22 Şubat 2012 Çarşamba

Temellerin Duruşması Kitabından Notlar, Ahmet Kabaklı -3-


Saz eşliğinde okunan Kur’an

Bir ses sanatkârı Dolmabahçe’de Ata’nın huzurunda saz lakımı eşliğinde ilk Türkçe Kur’ân’ı ahenkle nasıl okuduklarını anlatıyor:
Bir gün Dolmabahçe Sarayının büyük muayede salonunda, saz takımını toplamıştı. Kanuni Mustafa, Mısırlı İbrahim, Nobar, Hafız Kemâl, Hafız Rıza, Hafız Fahri, hep orada idik. Atatürk, bir imtihan ve tecrübe yapmağa hazırlanmış görünüyordu. Elinde, Cemil Said’in tercümesi, Türkçe Kur’an-ı Kerim vardı. Evvelâ Hafız Kemâl’e verdi, okuttu. Fakat beğenmedi:
“Ver bana ben okuyacağım” dedi. Hakikaten okudu amma, hâlâ gözümün önündedir; askere kumanda eder, emirler verir gibi bir ahenk ve tavırla okudu. Bunun da farkına vardı.
Elhamı sıra ile dolaştırmağa başladı. Hafızlara birer birer okutuyordu. Solunda Hafız Kemâl, sağında ben vardım. Hepsi okuduktan sonra, sıra bana geldi. Hiç unutmam, Elhamı, ötekilere verdiği gibi kapalı değil, açmış, evvelden tesbit ettiği anlaşılan sayfanın alt kısmını göstererek:
“Bu işaret ettiğim âyeti okuyacaksın” diye vermişti. Baktım. Nisa sûresinin 27. âyeti okumağa başladım:
“Validelerinizi, kızlarınızı, hemşirelerinizi ve birader veya hemşirelerinizin kızlarını, süt ninelerinizi, süt hemşirelerinizi, kadınlarınızın validelerini, tahtı nikâhınızda bulunmuş kadınların vesayetinize verilmiş kızlarını tahtı nikâhla almak size haramdır.Yalnız birlikte yatmadığınız kadınların kızlarını almakta hiç bir günah yoktur. Kendi oğullarınızın zevcelerini ve iki hemşireyi nikâh etmeyiniz. Lâkin bir emr vâki olmuş ise, Allah gafur ve rahimdir.”
Atatürk, bu son cümleye: “Bu hezeyandır. Böyle şey olmaz” diye, hiddetle itiraz etti. Haklı idi. Ben de okurken, bunda bir yanlışlık olduğunu hissetmiş, fakat kitaba göre harfi harfine okumak mecburiyetinde kalmıştım. Hemen ayağa kalktım:
“Paşam, bu yanlıştır. Kur’an böyle değildir” dedim.
“İspat et yanlış olduğunu” dedi. Cevap verdim:
“Kur’andaki aslı: (İki kız kardeşi cemetmek haramdır).”
Yaaa! diye hayretle yüzüme bakışından da belli idi ki Atatürk bu tercümenin sakat olduğunu bilmiyordu. Bunun üzerine; bu yanlışlığın sebebinin, bu tercümenin Kur’an’ın aslından değil, Fransızcasından tercüme edilmiş olduğu anlaşıldı ve yarım saat bu tercüme yanlışlığını münakaşa ettik. Fakat okuyuşumu beğenmişti.
Ertesi akşam yalnız beni çağırdı. Yanında İsmet Paşa’dan başka kimse yoktu.  Beni yine ortalarına oturttular. Atatürk:
“Dün akşam söylediğini, tekrar et” buyurdu. Yanlışlık meselesini anlattım. Arkamı sıvayarak:
“Aferin. Hakikaten hafızmışsın!” diye iltifatta bulundu. Meğer, Kur’anın aslı ile diğer kitapları tetkik ederek karşılaştırmış ve yanlışlığı tespit ettirmişti.

Franklı bir hutbe

Süleymaniye’de okunan ilk Türkçe hutbeyi, Atatürk’ün direktifiyle nasıl okuduğunu, ses sanatkârı Sadettin Kaynak şöyle anlatmaktadır:
“Türkçe Kuran’ın, anlattığım bu tecrübesinden sonra, Fatih Caninde, ilk defa Türkçe Kur’an okudum. Bunu müteakip, Türkçe hutbeye sıra gelmişti.
Atatürk: “Haydi bakalım. Türkçe hutbeyi de Süleymaniye caminde mukabele oku! Amma, okuyacağını evvelâ tertip et, bir göreyim”, dedi. Yazdım, verdim. Beğendi. Fakat:
“Paşam, bende hitabet kabiliyeti yok. Bu başka iş, hafızlığa enzemez” dedim.
“Zarar yok… Bir tecrübe edelim…” buyurdu.
Bunun üzerine, tekrar sordum: “Hutbeye çıkarken sarık saracak mıyım?”
“Hayır, sarığı bırak… Benim gibi, baş açık ve firaklı”
Ne diyeyim, inkılâp yapılıyor, peki dedim. O gün, hıncahınç dolan SOleymaniye camiinde cemaat arasına karışmış yüz elli de sivil polis vardı.
Bu tedbirin isabetli olduğu da çok geçmeden anlaşıldı. Ben Türkçe hutbeyi okur okumaz, kalabalık arasından, bilâhare Arap olduğu anlaşılan biri, sesini yükselterek:
“Bu namaz olmadı!” diye bağırdı. Fakat, çok şükür, itiraz eden yalnız bu Araptı. Onu da, derhal karakola götürdüler…”

İslamiyeti Islah Projesi

1928 yılında İlahiyat Fakültesi hocaları tarafından hazırlanan İslamiyeti Islah Projesinden bazı alıntılar:
- Mabetlerimiz temiz, muntazam, ziyaret ve oturmaya uygun bir hale getirilmelidir. Mabetlerde sıralar, elbiselikler tesis edilmeli ve temiz ayakkabılarla mabetlere girilmesi tercih edilmelidir. Bu, dinî ıslâhatın ibadete ait olan sıhhî şartıdır.
-İbadet lisanı Türkçe olmalıdır. Âyetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe şekilleri kullanılmalıdır.
- İbadetlerin son derece estetik ve heyecanlı bir şekilde yapılması temin edilmelidir. Bunun için usûl dairesinde teganniye müsait müezzinler, imamlar yetiştirmek lâzımdır. Ayrıca mabetlere musiki âletlerinin kabulü dahi lâzım gelir. Mabetlerde ilâhi mahiyetinde asrî ve enstrümantal musikiye kat’î ihtiyaç vardır.
- Hutbelerin basılmış şekilleri kâfi değildir. Hitabet, okumaktan ayrı bir şeydir. Hutbelerde mühim olan nitelik doğrudan doğruya ilmî, yahut iktisadî fikirler değil, doğrudan doğruya dinî olan kıymetler ve muakaledir.Bunu verebilecek olan insanlar, hitabeti güçlü olan din filozoflarıdır. Bu üstünlükte hatiplerimiz İlahiyat Fakültesi’nde yeterince yetişinceye kadar dışarda mevcut din mütefekkirlerinden ve din filozoflarından istifade etmek lâzımdır.
- Mühim olan şey ne Kur’ân-ı Kerim’in Türkçesi, ne de bu Türkçe’nin tasnif ve tensik edilmiş şeklidir, Mühim olan şey Kur’an’ın ve islâm dininin beşeri ve mutlak mahiyetini gösteren felsefî bir bakıştır
- Bütün ıslâhatın gerçekleşmesi için ilmî bir merkez tarafından vücuda getirilecek olan tatbikat projesinin hazırlanması lâzım gelir. Bu ilim merkezi ilahiyat Fakültesidir.

Kutsal ulusalcılık

Çankaya kütüphanesinde yer alan ve 1926 yılında yazılan Rûsenî’ye ait ‘Din yok millet var’ adlı eserden bir alıntı:
“Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ulusalcılığımız’dır. O halde felsefemizde din sözcüğünün tam karşılığı ulusalcılıktır. Yüksek bir ulusun, ulusalcı bireyleri, ak günde mutlu, kara gönde dayanıklı ve kanlı günde ezicidir.”

CHP ölü yıkayıcısı arıyor

İmam Hatip Okullan’nı, 1949′da yeniden açan devrin Millî Eğilim Bakanı Prof.Dr.Tahsin Banguoğlu, 25 yıl sonra bu yeniden açışı söyle yazmaktadır: “1946 seçim kampanyasından çoklukla seçilip gelen CHP milletvekilleri bozuktular. Parti, ilk defa milletten bir zılgıt yemiş, sarsılmıştı. Uzun bir Tek Parti devrinin biriktirdiği hoşnutsuzluk yaygındı. Denilebilir ki halkın bir numaralı yakınması din hizmetleri ve din öğretimi bahsindeydi. Vatandaş: “Ölü yıkayacak adam bulamıyorum” diyordu.
İmam Hatip mektepleri kapatılmış, uzun yıllar din adamı yetişmez olmuştu. Beş âyet ezberleyen din adamı geçiniyor, onlara da ‘hademe-i hayrat’ adı veriliyordu. Nihayet, uzun yıllardan beri okullarımızda din öğretimi yoktu.
İşte bu bahiste, 1946 seçimlerinden sonra CHP Meclis Gurubu ürkmüş, âdeta paniklemiş görünüyordu. Mutlaka birşeyler yapılmalı idi. Yoksa millet rey vermeyecekti, ilk teşebbüs Meclis’teki eski adamlarından geldi. Başta Raif Hoca, Fatin Hoca, Rasih Hoca ve onlara katılan Hamdullah Suphi Bey ve arkadaşları bir kanun teklifi getirdiler.
Burada din eğitiminin iadesi ile birlikte medreselerin yeniden açılması yönünde hükümler vardı. Oysa bu hususta Cumhurbaşkanı İnönü suskundu. Recep Peker hükümeti ise zaten demokrasiye, dolayısiyle bu türlü tedbirlere taraftar değildi. Ancak, Gurup’ta rahatsızlık artıyordu. Çünkü Demokrat Parti, Meclis’te üzerine varmamakla beraber, halk arasında, bu konuda geniş tahrikler yapmakta idi. Gurup yeniden toplandı. Geniş bir komisyon kurularak;
- İlkokulların son iki sınıfında din dersi okutulması,
- İmam Hatip okullarının açılması,
- Ankara’ya İlahiyat Fakültesi kurulması,
- Türk büyüklerine ait türbeleren ziyarete açılması, kararları alındı…

Halide Edib Adıvar’ın laiklik üzerine bir hatırası

“Edinburg Muharirler Kongresinde bizimle çok alakadar ve çok kuvvetli hıristiyan ve dindar olan biri demişti ki:
“Sizdeki laisizm, nihayet islâm dinini kaldıracak ve hepiniz Hıristiyan olacaksınız.” Ben gülerek:
“Müslümanların Hıristiyan olmaya ihtiyaçları yoktur. Çünkü Hıristiyanlığın insanî yüksek tarafı esasen islâm’da da vardır”, demiştim.
O da dedi ki:
“Laisizm ruhunu, İncil’deki bir hikâye ile İfade eder. Musevilerin sofu ve riyakar bir zümresi olan Pharisee’ler, Museviliği yıktığına inandıkları ve düşman bildikleri İsa’nın ayağını kaydırmak ve onu Romalılara yok ettirmek maksadıyla ona ajanlar gönderiyorlardı. Bunlardan birisi Hz. isa’ya “Sen doğru bir adamsın efendim, insanlara Allah’ın yolunu gösteriyorsun. Bu halde Sezar’a (Kayser’e, Roma hükümdarına) vergi vermek doğru mudur?” diye sormuştu, İsa:
“Vergi parasını bana gösterin” demiş, sonra da Sezar’ın resmini işaret ederek:
“Sezar’ınkini Sezar’a, Allah’ınkini Allah’a verin” demişti..
“Bana öyle geliyor ki hanımefendi: Siz Türkler, laisizmi yaparken yalnız Sezar’ınkini değil Allah’ınkini de Sezar’a verdiniz.”

96 tane satılık cami

“Müessesat-ı Diniye Müdürlüğünce, cematsiz camilerin şeddedileceği yazılmıştı. Bu suretle kapatılacak camilerin adedi 85′le 96 arasındadır. Ve ekserisi İstanbul cihetinde bulunmaktadır. Kapatılacak camilerin hiçbirinin tarihi ve mimari kıymeti yoktur. Hemen hepsi de ahşaptır. Mahaza bu camiler derhal kapatılacak değildir. Kapatılacak camilerin imam ve kayyumlan diğer camilerde vuku bulan münhallere tayin edilecek, bu suretle memursuz kalan camiler kapatılacak ve kapatılanlar satılığa çıkarılaçaktır.” (Vakit Gazetesi, 1928)
İşin garibi satın alınan bu camilerin bazıları depo ve meyhane olarak kullanılmıştır.


Hiç yorum yok: