17 Mart 2013 Pazar

Atatürk Döneminde Romanya'dan Türk Göçleri (1923-1938) Dr. Önder DUMAN'

Özet: 

Hamdullah  Suphi Bey
93 Harbi'nden sonra başlayan ve kimi zaman kitlesel nitelik kazanan
Romanya'dan Türkiye'ye yönelik göçler, cumhuriyet döneminde
de sürmüştür. 1923-1933 ve 1934-1938 dönemleri olmak üzere iki
ayrı kesitte incelenebilecek olan bu göçler neticesinde yüz binin üzerinde Türk, Anadolu'ya göç etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti her iki dönemde de sadece Müslüman Türklerin göçüne izin verirken,önemli bir nüfusa sahip Hristiyan Gagauz Türklerinin göçüne ise soğuk bakmış, bu husustaki talepleri geri çevirmiştir.


Giriş

Bireylerin ya da toplumsal kümelerin daha iyi şartlarda yaşamak amacıyla bir coğrafya üzerinde yer değiştirmeleri anlamına gelen ve demografik bir süreci ifade eden göç, insanlık tarihiyle özdeş bir olgudur (İpek 2000: 1, Yalçın 2004: 1-11). Hiç kuşkusuz bu olguyla en yoğun biçimde iç içe yaşayan toplulukların başında da Türkler gelmektedir. Daha i. yüzyıldan
itibaren Orta Asya'daki Türk boy ve oymakları yaşam şartlarını iyileştirmek
amacıyla Asya'nın güneyine ve batısına akmaya başlamışlardır (Feher
1999: 1-7). Hazar Denizinin kuzeyinden Balkanlara ilerleyen ilk Türk grupları
zamanla kaybolmuş, güneyden Anadolu'ya ilerleyen gruplar ise Selçuklu
ve Osmanlı Devletlerini kurmuşlardır. Doğudan batıya yönelik bu
nüfus hareketliliği Osmanlılar döneminde de ivmesini kaybetmemiş, Balkanlara
önemli oranda Türk nüfus yerleştirilmiştir (ÜlküsaI1966: 15-21).

Osmanlı Devletinin Balkanlardaki varlığı yaklaşık 500 yıl sürdü. Ancak 19.
yy.ın son çeyreğinden itibaren Rusların Balkanlara girişi ve nihayetinde 93
Harbinin kaybedilmesi ile Osmanlı Devleti bölgedeki hakimiyetini kaybetti.
Söz konusu bölgede Bulgaristan, Romanya, Sırbistan ve Karadağ gibi ulus
devletlerin kurulması ve bunların homojen bir nüfus yaratmak amacıyla
uyguladıkları politikalar Türkleri bu sefer ters istikamette, batı-doğu yönünde
göç etmeğe zorladı (İpek 1999: 14-21, Todorova 1997: 348-349).

Bu tarihten itibaren sadece Balkanlardan değil, Osmanlı Devletinin hakimiyetini
kaybettiği diğer yerlerden de Anadolu'ya Türk göçleri gerçekleşti.
Gelinen noktada Anadolu, deyim yerindeyse Türkler için son sığınma noktası
oldu. Nitekim bu gerçek Falih Rıfkı Atay tarafından şu şekilde dile
getirilmiştir. "... Biz, Tuna'dan "Nazlı Bodin" türküsüyle, Afrika'dan "Cezayir
Marşı" ile, Arabistan denizlerinden "Ey Gaziler" mersiyesi ile ağlaya
ağlaya, Anadolu toprağına göç ettik... " (Atay 1970: 86) Balkanlardan
Anadolu'ya yönelik Türk göçleri cumhuriyet döneminde de devam etmiştir.

A. Göçlerin Sebepleri

ı. Türkiye Cumhuriyetinin Nüfus Politikası

Nüfus, tarihin hemen hemen her döneminde siyasi, iktisadi ve askeri güç
sembolü olarak kabul edilmiştir. Her ne kadar 18. yy. dan itibaren
Malthus'un, nüfus artış hızının denetlenmemesi durumunda insanlığın
büyük bir felaketle karşılaşacağı yolundaki görüşleri sıkça yinelense de,
insanoğlunun ekonomik, toplumsal ve demografik gelişim süreci söz konusu
görüşü tekzip etmiştir (ırmak 1981: 211-212). Nitekim 20. yy. ın ilk
çeyreği itibariyle genel anlayış, nüfus artışının devletlere hem iktisadi, hem
de siyasi ve askeri güç kazandıracağı yönündeydi (Zaim 1973: 23, Saraç
1997: 32).

Nüfusun siyasi, iktisadi ve askeri açıdan önemli bir güç göstergesi olduğu
bu ortamda, Osmanlı Devleti ve onu takip eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti
"eksik nüfus"(l) sorunuyla karşı karşıyaydı. Çünkü Balkan Savaşı'yla
başlayan, i. Dünya Savaşı'yla devam eden ve Milli Mücadele ile sonuçlanan
on yıllık bir dönemde Anadolu nüfusu 18 milyondan 13 milyona düşmüş,
% 30'a yakın bir nüfus kaybı yaşanmıştı (Tekeli 1990: 59). Ayrıca
1920'li yılların başında genel sağlık önlemlerinin yetersizliğine karşılık sıtma,
verem, frengi, trahom, tifo ve dizanteri gibi bulaşıcı hastalıklar sonucu
yüksek ölüm oranları dikkati çekmekteydi (ırmak 1981: 214, Talas 1992:
50). Kısacası genç Türkiye topraklarının genişliği dikkate alındığında az ve
aynı zamanda sağlık sorunlarıyla yüklü bir nüfus devralmıştı. Nitekim bu
gerçek Gazi Mustafa Kemal'in 16-17 Ocak 1923'de İstanbul gazetecileri ile
yaptığı mülakatta da gündeme gelmiş ve Gazi burada "... Hakikaten memleketin
nüfusu şayan-ı teessüf bir derecededir... " tespitini yapmıştı. Mustafa
Kemal Paşa bu konuşmada, Türkiye'nin yarısı kadar toprağa sahip Almanya'nın
70 milyonluk bir nüfusu beslediğine dikkat çekiyor ve genç
Türkiye'nin bundan daha fazla olması gerektiğini ifade ediyordu. Mustafa
Kemal Paşa konuşmasının devamında ise nüfus probleminin çözümü yolunda
uygulanacak politikanın esaslarını da şöyle anlatıyordu: ".. .sıhhi ve
içtimai tedbirler almak lazım gelir. Bunun için icap ederse ve aramızda
mütehassıs yoksa nerede varsa oradan mütehassıs celbedeceğiz. Fakat aynı
zamanda hudud-ı milliye haricinde kalan aynı ırk ve aynı harstan olan
anasırı da getirmek ve ... nüfusumuzu tezyid etmek lazımdır". Eğer Rusya'dan
da getirmek mümkün olursa, oradan da getireceğiz. Fakat bence
Garbi Trakya'dan kamilen Türkleri nakletmek lazımdır... " (İnan 1982: 5354)

Görüldüğü üzere yeni devletin nüfus politikası, genel sağlık önlemlerinin
alınması ve dışarıdan göçmen getirilmesi, en basit ifadeyle nüfusun artırılması
esasına dayanıyordu. Zaten ülkenin içinde bulunduğu şartlar da bu
politikayı gerekli kılmaktaydı. 1927 yılı itibariyle Türkiye 762.736 kilometre
kare olup, 13.648.270 kişilik bir nüfusa sahipti. Dolayısıyla kilometre
kareye ortalama 18 kişi düşmekteydi. Bu oran Batı ve Güney Avrupa ülkeleriyle
mukayese edildiğinde, Türkiye'nin az nüfuslu bir ülke olduğu gerçeği
ortaya çıkıyordu. Nitekim kilometre kareye İtalya'da 133, Romanya'da
62, Bulgaristan'da 58 ve Yunanistan'da 49 kişi düşmekteydi (Şeref Nuri
1935: 2). Türkiye'nin nüfusa ihtiyacı olduğunun bir diğer göstergesi ise,
ziraata elverişli arazinin boşluğuydu. Nitekim ülkenin toplam yüz ölçümünün
% 31'i ziraata elverişli olup, bunun sadece % 15, 67'si üzerinde tarım
yapılabilmekteydi (Neşet Halil 1932: 41). Türkiye genç bir ülkeydi ve hızla
kalkınmak zorundaydı. Bu da kısa vadede ancak tarımsal üretimi arttırmakla
sağlanabilirdi. Ülkenin mali durumu tarımda makineleşmeyi mümkün
kılmadığı için, zirai üretimi geliştirmenin tek yolu ise emek arzını genişletmek,
diğer bir ifadeyle boş ve zengin araziyi "şenlendirmekti".

Ülkenin içinde bulunduğu dahili vaziyetin yanı sıra Avrupa'daki bir takım
gelişmeler de, bol nüfus politikasını gerekli kılmaktaydı. Dünyada ve özellikle
de Avrupa'da sömürgecilik rüzgarları henüz etkisini kaybetmemişti.
Avrupa'da hala Anadolu'nun bir Türk yurdu olma özelliği kazanmadığı
iddiaları dile getirilmekte, Türkiye'nin gösterildiğinden daha az bir nüfusa
sahip olduğu ifade edilmekteydi. Yayılmacı bir politika izleyen ve hatta
Akdeniz ve Ege adalarında hak iddia eden İtalya diktatörü Mussolini, 1926
yılında yaptığı bir konuşmada, Türkiye'nin gerçek nüfusunun altı milyon
olduğunu söylemişti (Arı 1992: 415). Bu iddia genç Türkiye için önemli bir
tehdit unsuruydu. Hele bu iddianın daha birkaç yıl öncesinde bağımsızlık
savaşı verilen ülkelerin birinden gelmiş olması durumun ciddiyetini daha
da arttırıyordu.

Görüldüğü üzere Türkiye, cumhuriyetin ilk yılları itibariyle ekonomik kalkınmasını
sağlayacak insan unsuruna sahip olmak ve dıştan kaynaklanan
iddia ve emellere karşı ülkeyi korumak için artma esasına dayanan bir
nüfus politikası izlemek zorundaydı. Nitekim bu zorunluluktan ötürü hükümetler,
"çok nüfus, tok nüfus, şen ve zengin nüfus" siyaseti takip etmişlerdir 
(Arı 1992: 415-416). Bu siyasetin gereği olarak bir taraftan ülke
içinde nüfusu arttırmaya yönelik bir takım tedbirler alınırken(2), diğer taraftan
Ocak 1923'te Mustafa Kemal'in de işaret ettiği üzere Balkanlardaki
Türk kitlenin Anadolu'ya göç ettirilmesine çalışılmış, hatta bu göçler teşvik
edilmiştir (BCA 272.12/58.154.18, BCA 272, 12/60.166.17, Çağatay
2002: 224).

Türkiye dışarıdan göçmen getirerek nüfusu sadece nicelik olarak değil
nitelik olarak da geliştirmek amacındaydı. Beklentiler, Anadolu insanına
nazaran daha zengin ve eğitimli olan bu kitlenin hem 1923 Türk Yunan
Nüfus Mübadelesi ile kaybedilen nitelikli nüfusun yerini alabileceği, hem
de hızlı ekonomik kalkınmanın lokomotifi rolünü üstlenebileceği yönündeydi
(Kızılay 7.12.1937, İpek 2005: 184-186).

2. Yaşanan Yerde Kendini Gösteren Bazı itici Faktörler

Kişiler için hem yaşanan hem de göç edilmesi düşünülen yerlerde bazı itici
ve çekici faktörler vardır. Yaşanan yerde kendini gösteren itici faktörler
siyası, iktisadi, sosyo-kültürel, ailevi ve kişisel sebeplere dayanıyor olabilir
(Yalçın 2004: 31).

Romanya'daki Türkler açısından itici faktörlerin neler olduğunu ifade etmeden
önce şu tespitleri yapmak yerinde olacaktır. 1920'li yıllar itibariyle
Bulgaristan ve Yugoslavya'ya nazaran Romanya'daki Müslüman Türkler
din, kültür ve eğitim alanındaki azınlık haklarını daha rahat kullanabilmekteydiler.
Yaklaşık 190 bin nüfusa sahip olan Müslüman Türkler, seçim
kanunundan faydalanarak Romanya meclisinde kendilerini temsil edecek
vekiller seçebilmekte, dini teşkilatlarını kurabilmekte ve okullarda Türkçe
dersi alabilmekteydiler (Ülküsal 1976,; 1084). Buna karşılık Hristiyan
Gagauz Türkleri ise azınlık olarak kabul edilmedikleri için aynı haklara
sahip değillerdi. Yine aynı yıllar itibariyle Türkiye Romanya siyası ilişkileri
de iyi ve samimi bir hava içerisinde devam etmekteydi (Özgiray 1996:
119).

Türklerin azınlık haklarını kullanabilmeleri ve iki ülke arasındaki iyi ilişkilere
rağmen, Romanya'daki bazı gelişmeler Türkleri göç etmeye sevk etmiştir.
Bu itici faktörlerin ilki toprak meselesidir. Romanya savaş öncesi dönemde
büyük toprak sahipliğine dayalı feodal yapının egemen olduğu bir
tarım toplumu özelliği göstermekteydi. Ancak savaş içinde yapılan harcamalar
ve alınan mağlubiyetler ile ülkenin sosyo-ekonomik yapısı önemli
ölçüde bozuldu. Söz konusu durumun kendi iktidarını olumsuz yönde etkileyeceğini
gören Kral Ferdinand Kasım 1918'de, büyük toprak sahiplerinin
çıkarlarını gözetmekten vazgeçerek, 100 hektarın üzerindeki mülkiyetli
arazilerin istimlak edilerek, ihtiyaç sahibi köylülere dağıtılması ve istimlak
bedelinin %35'inin devlet tarafından karşılanması hususunda bir karar
aldı. Nitekim söz konusu karar 17 Temmuz 1921'den itibaren yürürlüğe
kondu (Kollu 1996: 166, Öksüz 1996: 77). Dolayısıyla bu durum diğer tüm
büyük toprak sahipleri gibi Türkleri de olumsuz yönde etkiledi. Bunun yanı
sıra Romanya Hükümeti 1924'te Türklerin yoğun biçimde yaşadığı
Dobruca bölgesinde ikinci bir istimlak kanunu tatbikatına girişti. Buna göre
herkes elindeki arazinin kendisine ait olduğunu tapu senedi veya şahitlikle
ispata davet edildi. Hükümetin ilanına göre sahiplik durumunu ispat edenler
arazilerinin üçte ikisine kavuşabilecek, geriye kalan miktar ise devlete
intikal edecekti (Ülküsal 1966: 48). Oysa uygulama çok daha farklı tarzda
gerçekleşti. Hükümet el koyacağı toprak oranını üçte bir olarak açıklamasına
rağmen, sahiplik durumunu ispat eden Türklerin çoğu topraklarının
yarıya yakınını bırakmak zorunda kaldılar. Ayrıca Romanya Hükümeti
çoğu defa ziraata elverişli verimli kısımları istimlak ederken, kumlu ve taşlık
kısımları Türklere bıraktı (BCA 030.10/116.810.13). Dolayısıyla zorlukla
geçinen pek çok Türk köylüsü artık ailesine bakamaz hale geldi (Cumhuriyet
3 Birinci Kanun 1934: 6), Romanya Hükümeti el koyduğu bu toprakları,
Makedonya ve Banat'tan getirdiği Ulahlara verme kararı aldı ve böylece
Dobruca'nın Romenleştirilmesi hususunda önemli bir adım attı (BCA
030.10/116.810.13).

Türkleri göçe iten bir diğer faktör ise Romanya'nın 1920'lerin başından
itibaren Makedonya ve Banat'tan getirdiği Ulahları Dobruca'ya yerleştirme
çabalarıdır (BCA 030.10/116.809.3). Bu çabanın ilk aşaması yukarıda da
ifade edildiği üzere Romanya Hükümeti Dobruca'da uygulamış olduğu
istim/ak politikasıdır. Hükümetin öngördüğü yerleştirme planına göre Makedonya
ve Banat'tan getirilen Ulahlar ilk etapta, evleri inşa edilinceye
kadar, Türklerle aynı yerlerde yaşayacaklardı. Nitekim bu kararın tatbikiyle
birlikte iki unsur arasında anlaşmazlıklar çıkmaya başlamış, ilerleyen dönemlerde
Ulahlar Türkleri bölgeden kaçırmak için "cami/ere hakaret etmek",
"av/u/ara domuz bırakmak", "çeşme/ere pislik sürmek" gibi eylemlere
başvurmuşlardır (BCA 030.10/116,810.13, BCA 030.10/247.668.13).
Ulahlarla çatışmayı göze alamayan pek çok Türk ailesi evlerini terk etmiş
ve Türkiye'ye göç etmek üzere hazırlıklara başlamıştır. Dolayısıyla Romanya'nın
Dobruca'yı Romenleştirmek politikası kısa sürede olumlu yönde
sonuç vermeye başlamıştır.

Göçün itici faktörlerinden bir diğeri ise Türklerin angaryaya tabi tutulmaları
ve bazı bölgelerde can ve mal emniyetlerinin tümüyle yok olmaya başlamasıydı.
Özellikle sınır boylarındaki Türk köylüleri angaryaya tabi idi. Bu köylüler
yılın her dönemi sınırdaki askerlere her türlü lojistik desteği sağlamakta,
ancak buna karşılık hiçbir ücret alamamaktaydılar. Türkler yine bazı yerlerde
itilip kakılmakta ve hatta kimi zaman öldürülmekteydiler. Romanya Hükümeti
ise bu suçların faillerinin yakalanması hususunda kendinden beklenen
yetkinliği gösterememekteydi (BCA030.10/116.810.13).

Tüm bunların yanı sıra 1929 ekonomik bunalımının olumsuz etkileri de
Türkleri göçe sevk etmekteydi. Romanya'daki Türkler çoğunlukla tarım
sektöründe faaliyet yürütmekteydiler. 1929 bunalımı ise Romanya ekonomisini
oldukça kötü vurmuş, pazar oldukça daralmıştı. Pazarın daralması
köylülerin ellerindeki ürünü satamaması anlamına geliyordu. Dolayısıyla
ürettiği malı satamayan Türk köylüleri, mali tablosu hiç de iç açıcı olmayan
Romanya Hükümetinden de yardım alamadıkları için oldukça zor günler
geçirmekteydiler (Kollu 1996: 172-173).

Netice itibariyle elinden toprağı alınan, Ulahlarla bir arada yaşamak zorunda
bırakılan, angaryaya tabi tutulan, can ve mal güvenliği tehlikeye
giren ve iktisaden oldukça zorlanan Türkler için tek çare Türk bayrağının
gölgesine sığınmaktı. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin de bu göçü
teşvik etmesi ile on binlerce insan göç yollarına düşmüştür.

B. Göçler

Atatürk döneminde Romanya'dan Türk göçlerini 1923-1933 ve 1934-1938
göçleri olmak üzere iki ayrı dönemde incelemek gerekmektedir. Çünkü her
iki dönem göçler gerek nitelik ve gerekse nicelik bakımından farklılık göstermektedir.
İlk dönem göçler küçük gruplar halinde gerçekleşmiş ve gelenlerin
çoğu serbest göçmen(3) statüsünde kabul edilmişlerdir (Geray 1962: 11,
Ülküsal 1966: 181). Buna karşılık ikinci dönem göçler kitlesel boyutta olup,
gelenler iskan göçmen(4) statüsünde devlet eliyle yerleştirilmişlerdir (Cumhuriyet
28 Ağustos 1935: 2, Son Posta 28 Mayıs 1935, Geray 1962: 11).

1. 1923-1933 Dönemi Göçler

Ulahların Dobruca'ya yerleştirilmesi ve özellikle de 1924 istimlak kanununun
tatbiki ile Türkler, Romanya'daki yaşam koşullarının kendileri için
artık hiç de kolay olmayacağını anlamışlardı. Dolayısıyla Türkler yavaş
yavaş ellerindeki menkul ve gayrimenkulleri satarak, pasaport temin etmeye
ve konsoloslar vasıtasıyla Türkiye'den göç talebinde bulunmaya başladılar.
Türkiye Hükümeti prensip itibariyle bu talepleri geri çevirmedi ancak,
ülkenin mali imkanların sınırlı olması nedeniyle sadece, herhangi bir
şekilde yardım talep etmemek şartını. diğer bir ifadeyle serbest göçmenlik
statüsünü kabul edenlere göç izni verdi (BCA 272.12/56.143.95, BCA
272.12/56.142.24). Dolayısıyla göçmenlerin Türkiye'ye gelirken yaşamlarını
idame ettirecek maddi imkanları da beraberlerinde getirmeleri gerekiyordu.
Nitekim 1928'e kadar ki göç sürecinde gelenlerin çoğunlukla ziraatla
uğraşan "müstakil çiftçiler" oldukları ve arazi satışlarından elde ettikleri
önemli miktardaki nakit paralarla Türkiye'ye giriş yaptıkları tespit edilmektedir
(BCA 272,12/60.166.17). Dolayısıyla bu ilk beş yıllık dönemde Türkiye
Hükümeti hem Iskan masrafı yapmamış, hem de önemli miktardaki
bir sermayenin ülkeye girişini temin etmiştir. Buna karşılık Romanya Hükümeti,
Türklerin göçü ile ülkedeki zenginliğin yavaş yavaş dışarıya çıktığını
görerek, bu süreci engellemek üzere 1928 yılında bazı girişimlerde bulundu.
Öncelikle pasaport alma aşamasında bazı engeller koydu. Ardından
Romanya partilerine üye olan ve göçlerle birlikte çıkarları zedelenmeye
başlayan nüfuzlu Türklerle iş birliği yaparak, göç aleyhinde propaganda
faaliyetleri yürüttü. Nitekim bu çalışmalar kısa sürede etkisini gösterdi ve
1928 yılının ikinci yarısından itibaren Türk göçlerinde bir durulma gözlendi
(BCA 272.12/ 60.166.17). Bu aşamada Türkiye'nin tepkisiz kalması beklenemezdi.
Nitekim bu hususta ilk girişim Türkiye'nin Bükreş elçisinden
geldi. Öncelikle pasaport alma aşamasında çıkarılan engellerin kaldırılması
ve göç aleyhinde yapılan propagandalara son verilmesi hususunda Romanya
resmi makamları nezdinde bazı girişimlerde bulunan elçi, 25 Haziran
1928'de Ankara'ya bir yazı göndererek, Türkiye'nin olaya müdahil
olmasını istedi. Elçiye göre Türkiye öncelikli olarak pasaport temini hususunda
çıkarılan güçlüklere karşı diplomatik girişimlerde bulunmalı ve göç
aleyhinde bulunan nüfuzlu Türklere emval-i metrukeden toprak vererek,
onları kazanmalı, ardından da imam, öğretmen ve mizah gazeteleri vasıtasıyla
Romanya'da göç propagandası yapmalıydı (BCA 272.12/60.166.17).
Elçinin tedbir mahiyetindeki bu önerilerine karşılık, Türkiye'nin ne tür
girişimlerde bulunduğu tespit edilememekle birlikte, 1933'te bir diğer elçi
Hamdullah Suphi Bey'in(5) pasaport çıkarmada yaşanan zorluklardan
bahsediyor olması (BCA 030.10/247.668.13), mevcut sorunların hala
çözüme kavuşturulamadığını göstermekteydi. Bu problemlere rağmen
1928'den sonraki süreçte az da olsa Romanya'dan Türkiye'ye yönelik
göçler devam etmiştir (BCA 030.10/116.809.3).

Bu on yıllık dönemde serbest göçmenlerin yanı sıra çok az miktarda iskanlı
statüde göçmen de kabul edilmiştir. Bunlar daha çok 1924 istimlak kanunu
sonrasında işleyecek toprağı kalmayan ve geçim sıkıntısına düşen kimselerdi.
Türkiye Hükümeti bu durumdaki Türklerin pasaport işlemlerini konsoloslar
vasıtasıyla halletmiş. nakliye masraflarını karşılamış ve iskanlarını
sağlamıştır (BCA 030.10/81.530.7). Netice itibariyle 1923-1933 göç döneminde
serbest ve iskanlı statüde, küçük gruplar halinde Romanya'dan
Türkiye'ye toplam 33.852 kişi göç etmiştir (Geray 1962: 11).

2. 1934-1938 Dönemi Göçler

1930'ların başı itibariyle Romanya'daki Türklerin yaşam şartları oldukça
ağırlaşmıştı. Bir yandan ekonomik değeri olan toprakların istimlak edilmesi, 
diğer yandan Ulahların baskıları, can ve mal güvenliğinin ortadan kalkması,
angarya ve ekonomik buhranın olumsuz etkileri göçten başka çıkar
yol bırakmamıştı. Nitekim bu durum Bükreş Elçisi Hamdullah Suphi Bey'in
26 Mayıs 1932 tarihli raporunda şöyle anlatılmaktaydı. "... Vakit geçtikçe
Türk halkının mukavemeti her suretle azalmaktadır. Bir gün gelecektir ki
muhaceret hareketi, önüne geçilmek imkanı olmayan bir sel halini alacaktır...
Ya bütün mal ve mülklerini bırakarak Firar ediyormuş gibi Romanya'yı
terk edecekler yahut da bunların ellerindeki son servet/er de pasaport
temini uğrunda rüşvet olarak yabancı ellere gidecektir... "(BCA
030.10/116.809.3)

Hamdullah Suphi Bey'in bu öngörüsü kısa bir süre içerisinde gerçekleşti.
1932 yılı sonbaharından itibaren Dobruca'daki birçok Türk aile malını,
mülkünü yok pahasına satmakta ve bir an önce Türkiye'ye göç etmenin
yollarını aramaktaydılar (BCA 030.10/246.667.10). Bu hareketliliğe karşılık
Türkiye Hükümeti, kitlesel bir göç karşısında göçmenlerin sevk, iaşe ve
iskanı ile ortaya çıkacak masrafı karşılayabilecek mali imkanlardan yoksundu
(BCA 030.10/116.809.3). Dolayısıyla hükümet 1933 yılı başında
Bükreş elçiliğine bir talimat göndererek, muhtemel bir kitlesel göçün önlenmesi
hususunda gerekli tedbirlerin alınmasını istedi (BCA
030.10/246.667.10) .

Elçilik ile hükümet arasındaki bu yazışmalar devam ederken, Romanya'daki
Türkler arasında göç hazırlığı had safhaya ulaşmıştı. Herkes ev ve
arazisini satma telaşındaydı. Dolayısıyla Türklerle meskûn bölgelerde arazi
fiyatları oldukça düştü. Dobruca'daki Romen ve Bulgarlar Türklerin er geç
gideceğini bildikleri için toprak satın alımında istekli davranmıyor, fiyatların
daha da düşmesini bekliyorlardı (Ulus 4 Eylül 1935: 1). Hatta bazıları
aralarında bir takım teşekküller oluşturarak fiyatları kendileri belirlemekte
ve tekel halinde satın alım yapmaktaydılar (Cumhuriyet 9 Ağustos 1935:
3). Doğal olarak bu durum fiyatları asgari seviyeye çekiyordu (Cumhuriyet
5 Nisan 1934: 4). Öyle ki "müştemelatı"(6) ile birlikte arazisinin dekarını
300-400 leye satmak durumunda kalanlara sıkça rastlanmaktaydı (BCA
030.10/247.668.13).

Türklerin bu yoğun göç hazırlıklarına karşılık Hamdullah Suphi Bey'in
almış olduğu tedbirler neticesinde 1933 yılı içinde kitlesel bir göç yaşanmadı.
Söz konusu yıl içinde sadece 3.273 kişi Türkiye'ye göç etti (BCA
030.10/81.531.8). Ancak alınan tedbirler kısa süre içerisinde etkisini yitirmiş
olsa gerek, 1934 yılı ilkbaharında Dobruca'daki Türkler kitleler halinde
liman kenti Köstence'ye doğru akmaya başladılar. Ev ve arazilerini satan
ve geriye kalan mallarını da arabalara yükleyen Türkler, Silistre, Pazarcık
ve Tozakan sancaklarından hareketle 4-5 günlük bir yolculuk neticesinde

Köstence’ye varmakta ve bir an önce Türkiye’ye ulaşma arayışı içerisine
girmekteydiler (Cumhuriyet 3 Birinci Kanun 1934: 6). Kuşkusuz bu acelenin
arkasında, yaşanan sıkıntıların etkisi büyüktü; ancak Köstence limanında
göçmen nakletmek için bekleyen vapur sahipleri de yaptıkları çalışmalarla
bu göç etme sürecini tetiklemekteydiler. Daha önce de ifade edildiği
üzere Türkiye, kitlesel bir göçe hazırlıklı olmadığı için göçmenlere vapur
tahsis etmemişti. Buna karşılık Köstence’deki göçmenler ise bir an önce
Türkiye’ye varmak için nakliye ücretini ceplerinden ödemeyi göze alarak,
vapur kiralama yolunu tutmuşlardı (Akşam 7 Teşrin-i Sani 1934: 1). Mümkün
olduğu kadar çok göçmen taşıyarak, daha fazla kazanç peşinde koşan
vapur sahipleri ise kendi aralarında rekabete girerek, köylere kadar gitmekte
ve göçmen toplamaktaydılar (Cumhuriyet 13 Mayıs 1935: 2). Dolayısıyla
tüm bu çalışmalar göç hareketliliğine önemli ölçüde ivme kazandırmaktaydı.
1934 yılı sonbaharında yaklaşık 30 bin kişi Türkiye’ye göç etmek üzere
Köstence’de toplandı (Akşam 16 Teşrin-i Evvel 1934: 3). Göçmenler için
buradaki en önemli sorun hamal ücretleriydi. Örgütlü biçimde çalışan hamallar,
göçmenlerin ağır eşyalarını ve hayvanlarını tayfaların taşımasına
izin vermiyor, dolayısıyla kendi tekellerinde olan bu iş için yüksek ücretler
talep ediyorlardı (Cumhuriyet 9 Ağustos 1935: 3). Pasaport ve nakliye
ücretlerini ceplerinden ödeyen göçmenler, ellerindeki son parayı da hamallara
vermek zorunda kalıyorlardı. Nitekim 1934 yılı Aralık ayında Türkiye’ye
gelen 1.583 kişilik bir kafileyi Tekirdağ’da karşılayan Trakya Umumi
Müfettişi İbrahim Tali Bey’in raporuna göre, göçmenlerin elindeki toplam
para 2.500 liraydı ve en varlıklı göçmende bile sadece 1, 5 lira vardı (BCA
030.10/72.472.7). Görüldüğü üzere göçmenler 1934 yılı sonu itibariyle
tüm maddî güçlerini yitirmiş biçimde Türkiye’ye gelmekteydiler.

Vapurlara binene kadar büyük maddî külfetler yüklenen göçmenlerin,
güvenli ve rahat bir yolculuk yaptıkları söylenemezdi. Mümkün olan en
ucuz tarifeyle yolculuk yapmak isteyen göçmenler, vapurların donanım ve
kapasite itibariyle nakliyata elverişli olup olmadığı hususunu pek gözetmemekteydiler.
Bunu fırsat bilen vapur sahipleri ise telsiz tertibatı dahi
olmayan vapurlara (BCA 030.10/81.531.4, Akşam 16 Teşrin-i Evvel 1934:
3) kapasitesinin çok üzerinde yolcu ve eşya istif etmekteydiler (BCA
030.10/116.810.13). Nitekim bu şartlar altında sadece Haziran-Ağustos
1934 döneminde 4.337 kişi Türkiye’ye gelmiştir (Cumhuriyet 13 Birinci
Teşrin 1934: 1).

1934 yılı sonuna gelindiğinde Köstence’de konsolosluktaki işlemlerinin
bitirilmesini bekleyen yaklaşık 10 bin göçmen bulunmaktaydı. Bu sayı
1935 yılı başından itibaren yine artmaya başlamıştı. Artık ok yaydan çıkmış,
bu insanların belli bir program dahilinde Türkiye’ye getirilmesi zorunlu
hale gelmişti. Nitekim bu gerçekten hareketle Türkiye Hükümeti, Romanya’daki
Türklerin göçünü belli bir düzene kavuşturmak ve onların hak
ve menfaatlerini korumak üzere Bükreş Elçisi Hamdullah Suphi Bey’i görevlendirdi
(Akşam 1 Mart 1935: 1). Hamdullah Suphi Bey’in girişimleri
sonucunda, içinde Romanya Başbakanı, İçişleri ve Ziraat bakanlarının da
bulunduğu bir komisyon kuruldu. 21 Şubat 1935’te yapılan ilk komisyon
toplantısında başta pasaport olmak üzere Türklerin göçler esnasında karşılaştıkları
problemleri en yetkili makamlara anlatan Hamdullah Suphi Bey,
bundan sonraki göç süreci hakkında bazı önerilerde bulundu. Hamdullah
Suphi Bey, Türklerin oturdukları bölgelerin 3 veya 4 mıntıkaya ayrılmasını
ve bu mıntıkaların belli bir sıra ile göç etmesini, Türklerden geriye kalan
menkul ve gayrimenkullerin karma bir komisyon tarafından tespit edilmesini
ve değerlerinin saptanmasını, bunların Romanya Hükümeti tarafından
satın alınarak, bedelinin kısmen nakit kısmen petrol ve kereste ile ödenmesini
talep etti. Hamdullah Suphi Bey ayrıca, Türk ahaliye köy köy müşterek
pasaport verilmesini ve cüz’i bir ücret talep edilmesini, vergi borçlarının
affedilmesini ve de rıhtım ve iskelelerde hamallara ödenen yüksek ücretlerden
Türklerin bağışık tutulmasını istedi. Hamdullah Suphi Bey’in bu
istekleri Romen yetkililerce prensip itibariyle kabul edildi (BCA
030.10/247.668.16). Bütün bu prensip kararlar Türkiye Dışişleri Bakanı
Tevfik Rüştü Aras’ın 10 Mayıs 1935 tarihli Bükreş ziyaretinde tekrar müzakere
edildi ve uygulama aşamasına geçilmesi hususunda bir karara varıldı.
Bu ziyaretten kısa bir süre sonra da Romanya Hükümeti ilk adımı atarak,
liman ve rıhtımlarda hamallara ait olan yük taşıma tekelini Türk göçmenler
için geçici olarak kaldırdı. Buna göre artık göçmenler eşyalarını ve hayvanlarını
vapurlardaki tayfalara yükletebileceklerdi (Cumhuriyet 9 Ağustos
1935: 3).

Romanya’da Türk göçü ile ilgili olarak görüşmeler devam ederken, Türkiye’de
hükümet de göçmenlerin taşınması için vapur acenteleriyle görüşmeler
yapmaktaydı. Nitekim bu görüşmeler neticesinde taşıma bedeli bütçeden
karşılanmak üzere Bursa, Nazım, Hisar, Adana ve Adnan vapurları
sahipleriyle anlaşıldı. Anlaşmaya göre vapur sahipleri eşyası ile birlikte her
bir göçmeni Köstence’den İstanbul’a 290 leye (237 kuruş) taşıyacaktı (Akşam
10 Haziran 1935: 5).

Tüm bu göç hazırlıkları yapılırken, Romanya’daki Türk elçi ve konsolosları
da hummalı bir çalışma içerisindeydiler. Çünkü Trakya Umumi Müfettişi
İbrahim Tali Bey 20 Mart 1935’de Bükreş elçiliğine gönderdiği yazıda
(BCA 030.10/116.810.13), Romanya’dan bir yıl içinde 50 bin göçmen
alınabileceğini ifade etmişti. Dolayısıyla elçi ve konsoloslar da bu kotayı
doldurabilmek için oldukça yoğun biçimde çalışmakta, sürekli olarak iç
bölgelerden Köstence’ye göçmen sevk etmekteydiler. Nitekim yaz aylarına
gelindiğinde Köstence’de yaklaşık olarak 30 bin kişilik bir göçmen kütlesi
mevcuttu. Elçi ve konsolosluk görevlilerinin bu yoğun çalışmalarına karşılık,
nakliyat işi oldukça ağır işliyordu. Ayda sadece bir sefer yapılabilmekte,
dolayısıyla vapurcular bundan oldukça şikâyet etmekteydiler (Cumhuriyet
10 İkinci Teşrin 1935: 1). Sürecin bu kadar ağır işlemesinde memur yetersizliği
nedeniyle işlemlerin gereğinden fazla uzamasının da etkisi vardı;
ancak asıl sebep, göçmenlerin Türkiye’deki iskânı için yapılan hazırlıkların
tamamlanmasının beklenmesiydi (Cumhuriyet 25 Eylül 1935: 2). İskân
bölgelerindeki hazırlıklar tamamlanmadıkça, Köstence’deki vapurlara limandan
çıkış izni verilmiyordu.

1935 yılı yaz ayları boyunca göçmen nakliyatı aralıklarla devam etti. Ancak
Eylül ayı sonlarına gelindiğinde vapurcular yaptıkları seferlere ait navlun
ücretlerinin ödenmediğini gerekçe göstererek sefere çıkmayacaklarını
ilân ettiler ve dolayısıyla göçmen sevkıyatı durdu (Cumhuriyet 24 Eylül
1935: 2). Vapurcuların ifadesine göre toplam borç 5 milyon ley civarındaydı
(Son Posta 19 İkinci Teşrin 1935: 9). Vapur sahipleri ayrıca, göçmen
başına 290 ley üzerinden mukavele yaptıklarını ve o zaman 81 leyin 1
liraya denk geldiğini, oysa son zamanlarda leyin lira karşısında % 44 oranında
değer kaybettiğini ifade ederek, aradaki farkın taşıma ücretlerine
yansıtılmasını talep etmekteydiler (Son Posta 21 İkinci Teşrin 1935: 8).
Deniz Ticaret Müdürlüğü ile vapurcular arasındaki görüşmeler yaklaşık bir
ay sürdü. Görüşmeler neticesinde borçların hemen ödenmesi ve bundan
sonra göçmenlerin nüfus başına 360 kuruş üzerinden taşınması hususunda
anlaşmaya varıldı. Anlaşmaya göre ayrıca vapurcular göçmenlerin canlı
hayvanları için 625, arabaları için ise 500 kuruş taşıma ücreti alacaklardı
(Cumhuriyet 24 İkinci Teşrin 1935: 8).

Vapurların navlun ücretleri ile ilgili görüşmelerin devam ettiği sıralarda,
Köstence’de ve Dobruca’nın iç bölgelerinde göç için gerekli hazırlıklarını
tamamlamış 25 bin kişilik (BCA 030.10/72.475.2) bir kitle heyecanla Türkiye’ye
kavuşmayı beklemekteydi. Ancak bu heyecanlı bekleyiş 25 Eylül
1935’de Ankara’dan Bükreş elçiliğine ulaşan bir yazı ile yerini hayal kırıklığına
bıraktı. Çünkü söz konusu yazıda, 1935 yılı için artık Türkiye’ye
göçmen gönderilmemesi istenmekteydi. Buna gerekçe olarak da, “eldeki
tahsisatın gelenleri bile barındırmaya kâfi gelmemesi” gösterilmekteydi
(BCA 030.10/116.810.13). Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye Hükümeti Romanya
ve diğer Balkan ülkelerinden gelen göçmenleri yerleştirmek hususunda
bütçesinden kaynaklanan önemli sorunlar yaşıyordu. Aldığı bu son
kararla, göçü geçici de olsa durdurarak, çözülmesi sonradan mümkün
olmayacak bir takım problemlerin önünü almak niyetinde olsa gerekti. Bu
iyi niyete karşılık 25 Eylül tarihli yazı, Türkiye’nin göç ve iskân plânlaması
işini iyi bir biçimde yapamadığı gerçeğini de ortaya koyuyordu. Çünkü
yukarıda da ifade edildiği üzere Trakya Umumi Müfettişi 1935 yılı için
sadece Romanya’dan 50 bin göçmen kabul edilebileceğini ifade etmiş, elçi
ve konsolosluklar da ona göre çalışma yürütmüşlerdi. Oysa gelinen noktada
sözü edilen miktarın yarısından biraz fazlası Türkiye’ye göç etme imkânına
kavuşmuş (BCA 030.10/116.810.15), geride hayal kırıklığına uğramış
bir kitle bırakılmıştı. Dolayısıyla 1935 yılı içinde Türkiye’de göç ve iskân işi
ile uğraşan kurumların eş güdümlü biçimde hareket etmediği, yapılan plânlamalarda
ülkenin mevcut imkânlarının pek de gözetilmediği gerçeği ortaya
çıkıyordu.

Türkiye Hükümeti Bükreş elçiliğinin yanı sıra Romanya Hükümetine de bir
yazı göndererek, 1935 yılı için artık göçmen gönderilmemesini istedi
(Cumhuriyet 12 İkinci Teşrin 1935: 1). Bu talep, mallarını bir yıl önce
tasfiye eden ve nakledilmeyi bekleyen 8 bin göçmenin Kasım 1935 sonlarında
Türkiye’ye gönderilmesinden sonra tam olarak uygulamaya konuldu
(Cumhuriyet 22 İkinci Teşrin 1935: 1). 1935 yılı içinde mallarını tasfiye
ederek Köstence’de göç etmeyi bekleyen 15 bin kişi ise ya geldikleri bölgelere
geri gönderildi, ya da konsoloslukça kiralanan hanlara yerleştirildi
(Cumhuriyet 24 İkinci Teşrin 1935: 8, Son Posta 26 İkinci Teşrin 1935: 1).

1935 yılı içinde mallarını tasfiye ederek göçü bekleyen 15 bin göçmenin
mevcudiyeti ve göçlerin belli bir düzen ve program dahilinde gerçekleşmesi
zorunluluğu karşısında Türkiye, 1936 yılı başında Bükreş elçiliği vasıtasıyla
Romanya resmî makamlarına başvurarak (Akşam 9 Şubat 1936: 1), daha
önce mutabık kalınan, ancak yazılı hale getirilmeyen prensip kararlarının
mukavele haline getirilmesi talebinde bulundu. Bükreş Elçisi Hamdullah
Suphi Bey vasıtasıyla yürütülen görüşmeler Nisan ayı sonlarında tamamlanarak,
bir mukavele metni ortaya çıkarıldı. Metin üzerindeki çalışmalar
yaklaşık dört ay sürdü ve nihayet 4 Eylül 1936’da göç mukavelesi taraflar
arasında imza edildi. Mukaveleye göre, Dobruca’da oturan Müslüman
Türk tebaa beş sene zarfında Türkiye’ye göç ettirilecek ve bu belli bir program
dahilinde sancak sancak icra edilecekti. Göçler her iki tarafın katılımıyla
kurulacak bir komisyon marifetiyle yürütülecekti. Göçmenlerin şehir
harici gayrimenkulleri Romanya Hükümetine kalacak, bunların bedelleri
hektar başına 6.000 ley üzerinden hesaplanacak ve borç olarak kaydedilecekti.
Romanya, toplam borcun % 25’ni kereste, % 25’ini canlı hayvan, %
10’unu petrol ve geri kalanı da diğer bir takım eşya ile ödeyecekti. Göçmenler
şehir dahilindeki gayrimenkullerini ise kendileri satacak ve bedeli
ile de kereste, petrol vs. götürebileceklerdi. Şahsi eşyalarını, çift hayvanlarını,
tarım alet ve edevatını yanına alabilecek olan göçmenler, fert başına
1.000 ley ile 2.000 ley değerinde döviz çıkarabileceklerdi (Cumhuriyet 11
Birinci Kanun 1936: 2, Altuğ 1991: 117-118).

Türkiye ile Romanya arasında söz konusu mukavele ile ilgili çalışmalar
sürerken, bir yandan da göçler devam etmekteydi. 1935 yılı içinde mallarını
satmış, göçe hazır halde bekleyen 25 bin kişi 1936 yaz ayları içinde
Türkiye’ye taşındı (Ulus 17 Nisan 1936: 6, Son Posta 16 Temmuz 1936:
4). Ancak bunlar menkul ve gayrimenkullerini önceden sattıkları için 4
Eylül 1936 tarihli mukavele şartları dışında bırakıldılar.

Göç mukavelesinin tatbiki ile ilgili çalışmalar 1937 yılının ilk günlerinde
başladı. Öncelikle, göç edecek kimselerin kırsal bölgelerdeki gayrimenkullerinin
tespiti ve kayıt altına alınması için iki ülke temsilcilerinden oluşan bir
komisyon kuruldu. Türkiye bu komisyona Tokat Mebusu Nazım Poroy,
Avukat Kemal Bey ve bir kâtip ile katıldı (BCA 30.18.1.2/74.40.5, BCA
30.18.1.2/77.68.6). Söz konusu komisyon 1937 yılı içinde Türkiye göç
etmesi öngörülen 15 bin kişinin (Son Posta 28 Mayıs 1937: 4) geride bırakacağı
ev ve arazinin tespit ve kaydını yapmaya çalıştı.

Kayıt çalışmaları yapılırken, bir taraftan da işlemleri tamamlanan göçmenlerin
taşınmasına çalışılmaktaydı. Nitekim bu kapsamda Türkiye Hükümeti
ilk olarak 1935 yılında tespit edilen taşıma ücretlerinin yüksek olduğunu
düşünerek, vapurcularla tekrar masaya oturdu. Yapılan görüşmeler neticesinde
Kalkavanzadelerle, Köstence İstanbul arasında her bir göçmenin 190
kuruşa, canlı hayvanların 3 liraya ve arabalarında 280 kuruşa taşınması
hususlarını içeren bir mukavele yapıldı. Mukaveleye göre ayrıca, İzmir’e
yapılacak seferlerde bu ücretlere % 50 oranında zam uygulanacaktı (Son
Posta 17 Haziran 1937: 4, Anadolu 19 Haziran 1937: 6). Nitekim bu tarife
üzerinden 1937’de 15 bin ve 1938’de 10 bin civarında Türk, Köstence’den
İstanbul ve İzmir’e taşınmıştır. 4 Eylül 1936’da Romanya ile göç mukavelesi
yapılması ve sürecin buna göre işletilmesi, önceki yıllarda yaşanan göç
ve iskân ile ilgili sorunları önemli ölçüde azaltmıştır. Bununla birlikte mukavele
ile birlikte tarım ve ticaretle uğraşan zengin Türklerin de herhangi
bir maddî kayba uğramadan göç etmeleri sağlanmış, ülkeye petrol ve kerestenin
yanı sıra önemli miktarda nakit akışı sağlanmıştır. Netice itibariyle
1934-1938 aralığı Türk göçlerinin en yoğun yaşandığı dönem olmuş ve bu
dönemde 80 binin üzerinde Müslüman Türk Türkiye’ye göç ettirilmiştir
(Geray 1962: 13).

3. Gagauz Türklerinin Göçü Meselesi

1930’ların başında 250 bine yakın bir nüfusa sahip olan Gagauz Türkleri,
Romanya’da daha çok Basarabya ve Dobruca bölgelerinde yaşamaktaydılar(7).
Ortodoks Hristiyanlığı inancına sahip olan Gagauz Türkleri, bu
nitelikleri nedeniyle gerek Osmanlı idaresinin ve gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin
ilgisini çeken bir topluluk değildi. Zaten cumhuriyet idaresi de adı
geçen topluluk hakkındaki ilk bilgileri 1930’ların başından itibaren bölgedeki
konsoloslarından almaya başlamıştır (Anzerlioğlu 2006: 32).

Gagauzlar hakkındaki bilgiler Hamdullah Suphi Bey’in 1931 yılında Bükreş
elçiliğine atanması ile önemli oranda artmış ve Gagauz göçü meselesi
de bu tarihten itibaren gündeme gelmiştir. Hamdullah Suphi Bey Bükreş’e
geldikten kısa bir süre sonra Gagauz Türkleri ile yakından ilgilenmeye başlamıştır.
Nitekim “Gagauz Türkleri” başlıklı ilk raporu elçilik görevine
atanmasının sadece yedi ay sonrasına, 18 Ocak 1932 tarihine aittir. Hamdullah
Suphi Bey söz konusu raporda, Gagauzların tarihi, fiziki görünüşleri,
örf, adet ve gelenekleri hakkında bilgiler vermekte ve “Türklüğünden
şüphe edilemeyecek olan” bu kitlenin Türkiye’ye kabulü hususundaki ümit
ve beklentisini şu cümlelerle ifade etmekteydi:

Eğer Türk milliyetperverliği, eski Rumeli’nin koskoca bir parçasında asırlardan
beri ana dillerini sadakatla muhafaza eden bu eyi ahlak sahibi, sağlam
ve güzel Türk halkı ile alakadar olmaya başlar ve bunlara tarihi hakikati
telkin ile kendilerini Türk camiasına davet ederek başka milletler arasında
büsbütün eriyip kaybolmalarına mani olursa ve nihayet ümit ve temenni
ettiğim üzere Anadolu’nun kapılarını Türk ırkının bu öz evladına
açar ve eski maruf tesamuhuna göre onlara dini hürriyetleriyle beraber yer
ve yurt gösterirse boş olan Anadolu kendisine sadakatla ve merbut kalacağı
muhakkak olan yep yeni bir kuvvet kazanır… (BCA 030.10/246.666.30,
Anzerlioğlu 2006: 40).

Hamdullah Suphi Bey bu satırları kaleme alırken, 1923’de Ortodoks Karaman
Türklerinin mübadeleye tabi tutulduğu gerçeğini unutmuş olmasa
gerektir. Bu açıdan Ortodoks Gagauz Türklerinin Türkiye’ye göçü hususunda
ümit beslemesi ve bu hususta talepte bulunması oldukça ilginçtir.

Hamdullah Suphi Bey’in içindeki ümit ilerleyen yıllarda tükenmemiş olsa
gerektir ki, 24 Ekim 1934 tarihli raporu da aynı konuyla ilgiliydi. Yine
Gagauz göçü hususundaki ümit ve beklentisini ifade ediyordu. Ancak bu
sefer farklı olarak, sanki Gagauz Türklerinin Müslüman Türklerden daha
nitelikli bir nüfus olduğunu ispat etmek gayreti içerisindeydi. Nitekim ona
göre, “Müslüman Türkler çok çekingen ve çok yılgın olduğu için hislerini
coşkunlukla göstermekten çekinmekte”, Gagauz Türkleri ise “çok daha
uyanık, daha zengin, daha tahsilli ve daha yetişmiş”ti. Yine ona göre, İslâm
terbiyesi Müslüman Türklerin “bütün heveslerini öldürmüş geride gündelik
hayatın içinde kaybolmuş gayesiz bir millet” bırakmıştı. Buna karşılık
Gagauz Türkleri “dipdiri, ruhu istekle, mücadele kuvvetiyle dolu” bir unsurdu.
Dolayısıyla “ıssız Anadolu’ya neşe, refah ve umran getirecek” asıl
kitle Gagauz Türkleriydi (BCA 030.10/247.668.14, Anzerlioğlu 2006: 44-
45).

Bu raporun, Dobruca’daki Müslüman Türklerin kitlesel olarak Türkiye’ye
kabul edilmeye başladığı tarihlere denk gelmesi rastlantı olmasa gerekti.
Anlaşıldığı kadarıyla Hamdullah Suphi Bey söz konusu raporla, Türkiye’nin
oldukça nitelikli bir nüfusu görmezden geldiğini düşünmekte ve üstü
kapalı biçimde de olsa hükümeti eleştirmekteydi.

Hamdullah Suphi Bey’in bu raporları ile Türkiye’nin gündemine giren
Gagauz göçü meselesinin kamuoyunda yerini alması ise ancak, 1935 yılı
Aralık ayı sonlarında Yaşar Nabi Nayır’ın Ulus gazetesinde yazmış olduğu
makaleler ile mümkün olabilmiştir(8). Yaşar Nabi Bey 1935 yılı içinde
Balkan ülkelerine bir gezi yapmış ve bu makaleleri de Romanya’daki izlenimlerine
dayalı olarak kaleme almıştı. Yaşar Nabi Bey bu makalelerde
Romanya’daki Gagauzların Türklükleri hakkında bilim adamlarınca ortaya
konulmuş “ilmî” delilleri ayrıntılı biçimde anlatmakta ve Gagauzların Türkiye’ye
göç etmek hususunda ne kadar istekli olduklarını ifade etmekteydi.

Hamdullah Suphi Bey’in görüşlerini destekler nitelikteki bu makalelere
yönelik en önemli tepki Türkiye dışından, Türkiye’nin Madrid Elçisi Tevfik
Kâmil Bey’den geldi. 18 Ocak 1936’da Başvekil İsmet İnönü’ye bir yazı
gönderen Tevfik Kâmil Bey, Gagauzlarla ilgili Ulus’ta yayınlanan makalelerden
ve radyoda yapılan Gagauz müsamerelerinden haberdar olduğunu
ifade etmekte ve tüm bunları Gagauz göçünü meşru kılmaya yönelik propagandalar
olarak nitelendirmekteydi. Gagauzların Türk olduğu yolundaki
ilmî delillere pek de itibar edilmemesi gerektiğini belirten Tevfik Kâmil Bey,
bu iddiasını doğrulayacak kendince bazı tespitler yapmakta ve Gagauzların
Türklükle “rabıtalarının” kalmadığını ifade etmekteydi. Gagauz göçü lehinde
gazeteler vasıtasıyla yürütülen propagandaya kesinlikle itibar edilmemesini
isteyen Tevfik Kâmil Bey, yazısının sonunda şu düşüncelere yer vermekteydi:
“…Mübadele ve ona tekaddüm eden milli hareket sayesinde
milli birliği te[e]ssüs eder gibi olan memleketimize yeniden bir Ortodoks
cemaati getirmek kendi yaptığımızı yine kendimiz yıkmak, gelecek asırlarda
fitne ve şuriş unsurlarını biriktirmek olur. Türk gazeteleri bundan sakınmalıdır.
Bunu kestiremeyecek kadar dünün acı misallerini unutmuş olanların
mazarratına mani olacak hükumettir.” (BCA 030.10/116.810.12). Görüldüğü
üzere Tevfik Kâmil Bey burada 1923-24 Türk Yunan nüfus mübadelesine
gönderme yapmakta, mübadele ile yekpare, türdeş bir yapı oluşturulduğuna
dikkat çekmekte ve bu yapının Gagauz göçü ile bozulmaması
gereğine işaret etmekteydi.


Madrid Elçisi Tevfik Kâmil Bey’in 31 Ocak 1936’da yine aynı konuyla ilgili
olarak Başvekil İsmet İnönü’ye bir yazı daha gönderdiğini tespit etmekteyiz.
Bazı yabancı gazetelerde Gagauzların İstanbul’da iskân edilme taleplerine
karşılık Türk Hükümetinin bunu kabul etmediği yolunda bazı haberler
okuduğunu ifade ederek yazısına başlayan Tevfik Kâmil Bey, Gagauzları
Türkiye’ye getirmek üzere bazı kimselerce üç yıldır mesai sarf edildiğini
belirtmekte ve hükümetin bu çalışmaları boşa çıkarmasından duyduğu
memnuniyeti dile getirmekteydi. Tevfik Kâmil Bey son olarak sözü yine
1923-24 nüfus mübadelesine getirmekte ve “[Gagauzlar da]1923 senesinde
Türkiye topraklarında mukim bulunmuş olsaydı, Mübadele Komisyonu
onları emsali gibi Yunanistan’a sevke mecbur [tutulacaklardı]” hatırlatmasını
yapmaktaydı (BCA 030.10/116.810.12).

Tevfik Kâmil Bey’in Başvekil İsmet İnönü’ye gönderdiği yazıların nasıl
karşılandığı, hükümet üzerinde nasıl bir etki uyandırdığı ve ne şekilde cevaplandırıldığı
hususunda bir bilgiye ulaşılamamıştır. Ancak ilginçtir hemen
hemen aynı günlerde Ulus gazetesi yazarı Yaşar Nabi Nayır, 1935 Balkan
gezisi izlenimlerini Balkanlar ve Türklük adlı bir eserde toplamış ve yayımlamıştır.
Yaşar Nabi Bey 256 sayfalık eserin 58 sayfasını Romanya’daki
Gagauzlara ayırmıştı. Yaşar Nabi Bey burada, Gagauzların yaşamış oldukları
tüm sıkıntılara rağmen dil, kültür, örf ve adet bakımından Türklüklerini
oldukça canlı bir biçimde muhafaza ettiklerini ifade etmekte ve buna dair
pek çok örnek sunmaktaydı. Dinî inanış dışında Anadolu insanı ile hiçbir
farkı olmayan bu kitlenin, Türkiye’ye göç etmek hususunda oldukça istekli
olduğunu belirten Yaşar Nabi Bey, Hristiyan Türklerin Türkiye’de yadırganacakları,
hatta kötü muamele görecekleri şeklindeki düşüncelere karşı
çıkmakta, Osmanlı döneminde Hristiyanlarla Müslümanların bir arada
yaşayabildikleri gerçeğinden hareketle, dil ve kültür birliği taşıyan iki kitlenin
çok rahat kaynaşacağına olan inancını ifade etmekteydi. Ona göre,
Gagauzların dindarlığı, Anadolu Müslümanlarının din duyguları gibiydi.

Her iki kitlenin de inanışları yüzeyseldi ve taklitçilikten ibaretti. Gerek Hristiyanlık
ve gerekse Müslümanlık her iki halkın ruhuna ve şuuraltına işlememişti.
Dolayısıyla Gagauzlar da tıpkı Müslüman Türkler gibi “devleti en
kutsal bir varlık tanıyan ve ona tapan laik vatandaşlar” olabilirlerdi
(1936:106-109). Yaşar Nabi Bey tıpkı Hamdullah Suphi Bey gibi, Gagauz
göçüyle birlikte Türkiye’nin oldukça nitelikli bir nüfusa kavuşacağını ve bu
nüfusun da ülke ekonomisinin önemli dinamiklerinden biri olacağını dile
getirmekteydi. Nitekim bu husustaki görüşleri şu şekildeydi.

“Gagauzlar, bugün bulundukları yerlerde imrenilecek ve takdirle anılacak
medeni eserler vücuda getirmişlerdir. Bu çalışkan, enerjik, kafaları aydınlık,
kültüre ve iyi yaşamaya kıymet veren unsurların ana yurda gelmesi, yalnız
memleket nüfusunu arttırmakla kalmayacak, aynı zamanda nispeten geri
olan Anadolu köylüleri için bir örnek teşkil edecek ve aralarına kavuştukları
Müslüman köylülerin seviyelerinin yükselmesine hizmet edeceklerdir.
Bağından şarabını kendi çeken, halısını ve giyecek eşyasını evinde kendi
eliyle ve çok zevkli bir şekilde kendisi yapan Gagauzlar, bizim aradığımız
ve beklediğimiz köylülerdir. Onların memleketin yükselmesinde ve büyük
Türkiye idealinde oynayacakları rol göçmelerinden çok zaman geçmeden
gözlerimizin önüne serilecek ve ekonomimizdeki hayırlı tesirleri derhal
kendini gösterecektir…” (1936:109-110).

Muhtemel bir Gagauz göçünün yararlarını bu şekilde sıralayan Yaşar Nabi
Bey, son olarak göç sonrası iskân meselesine temas etmekteydi.
Gagauzların mümkün olduğu kadar toplu bir biçimde iskân edilmesini
isteyen Yaşar Nabi Bey, iskân mıntıkası hakkında coğrafi bir mekân ismi
zikretmemekte, ancak bulundukları yerlerin iklim ve toprak şartlarına en
yakın bölgelere yerleştirilmelerinin uygun olacağını ifade etmekteydi
(1936:110).

Yaşar Nabi Bey’in kitabında dile getirdiği bu görüşlerin Gagauzların Türkiye’ye
göçü meselesinde kamuoyunu ne şekilde ve ne ölçüde yönlendirdiği
tespit edilememekle birlikte, hükümet üzerinde olumlu bir etkisinin olmadığı
kolaylıkla söylenebilir. Çünkü 4 Haziran 1936’da Romanya ile yapılan
göç mukavelesinde, Gagauzlardan hiçbir şekilde söz edilmemiş, sadece
Müslüman Türklerin göçü ve onların geride bırakacağı menkul ve gayrimenkullerin
durumu değerlendirilmiştir. Bu son gelişme hiç şüphesiz başta
Yaşar Nabi Bey olmak üzere, Gagauz göçü lehinde bulunan kimselerin
ümidini büyük oranda kırmış olsa gerektir. Bununla ilgili tek istisna belki
de Bükreş Elçisi Hamdullah Suphi Bey’dir. Nitekim Mustafa Baydar’dan
öğrendiğimize göre, Hamdullah Suphi Bey, Basarabya’nın 1940’da,
Dobruca’nın da 1944’te Kızılordu birliklerince işgaline değin, Gagauzların
Türkiye göç ettirilmesi hususundaki ümidini ve hayalini kaybetmemiştir
(1968: 159).

Sonuç

1. Cumhuriyetin ilk yılları itibariyle artma esasına dayalı bir nüfus politikası
izleyen Türkiye, bu politikanın gereği olarak Balkanlarda Osmanlı
Devleti’nin bakiyesi olan Türkleri Anadolu’ya taşımıştır. Bu kapsamda
cumhuriyetin ilk on beş yılında, diğer bir ifadeyle Atatürk döneminde
yaklaşık 114 bin kişi Romanya’dan Türkiye’ye gelmiştir.

2. Türkiye bu göçler neticesinde zengin ve eğitimli bir nüfusu Anadolu’ya
taşıyarak ziraî kol gücünü arttırmış, emek arzını genişletmiş, dolayısıyla
tarıma elverişli atıl toprakların işletmeye açılmasını temin etmiştir. Özellikle
1923-1928 ve 1937-1938 dönemlerinde göçmenlerin beraberlerinde
getirmiş oldukları döviz, petrol ve kereste ise gelişen Türkiye ekonomisine
önemli katkılar sağlamıştır.

3. 1930 sonrası dönemde Romanya’daki Ortodoks Hristiyanlık inancına
mensup Gagauz Türklerinin göç ettirilmesi için Bükreş Elçisi Hamdullah
Suphi Tanrıöver ve Ulus gazetesi yazarı Yaşar Nabi Nayır’ın bazı teşebbüslerde
bulundukları, hatta bu göç lehinde propaganda yaptıkları tespit
edilmektedir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bunlara itibar
etmemiş ve 1923’de Ortodoks Karaman Türklerinin Yunanistan’a gönderilmesi
gerçeğinden hareketle Gagauz Türklerinin göçüne izin vermemiştir.
Dolayısıyla bu kararlılık, Türkiye’de ulus-devlet oluşumu sürecinde
dinî açıdan türdeş bir yapının da oldukça önemsendiği gerçeğini
ortaya koymaktadır.

Açıklamalar

1. Eksik nüfus, insan sayısının ülke kaynaklarını ve endüstrisini işletmeye ve diğer
hizmetleri görmeye yetmemesi anlamına gelen bir terimdir. İpek, 2005, 174-175.

2. Bu tedbirler için bkz. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 030.10/26.147.2.;
BCA, 30.18.1.1/023.16.1. Solak, 1998, 126; İpek, “2005, 181-184.

3. Serbest göçmen, hükümetten yardım talep etmemek şartıyla, istediği yere yerleşme
salâhiyeti verilen kimseler için kullanılan kanunî bir tabirdir.

4. İskânlı göçmen, Hükümet yardımıyla iskân edilen ve gösterilen iskân mıntıkasında
belli bir süre oturmak şartını kabul eden kimseler için kullanılan kanunî bir tabirdir.

5. Hamdullah Suphi Bey Türk Ocaklarının kapatılmasının hemen ardından 1931’de
Bükreş orta elçisi olarak atanmıştı. Bak. Dağıstan, 2002.

6. Müştemelâttan kasıt ev ve ahırdır.

7. Gagauzlar hakkında daha geniş bilgi için bkz. Manof 1939; Ülküsal 1966, Güngör-
Argunşah 1998.

8. Bu makaleler için bkz. Ulus, 22 İlkkanun 1935, s. 4.; Ulus, 23 İlkkanun 1935, s. 4.;
Ulus, 25 İlkanun 1935, s.4.; Ulus, 27 İlkkanun 1935, s. 4.; Ulus, 28 İlkkanun 1935,
s. 4.; Ulus, 31 İlkkanun 1935, s. 4.

Kaynakça

A. Arşivler

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA)

B. Gazeteler

Akşam
Anadolu
Cumhuriyet
Kızılay
Son Posta
Ulus


C. Kitap ve Makaleler

ALTUĞ, Yılmaz (1991), “Balkanlardan Anayurda Yapılan Göçler”, Belleten, LV/212:
109-120.
ANZERLİOĞLU, Yonca (2006), “Bükreş Elçisi Hamdullah Suphi ve Gagauz Türkleri”,
Bilig, 39: 31-51.
ARI, Kemal (1992), “Cumhuriyet Dönemi Nüfus Politikasını Belirleyen Temel Unsurlar”,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, VIII/23: 409-420.
ATAY, Falih Rıfkı (1970), Taymis Kıyıları, Baha Matbaası: İstanbul.
BAYDAR, Mustafa (1968), Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anıları, Menteş Kitabevi:
İstanbul.
ÇAĞAPTAY, Soner (2002) “Kemalist Dönemde Göç ve İskân Politikaları”, Toplum
ve Bilim, 93: 218-241.
DAĞISTAN, Adil (1992), “Hamdullah Suphi’nin Romanya Büyükelçiliği ve Gagauz
Türkleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, XVIII/54.
FEHER, Géza (1999), Bulgar Türkleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları: Ankara.
IRMAK, Yakut (1981), “Atatürk Döneminde Nüfus Politikası”, Atatürk Döneminde
Türkiye Ekonomisi Semineri (8-9 Haziran).
GERAY, Cevat (1962), Türkiye’den ve Türkiye’ye Göçler ve Göçmenlerin İskânı
(1923-1960), Ankara.
GÜNGÖR- ARGUNŞAH, Harun- Mustafa (1998), Gagauzlar, Ötüken Yayınları:
İstanbul.
İNAN, Arı (1982), Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Türk
Tarih Kurumu Yayınları: Ankara.
İPEK, Nedim (1999) Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları:
Ankara.
(2005), “Atatürk Döneminde Türkiye’nin Nüfus Siyaseti”, Beşinci Uluslararası
Atatürk Kongresi (8-12 Aralık 2003), I: 173-190.
(2000), Mübadele ve Samsun, Türk Tarih Kurumu Yayınları: Ankara.
KOLLU, Atilla (1996), Türkiye Balkan İlişkileri 1919-1939, Hacettepe Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara.
MANOF, Atanas (1939), Gagauzlar (Hıristiyan Türkler), Çev. Türker Acaroğlu, Varlık
Neşriyatı: Ankara.
NAYIR, Yaşar Nabi (1936), Balkanlar ve Türklük.
NEŞET Halil (1932), Davamız, Himaye-i Etfal Kitabı.
ÖZGİRAY, Ahmet (1996), “Türkiye-Romanya Siyasi İlişkileri (1920-1939)”, Türk
Kültürü Araştırmaları, 34 (1-2):
SARAÇ, Hüseyin (1997), Ekonomik ve Sosyal Boyutuyla İslâm’da Nüfus Politikası,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: Ankara.
SOLAK, Ferruh (1998), “Türkiye Nüfusunun Cumhuriyet Dönemindeki Gelişim
Seyri”, Yeni Türkiye Cumhuriyet Özel Sayısı I, 23-24: 126-129.
ŞEREF Nuri (1935), “İskan Kanunu ve Yurtlandırma Politikamız”, Ulus, 27 Temmuz.
ÖKSÜZ, Hikmet (1996), Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Atatürk Dönemindeki Balkan
Politikası (1923-1938), İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi
Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul.
TALAS, Cahit (1992), Türkiye’nin Açıklamalı Sosyal Politika Tarihi, Ankara: Bilgi
Yayınevi
TEKELİ, İlhan (1990), “Osmanlı İmparatorluğundan Günümüze Nüfusun Zorunlu Yer
Değiştirmesi ve İskân Sorunu”, Toplum ve Bilim, 50: 49-71.
TODOROVA, Maria (1997), Balkanları Tahayyül Etmek, Çev. Dilek Şendal, İletişim
Yayınları: İstanbul.
ÜLKÜSAL, Müstecip (1966), Dobruca ve Türkler, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma
Enstitüsü Yayını
(1976), “Romanya Türkleri”, Türk Dünyası Elkitabı, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara.
YALÇIN, Cemal (2004), Göç Sosyolojisi, Anı Yayıncılık: Ankara.
ZAİM, Sabahaddin (1973), Türkiye’de Nüfus Meselesi, Boğaziçi Yayınları: İstanbul

Hiç yorum yok: