6 Şubat 2013 Çarşamba

Lâtinî ile lâ-dinî, eş zamanlı uygulandı-Avrupa'yı taklitte sınır tanımazlık-M.Latif Salihoğlu

Lâtinî ile lâ-dinî, eş zamanlı uygulandı (1)

Yeni tertip 28. Lem'a'dan:
Bir âlem–i mânâda Hazret–i İmam–ı Ali'nin (ra) ilminden sordum: "Uhrufu ucmin suttiret tastira…" demişsin, muradın nedir? 
Dedi: "Ucmin" yani hecevâri terkipsiz ve vakflarda rakamvâri, şekilsiz harflerdir ki Latinî hurufudur; lâ–dinî zamanında taammüm (umuma ilân) eder.

8. Şuâ'dan:
Hz. İmam–ı Ali Ercüze'de demiş: "Uhrufu ucmin suttiret tastira…"
Yani, ecnebi hurufları 1348'de tâmim edilecek, çoluk–çocuk, emirler ve fakirler icbar suretinde, gece dersleriyle öğrenmeye çalışacaklar.
Evet, aynı tarihte Lâtinî huruflarına gece dersleriyle cebren çalıştırıldı.

Bin yıllık medeniyet tahrip edildi
Tek partili Meclis tarafından 1 Kasım 1928'de çıkarılan bir kànunla, Arapça yazılan bilumum harf ve sayılar yasaklanırken, yeni Türk alfabesinin ise, Osmanlıca yerine Lâtince olmasına karar verildi.
(Önemli hatırlatma: Bu tarihten çok kısa bir süre önce, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan "Türkiye devletinin dini dini İslâmdır" ibaresi, anayasa metninden çıkarılıp atıldı. Yani, Lâtinî ile lâ–dinî, aynı zamanda göründü.)
Böylelikle, yaklaşık bin yıldır gelişerek devam eden hat sanatı ve yazı medeniyeti, çok kısa bir süre içinde tahrip edilerek ortadan kaldırılmaya çalışıldı.
"Yıkmak kolay"dı; ancak, yeni harfleri hayata geçirmek ve millete mal etmek hiç de kolay değildi.
Bunu kolaylaştırmak için ise, son derece katı ve cebrî uygulamalara başvuruldu. Adeta, seferberlik ilân edildi.
İki–üç sene içinde, sadece kitap, gazete, dergi yazılarında değil, işyeri tabelası, sokak isimleri, hatta tarihî yapıların kitabelerine varıncaya kadar, Arabî Kur'ân harfleri hayatın her safhasından silinmeye, yok edilmeye çalışıldı.
Kronolojik olarak da bu meselede nelerin yapıldığına temas etmeye çalışırız. Ama, önce ilgili kànun metnine bir bakalım.
Meclis tarafından tasdik edilen söz konusu kanun numarası: 1353. Bu kànunun kabul tarihi ise: 1 Kasım 1928.

Madde 1: Şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut [ekli] cetvelde şekilleri gösterilen harfler (Türk harfleri) unvan ve hukuku ile kabul edilmiştir.
Madde 2: Bu kanunun neşri tarihinden itibaren devletin bütün daire ve müesseselerinde ve bilcümle şirket, cemiyet ve hususi müesseselerde Türk harfleriyle yazılmış olan yazıların kabulü ve muameleye konulması mecburidir.
Madde 3: Devlet dairelerinin her birinde Türk harflerinin devlet muamelatına tatbiki tarihi 1929 Kânunusanisinin (Ocak ayı) 1. gününü geçemez. (Şu kadar ki, evrak–ı tahkikiye ve fezlekelerinin ve ilâmların ve matbu muamelat cetvel ve defterlerinin 1929 Haziran başına kadar eski usûlde yazılması caizdir. Verilecek tapu kayıtları ve senetleri ve nüfus ve evlenme cüzdanları ve kayıtları ve askerî hüviyet ve terhis cüzdanları 1929 Haziranı başından itibaren Türk harfleriyle yazılacaktır.)
Madde 4: Halk tarafından vaki müracaatlardan eski Arap harfleriyle yazılı olanlarının kabulü 1929 Haziranının 1. gününe kadar caizdir. 1928 senesi Kânunuevvelinin (Aralık) başından itibaren Türkçe hususi veya resmî levha, tabela, ilân, reklâm ve sinema yazılarıyla, kezâlik Türkçe hususi, resmî bilcümle mevkut–gayrı mevkut (süreli–süresiz] gazete, risâle ve mecmuaların Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir.
Madde 5: 1929 Kanunusanisi (Ocak) başından itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.
Madde 6: Resmî ve hususi bütün zabıtlarda 1930 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harflerinin stenografi makamında istimali caizdir. Devletin bütün daire ve müesseselerinde kullanılan kitap, kànun, talimatnâme, defter, cetvel kayıt ve sicil gibi matbuatın 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
Madde 7: Para, hisse senetleri, bonolar, esham, tahvilat, pul ve sâir kıymetli evrak ile hukukî mahiyeti haiz bilcümle eski vesikalar değiştirilmedikleri müddetçe muteberdirler.
Madde 8: Bilumum bankalar, imtiyazlı ve imtiyazsız şirketler, cemiyetler ve müesseselerin bütün Türkçe muamelatına Türk harflerinin tatbiki 1929 Kanunusanisinin 1. gününü geçemez.
Madde 9: Bütün mekteplerin Türkçe yapılan tedrisatında Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur/yasaktır.
 Kànundan evvel yapılanlar
 Lâtin harflerinin kabulüne dair kànun, bilindiği üzere Meclis'in yeniden açıldığı ve M. Kemal'in ikinci kez cumhurbaşkanlığına seçildiği 1 Kasım 1928 günü kabul edildi.
Ne var ki, yeni harfler için çok daha önceden birtakım çalışmalar yapılmıştı.
Nitekim, diğer emsâlleri gibi Cumhuriyet gazetesinin de, henüz yeni harf kànunu çıkmadan evvel bazı haber ve yazıları yeni Lâtin harfleriyle neşretmeye başladığını görmekteyiz. 
İşte, ortadaki kupürde , Musktafa Kemal'in 15 Eylül 1928'de başlayan Samsun–Sinop ziyaretiyle ilgili Cumhuriyet'in manşet haberini görüyorsunuz. 
Dikkatle bakınız. Gazetenin ismi gibi, manşetin takdimine dair teknik bilgiler de Osmanlıca veriliyor ve "Sinop ve Samsun'da bulunan muhabirlerimizden..." diye başlayıp devam ediyor.  
Gazetenin ilk sayfasında kullanılan Lâtince ifadelerin yazılış şekli de hayli dikkat çekici: Gazetenin başyazarı Yunus Nadi'nin ismi "Yonus" şeklinde yazılırken, manşet haber ile ilgili kelimelerin yazılışında ise, daha başka tuhaflıklar serdedilmiş.
 Herhangi bir düzeltme yapmadan aynen aktaralım: 
"Gàzi hazretleri (Samsun)i şereflendirdiler. Sarık ve cüppe ile müvaffak olmanın imkhanı yok–tır. artık medeni bir millet olduğumızı cihana ispat ettik." 


Lâtinî ile lâ-dinî, eş zamanlı uygulandı (2)




İnkılâp düşüncesi hep vardı
1928 yılı sonlarında yapılan "harf inkılâbı"yla ilgili düşünceler çok daha eskilere dayanır.
Bilhassa Mustafa Kemal'in bu gibi hususlara dair düşünceleri eskiden beri vardı.Bunun en yakın şahidi, Mazhar Müfit, Hüseyin Cahit ve Halide Edip gibi meşhûrlardır.
Mazhar Müfit Kansu, daha Erzurum Kongresi esnasında (1919) M. Kemal'in bu yöndeki düşüncelerini kendisine açtığını anlatıyor. 
1922'de ise, gerek Halide Edip ve gerekse Hüseyin Cahit (ikisi de Selanik dönmesidir), harf değişikliği (Latinceye geçiş) meselesini ayrı ayrı vakitlerde M. Kemal'e soruyorlar. Aldıkları cevabın özeti şudur: "Henüz zamanı gelmedi. Bunun için çok sert tedbirler alınması lazım. Bu iş ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz." (Falih Rıfkı Atay; Çankaya, 1969, s. 440.)
Halide Edip, Türk'ün Ateşle İmtihanı isimli kitabında, M. Kemal'in harf inkılâbı hakkındaki niyetini çok daha eski tarihlere (1905'e) kadar götürüp dayandırıyor. Her ne ise...
Ancak, şu bir gerçek ki: İnkılâptan hemen sonraki ilk üç ayda, Latincenin yaygınlaşması ve bilhassa memurların bunu öğrenmesi için devlet zoruyla öylesine yoğun bir gayret, bir çaba sarf edilmiş ki, konuyu araştırdıkça insan dehşete düşüyor.
Bu dehşet tablolarının en önde geleni ise, Arapça ve Farsça'nın yanı sıra mukaddes kitabımız Kur'ân–ı Kerim nüshalarının da yasaklanmasıdır.
İnkılâp cephesi, 1929'a gelindiğinde, İslâm dininin her yönüyle hayattan silinmeye başladığı kanaatine sahip olmuşlardır.
Oysa, İslâmiyetin güneş gibi olduğunu ve üflemekle söndürülemeyeceğini, geçen zaman ve yaşanan hadiseler açıkça ispat ediyor.

Memurlara mecburi eğitim
Meclis'te 1 Kasım 1928'de kabul edilen ve iki gün sonra hemen tatbik sahasına konan "yeni harf kànunu"yla, yaklaşık bin yıllık yazılı tarih, kültür, medeniyet, ilim, irfan birikiminin kısa süre içinde berhava edilmesi cihetine gidildi.
Zira, derhal yürürlüğe konulan bu kànun vesilesiyle, sadece Lâtince alfabe kullanma mecburiyeti getirilmedi; eş zamanlı olarak Arapça, hemen ardından Osmanlıca ve Farsça harflerin kullanılması da yasaklanmış oldu. (1 Ocak 1929)
Öyle ki, ahşap ve mermere kazınan güzelim hat tabloları dahi yok edilmeye çalışıldı. Kırılabilen kırılıp parçalandı, sökülebilenler yerlerinden söküldü, sökülemeyenler ise, üzerleri alçı veya sıva ile kapatılmaya çalışıldı.
* * *
İnsanlık tarihinde ikinci bir benzeri olmayan bu dehşet verici kànun metninin kabulünden sadece 12 gün sonra, hızlandırılmış kurslarla memurlara Latince öğretilmeye başlandı.
Evet, 12 Kasım'da (1928) başta İstanbul olmak üzere, yurt genelinde devlet memurları için bir dizi kurslar düzenlendi. Latince harflerinin öğretildiği bu kurslar esnasında, memurlar ayrıca imtihan edildi. 
Gazetelerin (Cumhuriyet v.d.) arşiv kayıtlarına göre, İstanbul'daki imtihanlar tam 18 gün boyunca sürüp gitmiş. 
Bu dönemde, son derece hırslı, aceleci ve telâşlı bir politika izlendiği anlaşılıyor.  Zira, Latince'nin çok kısa süre içinde yaygınlaştırılması isteniyordu. Aksi halde, şaşkına dönen halk kesiminin uyanmaya, şoktan kurtulmaya ve eski tarza yönelmeye başlayacağı kuvvetle muhtemel görünüyordu.

Geniş kitle acınacak durumda
Bir kànun darbesiyle cahil bırakılan millet, bu dönemde arayerde kalmış durumdaydı. Ne yeni yazıyı biliyor, ne de eskiye dönecek bir imkâna sahipti.
Öte yandan, çok kısa bir zaman zarfında gazete, dergi, kitap ve hatta kitabe ve tabelalara varıncaya kadar bütün yazıların bundan böyle Latince olması şart koşuluyordu.
Nitekim, bu husus  kànunî mecburiyet haline de getirildi. Üstelik, aradan daha bir sene bile geçmeden, taş, ahşap veya mermer üzerine kazınmış bulunan kültür mirası bilumum tuğra, arma ile Arabî harfli kitabelerin de ya kırılarak sökülmesi, ya da üzerlerinin sıva ile kapatılması cihetine gidildi. (Sökülerek atılan kitabelerden sağlam kalanların bir kısmı yıllar sonra toplandı ve Topkapı Sarayı Müzesi bahçesinde sergilendi.)

Kur'ân okuyanlar cahil sayıldı
Latince inkılâbı, çok ürkütücü, hatta dehşet verici bir politik uygulamayla sahneye konuldu.
Öyle ki, dünya tarihinde bu tarzda bir uygulamanın ikinci bir misâline rastlamak mümkün görünmüyor.
Zira, yapılan iş sadece Latince mecburiyetiyle sınırlı tutulmadı; Arapaçaya ve bilhassa Kur'ân harflerine karşı çok hasmane ve bir o kadar gaddarâne muamelelere gidildi.
Meselâ, Latince kànunuyla, bu milletin neredeyse yüzde 99'u bir anda cahil –cühelâ durumuna düşürüldü. 
Ardından da, bir sürü yalan–yanlış propagandalarda, milletimizin, Arabî harflerin zorluğu sebebiyle zaten cahil olduğu, okuma–yazma oranının çok düşük olduğu hususu etrafa yayılmaya çalışıldı.
Hiç şüphe yok ki, inkılâp tarihinden önce, milletimizin yarıdan fazlası Kur'ân–ı Kerim'i okuyabilmekteydi. Ancak, hat/yazı sanatı yoktur diye, Kur'ân'ı rahatça okuyan, hatta hafızlık derecesinde okuması olanlar bile—yalan yere—cahil diye addedildi ki, vâ–esefâ...
Evet, binler teessüfler olsun ki, yaklaşık bin yıldır kullanılmakta olan Arabî ve Kur'ânî hurufatın yasaklanması sebebiyle, yüksek tahsil görmüş insanlarımız bile, bir anda okuma –yazma bilmez bir vaziyete düşürülür iken, Kur'ân bülbülleri olan hafızlara da utanmadan cahil damgası vuruldu.
Böylelikle, ortaya dehşet uyandıran bir tablo çıktı. Tıpkı, hayat bahşeden meyvedar bir ağacı kökünden kesmek gibi bir vaziyet...


Lâtinî ile lâ-dinî, eş zamanlı uygulandı (3)



Latince nasıl "Türk alfabesi" oldu? 

Kasım ayı başında resmen ilân edilen "harf inkılâbı", olağan dışı bir sür'atle yaygınlaştırılmaya çalışıldı.
Aralık ayı başlarına gelindiğinde, bütün gazete yazıları ve sokak isimlerinin Latin harfleriyle yazılması mecburiyeti getirildi. 
Aralık sonlarına doğru ise, eski harflerle (Osmanlıca) yazılı tabelalarını değiştirmeyen dükkân ve mağaza sahiplerine cezaî müeyyide uygulanmaya başlandı. 
İlk uygulama, İstanbul Belediyesi tarafından gerçekleştirildi.  
O tarihte, belediyelere bu tarz yetkiler verilmişti. 
Böylelikle, halka hizmet vermesi gereken bu kurumlar, maalesef resmî ideolojinin âleti olup halkın mânevî ve kültürel değerleriyle mücadele eden kurumlara dönüştürülmüşlerdi.
* * *
Harf devrimi günlerinde "orta yolu" bulma arayışları çerçevesinde yapılan "Yeniyi mecbur edelim; ama, hiç olmazsa eskiyi yasaklamayalım" teklifleri dahi en sert şekilde yüzgeri edildi. 
İşte, o devirde öyle bir inkılâp yapıldı ki, bununla sadece yeni harflerin okunması mecburiyeti getirilmedi; aynı zamanda, eski harflerin (yani İslâm harflerine dayalı Osmanlıcanın) de kesinkes yasaklanması cihetine gidildi.
Kısacası, eskiye ait ne varsa tarih mezarlığına gömülmeye çalışıldı. Böylece 80 yaşındaki bir âlim, 8 yaşındaki çocuğun bile gerisine düşürülmüş oldu. 
Bu konuda dikkate değer bir başka nokta şudur:  Ecdat yadigârı ve bin yıllık kültür mirası olan Osmanlıca yazısının yasaklanıp Latince mecburiyetinin getirildiği bu ecnebi uygulamaya "yeni Türk alfabesi" ismi verildi... 
Oysa, bu yeni harflerin ne Türkçe ile ne de Türklükle bir alâkası vardı. Bu yeni harfler, adıyla sanıyla Latinceydi. 
Evet, o karanlık devirde İslâm (Kur'ân) yazısına "Arap yazısı" damgası vurulurken, Latin yazısı da–hiçbir alâkası olmadığı halde– "Türk harfleri" diye yutturulmaya çalışıldı. 
Halbuki, Türk harfleri olsa olsa Göktürkler'in de kullanmış olduğu "Uygur harfleri" olabilirdi. 
Ki, Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra bile, bu Uygur yazısını uzun süre kullanmışlar ve hiçbir şekilde "yasak" engeliyle karşılaşmamışlardır. 
Uygurcanın terki, zamanla ve fıtrî bir seyir içinde olmuştur. 
Türklerin İslâm harflerine dayalı geliştirmiş oldukları Osmanlıca'yı ise, kelimenin tam anlamıyla bir "medeniyet lisanı" haline getirmişlerdir. Zaman içinde gelişen bu Osmanlıca lisanında kullanılan harf sayısı 36'ya varmıştı.  
Bu, Türkçe'nin gerek telaffuz (fonetik) ve gerekse şekil itibariyle zirveye ulaştığı, mükemmeli yakaladığı anlamına geliyordu. Şimdi kullanılan ve 28 harfle sınırlandırılan Latin alfabesi ise, Türkçe'nin söz ve yazı dilindeki incelik gerektiren ihtiyacını karşılamaktan çok uzaktır.
 Velhasıl: Latincenin mecburi kılınması ayrı bir tartışma konusu iken, Osmanlıcanın, dolayısıyla Kur'ân lisanı da olan Arapçanın yasaklanması hadisesi ise, yakın tarihimizin en dehşetli  bir sayfası, yahut safhası olsa gerektir. 
NOT: Osmanlıca olarak telif edilen Risâle–i Nur'un sür'atle intişarı, zirve noktasına erişen Osmanlıca'nın yasaklandığı tarihlere denk düşüyor. Buna göre Risâle–i Nur, Osmanlıca'nın en mükemmel haliyle telif edilmiş oluyor.

Arapçadan sonra Farsça yasağı 

Latin harflerinin kabulünden sonra (Kasım 1928), aynı maksatla yürütülen diğer faaliyetlere de hız verildi.
Bu meyanda olmak üzere, 1 Eylül 1929'dan itibaren Arapça ve Farsça derslerin okullardan kaldırılmasına karar verildi.
Ardından, korkunç yasaklar bir biri ardına sökün edip geldi: Arapça tamamen yasaklandı. Öyle ki, Kur'ân–ı Kerim'in Arapça olarak basım ve yayımının yapılmasına dahi yasak getirildi. Hatta, Kur'ân'ın orijinal hali, yasak kitap listesinin başına yerleştirildi.  
Bu, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir hadiseydi.

Eyvâhlar olsun 
Yakın tarihimizde böylesine vahim bir durum yaşanmış olmasına rağmen, çoğu insanımız bunu bilmiyor. Bilgisizliği bir yana, bir de tutup Kur'ân'ı yasaklayanlara duâ ediyor. Bilhassa son yıllarda daha bir yoğunluk kazandığını gördüğümüz camilerde, mâbedlerde, kürsülerde, minberlerde, ekran ve mikrofonlarda okunan Kur'ân'a ve Kur'ân'a dayalı sözleri söyledikten sonra, vaktiyle aynı mukaddes Kur'ân'a düşmanlık etmiş olanlara tutup duâ eden kimselere yazıklar, eyvâhlar olsun. 
6 bakan değişti 

Arapça ve Farsça'nın yasaklanması teklifi, haliyle Maarif Vekâletinden (MEB) geldi. 
O zamanki vekil, Mustafa Necati Beydi. Onun 1 Ocak 1929'da ölmesi üzerine, yerine İnönü vekâlet etti. 
Daha sonra Vasıf Çınar, Cemal Hüsnü, Refik Saydam, Esat Sagay kısa aralıklarla bakanlık görevinde bulundu. 
Yani, bir–iki yıl içinde (Eylül 1928–Eylül 1930) tam tamına altı Millî Eğitim Bakanı değişti.
Zira, o tarihte Kur'ân'a yönelik yapılan yasaklama faaliyetleri, halkın nazarında çok menfur bir günâh şeklinde telâkki edildiğinden, bu işe bakan dayanmıyordu. 
Arapça ile birlikte Farsça'ya da yasak getirilmesinin en önemli sebebi, Farsça hurûfat ve yazılımın da Kur'ân'ı okuyup öğrenmeye uygun olmasıydı. 
Ancak, politik ve ideolojik olarak yapılan beyanlarda ise, şu gerekçeye sığınılıyordu: "Türkçe'nin yabancı unsurlardan temizlenmesi ve öz Türkçe'nin hayata geçirilmesi..." 
Aradan geçen zaman, bu gerekçenin ne derece sahte ve kandırmaca bir maskeden ibaret olduğu ortaya çıktı.


Avrupa'yı taklitte sınır tanımazlık

Yeni rejimin her yönüyle Avrupalıları taklit etme heveskârlığı, bilhassa 1925'ten itibaren müthiş sür'at kazandı.
Bu dönemde, tek parti diktatöryasının sağlamış olduğu büyük avantajla, eskiye (yerliye, ecdada, mukaddesata...) ait ne varsa nefret hissiyle terk edilmeye, aynı şekilde Batılılara ait ne varsa körükörüne taklit edilmeye başlandı.
Taklit furyasına karşı direnen, yahut bu şirret fırtınadan kendini muhafazaya çalışanlar ise, ya ağır itham ve isnatlarla cezalandırılmaya, ya da gericilik, yobazlık yaftasıyla damgalanmaya çalışıldı.
İşte, yeni rejimle birlikte başlayan şapka giymek, heykel dikmek, Latinceyi dayatmak gibi uygulamalar nasıl bir Avrupailik sevdâsından kaynaklanıyorsa, saat, takvim, ölçü birimleri ile tatil günlerini değiştirmek de yine aynı taklitçi–teslimiyetçi anlayışın birer tezahürü mahiyetinde hayatımıza sokulmaya çalışıldı.
26 Aralık 1925'te Meclis'ten geçirilen bir kànun paketiyle, sözünü ettiğimiz yeni taklitlere resmî hüviyet kazandırıldı.
Böylelikle, biz biz olmaktan çıktık; lâkin başkası da olamadık.
Yani, kendi yürüyüş tarzımızı terk ettik; fakat başkasının yürüyüşünü de hakkıyla öğrenemedik. Her ne ise...

İşte, 1 Ocak 1926'dan itibaren ülke genelinde kademeli şekilde uygulamaya konulan hususların, maddeler halinde kısacık bir dökümü.
1) Bir ismi de "ezanî saat" olan "alaturka saat" terk edilerek, yılbaşından itibaren Avrupa'da kullanılan "alafranga saat" sistemine geçildi. 
Ezanî, yahut "gurûbî saat"e göre, güneşin batışı, yani akşam ezanı (ya da iftar) vaktinin giriş anı saat: 12.00 şeklinde baz/esas alınarak ayarlama yapılıyordu.
Bu mesele, II. Meşrûtiyet döneminde de gündeme getirilip tartışıldı; ancak, ekseriyetçe itibar gösterilmediği için gündemden düştü.
1925 yılı sonlarında ise, hiç halka sorulmadan, danışılmadan ve tamamen kapalı devre kurnazlığıyla bir köklü değişime gidildi. Aynen, aşağıda sıraladığımız diğer hususlarda olduğu gibi...

2) Müslümanların kullandığı 1340 yıllık (Şemsî–Kamerî) Hicrî takvim terk edilerek, 1 Ocak 1926 tarihi itibariyle Miladî takvime geçilmesi kararlaştırıldı.
Osmanlılarda Tanzimat devrine kadar sadece Hicrî takvim sistemi uygulanmış; Tanzimattan sonra ise, Hicrî'nin yanı sıra Rumî takvim kullanılmaya başlanmış.
1917 ile 1926 yılları arasındaki takvim uygulamasında, şaşırtıcı bir sistem dikkati çekiyor.
 Bu yıllarda, Rumî takvim ile Milâdî takvim arasındaki 13 günlük fark kaldırılmış; dolayısıyla iki takvimin de ay ve gün kısmı uygulamada eşitlenmesi cihetine gidilmiş. Miladî'de 1 Ocak, Rumî'de de 1 Ocak şeklinde tatbik edilmiş.
1926'dan itibaren, halen uygulamada olan Miladî takvime resmen geçiş yapıldı.
Bu meyanda yapılan son değişiklik, 1945'te çıkarılan 4696 sayılı kànunla "Teşrînievvel, Teşrînisâni, Kânunuevvel, Kânunusani" olan ay isimleri "Ekim, Kasım, Aralık, Ocak" şeklinde değiştirilmiş oldu.

3) Alfabe (hurufat) gibi, rakamlar da değiştirildi.
1928'de yapılan harf inkılâbıyla paralel zamanlı olarak, rakam sisteminde de değişikliğe gidildi.
Bu tarihe kadar çoğu İslâm (Arap, Osmanlı, Orta Şark) topluluklarında kullanılmakta olan Arabî rakamlar terk edildi; bunun yerine Latince rakamların kullanılması mecburiyeti getirildi.

4) 1931 yılı Mart'ından itibaren, eski isimle yâd edilen uzunluk ve ağırlık ölçü birimleri terk edilerek, yerine yine Avrupaî çağrışımlı isimler konuldu.
a) Eski ağırlık ölçü birimlerinden bazı örnekler şöyledir: Dirhem, okka, kile, şinik, tas, ölçek...
Yeni isimlere birkaç örnek: Kilo, gram, litre, ton.
b) Eski uzunluk ölçüsü birimlerine örnekler: Dönüm, parsel, endaze, arşın, kulaç.
Yeni uzunluk ölçüsü isimleri ise "metre" olup, bu ismin alt ve üstü birimleri zikredilir: Santimetre (cm), kilometre (km) gibi...

5) 1935'te çıkarılan bir kànunla, Cuma günü olan hafta tatili Pazar'a alındı. 
Ayrıca, "millî bayramlar" listesine dahil edilen günler de, yine resmî tatil günleri olarak kabul edildi.
Böylelikle, çok sayıda yeni bayram/tatil günleri hayatımıza sokularak, kast–ı mahsusla "dinî bayram günleri" gölgede bırakılmak istendi ve bilhassa o mübarek günlere karşı milletçe hissedilen derin şevk ve heyecan duygusu çaktırmadan söndürülmeye çalışıldı.
Ne var ki, bunda yeterince başarı sağlayamadılar. Müslüman milletimizin dinî bayramlar gibi, kandil günlerine de bütün hissiyatıyla bağlılığı artarak devam ediyor.

TEKEL
Devlet eliyle rakı (müskirat) imalatı
Devlet eliyle Tekel rakısının imalatına 23 Kasım 1928 tarihinde başlandı. 
O zamanki Tekel'in ismi İnhisarlar İdaresiydi. İnhisarlar İdaresi, 1928'e kadar, devletin tekelinde bulunan tütün ve tuz işleriyle ilgileniyordu. 
Bu tarihten sonra, listeye sarhoşluk veren rakı, bira ve benzeri müskirat (içki, sarhoşluk veren içecekler) kalemleri de eklenmiş oldu. 
Yeni Türkiye'de ilk içki tartışması, Millet Meclisinin kurulduğu 1920 senesinin Eylül ayında yaşandı. 
Sarhoşluk veren maddelerin üretim ve tüketiminin yasaklanması hakkındaki kànun teklifi, Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey ve arkadaşları tarafından hazırlanmıştı. 
Meclis Başkanı M. Kemal, bu teklife şiddetle karşı çıktı. 
Meclis'te çetin münakaşalar oldu. Ne var ki, o tarihte Ali Şükrü Beyin grubu galip geldi ve sarhoşluk veren maddelerin yasaklanmasına dair "Men–i Müskirat Kànunu" az bir farkla da olsa Meclis'te kabul edildi. (14 Eylül 1920) 
Bu tarihten yaklaşık iki buçuk sene sonra Ali Şükrü Bey katledildi ve hemen ardından içki yasağına da son verildi. 
23 Kasım 1928'de ise, bilumum müskiratın devletin "TEKEL"iyle üretilmesine başlanmış oldu. 
İleriki yıllarda çay, şeker, tuz, tütün, hatta kibrite varıncaya kadar, bir çok kalemin devlet inhisarına/tekeline alınması cihetine gidildi.
 Bu maddeler üzerindeki devlet tekelinin kaldırılması ve bu sektörlerin özelleştirilmesi cihetine gidilmesi, ancak 1970'li, 80'li yıllarda mümkün olabildi. 
Sigaranın TEKEL markası, 2008'de bir yabancı şirket tarafından satın alındı.


Hiç yorum yok: