karşıdır.

Anna Karenina’nın anlamadığı gerçek
Tolstoy’un dünyaya ve yurduna bırakmış oldu miraslar şöyle sayılabilir: Universal aydın grubun Hıristiyan anarşist düşüncesi; sık sık edebi şovenizmi zorlayan bir edebi tutuculuk; Stalin devrinde ailenin ve yazarın isminden yararlanan yeğeni Aleksei Tolstoy... Ama Tolstoy’un kendisi beşeri düşüncenin üzerinde başka bir mirastır. Taklit edildiğinde can sıkıcı bir gelenektir. Tekrar tekrar okunduğunda ise nesillerin ufkunu açar. Onun tarif ettiği Rusya’yı Rusya’da bile aramayın, bulamazsınız. Ama o Rusya her yerde vardır ve her zaman başka ülkelerin ve insanların adeta özlem duydukları bir kültür olarak onun kaleminden dökülür. 
Tolstoy “Anna Karenina”da gününün ortamında karakterlerini çizer. St. Petersburg muhitinin hürmet ettiği Aleksandr Karenin Başkırlara karşı acımasızdır, onları toprağından sürer. Karısına ve çocuğuna karşı acımasızdır. O cemiyette katı ahlak kurallarına kimse uymaz ama o kuralları değiştirmeye kimse kalkışamaz zira merhametsiz bir dünyanın ortasında yalnız kalır. Anna Karenina’nın anlamadığı gerçek budur. Dolayısıyla kendi içinde dürüst, iyi yetişmiş o güzel kadın (bir baloda rastladığı Aleksandr Puşkin’in güzel kızını Anna Karenina olarak okuyucusuna betimler) yalnızlığa ve ölüme mahkum olur. 
Tolstoy’un kendi hayatı da Astapova adlı bir istasyonda bitti; mülklerini köylülerine taksim etmek isteyince ailesiyle çatışmış ve evi terk etmişti. Nereye gitmek istediği hâlâ malûm değil. Garip, “Anna Karenina” romanı bir tren kazası ile başlar, trenin önüne atılan Anna’nın hayatı ile biter. Tolstoy da hayatının bir istasyonda hareket memurunun evinde biteceğini biliyor muydu? 
“Savaş ve Barış” 1812 Rusya’sının romanıdır. Manzaralar malum, St. Petersburg ve Moskova’da düzgün insan çok az. İdeal tipler tarihten getirilme, mesela ihtiyar prens Volkonsky gibi. Ama Napolyon romandaki bütün Rusları bir gaye etrafında birleştiriyor. Gerçekte de öyleydi. 
Rusya’nın Çarlardan evvel tarihte ağırlığını duyuran bir sülalesinden geliyordu. Bunlar bütün 17,18 ve 19’uncu asır boyu ünlü generaller, bakanlar, hatta Aleksey Kostantinoviç Tolstoy gibi yazarlar bu ailedendi. 1700’de İstanbul Antlaşması’yla Türkiye’ye ilk gelen mukin büyükelçi Piotr Tolstoy da yazarın büyük dedesidir. 
Kasım ayında onun 100’üncü ölüm yıldönümü; Lev Tolstoy’un romanları üzerinde o ay daha çok durulması lazım. Tolstoy Rusya’nın Balkanlara müdahalesini tasvip etmiyordu. Bu konuda Karl Marx ve Friedrich Engels’e paralel düşünüyordu denebilir. Büyük adamlar farklı düşünür ve doğrulara daha farklı yerlerden işaret ederler. Tolstoy eskimeyen bir yazar ve her zaman için bir düşünür.

Hiç yorum yok: