6 Şubat 2013 Çarşamba

Türk Ocağında pişirilen Tarih Kurumu-Faşizm Kemalizm'e uyar mı?-İbadet dilini bozma plânları-Cumhuriyetin ilk 10 yıllık devresi-M.Latif Salihoğlu

Türk Ocağında pişirilen Tarih Kurumu
Mazisi tâ 1912'lere, hatta 1909'lara kadar uzanan Türk Ocaklarının 28 Nisan 1930'da Ankara'da yapılan VI. Kurultayında iki önemli karar alındı.
Birincisi: Türk Ocakları Merkezi kendini fesh edip CHP'ye katılacak.
İkincisi: Kendi bünyesi içinden bir Türk Tarihi Tetkik Heyeti (TTTH) teşkil edilerek, bunun resmî bir cemiyet olması sağlanacak.
Bu her iki karar da aynen uygulandı. Türk Ocakları tamamiyle CHP'leşti ve 16 kişiden oluşan bir Türk Tarihi Tetkik Heyeti kuruldu.
M. Kemal'in direktifi ile ve himayesi altında teşkil olunan bu heyet, ilk toplantısını 4 Haziran 1930'da yaptı.
Alınan karar gereği, heyetin fahrî başkanlığını Maarif Bakanı yapması gerekiyordu. Bu sebeple, heyetin ilk toplantısına Hamdullah Suphi başkanlık etti.
Heyetin resmî başkanlığına ise, 1924'ten beri M. Kemal'in hizmetinde (Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri) bulunan M. Tevfik Bıyıklıoğlu getirildi.
Sadece bir yıl süreyle (1928'de) Moskova Büyükelçiliği de yapan aynı Bıyıklıoğlu, 12 Nisan 1931'de kurulan ve yine 16 kişiden oluşan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (TTTC) başkanlığına getirildi.
Yaklaşık bir yıl kadar bu makamda kalan Bıyıklıoğlu, yerini resmî yardımcısı olup katı bir Türkçü olarak bilinen Akçuralı Yusuf'a bıraktı. Kendisi de, yıllar yılı sürüp gidecek olan "Devrim tarihi hocalığı" görevine başladı.
Bu cemiyetin resmî adı 1935'te Türk Tarih Kurumu şeklinde değiştirildi.
* * *
Bu konuyu enine boyuna araştırmaya koyulurken, hayretimizi çeken bir başka durumla karşılaştık.
Şöyle ki: Türk Tarih Kurumu ve Kültür Bakanlığı yayınları dahil, hiçbir yerde ve hiçbir kaynakta cemiyetin ilk başkanı Tevfik Bıyıkoğlu hakkında detaylı ve tatminkâr bilgilere bir türlü ulaşamadık. Özellikle de hayatının ilk devresi hakkındaki bilgilere...
Evet, doğum tarihi 1889 şeklinde kayıtlara geçen Bıyıklıoğlu'nun nerede doğduğu, aslen kim veya kimlerden olduğu ve hangi mekteplerde okuyarak Harp Okuluna geçtiğine dair hemen hiçbir bilgiye rastlayamadık.
Onun biyografisi hakkındaki bilgiler, söz konusu kaynaklarda aynen şu ifadelerle yer alıyor: "Tevfik Bıyıklıoğlu, Harp Okulundan topçu subayı olarak mezun olduktan sonra Erkân–ı Harbiyeyi bitirerek orduya katıldı. Anafartalar'da M. Kemal'in emrinde yer aldı. Kurtuluş Savaşında Batı Cephesi'nde bulundu. Lozan Konferansı'na katılan heyette askerî danışman olarak görev aldı. 1924'te Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine getirildi. 1930'da Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin ilk başkanı oldu. 1932'den sonra Genelkurmay Harp Tarihi Dairesinde, harp tarihi uzmanı olarak çalıştı ve okullarda devrim tarihi dersleri verdi."
Tevfik Bıyıklıoğlu 1961 yılı sonlarında vefat ettiğine göre, demek ki, tam otuz yıl müddetle okullarda devrim tarihi dersleri anlatmaya, yahut yazmaya devam etmiş.

İslâm öncesi tarihe perestiş
1931 yılı NisanInda resmî kuruluşu tamamlanan Türk Türk Tarihi Tetkik Heyeti, yukarıda da ifade edildiği üzere, esasında milliyetçilik temeline dayalı olan Türk Ocaklarının bir uzantısı mahiyetinde kuruldu.
Yani, Ocak, bu tarihte bir bakıma dönüşüm yaşamış oldu. 
Alt yapısı ve alt birimleri bu dönemde iyice şekillenen Türk Tarih Kurumu, daha çok İslâmdan önce ve hatta İslâm dışı Türk tarihi devirleriyle ile konulara ağırlık verdi. 
Aynı zamanda Kemalist ideolojinin bir ünitesi gibi davranan ve bu yönde çalışmalar yapan TTK, maddî finansman itibariyle yine M. Kemal tarafından koruma altına alındı. 
M. Kemal'in hissedarı olduğu Türkiye İş Bankasının gelirinden bu kuruma belli miktarda para aktarılması sağlandı ve daha sonra bu destek vasiyet maddelerine de dahil edilerek iş sağlama alındı.
Bu şartlar altında kurdurulup çalıştırılan bir kurum, acaba ne ölçüde bağımsız ve tarafsız davranabilir? TTK, zaman içinde ara ara objektif davranmaya çalıştıysa da, bunu tamamıyla başarabildiği yine de söylenemez.


Faşizm Kemalizm'e uyar mı?
Kemalizm denilen şey, din, hürriyet ve demokrasi dışında her türlü cereyana açık olan, her türlü izm'le bağışıklık sağlayabilen bir ucûbe rejimin adıdır.
Bu memlekete eğer komünizm falan lâzımsa...
Bu ülkeye eğer faşizm lâzımsa...
Millete eğer din lâzımsa....(*)
Bu vatana eğer milliyetçilik lâzımsa...
Bunları da Kemalistler getirir.
Doğrusu getirmişler de...
Daha doğrusu, her biri birer insanlık ayıbı olup, yer yüzünde kanlı vahşet tablolarının sergilenmesine sebebiyet veren bütün bu cereyanlara, Türkiye'deki Kemalistler vargüçleriyle çanak tutmuşlardır.
İşte bakınız, Kemalizm, doksan yıldır kesintisiz şekilde devam ededururken...
* Gün gelmiş, gençlerimiz Kemalizm şemsiyesi altında ırkçılık mânâsındaki menfî milliyetçilik batağına saplanmış; ardından, mâsum vatandaşların zararına olarak, zıt yönde bir başka ırkçılık damarının uyanmasına sebebiyet verilmiş.
* Gün gelmiş, ezan susturulup Kur'ân yasaklanmış, medreseler kapatılıp camiler haraç–mezat satışa çıkarılmış ve bu dehşetli mânevî boşluğun yol açtığı her türlü ahlâksızlığın revaç bulması için medyatik kanallarla büyük tahşidat ve teşvikât yapılmış, yapılmaya devam ediliyor.
* Gün gelmiş, dinin icaplarını yaşamak isteyenlerin ferdî, ailevî, içtimaî hayatı üzerindeki baskılar alabildiğine şiddetlendirilmiş, insanlarımızın giyim–kuşamına varıncaya kadar hayatlarının hemen her safhasına Kemalizm adına yine müdahalelerde bulunulmuştur.
* Gün gelmiş, her türlü baskıya rağmen yine de bastırılamayan bu milletin din, hürriyet ve demokrasi aşkına vahşice darbeler indirilmiş ve bu darbeyi yapanlar yine Kemalizme sığınarak paçayı kurtarmanın yolunu bulmuşlardır.
* Ve nihayet gün gelmiş, yine aynı Kemalizm adına faşizme dahi selâm durulmuş, faşist İtalyan siyasetine methiyeler düzülmüştür.
İşte size, bu son maddede zikredilen iddianın şaşırtıcı belgelerle ispatı...
Ortadaki kupürde, Cumhuriyet gazetesinin 22 Mayıs 1932 tarihli nüshasının ilk sayfasını görmektesiniz.
Gazetenin manşeti, açıkça görüldüğü gibi "Kemalist Türkiye'den Faşist İtalya'ya selâm!" şeklindedir.
Manşet haberiyle ilgili kullanılan fotoğrafta ise, ayyıldızlı bayrağın içerisine diktatör Mussolini'nin lideri olduğu İtalyan Nasyonal Faşist Parti'nin amblemi yerleştirilmiş görünüyor.
Bitişik resim olarak, ayrıca Benitto Mussolini ile İsmet Paşanın fotoğrafları Akdeniz haritasının iki tarafında kullanılmış.
Haberin detayında ise, ayrıca şu ifadelere yer verilmiş:
"Başvekil İsmet Bey ile dost İtalya'nın faşist Başvekili Mussolini'nin Roma'da el sıkışması, iki milletin selâmet ve saadeti kadar Akdeniz'de sulh û müsâlemeti de temin edecek kudretli manivelâlardır.
"Başlı başına bir tarih yazılıyor.
"Faşist İtalya ile Kemalist dostluğun asıl kıymetini anlamak lâzım."
Cumhuriyet gazetesinin kurucusu, sahibi ve başyazarı konumundaki Yunus Nadi de, yazısında faşist İtalya liderine övgüler yağdırıyor ve ardı sıra şunları söylüyor: "İtalya'da İtalyan milletini asrın en mütekâmil bir cemiyeti haline yükselten Faşizmin gittikçe artan takdirlerine ve muhabbetlerine mazhar olmaktan kuvvet buluyorduk. Zâhirde, hatta biraz hissî bile görünebilecek olan bu mütekabil itimat ve muhabbettir ki, büyük İtalyan milleti ile inkılâpçı ve behemehal teceddüde azimkâr Türk milleti arasında en sağlam bir dostluğa müntehi olmuş oldu. Başvekilimizin Roma'yı ziyareti bu büyük dostluğun pek tabiî bir neticesi olduğu kadar, onu en samimi ve en parlak şekilde tes'it edecek bir tezahürdür. Her iki tarafın mensupları ne kadar memnun ve müftehir olsalar haklıdır."
İtalya'nın faşist lideri, yedi yıl kadar sonra kendisiyle birlikte ülkesini ve dünyayı ateşe vererek milyonlarca mâsumun ölmesine sebebiyet verdi.
Başvekil İsmet ve diğer bütün Kemalistler ise, dünyanın zalim cereyanları arasında daima güçlü görünenden yana olmuşlardır. II. Dünya Savaşı sürecinde de aynısını yapmışlar; önce (1939–43) Hitler–Mussolini ekseninde görünmeye çalışmışlar, onların mağlûbiyeti sürecinde ise (1944–45), dümen kırarak karşı safa geçme maharetini sergilemişlerdir.
Kemalistler, görüldüğü gibi faşizm, komünizm, nasyonalizm ve benzeri her türlü menfi rejimle temas kurup konjonktüre göre haşır–neşir olabildikleri halde, tek anlaşamadıkları, uyum sağlayamadıkları, hatta en sakıncalı olarak gördükleri dinî/kudsî cerayanları bastırmayı, ayrıca ülke genelinde hürriyet ve demokrasinin önüne türlü bahanelerle engeller koymayı, büyük bir maharet bellemişlerdir.
..................................
(*) Bu vatanda, bir zamanlar Kemalizm "Türk'ün dini" şeklinde resmen lanse edilmeye çalışıldı.
Bu feci gerçeğin delilini, ispatını görmek isteyenler, tek parti devrinde yayınlanan Türk Dil Kurumuna ait "Sözlük"ün DİN maddesine bakabilir.
Orada, dinin sözlük mânâsı verildikten sonra, örnekleme kısmında aynen şu ifade zikrediliyor: "Kemalizm, Türk'ün dinidir." (TDK Türkçe Sözlük, 1946 basımı.)


İbadet dilini bozma plânları

Dünyada ve insanlık tarihinde ikinci bir örneği bulunmayan bu yasaklama plânı, 1932 yılı başlarından itibaren tatbik sahasına konuldu.
Devrin hükümeti ve muktedirleri, bu işe çok hevesli ve dünden razı oldukları içindir ki, halka ve mü’minlere hiç sormadan, yani muhatap kitleye hiç danışma gereğini dahi duymadan, şarkı okuma türünden bir Türkçe Ezan, Türkçe Kur’ân okutma furyasını başlattılar.
Bu işi yapanların ilham kaynağı Ziya Gökalp’tı. Kaderi inkâr ile kafasına kurşun sıkan Gökalp, bu milletin ne şekilde ibadet etmesi gerektiğine dair tâ yıllar öncesinden şu telkinlerde bulunmuştu:


Bir ülke ki, camiinde Türkçe Ezan okunur,
Köylü anlar mânâsını namazdaki duânın.
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’ân okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ'nın.
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın.


Acaba “namazda gözü olmayan” böyle bir şahsın, kulağının Ezanda yahut Kur’ân’da olması hiç mümkün mü? Kaldı ki, Gökalp’in ilham kaynağı ve akıl hocası da Doktor Duzi (1820-1883) isimli ateist ve İslâmiyet düşmanı bir Garplı filozoftur.
İşte, 1930’lar Türkiye’sinin idarecileri tarafından örnek alınan şahıslar ve esas alınan fikirler, bu canipten idi.
Bu sebeple de, gözü kara gidiyorlardı.
Bunlar, bir taraftan “Din, devlet işlerine karıştırılmamalı” diye ahkâm keserken, bir taraftan da dine ait her meseleye devletin karışmasını, müdahale etmesini teşvik ediyorlardı.
İşte, Kur’ân ile Ezan’ın 1350 yıldır okunan orijinal haline yapılan müdahale de, bu neviden bir uygulamaydı.

Kànundan evvel prova yapılıyor

Kur’ân’ın orijinalini terk ile onun yerine Türkçe tercümesini okutmanın ilk denemesi 22 Ocak 1932’de İstanbul Yerebatan Camiinde yapıldı.
Bu “içten bozma” operasyonu için kullanılan ilk kurban kişi ise, Hafız Yaşar (Okur) oldu. (23 Ocak 1932 tarihli Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleri.)
Bir sonraki adım, Sultanahmet Camiinde atıldı. Burada biraraya getirtilen sekiz hafıza Kur’ân’ın Türkçe tercümesi okutturuldu.
Hemen aynı gün yahut bir gün sonra (29-30 Ocak 1932) ise, bu kez Fatih Camii’nde ilk Türkçe Ezan okutturuldu. Okuyan kişinin ismi Hafız Rıfat. (Agg)
Ne aciptir ki, bütün bu gelişmeler mübarek Ramazan ayında yaşandı.
Zira, 3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesinde de, Ayasofya Camii’nde tamamı Türkçe olmak üzere ezan, Kur’ân, tekbir ve kamet okutturuldu.
Belli ki, vazifelendirilmiş bulunan bir dehşetli komita, bütün bu yapılanları adım adım takip ediyordu.
Dolayısıyla, önceden hazırlanmış bulunan plânlar, bir bir tatbik sahasına konuluyordu.
Yaşanan bütün bu tatbikattan sonra, nihayet Diyanet İşleri Riyaseti (Başkanlığı) tarafından da ezanın Türkçe okunmasına karar verildi.
Bu maksatla hazırlanan genelge, 18 Temmuz 1932 tarihinde yayınlanarak halka duyurulmuş oldu.
Bu tarihi takip eden günlerde, yurdun her yerindeki ilgili müdürlüklere Türkçe ezan metni gönderildi. 
4 Şubat 1933’te ise, müftülüklere ezanın bundan böyle mutlaka Türkçe okuması, buna uymayanların kati ve şiddetli bir şekilde cezalandırılacağını bildiren yeni bir tamim gönderildi.

Müftülük ve Evkaf Müdürlükleri gibi  resmî dairelere gönderilen Türkçe Ezan metni şu şekilde tanzim edildi:

Tanrı uludur, Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı’dan başka yoktur tapacak.
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı’nın elçisidir Muhammed.
Haydin namaza, haydin namaza
Haydin felâha (kurtuluşa), haydin felâha
(Namaz uykudan hayırlıdır)
Tanrı uludur, Tanrı uludur
Tanrı’dan başka yoktur tapacak.


Evet, işte 18 yıl müddetle devam eden ve nihayet 16 Haziran 1950 tarihine kadar mecburiyet tahtında okutturulan o ruhsuz, feyizden uzak şarkının sözleri böyle idi.
Bu ruhsuz ve kasavet verici şarkıyı okumak istemeyenler, olabildiğince bir gizlilik hali içinde Ezan-ı Muhammedî'yi okumaya devam etti.
Ne var ki, zamanla gizli ezan ve kàmet okunmasına dahi müdahale edilmesi cihetine gidildi. Meselâ, cami içinde önceden ajan, yahut jandarma sokup gizlemek ve ihbar etmek sûretiyle...
Belli, ya da meçhûl kişilerce yapılan şikâyet ve ihbarlara itibar edilerek, ne yazık ki gizli ezan okuyanlar hakkında takibat yapıldı, tahkikat açıldı. Pekçok mazlûm evlerinden, yahut camilerden toplanarak karakollara, ardından hapishanelere sevk edildi. (Haşiye)
* * *
Yasaklı dönemde, ezan okuyanlara ayrıca para cezası da verilebiliyordu.
On sekiz yıllık zulümlü maddî ve mânevî baskı, zamanla artarak had safhaya vardı. Haliyle, bu Müslüman halkın içindeki hasret duygusu da dindirilmez, önüne geçilmez bir raddeye çıktı. 
1950 Mayıs'ında yapılan genel seçimlerden zaferle çıkan Demokrat Parti, hükümet kurduktan hemen sonra Meclis gündemine getirdiği ilk kànun teklifi, Ezan-ı Muhammedî üzerindeki yasağın kaldırılmasına dairdi.
Muhalefet cephesinin de bu meselede ikna edilmesiyle birlikte, Haziran ortasından itibaren Ezan-ı Muhammedî 18 yıllık esaretten kurtulmuş oldu.
* * *
Bu konuda sizlere nakletmek istediğimiz mühim bir anekdot şudur: 1939'a kadar Fransızların idaresinde bulunan Hatay bölgesinde, ezana ve Kur’ân’a hiç ilişilmedi. Bu vilâyet ne zamanki Türkiye’ye dahil edildi, aynı anda orada da söz konusu yasakçı uygulama devreye sokuldu. Yani, küffarın dahi yapmadığını, yahut yapamadığını “bizimkiler” yaptı.
.........................................
(Haşiye) Bediüzzaman, mektubunda bu meseleye dair şunları söyler:
Bu yakınlarda ehl-i ilhâdın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nevinden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahâle edildi. "Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?" denildi. 
Sükûtta sabrım tükendi. 
Kabil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî istibdatla oynayan firavunmeşrep komitenin başlarına derim ki: 
Ey ehl-i bid'a ve ilhad! Dünyada hükümet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usûlü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usûlle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? (Mektubat, 29. Mektup, Es’ile­-i Sitte.)

Cumhuriyetin ilk 10 yıllık devresi
Cumhuriyetin 10. yılı münasebetiyle, Ekim 1933’te başkent Ankara'da hususî plânlar yapıldı, çok özel programlar sergilendi, yeni bazı etkinliklere imza atıldı. 
10. yıla mahsus şiirler yazıldı, nutuklar hazırlandı, umumî af ilân edildi, eşi görülmemiş çapta büyük ve şa'şaalı törenler düzenlendi... 
Geriye dönüp baktığımızda ise, geçen on yıllık süreç içinde yapılan hükûmet icraatlarının iki ana madde halinde şekillendiğini görmekteyiz. 
Birincisi: Batı'ya hayranlık. Avrupa'ya özenti. Giyimde, kuşamda, modada, ahlâkta onlara benzeme kompleksi. Mülkün temeli olan hukukta, kendi özünü red, aslını inkârın yanı sıra, tam bir hayranlıkla bozuk Avrupa'yı taklit etme furyası. 
İkincisi: Vatandaşı ezme, cezalandırma, yıldırma politikaları. Dinî, millî, medenî, harsî, örfî, an'anevî..., hâsılı maddî–mânevî her türlü yerli dinamikleri kırma, bu değerleri cebrî ve keyfî dayatmalarla yasaklama manevraları. 
Birinci maddeye, Meclis'in "Olur"u da alınarak yapılan inkılâplar dahil edilebilir. 
İkinci maddenin sadece "yasakçılık" yönündeki uygulamaları hakkında ise, karşımıza şöyle uzunca bir liste çıkar:

1) Hiç olmazsa Meclis'in şahs–ı mânevisinde muhafaza edilebilir durumdaki Hilâfet makamı lağvedildi. 
2) Medreseler kapatıldı, tekke ve zâviyelerin faaliyetleri yasaklandı. 
3) Sarık sarılması, fes, kalpak, cüppe giyilmesi yasaklandı. 
4) Mukaddes kitabımız Kur'ân–ı Kerim'in basılması, yayınlanması, okutulması, öğretilmesi, hatta hurufatıyla (alfabe) yazı yazılması dahi yasaklandı. 
5) İslâmın şeâiri ve bu milletin bin yıldır onunla amel ettiği Muhammedî ezan (1932–50 yılları arasında) yasaklandı. 
6) Yeni camilerin yapılması imkânsız hale getirilirken, mevcut camilerin de yüzde elliye yakın kısmı için gazetelerde satış ilânları çıkartıldı. (Sadece İstanbul'da yüzlerce, yurt genelinde ise binlerce mâbedin yerinde şimdi yeller esiyor. Haraç–mezat satılan camilerin çoğunu, başta Sabetaycılar olmak üzere gayr–ı müslimler almış.) 
7) Tarihî binaların çatısına, duvarına, yahut giriş kısmına yerleştirilmiş bulunan kitabe ve tuğraların açıktan görünmelerine yasaklama getirildi. Bunlar için, ya kırılması, ya çıkartılması, ya da üzerlerinin sıvanması mecburiyeti getirildi. 
Yasaklamalara dair sirkatlı icraat listesi uzayıp gidiyor... Her halinden belli ki, az bir zamanda çok büyük yıkımlar ve yasaklamalar yapılmış... 
Bunların yanı sıra, bir de 10. yılda çıkartılan ve 29 Ekim günü ilân edilen bir genel af durumu var. 
1 Ocak 1934 tarihi itibariyle uygulamasına geçilecek olan bu umumî aftan yararlanmayan suçlu veya sâbıkalı bir tek vatan evlâdının kalmayacağı hususu da, yine aynı gün dünya âleme ilân edildi. 
İlân edilen gün gelip çattığında ise, sadece bir tek vatan evlâdı istisna olmak üzere, ilgili herkesin bu aftan yararlandığı görüldü: Câniler, katiller, ırz ve nâmus düşmanları bile, çıkartılan affın kapsamı alanına girebildi. Sürgün edilenler, ya memleketlerine geri döndüler, ya da bulundukları şehirlerde serbetçe yaşamaya başladılar. 
10. yıl affından istifade edemeyen, daha doğrusu ettirilmeyen tek istisna şahsiyet, Barla'da mecburî ikamete tâbi tutulan Bediüzzaman Said Nursî'dir. 
Onun hakkında, bırakın "Bu da bir vatan evlâdıdır" denilmesi, bilâkis aynı yılın (1934) ortalarında yeni bir sürgün cezasıyla Isparta merkezine sevk edildi. Bir yıl sonra da, yazdığı imânî eserler sebebiyle, 115 talebesiyle birlikte Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk edildi. 
İşte size Cumhuriyet'in 10. yılına dair Türkiye'nin bir başka manzarası.



Hiç yorum yok: