24 Mayıs 2013 Cuma

“Vahiy Medeniyeti”nden, “Batı Uygarlığı”na-Batı Uygarlığı’nın kaynakları-Uygarlık ve aygırlık üzerine-Yavuz Bahadıroğlu



“Vahiy Medeniyeti”nden, “Batı Uygarlığı”na


Avrupa Birliği’ne “Biz de Avrupalıyız” diyoruz ya, değiliz! Onlar bunu çok iyi biliyor, biz ise ya bilmiyoruz ya da bilmezden geliyoruz.

Başöğretmenim (benim ilkokul çağımda okulu “müdür” yerine “başöğretmen” yönetirdi) Hikmet Bey de bilmezden gelirdi. Her fırsatta, “Biz Avrupalıyız çocuklar” der; ne hikmetse bu koca yalanı kafacıklarımıza çakmak isterdi.

Çok sonra anladım ki, Avrupa’da olduğumuz asırlarda bile “Avrupalı” değilmişiz. Çünkü mayamız farklı: Biz, kaynağı Kur’an olan “Vahiy “Medeniyeti”nin çocuklarıyız, Avrupalılar kaynağı Hıristiyanlık olan kadim Yunan-Roma-Lâtin felsefesinin çocuklarıdır…
Bu yüzden biz “hayat muavenettir” (yardımlaşma) anlayışı içinde dünyayı bir barış havzasına döndürmeyi düşlerken, onlar “hayat mücadeledir” diyor, bu temel eksende dünyayı cehenneme çeviriyorlar.

Delil isteyen, iki dünya savaşı ile Kore-Vietnam savaşlarına, Filistin’e, Bosna-Hersek’e, Kosova’ya, Afganistan’a, Irak’a ve dünyayı kasıp kavuran acımasız teröre baksın...
Öylesine dehşetengiz bir manzara ki, Avrupa, yüzyıllar sonra dönüp kendi geçmişine baktığında, kendisi bile ürküyor. Zira geçmişinde ezdiği, sömürdüğü, yaşama hakkı dâhil hiçbir hak ve hürriyet tanımadığı milletlerin kanı, canı var. Kulaklarında esir pazarlarında satılmak üzere gemi ambarlarına tıkıştırılmış Afrikalı kölelerin iniltileri çınlıyor, bombalar altında can veren çocukların, yaşlıların, kadınların hıçkırığı, acımasız kapitalizmin kabuğunu kırıp yüreklere damlıyor.
Yüzyıllar boyu “sömürü düzeni”nin çarkları insan öğütmüş, vicdan öğütmüş! Meşhur keşifleri bile “dünyayı tanımak” için değil, yeni sömürü alanları bulmak için yapmış. Ama bu iğrenç amacını özenle saklayıp, dünyaya başka ambalâjlarla sunmayı başarmış. Biz de bunu yutmuşuz.
Başöğretmenim, Amerika Kıtası’nın keşfini anlatmaya bayılır, orada yaşayan yerlilere ne olduğuyla hiç ilgilenmezdi.
O da çoğumuz gibi Amerikan filmlerinin etkisindeydi:
“Beyaz adam” haklı, Kızılderili haksız!.. “Beyaz Adam” iyi, Kızılderili kötü!
Tom Miks, Teksas gibi çizgi romanlar, Amerika’ya yerleşmeye çalışan “Beyaz Adam”ın zafer hikâyeleriyle doluydu. “En iyi Kızılderili ölü Kızılderilidir” sözünü biz de kabullenmiş, “Beyaz Adam”ın kazanması bizi de keyiflendirir olmuştu.
Neden sonra onların da “insan” olduğunu ve topraklarını, düzenlerini, uygarlıklarını savunmaya çalıştıklarını fark ettim.
Fark eder etmez de Başöğretmen’e itirazı bastım: “Kızılderililer haklı, çünkü onlar sadece kendilerini savunuyorlar!”
Günlüğümdeki nota göre, o tarihte beşinci sınıfa gidiyordum. İtirazım Başöğretmenimin pek hoşuna gitmemişti:
“Uygarlığa karşı çıkılmaz” dedi, “uygarlığa karşı çıkmak ilkelliktir.”
Dinamosu ve teknolojisinin temel malzemesi “ilkel insan” olan “Kapitalist İmparatorluk”tan söz ediyordu. Yerliler bu uğurda tüketilmiş, uygarlıklarıyla beraber yok edilmişlerdi, ama geriye kalanlar bile ülkenin gelişmesinden pay alamamıştı. Bu büyük bir haksızlıktı.
Batı Uygarlığı’nın yükselmesi ve Avrupalı sanayi ahtapotunun semirmesi uğruna insanların yanı sıra kurban edilen çevre de bugün can çekişiyor. Bitkiler-hayvanlar ölüyor, türler yok oluyor, küresel ısınma hayatı tehdit ediyor, tabiatıyla bundan bütün dünya etkileniyor.
Özetle, Avrupa Uygarlığı’nın mazisinde cinayet, sefalet, hiddet, şiddet, zorbalık, eşkıyalık, haksızlık, hırsızlık, ahlâksızlık var. “Amaç her türlü aracı meşru kılar” biçimindeki Makyavelist (Machiavelli) zorbalığın her türlüsü Avrupalı hayat telâkkisinde mevcuttur.
Yarın Bediüzzaman perspektifinden Batı Uygarlığı’nın kaynaklarına bakalım…



Batı Uygarlığı’nın kaynakları


Batı Uygarlığı’nın hedefi, sözde “insanların refahı ve mutluluğu”ydu. Ne var ki, kapitalist imparatorluklar ancak insan iskeletleri üstünde yükselebiliyor. İnsanların çoğu ne maddî refahı yakalayabildi ne de bunu yakalayanlar huzur, güven ve mutluluk hedefine ulaşabildiler.

Maksada ulaşmak için her türlü vasıtayı meşru sayan Makyavelistlerin sınır tanımaz ihtirası çoktan beri hayatı kemiriyor, ama huzur ve mutluluk hâlâ bir hayalden ibaret…

“Hedef”le “durum” arasında müthiş bir çelişki var!
İşte bu nokta uzun süreden beri insaflı Avrupalıların kafalarını kurcalıyor. Devre dışı bırakılan vicdan yeni yeni devreye giriyor. Sorular da bir biri arkasından geliyor: Avrupa yıllar yılı akıntıya mı kürek çekti? Milyonlarca insanın canı boşuna mı yandı? Eski uygarlıklar (misal: Amerika’da İnka-Aztek Uygarlığı, Avrupa’da Endülüs Medeniyeti, Bosna’da Osmanlı Medeniyeti) boşuna mı yağmalandı? Boşuna mı bunca savaşta bunca insan katledildi, dünyanın yarıdan fazlası kan gölüne çevrildi, üstelik de kâinatın dengesiyle oynandı (Çevre kirliliği yüzünden türlerin yok olması ve küresel ısınma sonucu oluşan ekolojik karmaşa)…
Kısacası dostlarım, Avrupa’nın aklı başında insanları bir panik hali yaşıyor. İnsanlık adına insanları, yeni uygarlık uğruna eski medeniyetleri, kalkınma-gelişme ihtirasıyla kâinatı feda ederek mutlu olmanın ve diğer insanları mutlu etmenin imkânsızlığı yeni yeni fark edilmekte. Kırıp döktüklerinin kefareti ağır…
İnsanları maddeden ibaret sayan zihniyet, bâtıl. Yaradılış maksadına zıt uygulamanın hüsranla neticelendiği ise kesin.
Yaradılış maksadına zıt, çünkü çıkış noktası “hayat mücadeledir” felsefesi ile “amaç her türlü aracı meşrû kılar” zorbalığı...
Bediüzzaman, Batı’nın tüm zorbalıklarını, beş ana esasa dayandırıyor:
1. Kuvvet;
2. Menfaat;
3. Cidal (savaş-terör);
4. Menfî milliyet (ırkçılık-kafatasçılık);
5. Heva ve hevesi tahrik (zevkperestlik)…
Mazlumları ve mazlum milletleri ezerek; komünizmin alternatif bir sistem olarak doğmasına ve taraftar bulmasına sebep olan Batı Uygarlığı’nın Bediüzzaman tarafından tahlili şöyle:
“Şu medeniyet-i habîse ki (“kirli medeniyet” yani uygarlık), biz ondan yalnız zarar gördük... Çünkü beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni, tecâvüzdür. Hedef-i kasdı, menfaattir. O ise, şe’ni tezahümdür. Hayatta düsturu cidâldir (savaş). O ise, şe’ni tenazüdur (çekişme-vuruşma). Kitleler mabeynindeki râbıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe’ni, böyle müthiş tesâdümdür. (çarpışma). Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşci ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir (talebi kolaylaştırma). O heva ise, şe’ni, insaniyeti dereke-i melekiyeden (melek derecesinden) dereke–i kelbiyete (köpek seviyesine) indirmektir. İnsanın mesh-i manevisine (mânen hayvanlaşmasına) sebep olmaktır...”
İlk bakışta sert gibi görünen bu ifadelerin yerli yerine oturması için Avrupa Uygarlığı’nın geliş çizgisini tahlil etmek yeter. Bu çizgide sömürülen, horlanan, satılan, köleleştirilen ve Avrupa’nın üç paralık menfaati için akla gelmedik eziyetlere muhatap tutulan insanlar vardır. Yok edilen medeniyetler vardır. Kanlı savaşlar, boğazlaşmalar vardır...
Menfaat için insanlıktan çıkmanın tüm unsurları yani…
Gerisini sonra konuşuruz.


Uygarlık ve aygırlık üzerine


“Üzüm üzüme baka baka kararır” derler ya, insanlar da galiba bir birlerine baka baka bozuluyor!..

Eskiden hafif argoya kaçana, “Başka İstanbul yok, gelmişken konuşmasını öğren” derlerdi…


Şimdi ise düzgün konuşana “züppe”, nazik ve centilmen olmaya çalışana “sünepe”, herkesin hakkına-hukukuna saygı duyana “pısırık”, kendi hakkına rıza gösterene ise “korkak” diyorlar.


İstanbul, İstanbul olmaktan çıkalı çok oldu, maalesef. İstanbul’da ne İstanbul kaldı, ne İstanbullu!..


Kalabalıklar İstanbul’da yaşıyor hâlâ, ama İstanbul’u yaşayanların sayısı çok az. Çünkü bu tamamen bir “şehir kültürü” gerektiriyor.


Baksanıza, İstanbul’da güzelim “İstanbul Türkçesi”ni mumla arıyoruz!

“İlkeli yayıncılık” sorumluluğu içinde, topluma aynı zamanda Türkçe öğretmesi gereken ekranlar, “gidiyom-geliyom”dan geçilmiyor…

Hadi dizi filmlerde yerel ağız kullanılması, diyelim ki, renkliliktir; peki koskoca “haberci”lerin Türkçe hatalarıyla malul “bülten”ler okuması nedir?..

Hoş zaten “haber spikerleri” de çoktan beri, “enkırmen” olmuş, Türkçeyi “enkırıp” duruyorlar.

Hâlâ anlamış değilim: Biz kendi dilimizden nefret mi ediyoruz?..

Nefret etmiyorsak neden Amerikan ağzıyla Türkçe geveliyor, iki kelime arasına İngilizce sıkıştırıyoruz?..

Bir yanda çıtakça benzeri Türkçe konuşanlar, öte yanda “gâvurca”dan ne kadar çok kelime kullanırsa, o kadar “aydın” olacağını zannedenler…


Bilgisizlikle sorumsuzluğun, duygusuzlukla duyarsızlığın, düşüncesizlikle nemelâzımcılığın arasında dilimiz de, nezaketimiz de, saygımız da, hoşgörümüz de aşındı…

Büyüklerimizle dalga geçiyor, küçükleri eziyor, internette “sörf” yapmayı bilgilenmek zannediyoruz…

Ağız dalaşına girmeyi de, çoktan beri “tartışma” ilân etmişiz…

Geçenlerde üst düzey (böyle demek moda şimdi) bir trafik görevlisiyle konuşuyorum. Dedi ki:
“Bu millet düzelmedikçe bu trafik düzelmez.”
Doğru söze ne denir?

Kendi şeridinde düzgün gitmeyi “acemilik”, trafik kurallarına uymayı “enayilik”, başkasının hakkına saygı göstermeyi “korkaklık”, trafik içinde yarışmayı “ustalık”, başkasının hakkını yemeyi “uyanıklık”, doğru düzgün konuşmayı “ukalâlık” addeden bir toplum, düzgün trafiği hak etmediği gibi, düzgün sağlık ve düzgün eğitim hizmetini de hak etmez: Bozduğu kuralların içinde patinaj yapar durur.


Medeniyet “uygar”laştırıldığından bu yana, “aygır” sayısı çok arttı!

Hepimiz “vatan kurtarmak”la öylesine meşgulüz ki, kendimizi kurtarmaya vakit bulamıyoruz!

Kendimize emek harcamıyoruz, gelişmeye çalışmıyoruz; okumuyor, yazmıyor, dinlemiyoruz…


Ortaya ne çıkıyor o zaman? Agresif, saldırgan, anlayışsız, hoşgörüsüz, ilkel, kavgacı, saygısız, sevgisiz, kaba-saba, az gelişmiş, korkak tipler çıkıyor…


Bilmeyen ya korkar ya da korkutmaya çalışır. Bu eğilim de, şiddete çıkar…

“Sevgililer Günü” diye sevdiğine hediye alan insanın, başka birinin sevdiğine sille-tokat girişmesi başka nasıl izah edilebilir?

Hiç yorum yok: