18 Mart 2013 Pazartesi

BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİNİN TEMELLERİ ATILIRKEN SİYASİ MEŞRUİYET SÜRECİ -Ergin AYAN*


Özet

Selçukluların Türk- İslâm tarihinde sosyal, siyasal ve kültürel anlamda çok
derin tesirlerinin oldugu tartısılmaz bir gerçektir. Çok umumi hatlarıyla on birinci
ve on dördüncü yüzyıllar arasında etkili olup, İ slâm dünyasının yeniden kurulması
sonucunu ortaya çıkaran siyasî tesekküller, Selçuklu devletleri olmuslardır. Fakat,
Selçukluların sınırsız hayranlıgımızı kazanmalarındaki en önemli pay, Türk- İslâm
tarihinde oynamıs oldukları mühim rolle beraber, kuruluslarından itibaren adım
adım izledikleri mesruiyet siyasetidir. Bu çalısmamızda Selçukluların mesruiyet sürecini
ele almamızın en önemli nedeni kaynaklardaki, İslâm sınırları içerisindeki
emîrlik, sultanlık veya diger yerel hâkimiyetler arasında Selçukluların kuruluslarının
mesruiyetleri ile ilgili bilgilerin, bu arastırmaya aktarılmasıdır. Bu konu gerçekten
de görmezlikten gelinebilir önemsizlikte degildir, çünkü bir tarihsel degisim modelini,
sosyal ve siyasal dönüsümü ortaya çıkardıgı gayet açıktır. Dandanakan Savası’ndan
sonra hilâfetten hem cesaret ve mesru güç hem de onu örnek almak, Selçuklular
için baslıca siyasal kılavuz olmustur. Sonuçta Tugrul Bey, Oguzlarıyla beraber
bir çırpıda Bagdat’a hâkim olmus, hilâfetin İ slâm dünyası üzerindeki siyasal ve
dünyevî etkilerini de sınırlı boyutlara indirgemistir.



Giris

Gönlü her zaman adaletle dolu olan kimse,
talihi sayesinde,muzaffer ve sâd olur.

Râvendî

Yazımıza ibn Hassûl’un Tafdilü’l-Etrâk adlı eserinde Tugrul Bey hakkında
söyledigi su sözlerle baslayalım: “Türkler bu pâdisâhın sahsında adli yer yüzüne
samil olmus ve ünü dogu ve batıyı tutmus ve kendisinden sonra hiç kimsenin liyakat
kesbedemeyecegi bir mülk kendisine verilmis ve kendisinin yüceligi nisbetinde kendisinden
evvel hiçbir hükümdâr görülmemis ve her Müslime taati taayyün etmis ve
gizli ve açık onun dostlugundan ayrılmamak ve gece ve gündüz onun nusrata mazhar
olması duasını dilden düsürmemek farzolmus bir zat bulmuslardır.

Bu zatın gözümüz ile gördügümüz ve kulaklarımız ile isittigimiz adil ve
ihsanının asarını ve Allahın rızasının nerede oldugunu arastırmasını ve hiddet ve
sükûn hallerinde Tanrı’ını kullarına merhamet ve sefkatini ve kendisinden evvelki
hükümdârlar nazarında ehemmiyetli sayılan mal ve akaret istihkârını asagıda zikredecek
ve bunları temellük, riya, kizb ve tahminden ari olarak söyleyecegiz. Çünkü
bizim bir havi ve tamaımız ve riyâkârlıga bir ihtiyacımız yoktur. Maksadımız
zati itibarıyla matlup olan sıtk-u saadet ve hakk-u hakikat yoluna gitmek ve bu
pâdisâhın eyyamında nail olmus oldugumuz rahata tesekkür etmis ve bu nimetin
hakkını ödemis olmaktır”1.

Peki tarih benzeri görülmedik bu hükümdâr hakkında baska ne söyleyebilirdi
? Aslında bu Tugrul Bey’in siyasetinin yönü ve kurdugu devletin mekanizmasıyla
ilgili bir sorudur. Zira, su temel soruya yanıt aramak ihtiyacını duyduk: Selçuklular
üç güçlü devletin -Samaniler, Karahanlılar, Gazneliler- arasında sıkısmıs,
tazyik ve baskıya maruz kalmıs, sabit bir yurdu bulunmayan göçebe kabileler toplumundan
bir cihan imparatorlugu haline nasıl gelebilmistir? Bu soruyu Türk tarihinin
karakteristik özüyle iliskilendiren sey, bize kadar intikal eden yazılı kayıtların,
Selçuklu hükümdârlarının adalet ve nizâm-ı âlem anlayısları açısından birbirini
teyit etmeleridir. Subeleriyle birlikte düsünüldügünde, Selçuklular 1040’dan
1310’da kadar 270 sene gibi aslında bir imparatorluk için pek de uzun olmayan bir
süre egemen olmuslardır. Fakat, bu süre içerisinde Selçuklu bünyesinde yer alan
Türk topluluklarının sosyal hayat ve siyasal faaliyet gösterme biçimlerinde çok
köklü degisiklikler oldugu da bir gerçektir. Sözün sırası gelmisken, bu özel degisime
hizmet eden İslâmî siyasal kültür ve medeniyetin tesirlerini de zikretmek gerekmektedir.

Ayrıca, biraz tereddütlü olsak bile, Selçuklu mparatorlugu bünyesindeki
muhtelif menseli insan topluluklarının (Türk, Arap, Kürt, Fars, Rum, Afgan,
Deylemli vs.) ortak sosyal hayat hususiyetleri üzerinde odaklanan, belli bir sosyal
antropolojinin anlamsız kılınmasının da bu etken unsurun tesiriyle gerçeklestigini
ilave etmeliyiz. Bizler tarihçi olarak, ilgi ve alakamızı kalıcı kültür unsurlarında
toplasak bile, tarihsel degisime ve bu degisimde bilesenler ile sentezlerin bulunduguna
inanmadıgımız sürece, neyin veya nelerin degistigini ve sentezlendigini anlamakta
güçlük çekeriz.

Bu hususu biraz açıklamakta fayda var. Selçuklu toplumunun tarihsel evrimini
izlemenin gayesi, elbette gelecekte Osmanlı Beyligi’nin nasıl kurulmus bulundugunu
önceden kesfetmek degildir. Mevcut tarihi kayıtlar temel önem arz etmekle
beraber, Selçukluların siyasal eylem alanındaki basarılarını, sadece askerlige,
göçebe hayat tarzına ya da Oguz kavminin üli’lemre itaat anlayısına dayandırmak
istemeyen bir tarihçinin gözünde, bu durumu degistirmez. Bir müsabaka hakkında,
tarihçinin bize anlatabilecegi yegane mutlak sonuç, bu müsabakanın yapılmıs
oldugudur. Dolayısıyla Selçuklu toplumunun kaderiyle ilgili arastırmalarımızda
ulastıgımız sonuçların haklı dayanaklarını, tam ve dogru olarak belirlemek çogu
zaman imkansız gibidir. Selçukluların hedefini, ister siyasal ve toplumsal olarak
medeni bir inkisaf kaydetmek, ister emperyal bir topluluk yönetmek, ister dünya
nizâmı tesis etmek, isterse baska herhangi sosyal ve siyasal kazanç elde etmek
olarak telakki edelim, tarihsel sonuç degismemektedir. Bizim tarihçi olarak yapabildigimiz
sey yalnızca gizil veya atıl halde kalmıs sonuçları bulup ortaya çıkarabilmektir.

Bu bakımdan Selçuklulardaki ilk en önemli dönüsümün Dandanakan
Savası ile husule geldigini kabul etmek egilimindeyiz. Bununla birlikte Selçuklular,
dini ve idari bakımdan kendilerinden önce mevcut olan İ slâm medeniyeti ananelerine
sahip olup, onu devam ettirmislerdir. Bazı Avrupalı Haçlı Seferleri tarihçilerinin
tasvir etmek istediklerinin aksine olarak, Türkistan’dan Akdeniz sahillerine
uzanan Selçuklu fütühatı, Rusça eserlerde müteaddiden ifade edilen “vahsi savasçı”
kabilelerin yagmacı ve tahripkâr istilâlarına hiç benzememektedir.

Tugrul Bey’in Tahta Oturması

Eger iki kardes birbirine sırt verip yardımlasırsa,
dagın gövdesinden bir avuç toprak kalır.

Râvendî

Selçukluların kendi bünyesindeki iç sartlar ve devletlerarası dıs sartlar
açısından, Selçuklu Oguzlarının kaderinde yeni bir perde açan Dandanakan sonrası
devir, sosyal ve iktisadi bakımdan harap olan bir kıtadan, Horasan kıtasından günümüze
kadar gelecek olan bir tarihin temellerinin atıldıgı devir olmustur. Bu tür
bir ifadeyle, bizim Selçuklulara yükledigimiz ve de ondan türetebildigimiz müteakip
asırlardaki muhtelif Türk devletleri kast edilmektedir. Tarihçi olarak bizim
yapabilecegimiz, genelde Türk dünyasındaki degisimin, özelde ise Oguz kabilelerinin
birkaç yüzyıl içerisinde azami derecede hızlanmıs ve kapsamlı dönüsümlerinin
mahiyet ve tesirlerini kesfedebilmektir. ste Dandanakan dönemindeki Selçuklu
toplumuyla, onun gelecekteki basarıları arasında ilintili olan sey aslında budur.
Yani Selçukluları dünya tarihçilerinin gözünde son derece önemli ve müstesna bir
mevkiye koyan sey budur. Çünkü, Selçuklu hükümdârları kendi hâkimiyet telakkilerini,
dünya nizâmını ve adaleti saglama temelinde sekillendirmis, üstelik bu çerçevede
Selçuklu bünyesinde bulunan ve daha sonra göç suretiyle bu bünyeye intikal
edecek olan Türk kavimlerinin sosyal ama milli hususiyet tasıyan degisim ve
dönüsümlerini gerçeklestirecek ortamı hazırlamıslardır.

Bu hususta Selçukluların Nîsâbûr’u 1038 yılında ilk fethettiklerinde, Tugrul
Bey’in ana bir üvey kardesi brahim Yınal’ın2, sehir halkına söyledigi su sözler
oldukça manidardır: “Gönlünüzü kuvvetli tutmanız lazımdır. Zira, simdiye kadar
ufak insanlardan sadır olan yagma ve intizamsızlık nevinden olup bitenler zaruri
idi. Simdi ise adil bir padisah olan Tugrul ise kendi has adamları ile buraya inecektir.”
3. brahim Yınal’ı müteakiben Tugrul Bey, 429 senesi Ramazanında (Haziran
1038) Nîsâbûr’a gelip, Sâdyâh4’da Mesûd b. Mahmûd’un tahtına oturdugunda,
sehir halkında kaynasma ve huzursuzluk baslayınca, halkı teskin için münadiler
vasıtasıyla söyle buyurulmustur: “Sehir sâkinleri ve reâyâdan hiç biriyle isimiz
yoktur ve hiçbir yaradılmıs incitilmeyecektir.”5.

Yukarıda brahim Yınal’ın sarf ettigi bu sözlerin mefhumu nedir? Bize göre
bu sözlerin amacı, kısa bir geçmiste yasanmıs olan çapul hareketlerinin mahiyetini
açıklamak ve kendilerinin getirecegi simdiki adil nizamla bag kurmaktır. Görülebildigi
kadarıyla Selçuklularda kendilerini, “ufak insanlar” olarak nitelendirdikleri
öncekilerin, halk üzerindeki baskısını ortadan kaldırmaya ve yeni bir dünya nizamı
kurmaya temayül ettiren bir telakki vardır. “Küçük insanların”, Selçukluların
henüz devlet olmadan önceki yasamlarını nasıl etkilediginin büyük bir kısmı kaynaklardan
ögrenilebildigi içindir ki, adalet nizam duygusuna, Selçukluların
Nîsâbûr’un fethinden yaklasık iki yıl sonra gerçeklesen Dandanakan Savası sonrası
tarihinde daha sık rastlanmaktadır.

Selçuklular Nîsâbûr’da Hicrî 428 ila 455 yılları arasında, 429 ver 430 yılları
hariç olmak üzere hemen hemen her yıl para bastırmıslardır. Selçukluların
428’de Nîsâbûr’da bastırdıkları ilk dinar Tugrul Bey adına olup, sehre girisinin
ansına basılmıstır. Kaynaklarda her ne kadar Tugrul Bey’in Nîsâbûr’a girisi 429
Hicrî yılı olarak gösteriliyorsa da, elde bulunan sikkenin yegâne örneginin üzerindeki
tarih 428’dir. Demek ki, bu tarihteki ilk fethin ardından Gazneliler sehri tekrar
geri almıslar ve Tugrul Bey adına önceden kesilen sikkeleri battal etmislerdir6. Bu
durumda ibnü’l-Esîr’in ikinci verdigi tarih olan Hicrî 428, ilk sikkenin tarihi ile
örtüsmektedir. 431 tarihli sikke ise Dandanakan’dan sonrasına aittir7. Aslında
ibnü’l-Esîr, Tugrul Bey’in Nîsâbûr’a ilk girisini 429 yılı olayları arasında gösteriyorsa
da, daha sonra “Selçuklu Devleti’nin Kurulusu ve Sırayla Haberleri” baslıgı
altında aynı olayın 428 Saban ayında (Mayıs-Haziran 1037) yılında vuku buldugunu
kaydetmektedir. Buna göre Nîsâbûr’da hutbe “es-Sultanu’l-muazzam” unvanıyla
Tugrul Bey adına okundu, bu arada muhtelif yerlere nâibler gönderildi8. Tugrul
Bey anılan tarihte Nîsâbûr’u ele geçirdikten sonra kendisini sultan ilan etmisti,
ancak bu unvanı resmî olarak Selçuklu Devleti’nin kurulmasından sonra kullanmaya
basladı. Tugrul Bey kendi adına 433 (1041/1042) yılında bastırdıgı altın sikkelerde
“el-emîrü’l-ecell” adını almıstı. “sultan” unvanına ise 438 (1046/1047) yılında
basılan paralarda rastlanmaktadır9.

Nümizmatik ilminin tarihin daha dogru olarak anlasılması yönündeki katkılarının
da göz ardı edilmemesi gerektigi burada bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Tugrul Bey’in Nîsâbûr’a girisi hususunda ibnü’l-Esîr’in neden iki farklı tarih ve
Selçuklu tarihinin hulasasını yaparken, sikke ile örtüsen dogru tarihi verdigi konusunda
ise bir yorum yapamıyoruz. Buna karsılık müellifin vermis oldugu baska bir
bilgi daha dikkat çekicidir. Bu noktada Tugrul Bey adına Nîsâbûr’da hutbe okunması
ve hutbede onun sultan olarak anılmasının açıklaması ise ayrı bir muammadır.

Zira, İslâm dünyasında bir egemen hükümdârın sultan unvanıyla anılması ancak
halîfenin tasdikiyle gerçeklesebilecek bir olaydır. Bu keyfiyetin açıklanabilmesi,
Tugrul Bey ile Halîfe el-Kaaim (1031-1075) arasındaki iliski sorununu gündeme
getirecektir. Bu iliskinin, siyasal ve geleneksel anlamda belirli bir dogrultuda ilerlediginden,
hatta ibnü’l-esîr’in 429 yılı haberleri arasında verdigi bilgiye bakılırsa,
Turul Bey’in Nîsâbûr’a ulasmasından sonra halîfenin elçileri gelmistir. Halîfe,
Nîsâbûr, Rey, Hemedân ve el-Cibâl’deki Oguzlara haber gönderip, onları yagmacılık,
katil ve tahribattan men ediyor ve onlara bu konuda nasihatte bulunuyordu10. O
halde bu çerçevede halîfenin, o tarihlerde yükselise geçen Selçukluların siyasal
mesruiyetine ve Horâsân ve ran bölgesinde sosyal düzeni saglamaya yönelik bir
girisimde bulunduguna hükmedilebilir. Hiç süphesiz bu tesebbüslerin altında yatan
gaye ve sebepler de o tarih kesitinde Selçuklu Oguzlarının giderek daha etkin bir
sekilde kendilerini egemen olarak hissettirmeleriydi. Açıkçası, muazzam bir askeri
güce sahip olan Gaznelilerin hâkim bulundugu kaleleri zapt etmek, Selçuklulara
uzun ve mesakkatli bir sürece mal olmustu. 1037’ye gelindiginde Gazneliler, tarih
sahnesinde biraz daha fazla yer isgal edebilmis durumdayken, Dandanakan Savası
sonrası, Selçuklulara taarruzu bırakıp tamamen geri çekilmek zorunda kalmıslardı.

Netice itibarıyla Nîsâbûr’a girislerinden sonra Selçuklularda, genel olarak
Selçuklu Devleti’nin siyasal ve sosyal gelismesinin, adalet ve nizâm duygusundan
ayrılamayacagı telakkisinin mevcudiyeti, ciddi biçimde reddedilemeyecek bir tarihi
olgudur. Bunun tersi dogrultusundaki bir kanaat, yani Selçukluların basit birer katıksız
ganimet arayıcısı oldukları seklindeki görüsler ise, bir oymaktan nasıl bir
cihan imparatorlugu haline dönüsebildiklerine dair, akıl almaz basarılarının yarattıgı
soru isaretlerinde temellenmektedir. Profesyonel üniversitelerin, siyaset okullarının
bulunmadıgı bir devirde Tugrul ve Çagrı Beylerin, Alparslan’ın, Meliksâh’ın
niyetlerinin esasen siyasal olmadıgını tartısmanın da bir anlamı olmaz. O devirde
sosyal bir tabaka olarak reâyânın fethedilen yerlerle orantılı olarak sayısının gittikçe
çogalması sonucunda, reâyâ ile sosyal ve siyasal kararları alan yönetici kisiler
arasındaki uçurumun genislemesi, yöneticilerin kendilerini gittikçe daha bagımsız
hâkimler olarak görme egilimlerini güçlendirdigi de söylenebilir. Yani Selçukluların
kurulus dönemindeki telakkiler, mevcut sartların zorunlulugundan kaynaklanan
görüsler olarak, reâyâya hem adaleti hem de nizâmı garanti eden bir grup insanın
kesfettikleri gerçekler olarak sunulmakla, mevcut statükonun gücü büyük oranda
arttırılmıstır. Çok bilindik bir sekilde Selçuklu yöneticileri kendi siyasetlerini,
reâyâya müdahale etmekten çok, eski düzene meydan okuyan beyanlarıyla güçlendirmeye
çalısıyorlardı.

Selçuklular, kuruluslarından sonra Horasan kentlerine, baslarında “Sıhne“
denilen komutanların bulundugu askeri garnizonlar yerlestirdiler. Bu garnizonlar
kent ve çevresinin güvenligini saglıyor, özellikle Ayyarları sindirerek, asayisi yoluna
koyuyorlardı. Selçuklular zayıflayana kadar, fityân veya ayyârun kentlerde
etkili olamadı. Bunun yanı sıra, bu dönemde Selçuklular asırı vergilendirmeden de
kaçınmıslardır. Böylece tarım agır agır kendine gelmeye baslamıstır. sfahan gibi
bazı yörelere çesitli nedenlere dayanarak vergi muafiyeti de saglamıslardır. Bir
taraftan da bayındırlık islerine baslanmıstır11.

Bu açıdan bakıldıgında, İslam topraklarının dogusunda Selçuklular bir asayis
ögesi olarak ortaya çıkmıslardı ve bu onların genislemesini de kolaylastırdı.
Zaten Müslüman dünyası parçalanmıs durumdaydı. Eyaletlerde yöresel egemenler
aileler kurarak yönetimi ele geçirmislerdi. Selçuklular bu yöresel egemenleri
yerlerinde bırakarak, sadece onları kisisel olarak Sultan’a baglı hale getirdiler. Selçuklu
vassalı olan egemen (emir) belli bir vergi veriyor ve gerektiginde askerleri ile birlikte
Sultanın yardımına geliyordu. Buna karsılık da Sultan yöresel egemeni koruma
görevini üsleniyordu. Bu koruma sürekli aile içinde ve dısında taht kavgaları
veren emirler için önemliydi. Eyaletlere veya bagımsız emîrliklere huzur ve güven
tekrar geliyordu.

8 Ramazan 431 Persembe günü (23 Mayıs 1040) Dandanakan zaferinden12
sonra Horâsân civarındaki bütün dagınık Oguzların birlesmesiyle Selçuklular birdenbire
kuvvetlendiler. Cihân hâkimi olma yolundaki Selçuklu reislerinde
hükümdârlık tecelli etti ve Oguzlar istiklâl kazandılar13. Görülüyor ki, Gazneliler
Devleti’nin maglup edilmesiyle, o zamanın beynelmilel iliskileri de kökünden yeni
sekiller alacaktır. Dandanakan Savası’nın cereyan edis hikayesi ile ilgili tafsilata
girismeyecegiz, çünkü M. A. Köymen bu konuda tatmin edici arastırmayı yapmıstır14.

Savastan sonra Horâsân kıtası artık Selçukluların olmus ve yukarıda
Râvendî’nin nakletmis oldugumuz kaydına göre Selçuklular hükümdârlık ve istiklâl
kazanmıslardı. Fakat yaklasık Horâsân’a girislerinden itibaren geçen 15 sene
içerisinde vukua gelen Oguz-Türkmen akınları ve yagmaları, bir de Gaznelilerle
yapılan savaslar sonucunda bu bölge kıtlık ve yokluk içerisine düsmüstür. Normal
zamanlarda bile kendisini besleyemeyen Nîsâbûr ve Herât gibi sehirler açlık ve
yoksulluk içerisinde kalmıstır. Topragı isleyemeyip kaçan köylüler, ayyar çetelerine
katılmıstır. Meselâ, 7 yıl süren Oguz akınları sonucunda Beyhak kasabasında
surlarla çevrili bahçelerin dısında ekim yapılamaz olmustur. Selçuklular Serahs-
Merv yolu üzerindeki sulama sebekesini tahrip etmek suretiyle Dandanakan savasını
kazanmıslardır ama bunun sonucunda önemli bir tarım alanı çöllesmistir. Kervanlar
Dandanakan’dan korkmaga ve sehrin uzaklarından geçmege baslamıslardır15.

Bu konuda kaynakların verdigi bilgilerin dogru ve yeterli oldugu iddia
edilemez, yalnız tarihi olayların cereyan edis tarzlarından anlıyoruz ki, bu tür yıkımların
yasanmıs olması imkânsız ve gerçekten uzak degildir. Köylerin bosalması
ve tarım yapılamaması, arazi fiyatlarında büyük düsüslere yol açmıstır. Nîsâbûr’da
birkaç bin dirheme satılan degerli arazi, 100 dirheme satılamaz olmustur. Birkaç
bugday çuval karsılıgında tarlalar elden çıkartılmıstır. Nîsâbûr’un küçük arazi sahipleri,
yiyecek alabilmek için evlerinin damlarını bile söküp, satmıslardır. Büyük
zengin aileler bile sıkıntıya düsmüslerdir. Bu karısıklıklar yüzünden, birçok dihkan
küçük ve orta arazi sahibi statüsüne düsmüstür. Selçukluların dünya tarih sahnesine
çıkısları, süphesiz doguda ve batıdaki siyasal güç ve dengelerin degismesine yol
açmıs, ekonomik ve sosyal yasam alanında birçok degisiklikler ortaya çıkarmıs ve
bütün bunlar dogu ülkelerinin sosyal, kültürel ve etnik süreçlerine yansımıstır.

Görüldügü ve görülecegi gibi, Selçuklular simdilik, maglubiyete ugrayan
Gaznelilerin Horâsân kıtası üzerindeki mirasına sahip olmuslardır. Gazneliler maglup
olunca Selçuklu seflerinin gerçek bir devlet olma yolunda harekete geçmemeleri
için bir sebep kalmamıstı. Kaynakların ifadesiyle bu münasebetle Dandanakan
zaferinden sonra Selçuklu basbugları, savas alanında atlarından indiler ve topraga
kapanıp Hak Teâla’ya sükrettiler. Sonra ovanın ortasında çadırlar kurulup, taht
hazırlandı. Bütün ordu efrâdı ve ileri gelenler toplandı. Tugrul Bey tahta oturtuldu.
Horâsân ‘ayân ve emîrleri gelip, Tugrul Bey’i Horâsân pâdisâhı unvanı ile selamladılar.

Ellerine geçmis olan sayısız ganimetler aralarında taksim edildi. Türkistan
‘ayânlarına, Ali Tegin Ogulları’na, Mâverâünnehir hâkimlerine ve diger
hükümdârlara fetihnâmeler yazılıp gönderildi. Tugrul Bey’in pâdisâhlıgı bildirildi.
Horâsân halkı da bir sene için vergiden muaf tutuldu16.

Devletin yukarıda zikredilen kurultayından sonraki durumu tarihçiler açısından
oldukça ilginç hususiyetler arz etmektedir. Demek ki, henüz kurulus asamasında
bile Selçuklu hükümranlıgının tek bir otoriteye dönüstürülmesi, devletin müteakip
gelisme sürecinin dogrusal olmayan yönlerini; yani bu süreç içinde degisen
ülüs sistemini kendi içinde gizlemektedir. Esir alınan mühim sahsiyetlerin Tugrul
Bey nezdine götürüldüklerine bakılırsa, Selçukluların bası Tugrul Bey’dir. Kurulus
asamasında devlet bir yandan merkezî bir iktidarın yönetimine bırakılırken, diger
yandan hanedan üyeleri, devletin büyümesinde yer almak üzere yeni topraklar fethetmeye
memur edilmislerdir17. Tarihçiler Selçuklu Devleti’nin gelismesinin kronolojisinde,
kurulus sisteminin yeni asamalarını, bazı açılardan önceki Türk devletlerinden
farklı olan vasıflarını ve bir Türk- İslâm devlet modeli olarak, bu süreçte
seküler dönüm noktaları olarak görülen mühim anları, fark edeceklerdir. Bu mihenk
tasları iktisadi, siyasi ve kültürel açıdan anlamlıdır, çünkü bir Türk-İslâm
devleti olarak Selçukluların, geleneksel ülüs sisteminin zayıflıklarından kurtulup,
merkezi bir yapılanmaya dogru gitmek istedikleri bir vakıadır.

Selçuklu hâkimiyetinin bu baslangıç döneminde Selçuklu Türkmenlerinin
yasadıkları bölgede bütünlüklü bir siyasal model kurmalarının niteligi nedir? Bu
konudaki düsüncelerimizi yukarıdaki semaya bakarak ortaya koyma zorunlulugu
hissettigimiz için, Oguzların, hususen de Kınık boyunun, boy ve bey teskilatı ve
telakkisi içinde liderlik konusunda tam bir birlik ve uyum halinde olduklarını kabul
etmek egilimindeyiz. Baska bir ifadeyle, bu sırada cereyan eden önemli hadiselerin
açıklanması hususunda Oguz boy ve bey telakkisine atıfta bulunmayan hiçbir tarih
tartısmasının ciddiye alınmasından bahsetmek dogru degildir. Bu çıkıs noktası,
özünde Tugrul Bey’in tahta oturmasını bütün diger Oguz beylerinin kabul ettigi
gibi, Oguzların tarihi “bey gelenegiyle” ilgilidir. Zira bu anlayısın geçerliligi ve
devamı ile ilgili olarak tarihi kaynaklarda bu cihân pâdisâhı “Tugrul Bey” olarak
zikredilecektir.

Devletin idari olarak hangi yönde ilerledigini kesfetmek istiyorsak, asamaları
sıralamak yerine, gerçekten tarihsel bir analiz yapmak durumundayız. Bu konuda
fikir ileri sürenler, farklı üsluplarıyla Selçuklu idari mekanizmasının gelismesinde
tarihsel bir yön bulundugunu gören M. Altay Köymen’in çalısmalarına basvurmadan
bir sonuca ulasamazlar. Köymen, böylesi açıklama egzersizlerine girisirken,
kurulan devletin mahiyetini anlamak bakımından, Tugrul Bey’i tahta oturtan
modele bakarak, devleti temsil selahiyetinin tek basına ona ait oldugunu, kurulan
devletin belli bir arazisinin oldugunu ve bu arazi üzerinde yasayan tebasının
bulundugunu vurgulamıstır. Bu modelde yalnızca yerli halk yabancı ırktan olup,
Selçuklular bunun üzerinde hâkim tebayı teskil etmektedirler18. Burada vurgulanması
gereken bir baska nokta da Tugrul Bey’in yönetimin basına geçirilme kararının
rasyonel bir sekilde ve geleneksel olarak kurultaydan çıkmıs olmasıdır. Anlasılan,
Selçuklu ailesi arasından kisisel yetenekleri ve siyasi dehası tescil edilmis olan
Tugrul Bey’in reisligi, siyasal ve sosyo ekonomik bir dönüsüm asamasında olan
Selçuklu Oguzları adına kurultayı mutlu etmistir. Tugrul Bey, dayandıgı ve içinden
çıktıgı Selçuklu Oguzlarının beklentileri ve umutları ile birlikte kendi görüslerini
de tarihsel gelisme içerisinde uygulayabilecegine dair ilk isaretleri irad ettigi nutkunda
vermistir.

Eski Bir Türk Devlet Gelenegi: Ülestirme

“Türk tarih ve belleginde derin yapılanmanın düsturu”

Dandanakan’ın muzafferi olan Selçuklular, devlet kurmaya girisirken hanedan
üyelerinden Çagrı ve Tugrul Bey, amcaları Musa Yabgu, amcaogulları, akrabanın
büyükleri ve ordunun pehlivanları toplandılar. Birbirlerine uymaga karar
ve söz verdiler. Dediler ki, “Aramızda bir ihtilafın çıkmasından Allah’a sıgınırız. O
zaman saskın düsmanlar bize kahraman olur ve mesakkatle ele geçirdigimiz mülk,
elimizden çabuk gider. O zaman pismanlık fayda etmez”19. Râvendî, su hikayeyi bu
toplantıyla ilgili olarak nakletmektedir: “Duydum ki, Tugrul Bey kardesine bir ok
verdi ve dedi: Kır. O, onun arzu ettigi gibi, oku parçaladı. Tugrul Bey iki oku bir
araya getirdi, aynı seyi yaptı. Bunun üzerine üç tane verdi, güçlükle kırdı. Oklar
dört olunca kırmak imkânsız oldu. Tugrul Bey dedi ki: Biz de tıpkı bu oklara benzeriz.
Ayrı ayrı oldugumuz müddetçe, biraz kuvvetli olan herkes, bizi kırmaga, yenmege
kasd eder; fakat bir arada olursak, kimse bizi yenemez. Eger aramızda anlasmazlık
çıkarsa, dünya ele geçirilemez, düsmanlarımız galip olur ve hükümdârlık
elden gider.”20.

Demek ki, Tugrul Bey’e göre Oguzlar, birlik olmayı basardıkları zaman,
cihanı fethetmeyi umut etmelidirler. Selçuklular henüz boy teskilâtı halinde iken
nanç Musa Yabgu hukuken, Tugrul Bey de fiilen reislik yapmaktaydılar. Tugrul
Bey kurultayda henüz sultan degil ama hükümdâr olarak ilan edilirken, bütün yetkileri
kendinde toplamıs oluyordu. Tugrul Bey, bir-iki okun kolaylıkla, birlikte ise
zorlukla kırılması örnegini göstererek, Selçuklu ileri gelenlerine birlik konusunda
mesaj vermis, beyler de bu hususta yeminler yapmıslardır.

El-Hüseynî’ye göre, Gazneli askerleri Horâsân’dan çekilip, Selçuklu melikleri
yerlestigi vakitte, Çagrı Bey’e Nîsâbûr’dan Ceyhun’a kadar -fethedebilecegi
memleketler de dahil olmak üzere- ülkeleri verdiler. Bilâhare Çagrı Bey, Harezm,
Buhara ve Belh’i feth ile bunlara ilhak etti. Tugrul Bey’in anadan bir kardesi olan
brahim b. Yınal’a Kûhistân, Cürcân verildi. Ebû Ali Hasan21 b. Mûsa Yabgu22’ya
Herat, Bûsenc, Sicistân ve Gur ülkesi verildi. Bütün bunlar 430 (1038-1039) senesinde
olmustu ve Tugrul Bey Irak’da bulunuyordu23. Paylasım konusunda Beyhakî
farklı bilgiler vermektedir. Bu müellife göre, Dandanakan savasından sonra Selçukluların
eline sınırsız miktarda altın, gümüs, hayvan ve kılık kıyafet geçmis,
onlar yüksek sesle ve Türkçe olarak “Bunu biz yaptık” demislerdi. Bütün bunlardan
sonra Tugrul’un 1.000 süvari ile birlikte Nîsâbûr’a, Musa Yabgu’nun Yınallılar
ile Merv’e, Çagrı’nın da askeriyle birlikte Belh ve Toharistan taraflarına gitmesine
karar vermislerdi24.

Ancak, Beyhakî’nin Dandanakan sonrası ülestirme konusunda verdigi bilgilere
kusku ile yaklasmak gerekiyor, zira Beyhakî, yukarıda zikrettigimiz ve zikretmedigimiz
diger müelliflere uygun bilgiler vermemistir. Gerçekten de diger
müelliflere göre Merv, Tugrul Bey’in degil, Çagrı Bey’in idaresine bırakılmıstır.
Dogrusu Tugrul Bey sultan sıfatı ile Nîsâpûr’u ve batıda fethedilecek beldeleri
alıyordu. Çagrı Bey de Melik (hükümdar) sıfatı ile ve ordu kumandanı (ka’id alcays)
olarak, yine hükümet merkezi Merv olmak üzere, Ceyhun’a, Sarahs ve Belh
sehirleri ile Gazne’ye kadar uzayan ülkelere sahip oluyor; nanç Beg eski Türkçe
unvanını (Yabgu) muhâfaza ederek Herat merkezi ile Bûst, sfizâr ve Sistân’a kadar
alınacak vilâyetlerin hükümdarı oluyordu25.

Bu arada satır aralarında su bilgiyi de kaydetmek gerekiyor ki, Mirhond’un
bugün kayıp bulunan Meliknâme’den naklettigine göre Gazneli Sultan Mesûd,
Dandanakan savasında Çagrı Bey tarafından maglup edildikten sonra, Selçuklular
bin kadar Gazneli kumandanı da esir almıslardı. Fakat, Çagrı Bey bu esirlere gayet
iyi davrandı. Onları esir yerine koymayıp, kendilerine at, yiyecek hatta hediyeler
dahi vererek, memleketlerine geri gönderdi26. Bu olay belki de Çagrı Bey’in, Horasan’ı
Gazneli askerlerden temizlemenin, kendi gelismelerine saglayacagı muhtemel
katkıların farkında olmasına bir isaret olarak görülmelidir. Selçukluların gerçeklestirdikleri
bu icraat, asagıdaki tarihçinin verdigi bilgilerden çıkardıgımız sonuca
göre, bilerek ve belli bir amaca hizmet için yerine getirilmis olup, ülkeyi ülestirmenin
bir basamagını teskil etmistir.

El-Hüseynî’nin yukarıda görev paylasımı hususunda bahsettigi tarih süphesiz
Dandanakan savası öncesine tekabül etmektedir. Zaten müellif 430 Hicrî
tarihini 530 olarak vermis olmakla hataya düsmüstür. Çünkü bu tarih yüz yıl sonrasına
rastlamaktadır. Fakat, nedense eserin mütercimi Necati Lügal, aynı sayfada
Gazneli Sultan brâhim’in saltanat yıllarının tarihlerindeki yanlıslıgı düzelttigi halde,
bu yanlıslıgı düzeltmemistir. Zaten Selçuklu hânedân mensuplarının sahip oldukları
ve ailenin ortak malı kabul ettikleri ülkeyi paylasmaları, Dandanakan savasından
yani Hicrî 431 yılından sonra yapılmıs olması gerekir. Ayrıca, kaynakların
ittifakla yukarıda zikrettigimiz toplantıdan sonra Halîfe el-Kaaim Biemrillah’a bir
mektup yollandıgından bahsetmelerinden Tugrul Bey’in anılan tarihte Irak’da bulunmasının
imkânsız oldugu ortaya çıkmaktadır.

Kaynak tenkidini bir tarafa bırakacak olursak, Dandanakan savasından bir
süre sonra Merv’de toplanan kurultayda müsterek idarenin devam ettirilmesi fikrinin
benimsendigi, fethedilen ve fethedilecek ülkelerin hanedan üyeleri arasında
paylastırıldıgı anlasılmaktadır. Hânedân üyelerinin Dandanakan savası sonrasındaki
devletin kurulus asamasında hem bölgeleri, hem de askerî güç olarak dayandıkları
Türkmen-Oguzları paylasmaları, eski Türk geleneklerine uygun düsmektedir.
Ancak bu paylasım sonucunda Tugrul Bey’in merkezî otoriteyi temsil ettigi sonucu
ortaya çıkmaktadır. Tugrul, Çagrı ve Musa Yabgu gibi üç Selçuklu sefinin en
önemli merkezleri paylastıkları asikardır. Bu liderler de dahil olmak üzere hânedân
üyeleri, Türk cihân hâkimiyeti ülküsü mucibince ve merkeze de baglı olmak üzere
ülkeler fethetme görevini üstlenmislerdir. Bu paylasma keyfiyetinin hangi sartlarda
ve nasıl gerçeklestigi hakkında kaynaklar tafsilatlı bilgi vermemektedir. Kaynaklarda
kararın hânedân üyelerinin ve ileri gelenlerin yaptıkları bir toplantıdan çıktıgı
nazarı dikkate alınırsa, bunu Türk devlet gelenegine uygun bir kurultay olarak degerlendirmek
ve adlandırmak kabildir. Bu husus da devletin kurulusunda İslâmdan
önceki Türk hâkimiyet anlayısının devam ettigini gösteriyor.

Paylasımda yer alan hânedân üyelerinin hangi hak ve sorumluluklara sahip
oldukları ise ayrı bir sorudur. Hânedân üyelerinin en azından kendi bölgelerinde
para bastırıp, hutbe okutabildikleri, hâkimiyet alametleri kullanabildikleri, fermân
ve mensûr çıkarıp, komsu devletlerle savas ve barıs yapabildikleri tesbit edilebilmektedir.
Bu durum merkeze seklen baglı yarı bagımsız devlet özelligini yansıtmaktadır27.
Bu üçlü yönetim tarzı geregince, Çagrı ve Musa nanç Beyler, kendi
yönetim bölgelerinde Sultan Tugrul’un adından sonra adlarına hutbe okutup, para
bastırabilecekleri gibi, saraylarının kapısında günde üç defa nevbet (bando) çaldırabilecekler
ve baslarında da hükümdârlık alametlerinden olan çetr tasıyabileceklerdi.
Bununla birlikte her ikisi, baskent Nîsâbûr’daki Sultan Tugrul’a kesinlikle
tâbi bir durumda olacaklardı28. Bu sebeple hutbede ilk defa Tugrul Bey’in adı zikrediliyor;
öte yandan sultan bes nevbet çaldırdıgı hâlde bunlar üç nevbet ile iktifâ
ediyorlardı29.

Bu paylasmada Oguz-Türkmen basbuglarının da görev aldıgı bazı kaynakların
kayıtlarından anlasılmaktadır. El-Azimî, bunlardan birkaçının adını vermektedir.
Buna göre, Balhan, Irak, Yabgulu30 Türkmenleri de denilen Navekiyye31
Türkmenlerinin basbuglarından olan Azizüddevle Kızıl Bey, beraberinde Boga,
Göktas, Mansur gibi beyler oldugu halde Kâkûyeogullarından Alâüddevle’nin
elinde bulunan Rey kentini ele geçirerek, burada bir Türkmen beyligi kurmustur.
Kızıl Bey’e Azizüddevle lakabının verilmis olması, Dandanakan Savası’na katılıp,
Selçuklu Devleti’nin kurulusuna büyük hizmetleri dokunması dolayısıyladır. El-
Azîmî ve ibnü’l-Esîr, Kızıl Bey’in 1041 yılında Rey sehrinde öldügünü zikretmektedirler32.

Üç Selçuklu basbugundan sonra gelen büyük beylerden brahim Yınal’a
Kuhistân, Arslan Yabgu’nun oglu Kutalmıs’a da Gurgan ve Damgan tahsis edilmis
idi. Lâkin baslayan merkeziyetçi gayretler dolayısı ile bu sonunculara ve diger
beylere böyle bir muhtâriyet verilmemistir33.

Yukarıda anlattıgımız, fakat i bnü’l-Esîr’in bahsetmedigi kurultayda görev
taksimi yapıldıktan, yani bu olaydan yaklasık olarak 7 ay sonra Tugrul Bey’in 431
yılı sonlarıyla 432 yılı baslarında (Kasım 1040) Nîsâbûr üzerine yürüyüp, sehri
zapt ettigi anlasılıyor. i bnü’l-Esîr’e göre Tugrul Bey adamlarına sehri yagmalatmıstır.

Bu sıralarda ayyâr denen issiz güçsüz takımı Nîsâbûr halkına çok zarar
vermislerdi. Tugrul Bey Nîsâbûr’a girince korkan ayyârlar, halkı yagmalamaktan,
ırz ve namusa tecâvüz etmekten vaz geçtiler. Böylece halk huzur ve sükûna kavustu34.
i bnü’l Cevzî de bu bilgiyi verdikten sonra, Oguzların Rey’e girdiklerini ve
bütün Horâsân bölgesinin hâkimi olduklarını eklemektedir35. ibnü’l-Esîr’in bu kaydından
çıkardıgımız sonuca göre Nîsâbûr’u yagmaladılar dedigi Selçuklu askerleri,
aslında Nîsâbûr halkını degil, sehirde serkeslik yapan ayyârları yagmalamıslardır.
Çünkü müellif, bir sonraki cümlesinde Tugrul Bey’in sehre girmesiyle halkın rahat
ettigini belirtmektedir. Gerçi, yerli ve yabancı tarihçiler Selçuklu Devleti’nin tesekkülünün
ortaya çıkardıgı sosyal sonuçları farklı biçimlerde yorumlama temayülünde
olmuslardır. Ancak, fethettikleri bölgelerin gerçek egemenleri haline gelen
Selçuklu askeri yöneticilerinin, bu bölgelerin feodal hâkimleri ile kurdukları birlik
kosulları içerisinde, kesin bir üstünlük sagladıkları vakıadır. Bu keyfiyet, devlet
bünyesinde yeni müesseselerin olusmasına istinat noktası teskil etmistir.

Fakat, Gazneliler ile hesaplasma bitmis degildir. Dandanakan maglubiyeti
üzerine Gazne’ye dönen Sultan Mesûd, bozgunun bütün mesuliyetini kumandanlarına
yükleyerek, onları idam ettirdi. Mesûd, Harezm hâkimini, Buhara ve
Semerkand hanlarını Selçuklulara karsı kıskırtmaya çalıstı. Bu cümleden olmak
üzere Karahanlı Arslan Han’a bir elçiyle mektup gönderip, yardım istedi ise de bu
tesebbüsünden bir sonuç alamadı. Arslan Han, Toharistân’ı bir mensurla Böri
Tegin’e verip, onu Selçuklularla mücadeleye sevk etti ise basarısızlıga ugradı36.

Kafesoglu’na göre, yeni fethedilecek ülkelerin çesitli bölgelerine gönderilecek
hânedân üyelerinin önceden belirlenmesi de Türk-cihân hâkimiyeti ülküsünün
bir uygulaması idi. Oguz destânındaki ok motifi, Uygur efsanesinde kardeslerin
belli bölgelere sevk edilmesi, Göktürk kitabelerindeki zaptı düsünülen istikametlere
tiginler tayin edilmesi ile ilgili kayıtlarla, Selçukluların Dandanakan savasının
hemen ardından toplanan mecliste, fütuhat yönlerinin ve buralarda görev
alacak hânedân üyelerinin seçilmesi arasında bir benzerlik vardır37.

Bu görevlendirmeler ve hâkimiyet sahalarının hânedân üyeleri arasında
paylasımı konusunda elimizde herhangi bir mensûr veya fermân bulunmamakla
beraber, tarihçilerin kayıtlarında bu hususla ilgili bilgiler mevcuttur. O sırada devletin
bürokratik tesekkülü henüz gerçeklesmemis oldugundan, Sultan Sancar devrinde
oldugu gibi herhangi bir münseât belgesi kaydından da söz edilemez.

Mesruiyet yolunda

Akıl gibi yönetici, adalet gibi koruyucu,
gerçek gibi kılıç, dogruluk gibi söz yoktur.

Ravendî

Selçukluların Abbâsîler ile ilk yakınlasmalarını intac eden keyfiyet, Tugrul
Bey’in Nîsâbûr’u fethidir. Horâsân’da siyaset sahnesine çıkan Tugrul Bey, henüz
kurumsallasmıs bir devletin reisi olmamakla beraber, onun faaliyetlerinin ortaya
çıkardıgı siyasi gelismeleri yakinen izleyen Abbâsî Halifesi el-Kâim Biemrillah
elçi göndererek Tugrul Bey’den elde ettigi zaferler sonrası yagma, katil ve tahrip
yapmak yerine imar faaliyetlerinde bulunmasını istedi38. Tugrul Bey de bütün Selçuklu
ailesi ve Oguzlar adına halifeye bir elçi göndererek isteklerinin yerine getirilecegini
bildirdi. Dandanakan Savası sonrası da halifeye bir fetihnâme gönderdi.

Selçuklu-Abbâsî siyasî iliskilerinin ilk baslangıcını olusturan bu
fetihnâmede, Tugrul Bey hem Selçukluların halifeye duydukları saygı ve baglılıklarını
bildirmis hem de birçok devletin artık Selçukluların himâyesini istediklerini
belirterek, Abbâsî Devleti’nin de Selçuklu himâyesine girmesinin faydalı
olacagını îmâ etmisti. Tugrul Bey, Rey sehrine yerlestikten sonra halife ile arasındaki
karsılıklı mektuplasmalar daha da sıklastı. Bu durum sonrası halîfe
Selçuklu Devleti’ni siyasî bir tesekkül olarak fiilen tanıdı ve mesrulugunu
tasdik etti39.

Selçukluların halifeye gönderdigi bu mektubun metni Râvendî tarafından
tam olarak verilmistir: “Biz Selçukogulları kullarınız, mukaddes peygamberlik huzur
ve devletinin her zaman tarafdarı olan ve ona itaat eden bir kabile idik. Her
zaman gâzâ ve cihâda çalısıyorduk ve büyük Kâbe’yi ziyarete devam ederdik. Bizim
aramızda ileri gelmis ve muhterem srail b. Selçuk adlı bir amcamız vardı.

Yemînüddevle Mahmûd b. Sebüktegin onu, cürüm ve kabahati olmadan yakalayıp
Hindistan’da Kalincâr kalesine göndererek, 7 yıl hapsetti. Nihayet o, orada ömrünün
sonuna erip, öldü. Bizim akraba ve taallukatımızda bir çoklarını kalelerde
mahpus tuttu. Mahmûd ölüp de yerine oglu Mesûd geçince, memleket isleri ile ugrasmayarak,
eglence ile gezip dolasmakla mesgul oluyordu. Muhakkak ki,
Horâsân’ın meshur ve ileri gelenleri, kendilerini himayemiz altına almamızı istediler.

Mesûd’un ordusu üzerimize geldi. Aramızda ilerleme ve gerilemeler, maglubiyetler
ve galibiyetler oldu. Nihayet iyi talih yüz gösterdi. Son defasında Mesûd
büyük bir ordu ile bizzat üzerimize yürüdü. Tanrı’nın yardımı ve peygamberin temiz
ve mukaddes huzurunun ikbâli ile bizim taraf galip geldi. Mesûd maglup olup,
zelil ve bayragı bas asagı gelmis bir halde sırt çevirip kaçarak, ikbâl ile devleti
bize bıraktı. Tanrı’nın bu vergisine sükür, bu yardımına hamd olmak üzere adalet
ve insaf ile hareket ettik, zulüm ve adaletsizlik yolundan ayrıldık. Simdi istiyoruz ki,
bu is din yolu ile Emîrü’l-mümînîn’in buyrugu ile olsun. Mesel: Hükümdârlıgını
dinine hâdim kılana her sultan inkıyad eder, dinini hükümdârlıgına hâdim kılanın
hükümdârlıgına her insan göz diker.”40.

Selçukluların yeni kazanmıs oldukları büyük zafer onlara bir hırsı da beraberinde
getirmistir. Onlar önceki Gazneli hâkimlerle kendilerini karsılastırarak,
baska bir deyisle elde ettikleri muzzam muzafferiyetin mesru sebeplerini sistemli
bir sekilde izah ederek, bölgede mevcut olan sosyal ve siyasal huzursuzluklara da
isaret etmektedirler. Anlasılacagı üzere bu tür açıklamaların, güçlükle elde ettikleri
çarpıcı basarıyı desteklemek amacıyla, henüz ortada bulunan sorunları diplomatik
bakımdan çözmeye yönelik oldugu gayet açıktır.

Bu mektubun hemen hemen aynı olan baska bir versiyonu tarihçi lhanlı
vezîri Resîdüddîn tarafından kaydedilmekte, son kısmı su satırlarla bitmektedir:
“Onun (Sultan Mesûd’un) ümerâ ve orduları (leskeriyân) kaç defa üzerimize geldiler.
Bizimle onlar arasında defalarca harb u darb meydana geldi. Kâide-i devlet ve
alâmet-i ikbâl olan nusret ve zafer, çogu zaman bizimle oldu. Sonunda ‘Yardım
ancak Allah’ın yanındadır41’(ayetinde oldugu gibi) Allah’ın yardımı ve hazret-i
mukaddes-i Nebevî’nin ikbâl ve yardımı ile zafer bizim oldu. Biz galip zapt eden
olduk. Sükür bu bagıs (mevhibet) ve nimete, hamd bu nusrete. Halk arasında saadet,
adalet ve insaf ile hareket edip, zulüm ve cebr yolundan kaçındık ve istiyoruz
ki, bu is İ slâm dininin kanun ve adeti üzere, halîfenin fermânıyla olsun. Bu mektubu
mutemed Ebû shâk el-Fukkâî eliyle gönderdik.”42.

Ebû’l-Ferec’e göre ise Tugrul Bey, Halîfe Kaaim’e 435 (1043) yılında bir
elçi göndererek, su sözleri iletmistir: “Ben Arap saltanatının basında bulunan zatın
bendesiyim. Hâkim oldugum bütün ülkelerde halîfenin adını ilan ettim. Ahaliyi
seleflerim olan Mahmûd ve Mesûd’un velilerinin zulmünden kurtardım. Ben de
herhangi bir suretle seleflerimin madunu degilim. Onlar da halîfenin bir takım
ülkeleri idare eden köleleri idiler. Ben ise hür insanların evladıyım ve Hünlerin
kral hanedanına mensubum. Bundan baska seleflerim derecesinde saygı görmekle
beraber, bana yapılacak hizmetlerin ve beni ayırt eden meziyetlerin onlardan üstün
olacagını sanıyorum.”43.

Sonuç olarak, bu mesruiyet denemesi için yazılan mektubun ya da mektupların
muhtevası, Selçuklu liderlerinin gelecekte muhtemel hangi yaklasımlar ve
sorunlarla karsı karsıya kalacaklarını göstermesi bakımından taranmaya degmektedir.
Mektubun üslûbunun bir Selçuklu tarihçisi açısından, Selçuklu tarihinin kaynaklarının
arsivsel-belgesel anlamda çok kısıtlı olmasından kaynaklanan üstün bir
degeri vardır. Mektupta en çok dikkat çekilen konular ve sorunlar nelerdir? Selçuklu
seflerinin yapmak istedikleri seyler nelerdir? Tüm bu sorular yanıtlanmadan bu
çalısmada fazla ileri gidilebilecegi söylenemez. Öncelikle sunu belirtmek gerekiyor
ki, Selçukluların o sartlardaki konumları, siyasetin ve idarenin gerekliliklerini yerine
getirme amacını tasımaktadır. Bu gayeye matuf olarak, Dandanakan Savası’ndan
önceki Selçuklularla Gazneliler arasında geçen olayları tanımlama, Selçukluların
mesru bir devlet olma yolunda ilerleme gayretine yöneliktir. Her seyden
önce halîfelik makamından bekledikleri yanıt, yazmıs oldukları mektubun satır
aralarında olgunlasan cümlelerde ifade edilmektedir. Simdi bir tarihçinin intibalarını
aksettirdigi kadarıyla neler cereyan ettigine göz atalım.


Ebû’l-Ferec’in de kaydettigi gibi basında tugra ve Türk hâkimiyet alâmeti
olarak ok ve yay bulunan44 mektubu güvendikleri bir adam olan Ebû shâk el-
Fukkaî eliyle halîfeye gönderdiler. Râvendî ve Residüddîn bu esnada vezîrin Ebû’l-
Kâsım Bûzgânî oldugunu ve yukarıda el-Hüseynî’nin bahsettigi taksimatın halîfeye
gönderilen mektubun yola çıkmasından sonra yapıldıgını ilave ediyorlar. Bu taksimata
göre, Çagrı Bey Merv’i merkez yapmıs, Musa Yabgu Bûst, Herât, Sistân ve
çevresine, Çagrı Bey’in büyük oglu Kavurd, Tabeseyn vilâyeti ile Kirmân taraflarına
tayin edilirken, brahim Yınal, Çagrı Bey’in diger oglu Yakutî ve amcası
Arslan Yabgu’nun oglu Kutalmıs onun yanında kalmıslardı45.

Tugrul Bey’in temsilciliginde Selçuklular adına yazılan bu mektupta özellikle
Selçuklu Oguzlarının Gaznelilerden çektikleri ızdıraplar anlatılıyor ve
halîfenin muvafakatıyla, ülkelere adaletle hükmedecekleri vurgulanıyor. Ama mektubun
asıl önemli noktası, kendilerinin Tanrı tarafından muzaffer kılındıklarından,
devletin Tanrı tarafından onlara bırakıldıgından bahs edilmesidir ki, bu husus Türklerdeki
“kut” anlayısıyla birebir örtüsmektedir. Süphesiz ki, mektubun asıl amacı
kazandıkları büyük zaferden sonra Selçukluların kurmus oldukları devleti ve elde
ettikleri istiklâli Abbâsî halîfesine onaylatarak mesruiyet saglamaktı. Fakat, bu
arada Türk hükümdârlarının Tanrı tarafından kut ile donatıldıklarına ve Tanrı tarafından
tahta oturtulduklarına dair, geleneksel anlayıslarını da bu mektuba yansıtmıslardır.

Ebû’l-Ferec, yukarıda naklettigimiz mektuptan baska, brahim Yınal tarafından
Bagdâd’a gönderilen bir mektuptan daha bahsetmektedir: “Tugrul Bey,
Horâsân ve Harezm’in hükümdârıdır. Kendisi bedevîlerin hac yollarında neler
yaptıklarını ve Allah’ın evine ibadet için gidenlerin nasıl yakalanıp soyulduklarını
haber aldıgı için Bagdâd’a bir ordu göndermek için hazırlanıyor.Kendisini izzet-i
ikram ve hediyelerle karsılayarak sulh ve müsâlemetin bütün dünyaya hâkim olmasını
temin için hazırlanın.”46.

Ünlü Selçuklu Vezîri Nizâmülmülk, Siyâsetnâme adlı eserinde bu konuda
söyle demektedir: “Tanrı her yüzyılda ve halk arasında pâdisâhlık vasıfları ve
övülmege deger vasıflarıyla bezedigi birini seçer, dünya islerini ve halkının barıs
ve sükûn içinde yasamalarını ona tevdî eder”. Yine Nizâmülmülk’e göre
hükümdâr kudretini dogrudan dogruya Tanrı’dan alır ve Tanrı adına saltanat sürer.
Yeryüzünde kurulmus olan bütün devletlerde bu özellik görülmekte, hükümdârlar
kudretlerini ve yönetme haklarını Tanrı’dan aldıklarını iddia etmektedirler. Ayrıca
Tanrı, birini hükümdâr olarak seçerken onun hangi ırktan olduguna bakmamakta,
sadece hükümdârlık yeteneklerine sahip olup, olmadıgını göz önünde
bulundurmaktadır. Nitekim Türk hükümdârları da Tanrı bagısı yani kut yoluyla
yeryüzündeki insanları yönetmekle görevli idiler47.

Ayrıca yukarıdaki mektupta Selçuklular, Gazne Sultanı Mesûd’un
Horâsân’daki sorunlarla ugrasmayıp, zengin bir ülke olan Hindistan’a çekildigini,
Horâsân bölgesinde ticaret ve tarımın geriledigini ima ederek, asayisin bozuldugunu
belirttikten sonra Horâsân kentlerindeki ulemânın, büyük arazi sahibi
dihkanların ve tüccârın kendilerine sıgındıklarını belirtiyorlar. Tugrul ve Çagrı
Bey, adil idare ile can ve mal güvenligini saglama hususunda teminat verdikten
sonra, Horâsân bölgesi ‘ayânı onları kurtarıcı gibi karsılamıslardır. Yani Horâsân
esrafı, bu himaye karsılıgında Selçuklulara vergi vermeye hazır görünüyorlar. Bu
karsılıgın sadece vergi vermekle sınırlı olmayıp, aynı zamanda Selçuklu yönetimine
gerekli olan bürokratik kadroları saglamayı da ihtiva ettigi Ebû’l-Kâsım
Bûzgânî gibi yerli dihkânlardan bir sahsın Tugrul Bey’in ilk vezîri olmasından
anlasılıyor.

Bûzgân Sâlâr'ı görülecegi üzere, Selçuklu idaresinde yer alan yerli ve degerli
sahsiyetlerden yalnız bir tanesi; yani ilkidir. Muasırı Beyhakî, eserinde ondan
genellikle Sâlâr-ı Bûzgân diye bahseder48. İbnü’l-Esîr’de kaydedildigi üzere, künyesi
Ebû’l-Kâsım Ali b. Abdullah el-Cüveynî’dir49. Kûhistân’ın Kuzeydogusundaki
Bûzgân sehrinin sâlârı olarak zikri geçen bu zat muhtemelen Selçuklulardan önce
Gazneliler namına bölgede devlet otoritesini temsil etmekte idi. Beyhakî ondan ilk
bahsettigi yerde, onu Nîsâbûr’un ileri gelen sahsiyetlerinden biri olarak göstermektedir.
Her halükarda O’nun, 1038 senesinin yazında, Muvaffak mâm ve diger
‘ayân ile birlikte brahimYınal’ı istikbâl edip, bazı görüsmelerden sonra Türkmenlerle
birlikte Hürremek bagında ordugâh kuracak kadar, Gaznelilerin kötü idaresinden
bıkmıs oldugu anlasılmaktadır. Bu ve bunun gibi diger hizmetlerine karsılık
Tugrul Bey'in, Selçuklu idaresinin vezirligine ilk tayin ettigi kimse ise Sâlâr olmustur.
Hamdullah Müstevfî ve Râvendî, nihâî zaferden sonra Sâlâr’ın hala Tugrul
Bey’in vezirliginde bulundugunu kaydetmektedirler50.

Selçukluların yukarıda metnini verdigimiz mektubu hilâfet makamına gönderdikleri
Ebû shâk el-Fukkâî adındaki sahıs ise, mâd Kâtib’in bildirdigine göre,
nurlu yüzlü, fasih sözlü yani sözünü suhbetini bilen bir adamdı51.
Bondârî tarafından, Ebû shâk el-Fukkâî’nin Bagdâd’a vardıgı ve Selçukluların
istediklerinin kabul edildigi kaydedilmekle beraber, bu zatın elçilik görevini
nasıl icra ettigine dair eldeki kaynaklarda malumat yoktur. Ancak, Selçukluların
adı geçen sahsı, hemen zafer sonrasında yola çıkardıkları hususu kesin olarak bilinmektedir.

Fukkâî’nin bu mektupla birlikte elçi olarak gönderilmesi, bu göçebe
Türkmen-Oguzların devlet idaresi ve siyasetin mahiyeti ve icaplarına ne derece
vakıf olduklarını yansıtmaktadır. Demek ki, Selçuklu mümessilleri, devlet ve saltanat
sahibi olmanın bilhassa mesru olarak halîfenin izin ve fermânına baglı oldugunun
suurunda idiler. Çünkü o günkü sartlarda, bir bütün olarak addedilen İslâm
dünyasında, karakteristik devletlesme ve mesrulasma süreci, bu sekilde süregeliyordu.

Halîfenin fermânı olmadıkça bir İslâm devletinin saltanatı mesru kabul
edilmiyordu. Meselâ, İbnü’l-Esîr’in bir kaydına göre, Gazneli Sultan Mesûd b.
Mahmûd’a halîfenin verdigi unvan “Seyyidü’l-Mülûk ve’s-Selâtîn” dir52. İslâm
dünyasının bu askeri, sosyal ve siyasal düsturu, aslında birbirlerine sınırdas olan
veya olmayan İslâm devletlerinin karsılıklı münasabetlerinin düzenlenmesi sorunundan
kaynaklanıyordu. Hususen Selçukluların hilâfet makamı hakkındaki sahsî
fikirleri bile, -kendileri askerî ve siyasî bakımdan ne kadar güçlü ve görkemli olsalar
dahi- Müslümanların ilk halîfeden itibaren emîrülmüminine gösterdikleri saygı
düsüncesine dayanıyordu. Ayrıca Selçuklular, son bir kaç on yıldır geçirdikleri
hızlı sosyal ve siyasal degismelerin getirdigi agır sorun ve sorumluluklara ragmen,
her ne suretle olursa olsun, İslâm dünyası içerisinde (dârü’l-İ slâm) dürüst ve adil
birer Müslüman vatandas olmanın, ancak halîfeye itaatle gerçeklesebileceginin
farkında idiler.

Sonuç

Bu makaleyi yazmaktaki amacımız, yalnızca ve basit bir mantıkla geçmisin
belirli bir tarih kesitinde kesif yolculugu yapmak degil, aynı zamanda bununla birlikte
geçmisle tarihsel ve kültürel bir ilinti saglamak olmustur. Ele aldıgımız tarih
kesitinde Selçukluların kurulus döneminin sosyal ve siyasal büyük bir kısmı, kültürel
ve düsünsel dünyalarının ise daha büyük bir kısmı bilinmedigi içindir ki, bu
dönemi arastırma dürtüsü bizi motive etmistir. laveten, kendimizi geçmisin bu
gizemli Oguz-Türkmen oymaklarıyla özdeslik babında baglantılı hissetmemiz, bu
motivasyonu artıran baska bir amil olmustur. Fakat, merak ve hissiyatla beraber,
tarihçiligin haz veren donanımlarının da bir çok konuda yeterli olmayacagı açıktır.
Ancak, bizim asıl bilmek istedigimiz, kurulus sürecinde diger Selçuklu reislerinin
Tugrul Bey’e nasıl ve niçin baglı kaldıklarını, Tugrul Bey’in İslâm Dünyası’nın
deger sistemiyle nasıl bir mesru uyum sagladıgını ögrenmektir.

Tugrul Bey’in zamanla halîfeyle sıhriyet kurmak istedigi de bilinmektedir.
Çünkü, o dönemde Selçukluların gelecegiyle ilgili pek çok sorunun çözümü
halîfelikle kurulacak olan mesru iliskilere baglıdır. O gün mevcut olan pek çok
İ slâm devletinin gelecegini ilgilendiren hususlar, bilindigi kadarıyla halîfelik makamından
alacakları mesruiyet vesikalarına göre sekillenmekteydi. Selçukluların
kurulusundaki gelismeleri gözlemleyen bir tarihçi, Selçuklu beylerinin, peslerinde
sürükledikleri oymakların da mesruiyetini saglamaya çalıstıklarını rahatlıkla sezebilir.

Bu reisler, oymaklarının yaptıkları gayrimesru hareketlerin bizzat farkında
olduklarında dahi, eylemleriyle inançlarını birlestirerek, halîfelerin görmek isteyecekleri
nizami bir toplumu kurmakta nasıl bir rol oynayacaklarının farkında idiler.

Tabii ki, mesruiyet kazanmak ancak askerî zaferle mümkündür; bu tarihte hep böyle
olmustur, yani tarih muzafferlerin tarihidir. Kaynaklarda yazılmıs, çizilmis veya
söylenmis olan seylerin çogu bu nedenle açıkça magluplardan ziyade galipler hakkındadır.
Geçmiste oldugu gibi, bugün de tarihçi olarak görevlerimizden birisi,
tarihi yapmayanların degil, tarihi yapanların tarihini yazmaktır.

İslâm tarihinin ve medeniyetinin farkında olmadan, Selçukluların kurulus
serüvenini anlamak süphesiz eksik kalabilir. Bu meyanda Selçukluların, yasamıs
oldukları bölgelerde sahit oldukları toplumsal bir huzursuzlugu gidermeye yönelik
olarak, bir dönüsümü gerçeklestirdiklerine dikkat çektikleri, hilâfete yazdıkları
mektuplardan anlasılmaktadır. Yine de bizler tarihçi olarak, kaynaklardaki bilgilere
bakarak, en azından Selçukluların kurulus dönemine kadar bunun böyle olup olmadıgından
emin olamayız. Ayrıca, simdiye kadar bu alanda yapılan çalısmaları gözden
geçirdigimizde, Ortaçag Türk- İslâm tarihinin çok önemli olan bu devresiyle
ilgili, gerçekten etkileyici ve genis çaplı incelemelerin de kaynak yetersizliginden
dolayı yapılamamıs oldugunu görmekteyiz. Buna ragmen, Selçuklu tarihinin, İslâm
dünyasındaki degisim ve yapılanmanın özgün yönlerini ortaya çıkardıgı için bile
olsa, Ortaçag tarihçilerinin baslıca ilgi alanlarından biri olarak kalması gerektigine
inanıyorum. Selçuklu devri kaynaklarından sınırlı sayıdakiler, toplumsal tarihi
açıklamaya yaklasmakla birlikte, bu konulara yogunlasan tarihler henüz tam anlamıyla
incelenmis degildir. Esasen tarihi malzemeyi içeren bu kaynakların incelenmesi,
hem disiplinler arası ekip çalısmalarını hem de filolojik donanımlardan yararlanılmasını
gerektirmektedir.

Dipnotlar
* Doç. Dr., Ordu Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ögretim Üyesi.
1 Azzavî, 1940: 261 vd.
2Selçuk’un birkaç çocugu vardı. Bunların sayıları ve adları hususunda tarihçiler arasında ihtilaf vardır. Hamdullah
Müstevfi-i Kazvînî (1381: 426)’ye göre Selçuk’un adları srail, Mikail, Musa ve Yunus adında dört oglu vardı ki
burada zikredilen Yunus aslında Yusuf’dur. Ebû’l-Fida (tarihsiz: 234) ve İbnü’l-Esir (1987: 362) ise yalnız üç
isim veriyorlar: Arslan, Mikail ve Musa. Mirhond (1358: 653) Mikail, Musa ve Arslan Yabgu diye saymakta ve
genç yasta ölen baska bir oglundan da bahsetmektedir ki bu da Yusuf adlı dördüncü ogludur. Bondârî (1999: 6) ve
El-Hüseynî (1999: 12)’ye göre de Selçuk’un dört oglu olup, dördüncüsü Yınal unvanlı Yusuf’dur. Keza
Residüddîn Fazlullah (1999: 5) da Yusuf’u zikretmistir. Bu itibarla Selçuk’un üç oglunun mevcudiyeti muhakkak
oluyor. Gördügümüz gibi bazı kaynaklarda Selçuk’un dördüncü oglu olarak Yusuf Yınal zikredilmektedir. Yınal
veya nal, aslında sahıs adı olmayıp, hanedana mensubiyeti gösteren tegin (sehzâde, melik) anlamında bir unvandır.
Anlasıldıgına göre Yınal’ın asıl ismi Yusuf’dur. Yusuf bilhassa, aynı unvanı devam ettiren oglu brahim
dolayısıyla bilinmektedir. brahim Yınal, Tugrul Bey’in amcasının oglu ve aynı zamanda ana bir üvey kardesi idi.
Demek ki, Türklerdeki eski bir gelenek uyarınca ya Tugrul Bey’in annesi, Mikail’in ölümünden sonra Yusuf ile
evlenmis, ya da Yusuf’un ölümünden sonra Mikail ile evlenerek zikredilen kardesler dünyaya gelmistir. Bunlardan
hangisinin büyük oldugu bilinmediginden, hangi ihtimalin daha dogru oldugu da kesin degildir. Genis bilgi için
bk. . Kafesoglu, 1958: 118; Kars. Mevdûdî, 1971: 73.
3Beyhakî, 1383: 519; Kars. M. Altay Köymen, 1993: 262.
4 N. Frye (1979: 413 vd), Sâdyâh’ın Nîsâbûr’un tam 47 mahallesinden biri ve Abdullah Tahîr’in makamı oldugunu
belirtmektedir. Yakûb b. Leys burayı tahrip etmisti; Zekeriyyâ el-Kazvînî (1366: 168 vd.) de Sâdyâh’ın, Nîsâbûr
yakınlarında oldugunu söylemektedir.
5 Residüddîn Fazlullah: 2010: 88.
6 “Battal etme” sikkenin üzerini çizerek geçersiz kılmaya denmektedir.
7 Sadi S. Kucur, 2005: 1599.
8 İbnü’l-Esîr, 1987: IX, 367.
9 E. Merçil,2009: 389; S. G. Agacanov, 2006: 103.
10 İbnü’l-Esîr, 1987: IX, 350.
11 Beyhakî, 1383: 593.
12 747 yılında Ebû Müslîm’in 70 askeri birligini agırlayabilecek önemde bir sanat ve ticaret merkezi olan
Dandanakan en son 1158’de Sultan Sancar’a isyan eden Oguzların saldırısına ugramıs ve o tarihten sonra sehrin
adı bir daha duyulmamıstır. B. Zakhoder, 1954: 587; Dandanakan Savası hakkında en tafsilatlı eser olarak bk.
Beyhakî, 1383: 566-584; Daha bk. İbnü’l-Esîr, 1987: IX, 368-369.
13 Râvendî, 1960: I, 100.
14 M. Altay Köymen, 1993: I, 278-345.
15 B. Zakhoder, 1954: 586.
16 Beyhakî, 1383: 593; Kars. İbnü’l-Esîr, 1987: IX, 369. Bu kaynaga göre, savastan sonra Çagrı Bey, ganimetleri
adamları arasında paylastırdıktan sonra, Mesûd’un otagına girip, tahtına oturmustur.
17 Ülüs telakkisi hakkında genis bilgi için bk. Osman G. Özgüdenli, 2006: 55.
18 M. Altay Köymen, 1976: 17.
19 Residüddîn Fazlullah, 2010: 92.
20 Râvendî, 1960: I, 101.
21 Bazı müeeliflerin Musa nanç Bey ile oglu Hasan’ın devletin kurulusundaki mevki ve aldıkları payları karıstırdıkları
ve hatta bazen onu Hasan Yabgu olarak zikrettikleri görülmektedir. Osman Turan (1993: 107)’a göre bu
husus bu hânedân üyesinin kudreti ile alakalıdır. Nitekim evvelce Kes ve Nahsab arasındaki çölde bulunan Türkmenler
Hasan’m idaresinde idi
22 Bu kurultayda nanç Türkçe adıyla amca Musa, “yabgu” unvanını muhafaza etmistir. Bk. O. Turan, 1993: aynı
yer.
23 El-Hüseynî, 1999: 12; Bondârî (1943: 6) bu taksimatı el-Hüseynî gibi nakleder.
24 Beyhakî, 1383: 594.
25 Osman Turan, 1993: 107.
26 Mîrhond, 1358: II, 663; Kars. İbnü’l-Esîr, 1987: IX, 369.
27 Osman G. Özgüdenli, 2006: 55 vd.
28 A. Sevim-E. Merçil, 1995: 27.
29 Bk. Osman Turan, 1993, 952.
30 Se1çuk’un ölümünden sonra eski Türk töresi geregince, büyük erkek çocuk olan Arslan, Selçuklu ailesinin
basına bey (bas-bug) olarak geçmis ve Yabgu unvanını almıstır. Yine töre geregince, Arslan’dan sonra Musa inanç
Bey, uzun bir süre Yabgu unvanını kullanmıstır. Böylece Arslan Yabgu, Selçukluların beyi durumuna gelmistir;
bununla birlikte ailenin diger bireyleri, kendilerine baglı Oguz oymaklarının basında, yarı bagımsız bir durumda
idiler. Bu sebeple genellikle Tugrul ve Çagrı Beyler’e baglı olan Oguzlara Selçuklular, Arslan’a baglı olanlara
Yabgulular ve Yusuf Yınal’a baglı olanlara da Yınallılar adı verilmistir. Bk. Muzaffer Saglık, 2007: 12.
31 Gazneli Mahmud 1030’da ölünce 1029’da alınan Rey bölgesini yöneten oglu Mesûd, tahta geçen kardesi Muhammed’e
karsı giristigi mücadelede Balhan daglarına kaçmıs olan Oguzların yardımına basvurmak zorunda kaldı
ve Oguz Beyi Yagmur’u hizmetine aldı. Onun istegiyle daglardaki Oguzların Horasan’a inmesine izin verdi. Kızıl,
Buka ve Göktas gibi öteki Oguz beyleri de Mesûd’un hizmetine girdiler. Bununla birlikte Mesûd, hükümdârlıgı
için tehlikeli gördügü bu Türkmenleri etkisiz bir duruma getirmek amacıyla, onların ileri gelen beylerini öldürtmeyi
planlamıstı. Bunun bir sonucu olarak Mesûd, Basta Yagmur Bey olmak üzere birçoklarını öldürtmesi üzerine,
yasamlarının tehlikeli bir duruma düstügünü gören ve Balhan, Navekiyye veya Irak Türkmenleri adıyla anılan
bu Türkmenler, Göktas, Buka, Kızıl, Mansur gibi belli baslı beylerin idaresinde batıya hareket ettiler. Bunlardan
bir bölügü Irak-ı Acem’e baska bir bölügü de Azerbaycan hâkimi Vahsudân ile isbirligine girerek, bu ülkenin
birçok bölgelerine yerlestiler. Ali Sevim, 1989: 16; Bu konularda yapılan özel çalısmalar için bk. Ali Sevim, 1965:
563-569; Ahmed Ates, 1965: 517–525.
32 Azimî, 1988: 4; İbnü’l-Esîr, 1987: IX, 377.
33Bondarî, 1943: 6; Râvendî, 1960: I, 102; Zahîrüddîn Nîsâbûrî, 1332: 18; Nizâm el-Hüseynî, 1326: 37.
34 İbnü’l-esîr, 1987: IX, 369.
35 İbnü’l-Cevzî, 1312-1992: 277. Tugrul Bey’in Nîsâbûr’a girmesi ve Oguzların bütün Horasan’ı istila etmesi 432
(1040-1041) yılı olayları arasında zikrediliyor.
36 O. Turan, 1993: 109.
37 . Kafesoglu, 1988: 349.
38 M. Altay Köymen, 1979: 34-35.
39 Selim Kaya, Ekim 2008: 2.
40 Râvendî, 1960: I, 101 vd.
41 Kurân-ı Kerîm, 3/126.
42 Residüddîn Fazlullah, 2010: 93;Bondârî (1999: 5) Dandanakan Savası’ndan önce gönderilen bir mektubu kaydetmisken,
savastan sonra gönderilen mektuptan bahsetmemistir.
43 Gregory Abû’l-Farac, 1987: 299.
44 O. Turan, 1945: 305-318; Ok ve yay, bu silahları kullanma konusunda büyük söhrete sahip olan ve muasır
kaynaklar tarafından “okçu millet” olarak vasıflandırılan Türkler için büyük önem arz etmektedir. Türkler bu
silahları bir savas araç-gereci olmasının ötesinde, önemli bir kültür ögesi olarak kabul etmisler, bu silahlar etrafında
birtakım teamüller olusturarak siyasî ve hukukî sembol olarak kullanmıslardır. Erkan Göksu, Spring 2010, 987.
45 Râvendî, 1960: I, 102 vd.; Residüddîn Fazlullah, 2010: 96.
46 Gregory Abû’l-Farac, 1987: 298.
47 Nizâmü’l-Mülk, 1999: 6.
48 Beyhakî, 1383: 519, 520, 521, 532.
49 İbnü’l-Esîr, 1987: IX, 400.
50 Erkan Göksu, 2011: 296; Râvendî, 1960: I, 102.
51 Bondârî, 1943: 5.
52 İbnü’l-Esîr, 1987: IX, 372.


KAYNAKÇA
AGACANOV, S. G. (2006). Selçuklular, Çev. E. N. Necef-A. R. Annaberdiyev, İstanbul:
Ötüken Yayınları.
ATES, A. (1965). “Yabgulular Meselesi”, Belleten, XXIX, s. 517–525.
AZ MÎ (1988). Azimî Tarihi, Selçuklularla lgili Bölümler (H. 430-538 = 1038/39-
1143/44), Ankara: Yay. A. Sevim, TTK
AZZAVÎ, A (1940). “ İbn-i Hassul’un Türkler Hakkında Bir Eseri”, Çev. Serafettin
Yaltkaya, Belleten, C. IV, S. 14-15.
BEYHAKÎ (1383). Târih-i Beyhakî, Nesr. Ali Ekber Feyyâz, Meshed: Kitâbhâne-i Millî-i
ran,
BONDÂRÎ (1999). Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Çev. K. Burslan, Ankara: TTK.
BONDÂRÎ (1943). Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Çev. K. Burslan, Ankara: TTK.
EBÛ’L-F DA (tarihsiz). el-Muhtasar fî Ahbâri’l-Beser, Nesr. Yahya Seyyis Hüseyin, 2.
Cüz, Kahire: Dârü’l-Maarif.
EL-HÜSEYNÎ (1999). Ahbâru’d-Devleti’s-Selcukiyye, Türkçe terc. N. Lügal, Ankara:
TTK.
EL-HÜSEYNÎ (1999). Ahbâru’d-Devleti’s-Selcukiyye, Türkçe terc. N. Lügal, Ankara:
TTK.
FRYE, N. (1979). “City Chronicles of Khurasan”, Islamic Iran and Central Asia (7th-12th
Centuries), London.
GÖKSU, E. (Spring 2010). “Ok Ve Yayın Türk Devlet Gelenegi ve Hâkimiyet
Anlayısındakı Yeri”, Turkish Studies International Periodical For the Languages,
Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 5/2, s. 986-1011.
GÖKSU, E. ( 2011). “Târîh-i Güzîde'ye Göre Selçuklu Devleti'nin Kurulusu ve Tugrul Beg
Dönemi”, History Studies, Volume 3/1, s. 290-300.
GREGORY ABÛ’L-FARAC (1987). Abû’l-Farac Tarihi, I, Çev. Ö. Rıza Dogrul, Ankara:
TTK.
HAMDULLAH MÜSTEVF - KAZVÎNÎ (1381). Târih-i Güzîde, Nesr. Abdülhüseyin
Nevâî, Tahran: Müessese-i ntisârât-ı Emîr-i Kebîr.
İ BNÜ’L-CEVZÎ (1312-1992). El-Muntazam fî Târîhü’l-mülûk ve’l-Ümem, XVII, Nesr.
Muhammed Abdülkâdir Atâ-Mustafa Abdülkâdir Atâ, Beyrut-Lübnan: Dârü’l-Kütübü’l-
lmiyye.
İBNÜ’L-ESÎR (1987). El-Kâmil fi’t-Tarih, IX, Türkçe terc. A. Özaydın, stanbul: Bahar
Matbaası.
KAFESOGLU, (1958). “Selçuk’un Ogulları ve Torunları”, Türkiyat Mecmuası, C. XIII, s.
117-130.
KAFESOGLU, (1988). Türk Milli Kültürü, stanbul: Bogaziçi Yayınları.
KAYA, S. (Ekim 2008) “Selçuklular Döneminde Bagdat”, Akademik Bakıs, Sayı 15, s. 1-
16.
KÖYMEN, M. A (1993). Büyük Selçuklu mparatorlugu Tarihi, I, Ankara: TTK.
KÖYMEN, M. A (1979). Tugrul Bey ve Zamanı, stanbul: Milli Egitim Basımevi.
KUCUR, S. S. (2005). “A Study On The Coinsof Tughril Beg, The Sultan Of The Great
Seljuqs”, XIII. Congreso Internacional De Numismatica Madrid-2003 Actas - Proceedıngs
– Actes, Madrid, s. 1599-1608.
MERÇ L, E. (2009). “Selçuklularda Devlet Teskilâtı”, Diyanet slâm Ansiklopedisi, C. 36,
stanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayını.
MEVDÛDÎ (1971). Selçuklular Tarihi, I, Çev. Ali Genceli, Ankara: Hilal Yayınları.
MÎRHOND (1358). Ravzatu’s-safâ, II, Nesr. Abbâs Zeryâb, Tahran: Çâphâne-i Mehâret.
N ZÂM EL-HÜSEYNÎ (1326). el-Urâzâ fî Hikâyeti’s-Selcûkiyye, Nesr. Karl Süssheim,
Kahire.
N ZÂMÜ’L-MÜLK (1999). Siyâset-Nâme, Çev. M. Altay Köymen, Ankara: TTK.
ÖZGÜDENL , O. G. (2006). Turco Iranica: Ortaçag Türk- İran Tarihi Arastırmaları, stanbul:
Kaknüs Yayınları.
RÂVEND (1960). Râhatu’s-sudûr, I, Terc. A. Ates, Ankara: TTK
RES DÜDDÎN FAZLULLAH (1999). Câmi‘ ü’t-tevârîh (II. Cild, 5. cüz, Selçuklular Tarihi),
Nesr. A. Ates, Ankara: TTK.
RES DÜDDÎN FAZLULLAH (2010). Câmi‘ü’t-tevârîh (Selçuklu Tarihi), Terc. Erkan
Göksu-H. Hüseyin Günes, stanbul: Selenge Yayınları.
SAGLIK, M. (2007). Türkiye Selçukluları Devleti’nin Kurulusuna Dair Meseleler, Ankara:
Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yayınlanmamıs Yüksek
Lisans Tezi.
SEV M, A. (1965). "Sıbt İbnü’l-Cevzî’ye Göre Navekiyye Türkmenleri”, Prof. Dr. Necati
Lugal Hatıra Kitabı, Ankara.
SEV M, A (1989). Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, Ankara: TTK
SEV M, A..-MERÇ L, E (1995). Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teskilat, Kültür, Ankara.
TURAN, O. (1945). “Eski Türklerde Okun Hususi Bir Sembol Olarak Kullanılması”, Belleten,
Sayı 35, s. 305-318.
TURAN, O. (1993). Selçuklular Tarihi ve Türk slâm Medeniyeti, istanbul: Bogaziçi Yayınları.
ZAHÎRÜDDÎN NÎSÂBÛRÎ (1332). Selçuknâme, Tahran: Çâphâne-i Hâver.
ZAKHODER, B. (1954). “Dandanakan”, Çev. smail Kaynak, Belleten, C. XVIII, Ankara:
TTK, S. 72, s. 581-587.
ZEKER YYÂ EL-KAZVÎNÎ (1366). Asârü’l-bilâd, Farsça trc., Abdurrahmân Serefkendî,
Tahran.

Hiç yorum yok: