12 Şubat 2013 Salı

Atatürkçülerden gördüğüm zulüm-Atatürk başka, Atatürkçüler başka-Yanlış Atatürkçülük-Atatürkçülük adına zulüm-Bilinmeyen Atatürk-Atatürkçülerden çok korkuyorum-Anıtkabir’e koşmak neden?-Atatürkçüler neden tevkif ediliyorlar?Önce Atatürkçülere Atatürk’ü anlatmak lâzım-Atatürkçülük silahı da artık bırakılmalıdır-Yavuz Bülent Bakiler

Atatürkçülerden gördüğüm zulüm


Memuriyet hayatımda, Atatürkçülerden gördüğüm zulüm, bir kitap hacminde yazılabilir. Size onlardan birkaçını yazmak istiyorum:

1964 yılının Ekim ayında Ankara Radyosuna girdim. Merkez Program Dairesi Raportörü olarak vazifeye başladım. ŞU ÇILGIN TÜRKLER kitabının yazarı Turgut Özakman, daire başkanımızdı. Radyoya girişimden bir hafta sonra, beni makamına çağırdı. Dedi ki;

-Günlerden beri telefonlarım durmuyor. Seni Radyoya aldığım için bana endişelerini, üzüntülerini, öfkelerini bildiriyorlar. Çünkü sen, Adalet Partisi’nde basın sözcülüğü yapmışsın. Doğru mu bu?
-Milyon kere yalan! Size böyle telefon açanlara deyin ki: “Yavuz Bülent’in AP’de basın sözcülüğü yapmasına gerek yok! AP yetkililerinden herhangi birinin yaptığı basın toplantısına, bu adamın bir-iki saniye olsun başını uzatıp çektiğini bana ispat edin, kendisini derhal kapını önüne koyacağım!” Göreceksiniz ki o yalancı, o sahtekâr, o alçak adamlar size kırk kapıdan su getirmeye çalışacaklardır.
Benim böyle bir işle, milyarda bir bile ilişiğim yoktur.
-Yani Bülent, sen CHP’de de basın sözcülüğü yapmış olsaydın tavrım aynı olurdu. İllallah bu siyasetçilerden!
Turgut Özakman’la bu konuşmamızın üzerinden 5-10 gün geçti geçmedi.
Bir gün TRT Genel Müdürlüğünden, Nedim Tekin’i gördüm. Benim çok eski arkadaşlarımdandı.
-Hayrola Nedim dedim. Ne arıyorsun Genel Müdürlükte?
-Ben burada, Yorum Dairesi Başkanlığında çalışıyorum.
-Gerçekten mi?
-Evet. Neden şaşırdın?
-Yahu Nedim sen CHP’de hem Gençlik Kolları Genel Başkanı, hem de Basın Sözcüsü olarak çalışmadın mı?
-Evet! Neden soruyorsun bunları bana?
Turgut Özakman’la konuşmamızı anlattım, Şimdi gidip seni şikâyet edeyim mi dedim. “Et arkadaş! Haklısın!” dedi. Nedim eski arkadaşımdı. Özakman’a hiçbir şey demedim. Özakman beni gözünün önünden uzaklaştırdı. Kısa Dalga yayınlarına sürdü. Orada, Almanya’dan gelen bir işçi mektubunu cevaplandırdım. İşçimiz soruyordu:
-Vakt-i zamanında Rusya da ABD’den yardım aldı mı almadı mı?
Posta Kutusu isimli program dolayısiyle o işçimize anlattım ki: 1943 yılında Stalin’le Roosevelt, Yalta’da görüştüler. Rusya ABD’den külliyetli miktarda hem ayni yardım hem de nakdi yardım aldı. İşçimize hem kaynak gösterdim, yapılan yardımları kalem kalem belirttim.
Daire Başkanı Nurten Görün çok iyi bir Atatürkçü idi.
-”Sen Sovyet inkılâbını küçümsüyorsun! Yani bu ABD yardımı olmasaydı Sovyet devrimi olmayacak mıydı?” diyerek öfkelendi. Durumu Özakman’a bildirdi. Bu iki Atatürkçü, tam iki yıl bana kalem tutturmadılar, sadece yurt dışından gelen işçi mektuplarını açtırdılar. İyi mi? Vicdanınız rahat mı?
1976 yılında TRT Genel Müdürlüğüne girdim. İki ayrı program hazırladım. Birisi: ANADOLU’DA ESKİ TÜRK BAŞKENTLERİ. Ötekisi: AVRUPA’DA TÜRK İZLERİ! Bu defa Genel Müdürlükteki Atatürkçüler müthiş öfkelendiler. Beni Genel Müdürlükteki odamdan aldılar ve kurumun Güniz Sokak’taki misafirhanesinin bodrum katına sürdüler. Duvarlar-toz toprak ve kömür tozları içindeydi. Hademeler duvarlara su sıkarak pisliği yere indirdiler. TRT Atatürkçüleri beni o bodrum katında tam iki sene oturmaya mahkûm ettiler. Sonra idare değişti. Atatürkçü idarecilerin yasakladıkları o programlar, yayına girdi. Her iki program Türkiye çapında büyük çok büyük ilgi gördü. Çeşitli kuruluşlar bana ödüller verdiler. Ve şaşıracaksınız beni cezalandıran o Atatürkçü idareciler bile, programların çok beğenildiğini bizzat bana itiraf ettiler.

Atatürk başka, Atatürkçüler başka


Cezaevlerimizde farz edelim ki yüz bin mahkûm var? Ciddi bir araştırma yapılsa, bu mahkûmların doksan dokuz bin dokuz yüzü Müslüman olduklarını söyleyeceklerdir. Yine bir inceleme yapılsa, görülecektir ki, bu mahkûmların kimisi adam öldürmekten, kimisi yaralamaktan, kimisi hırsızlıktan, kimisi tecavüzden, kimisi rüşvetten, kaçakçılıktan, sahte evrak düzenlemekten, hakaretten, uyuşturucu kullanmaktan...içeridedirler. Halbuki İslâm adam öldürmeyi, yaralamayı, çalıp çırpmayı, tecavüz etmeyi, rüşvet almayı, uyuşturucu kullanmayı, gönül kırmayı...şiddetle, şiddetle, şiddetle yasaklayan bir din. O kadar ki, adam öldüren öldürülür, hırsızlık yapanın eli kesilir. Pekâlâ! Şimdi nasıl oluyor bu işler? Çünkü Müslümanlık başka, Müslümanlar başkadır da ondan. Yâni, Kelime-i şehadet getiren, Allah birdir, Hz. Muhammed de Onun kulu ve elçisidir, diyen herkes Müslümandır. Ama Müslümanlık sadece Kelime-i şehadet getirmekten ibaret değildir. Müslümanlık: Merhamettir, temizliktir, çalışkanlıktır, adalettir, kul hakkını gözetmektir, okumaktır, bilmektir, ilme ve irfana sevdalanmaktır. İyiliktir. Güzelliktir, gönüller kazanmaktır...
Bu örneği aklınızda sıkı tutun. Çünkü bu örnekten hareketle diyeceğim ki: Atatürk başka, Atatürkçüler başkadır. Evvela Atatürk bilen, okuyan, Türkiye üzerinde Doğu ve Batı dünyasının emellerini çok iyi öğrenen ve ordumuzu siyasetin dışında tutmak isteyen bir kimsedir. Atatürkçüler ise, çok büyük bir bölümüyle katiyyen okumayan, bilmeyen, öğrenmeyen, şamatacı adamlardır. Bunların bir kısmı, Atatürkçülüğü Atatürk rozeti takmak, Atatürk heykelleri dikmek, heykeller büstler önünde saygı duruşunda bulunmak, çelenk koymak ikide bir Anıtkabir’e taşınmak, “Atatürk izindeyiz!” diye bağırmak diye anlıyorlar. Biz bu beton kafalara katiyen ama katiyen anlatamayız ki her gün Atatürk için bin dakika saygı duruşunda bulunsanız bile Türkiye her mahallesine, her kasabasına, her köyüne bir Atatürk heykeli dikerek, her gün o heykellere binlerce çelenk taşısanız bile ve değil Anıtkabir’e taşınmak, yataklarınızı Anıtkabir’in içine ve dışına serip yatsanız bile Türkiye’yi bir santim ileriye götüremezsiniz. Türkiye’nin ilerlemesi, kalkınması ilimden, teknikten ve kültür temellerimize sahip çıkmaktan geçer.
Bu büstçü, heykelci, “Atam izindeyiz!” haykırışlarıyla şamatacı Atatürkçüler, yanında bir de darbeci Atatürkçülerimiz var. Şamatacı Atatürkçüler darbeci Atatürkçülerin darbe yapmalarına zemin hazırladılar. Türkiye’de 27 Mayıs darbesini de, 12 Eylül darbesini de hep bu şamatacı ve darbeci Atatürkçüler yaptılar. Ve bu darbelerle, zaman zaman verdikleri muhtıralarla, devletimizi hep geriye çektiler. Milletimize unutulmaz acılar çektirdiler.
27 Mayıs darbesini yapanlar arasında okuyan, araştıran, bilen küçük bir grup vardı. Cumhuriyet gazetesine yaptıkları açıklamalarda Dimitri Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesi isimli kitabından başka hiçbir eser okumayan o heykel ve çelenk Atatürkçüleri, okuyan, araştıran, bilen arkadaşlarını derhal tasfiye ettiler ve onları yurt dışına sürdüler.
Cemal Gürsel de, Kenan Evren de çok ama çok Atatürkçü darbecilerdi. Cemal Gürsel’in ve Kenan Evren’in Atatürk sevgileri maddileştirilmiş olsaydı, onların Atatürk sevgilerini ölçecek kantarlar Türkiye’de bulunamazdı. Çünkü hazretlerin maddileştirilmiş Atatürk sevgileri bütün kantarlarımızı paramparça ederdi. Ama Cemal Gürsel’in de, Kenan Evren’in de Atatürk’ü ve Türkiye meselelerini, okuma, bilme, araştırma özelliklerini ölçmek için, çok hassas kuyumcu terazilerine yönelmemiz gerekirdi...
Yarın aynı konuda yazacağım.


Yanlış Atatürkçülük

Bir 19 Mayıs Bayramını daha geride bıraktık... Bana göre, 80-90 yıldan beri tekrarladığımız birtakım hareketleri, bir kere daha yaşadık. Yani Atatürk’ün manevi huzurunda saygı duruşunda bulunduk. Heykelleri önüne çelenkler koyduk. Onun 19 Mayıs 1919’da, tek başına, pusulasız bir gemiye binerek, vatanımızı hain padişah Vahdettin idaresinden kurtarmak için Samsun’a nasıl kahramanca çıktığından bahsettik. Sarı saçlarından, mavi gözlerinden, çekilmiş hançer bakışlarından bahseden şiirler de okuduk. Stadyumlarda şenlikler düzenledik. Çocuklarımızı, uzun ve kısa mesafeli koşulara soktuk falan filan!.. 
Atatürk ve Atatürkçülük anlayışımız yanlıştır. Atatürk’ü ve Cumhuriyetimizi övmek için Sultan Vahdettin’e sövmek, saltanat devrimizi kötülemek, Millî Mücadelemizin bütün kahramanlarını unutturmak, dikkatleri sadece Atatürk üzerine çekmek yanlıştır. “Milletler kahramanlarıyla yaşarlar” Cumhuriyet idaresi ne kadar bizimse, Saltanat idaresi de o kadar bizimdir. Birini övmek için, ötekisine sövmek soysuzluktur. Atatürk, Millî Mücadelemizin elbette bir numaralı lideridir. Atatürk elbette Cumhuriyetimizin kurucusudur. Dehâ derecesinde bir zekâya sahiptir. Bunları inkâr etmek, bir insanın zır cahil olmasıyla mümkündür. Kim padişahlık idaresini, yeni baştan Türkiye’ye getirebilir? Bilmeliyiz ki Atatürk’ün kahramanlığı ve vatanseverliği, Sultan Vahdettin’in korkaklığına ve vatan hainliğine(!) bağlı değildir. Yani Sultan Vahdettin’in kahramanlığı ve vatanseverliği on üzerinden değil, bin üzerinden bin olsa bile bu durum, Atatürk’ün kahramanlığından, vatanseverliğinden bir zırnık bile koparamaz... 
Biz daha 5-10 yıl öncesine kadar, Atatürk’ün pusulasız ve derme çatma bir gemiyle tek başına ve gizlice Samsun’a çıktığından bahsediyorduk. İnanmayanlar gitsinler ve görsünler Samsun Belediyesi, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı Bandırma Vapurunun bir benzerini tıpatıp yaptırarak Samsun kıyısına yerleştirmiştir. Ve Samsun’da İlk Adım iskelesinde, Atatürk’le birlikte 18 kurmay subayımızın heykelleri de vardır. İnanmayanlar Resmî Gazete’mizi açsınlar ve okusunlar. Padişah Sultan Vahdettin’in fermanıyla, Atatürk ve 18 kurmay arkadaşı İstanbul’dan Samsun’a yollanmışlardır... İnanmayanlar Sivas’ta yayımlanan Sivas Belediyesi tarafından Latin alfabesiyle tıpkıbasımı yapılan İrade-i Milliye gazetesini zahmete katlanıp okusunlar, Atatürk Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 yılından Cumhuriyeti İlân ettiğimiz tarihe kadar, hemen her vesile ile “Padişah efendimizi ve payitahtımızı düşman esaretinden kurtarmak için” Millî Mücadeleye atıldığını ifade etmektedir. 
Gençlerimiz, öğretmenlerimiz, yüksek tahsilden geçen aydınlarımız, maalesef büyük bir ekseriyetle Atatürk’ü hiç okumamışlardır. Şuraya buraya çelenk koymakla, ikide bir Anıtkabir’e koşup saygı duruşunda bulunmakla, Atatürkçülük olmaz. Atatürk’ü Atatürk devrini, içeride ve dışarıda Türkiye üzerinde oynanan oyunları çok iyi bilmek, okumak, araştırmak lâzım... Geçen yazılarımdan birinde belirtmiştim. Ben Atatürk üzerine yazılan kitaplardan 90 tanesini okuyabildim. 10 kitap daha okuduktan sonra, başkaca okumayacağım demiştim. Atatürkçü bir kadın okurumuz bana cevap vermişti: “Siz Atatürk düşmanısınız!” demişti. Atatürkçülerimizin çapını bir kere daha göstermişti... İşte böyledir hâl-i pür melâlimiz! 

Atatürkçülük adına zulüm

Müslüman başka, Müslümanlık başkadır. Müslümanlık, incelik, güzellik, merhamet, adalet, aydınlık, temizlik... demektir. Ama bu güzelliklerden uzak Müslümanlar da var. Aynı şekilde, Atatürk başka Atatürkçüler başkadır. Ben Atatürk’ü de, Atatürkçüleri de çok iyi tanıdım. Atatürk’ten hiçbir korkum yok. Ama Atatürkçülerden çok endişeliyim. Çünkü ellerinde çok tehlikeli bir silah var: “Atatürk düşmanı!..” Adamlar bazen şahıslara karşı, bazen milletimize karşı bu silahı insafsızca kullanıyorlar. Atatürkçülerimiz, durmaksızın hep çağdaş medeniyetten veya Orta Çağ karanlığından bahsediyorlar. Bilmiyorlar ki çağdaş medeniyetin temelinde tenkid (eleştiri vardır.) Şüphe olmadan, tenkid olmadan, ilim olmaz. Bilmiyorlar ki, araştırmaya, öğrenmeye tenkide tahammül edemeyen geri kafalar, Orta Çağ karanlığını doğurmuşlardır. Bilmiyorlar ki Osmanlı’da Yeniçerilerin; “Söyletmen urunnn!” çığlıklarıyla kazan kaldırmaları, felaketimiz olmuştu. Atatürkçülerimizin çoğu da şimdi, eleştiriden korkan, “Söyletmen urunnn!” diye bağırıp çağıran kafalarla aramızdadırlar. 
Ben, ciddi bir devlet adamının, bir tarihçinin, bir dil âliminin... Atatürk’ü birkaç saat eleştirmesini dikkatle, hatta zevkle dinlerim. Ama aynı kişilerin, değil Atatürk’e, alelâde bir kimseye bile 3-5 kelimeyle sövüp-saymalarına asla tahammül edemem. 
Şimdi, şu 21. yüzyılda dahi, bazı Atatürkçülerimiz, Atatürk adına, devlet nizamımızı temelden sarsıyor, milletimize çok büyük acılar yaşatıyorlar. 
Dünyadaki en ahmak adam bile bilir ki veya bilmelidir ki ordusuz millet, ordusuz devlet, ordusuz vatan olmaz. Ordu düşmanlığı, felaketlerimizin ilk basamağıdır. Ama ordumuzu, siyasetin içine çekmek kadar da büyük bir gaflet ve ihanet olamaz. Bu bakımdan meydanlara ikide bir dökülerek “Ordu! Ordu! Çok yaşa” diye bağıranlar, (ordu+gençlik+CHP=iktidar) öfkesiyle ortalığa düşenler, gerçekte, bilerek veya bilmeyerek ordumuza çok büyük kötülükler yapanlardır. 
Şimdi bu sütûnda, bütün Atatürkçülerimizin karşısında değil, bütün medenî dünyanın önünde iddia ediyorum, her ne sebepten olursa olsun, ordumuzun kışlasından çıkarak, devlet idaremize el koyması, bazen bir partiye mensup olanları, bazen bütün bir milleti karşısına alması, yanlışların, zulümlerin en büyüğüdür. Atatürk, ordumuzu kesinlikle siyasetin dışında tutmaya çalışmıştır. 
Şimdi açın okuyun 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbelerini yapan komutanlarımızı. Hepsi de ağızlarını “Atatürk!” diye açıyorlar. 
Kendilerine: -Hangi kitapları okudunuz? diye sorulduğunda bir tek kitap ismi veriyorlar: Beyaz Zambaklar Ülkesi! 
Başka? Başka kitap yok! Bu nasıl Atatürkçülüktür? 
İddiamı bağıra bağıra söylüyorum: 27 Mayıs darbesinde bütün Demokrat Parti camiasına, 12 Eylül darbesinde bütün Türk milliyetçilerine ve milyonlarca insanımıza, Atatürkçülük adına zulmedilmiştir. 
Artık bu silah terk edilmelidir. 

Bilinmeyen Atatürk

Atatürk üzerine yazılanları dikkatle okuyorum. Çok defa görüyorum ki, Atatürk Türkiye’de yeteri kadar tanınmıyor. Eğer göğüslerimize Atatürk rozeti takmak, şuraya buraya “Atam izindeyiz!” diye yazmaksa, sonra Anıtkabir’e koşmaksa, saygı duruşunda bulunmaksa... alacağımız numara 10 üzerinden 10’dur. Eğer Atatürkçülük Atatürk’ü okumaksa, anlamaksa ve O’nun ifadesiyle: “Türkiye’yi çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmak için çalışmaksa, kafa yormaksa”... Vah bize, vahlar bize! 
Ben, Atatürk üzerine yazılan kitaplardan sadece 90 kadarını okuyabildim. Kütüphanemde, aynı konuda 10 kitap daha var. Onları da okuduktan sonra: “Artık yeter!” diyeceğim. Okuduğum 90 kitaptan 40 kadarını, Kültür Bakanlığında müsteşar yardımcısı olduğumda, Bakanlık yayınları arasında bastırmış, tashihlerini de ben yapmıştım. 
Bana göre, Atatürk’ü okumadan, bilmeden sevmek, havaya yazı yazmak gibi bir şeydir. Bazı şairlerimizin, Atatürk’ün sarı saçlarına, mavi gözlerine, ince kalem kalem parmaklarına... şiirler yazmaları, faydasız inleyişlerdir. Bazı şairlerimizin ve kalemlerimizin, Atatürk’ü bir “ilâh” gibi göstermeleri, Kemalizmi yeni bir din olarak ele almaları, çok tehlikeli, çok zararlı faaliyetlerdir. Atatürk düşmanlığına zemin hazırlamaktır. 
Çok yazdığımı biliyorum ama yine de tekrar ediyorum. Dünyada en az okuyan milletlerin başında, maalesef biz de varız. Evlerimizin % 95’i kitapsız ve kütüphanesizdir. 
Evlerinde kitap ve kütüphane bulunan kimselerin çocukları da Türkçemizin durmadan tasfiye edilmesi, budanması yüzünden o taşlaşan kitapları okuyamamakta, anlayamamaktadırlar. Okumadan, bilmeden, araştırmadan Atatürkçülük olur mu? 
Resmî rakamlara göre, Almanya’da, bir yılda bin kişi için 2700 kitap basılmaktadır. Fransa’da 1100 kitap, Japonya’da 1000 kitap, Türkiye’de ise bir yılda bin kişi için sadece 7 (yedi) kitap gün yüzüne çıkmaktadır. Bu nasıl bir çiledir? Bu nasıl bir karanlıktır!.. 
Ben bir ara, MEB’de, Bakanlıklar Arası Ortak Kültür Komisyonu Başkanlığı yaptım. Yurt dışına gitmek için yazılı imtihanlardan geçen öğretmenlerimizi, bir de yüz yüze konuşarak değerlendirmek istedik. Bir gün 100 öğretmenimizi Atatürk konusunda tanımak istedim. Bir defa değil, bin defa yemin ederek yazıyorum. 
- Atatürkçü müsünüz? sorusuna 100 öğretmenimiz de “Evet! Elbette!” diyerek cevap verdi. Onlara tekrar sordum. 
- Atatürk’ün NUTUK isimli eserini okudunuz mu? NUTUK kaç cilttir? Bir tekinden bile cevap alamadım. Sonra gördüm ki, bırakın NUTUK’u hiçbir öğretmenimiz Atatürk üzerine yazılan bir tek kitap okumamıştır, bırakın okumayı, hiçbir öğretmenimiz, Atatürk üzerine yazılan bir kitap ismi söyleyememektedir. Böyle Atatürkçülük olur mu? 
Yarın, Atatürkçülük adına işlenen cinayetlerden bahsedeceğim...

Atatürkçülerden çok korkuyorum

Geçen hafta Atatürk üzerine yazdığım makalede demiştim ki: Atatürk’ten hiçbir korkum yok. Fakat Atatürkçülerden çok endişeye düşüyorum... Bu büyük endişemin elbette bir sebebi var: 
1979 yılında, Ankara Televizyonundan Kültür Bakanlığına müsteşar yardımcısı olarak geçmiştim. Bakanlık, 1981’de, Atatürk’ün doğumunun 100. yılını kutlama hazırlığı içindeydi. Ama kurulan komisyonda kimse vazife almak istemiyordu. “Bir yanlışımız olursa, bir ihmalimiz görülürse bazı kimseler tarafından Atatürk düşmanı olarak suçlanırız. Memuriyet hayatımız biter” diyorlardı. Mesela, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Cüneyt Gökçer, yapılmasını istediğimiz Atatürk filminde neden vazife almadı biliyor musunuz? 
“Sesim Atatürk’ün sesine benzemiyor. Boyum da 1.70 değil. Çok hücumlara uğrarım. Beni mazur görün!” dedi. Tiyatroda, nice kralları oynayan Cüneyt Gökçer, Atatürkçülerimizin hücumlarından korkuyordu ki haksız sayılmazdı. 
Kutlama komisyonunda gönüllü olarak ben vazife aldım. Ve milyonların önünde iddia ediyorum: 1981 yılı faaliyetleri arasında en doğru, en ciddi, en büyük hizmeti ben verdim... Neler yaptım biliyor musunuz? 1981 kutlamaları için, bütçemizde 120 milyon lira vardı. 1979 yılında 120 milyon lira ile Ankara’da 120 kaloriferli daire almak mümkündü. Durumdan haberdar olan Atatürk tüccarları bakanlığı âdeta kuşattılar. Atatürk‘ün heykelini, büstünü yapanlar, vecizelerini yazanlar, resimlerini bastıranlar... etrafımı kuşattılar. Eserlerini yüksek fiyatlarla satıp, devleti bir montofon ineği gibi sağmak istediler. Ben o 120 milyon liradan Atatürk tüccarlarına tek kuruş kaptırmadım. 100. yılda, başta NUTUK olmak üzere, Atatürk’le ve Millî mücadelemizle ve Atatürk’ün yakın silah arkadaşlarının hatıralarıyla yüklü 100 kitabın bakanlık yayınları arasında çıkmasını planladım ve cumhuriyet tarihinde ilk defa, Millî Mücadele kahramanlarımızın eserlerinin de bakanlık yayınları arasında yer almasını kararlaştırdım. Dünyada, kahramanlarını bire indiren tek devlet galiba biziz. Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın “MOSKOVA HÂTIRALARI”nı Bakanlık yayınları arasına ilk defa ben aldırttım. Sonra dokuz dalda yarışma açtırdım (şiirde, hikâyede, romanda, tiyatroda, senaryoda, ilmi araştırmada, resimde, müzikte heykelde.) Türkiye çapında bir ağaçlandırma faaliyeti başlattım ve beş milyon ağacın dikilmesine önayak oldum. Tasarladığım 100 kitaptan 40 tanesini çıkardım. Ali Fuat Cebesoy’un MİLLÎ MÜCADELE HÂTIRALARI isimli kitabının bitmesine sadece 5 forma kala çok Atatürkçü paşalarımız 12 Eylül darbesini yaptılar. Kitabın basımını durdurdular. Beni de müsteşar yardımcılığından derhal aldılar. Yerime bir emekli paşa getirdiler. 
12 Eylül Atatürkçü paşalarının, Kültür Bakanlığına getirip oturttukları Cihat Baban’la heykel konusunda yaptığımız bir münakaşayı yarın yazacağım. Şaşıracaksınız!.. 

Anıtkabir’e koşmak neden?

12 Eylül darbesinden önce, Kültür Bakanlığında müsteşar yardımcısı idim. Bir ara, Bakanlıklar Arası Ortak Kültür Komisyonu Başkanlığı da yaptım. Yurt dışındaki işçi çocuklarının eğitimleri için yazılı imtihanları kazanan öğretmenlerimizi, bir de sözlü sınavdan geçiriyorduk. O öğretmenlerimizin, Türkiye’mizi, yabancı ülkelerde temsil kabiliyetleri var mı yok mu sorusunun cevabını öğrenmek istiyorduk. Bir gün, öğretmenlerimizin Atatürkçülük yanlarını öğrenmek istedim ve heyetimizin karşısına oturan 48 öğretmenimize ayrı ayrı sordum:
-Atatürkçü müsünüz öğretmenim?
-Elbette! Atatürkçüyüm ben!
-Tebrik ederim! Peki Atatürk’ün NUTUK isimli eserini okudunuz mu?
-Okuyamadım efendim! 
-Büyük NUTUK‘un kaç cilt olduğunu biliyor musunuz?
-Bilmiyorum efendim!
-Peki, Atatürk üzerine yazılan bir kitap okudunuz mu? Mesela kimin kitabını okudunuz?
-Okumadım efendim!
-Bana Atatürk üzerine yazılmış bir kitap ismi söyleyebilir misiniz?
-Anımsamıyorum (hatırlayamıyorum) efendim! 
Millî Eğitim Bakanlığımızın bir büyük odasında, sözlü imtihana giren 48 öğretmenimizden aldığım cevaplar aynen böyle idi. Yalnız bir teki bile sorduğum sorulara sevindirici bir cevap verememişti. 
Peki bu nasıl Atatürkçülüktür? Okumadan, bilmeden Atatürkçülük olur mu? Sadece öğretmenlerimiz değil, çeşitli sınıflara mensup diğer Atatürkçülerimiz de böyle.
Yedek subaylığımı 1961-1963 yılları arasında, Çankaya’da, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nda yaptım. O tarihlerde, Cumhurbaşkanımız olan Cemal Gürsel‘in belki kırk sohbetini dinledim. 12 Eylül darbesinden sonra da, Kenan Evren‘in konuşmalarını büyük bir dikkatle takip ettim. Çok samimi kanaatim şudur: Cemal Gürsel‘in de, Kenan Evren‘in de Atatürk sevgilerini, tartabilecek bir kantar Türkiye’de yoktur. 
Şimdi bana; Cemal Gürsel‘in ve Kenan Evren‘in Atatürk fikriyatı hakkında bilgileri nedir? diye sorsanız, size derim ki onların Atatürk bilgilerini, sadece, kuyumcularımızın kullandıkları terazilerle tartabiliriz.
Türkiye’mizde herkes Atatürkçü! Herkes Atatürk’ü kendi düşüncesine, kendi yaşayışına bir örtü olarak kullanıyor. Bu nasıl bir iştir? Komünistimiz, liberalistimiz, devletçimiz, bölücümüz, milliyetçimiz, içkicimiz, vurguncumuz, soyguncumuz... Atatürkçü olduklarını söylüyorlar. Bu nasıl bir iştir? Atatürkçülük, kırk ayrı noktaya çekilebilen bir Japon lâstiği midir?
Son günlerde tevkif edilen komutanlarımızın eşleri de, Anıtkabir’e gideceklerini açıkladılar. Doğrusu anlayamıyorum: Hanımefendiler niçin Anıtkabir’e gidiyorlar? Orası, muhterem eşlerinin tevkiflerine itiraz edecekleri bir üst mahkeme midir?
Ben, Anıtkabir komutanının yerinde olsam, o hanımefendileri derin bir saygıyla karşılar, kendilerine ayrı ayrı: 
- Büyük NUTUK’u okudunuz mu? Atatürk üzerine yazılan bir kitap ismi hatırlıyor musunuz? diye sorardım. Sonra aldığım cevabı Anıtkabir’in şeref defterine yazar, işte Atatürkçülerimiz! Paşam derdim.


Atatürkçüler neden tevkif ediliyorlar?

Basınımızdan ve siyaset dünyamızdan yükselen şikayetleri siz de dinliyorsunuzdur. Ağızlarını öfkeyle açanlar “Ergenekon dâvâsı dolayısıyle, Atatürkçü kişiler, birer ikişer içeri alınıyor!” diyorlar. Acaba Atatürkçüler neden tutuklanıyorlar? Bu soruya doğru cevap vermemiz için, elli yıl öncemize bakmamız lazım: 1960 yılında Türkiye’de, askerî bir darbe oldu. Halkın oylarıyla iktidara gelen Demokrat Parti hükümetini, bazı Atatürkçü subaylarımız silah zoruyla devirdiler. Cumhuriyet gazetesinden Yaşar Kemal ve Cevat Fehmi, darbeci subaylarla röportajlar yaptılar. Ben o kunaşmaları Cumhuriyet gazetesinde dikkatle okudum. Evvela hepsi de bize, “Çok Atatürkçü olduklarını ve Atatürk’ün 1924 yılı Anayasası’nı korumak için DP iktidarını yıktıklarını” söylüyorlardı. Kendilerine soruluyordu: 
- Hangi kitapları okudunuz? 
- Beyaz Zambaklar Memleketi’ni! 
Atatürkçü darbeciler, başka kitap okumaya zaman bulamamışlardı. 
Sonra ne oldu? Atatürk’ün 1924 Anayasasını korumak için DP iktidarını deviren Atatürkçü darbeciler, 1924 Anayasasını tamamen ortadan kaldırarak yerine 1961 Anayasasını getirdiler. Tabii senatörlerden, Mucib Ataklı, Senato kürsüsünden şöyle haykırıyordu: 
- Bu Anayasa’nın kılına dokunanın başına, bu Meclisin çatısını yıkarız! 
27 Mayıs darbesinden sonra, yine bazı Atatürkçü subaylar 22 Şubatta yeni bir darbeyle vatanı kurtarmak (!) istediler. 
1961 Anayasası, Marksizme açık bir Anayasa idi. Onu, yine bir takım Atatürkçü komutanlarımız, Süleyman Demirel hükümetini muhtıralarla düşürerek, şurasını-burasını değiştirdiler. Ama 1961 Anayasasını tamamen ortadan kaldırmak, yerine 1982 Anayasasını getirmek, Kenan Evren Paşa’ya ve yakın arkadaşlarına nasip oldu. 
1980 yılında askeri bir darbeyle işbaşına gelen Kenan Evren ve kuvvet kumandanları da bize, çok Atatürkçü olduklarını söylemediler mi? Şimdi de 1982 Anayasasını değiştirme çalışmaları yapılıyor. 
Türkiye’de darbe düşünceleri, hep Atatürkçü komutanlarımızın kafalarında filizleniyor. 
1961-1969 yılları arasında Cumhurbaşakanlığı Muhafız Alayında yedek subaydım. Türk-İş Genel Başkanı Nuri Beşer, iddiaya göre, bir özel toplantıda subaylarımıza ve eşlerine sövmüştü. Hadiseden bir gün sonra, nizamiyede nöbetçiydim. Ordu içinde büyük bir kaynaşma başlamıştı. O gün Muhafız Alayı komutanıyla görüşmeye gelen 25-30 civarında subay, ordunun mutlaka idareye el koyması gerektiğini söylüyorlardı. Atatürkçü komutanlarımız basit bir küfrü bile bir darbe sebebi sayarlarsa, sivil kadrolarımız da şüphede, haklı olacaklardır. 


Önce Atatürkçülere Atatürk’ü anlatmak lâzım

Atatürk üzerine yazılan kitaplardan, sadece seksen beşini okuyabildim. Bu sayıyı yüz’e tamamlamak istiyorum. Okuduğum kitaplar için, tek taraflı bir seçici olmadım. Mesela CHP Edirne milletvekili Şeref Aykut’un KAMALİZM isimli kitabını da, Rıza Nur‘un Atatürk’le ilgili hatıralarını da dikkatle inceledim. Şeref Aykut, “Kamalizm, bütün dinlerin fevkinde (üstünde) bir yaşamak dinidir!” diye söze başlıyor, CHP’nin altı okunu, “Kamalizm dininin, altı esası gibi anlatıyordu. 
Behçet Kemal Çağlar‘ın Atatürk Mevlüdü’nü de okudum: 
“Ol Zübeyde Mustafa’nın anesi 
Doğdu ondan ol güneş dürdanesi 
..... 
Kim bulasız eğerçi od’dan necat 
Atatürk’e, Atatürk’e esselât.” 
Edip Ayel ANT isimli şiirinde Atatürk’e hem “Peygamber” hem de “Allah” diyordu: 
“Gazi bize bir din sun Türk felsefesinden” 
“Türk ırkının en son, ulu peygamberi oldun” 
“İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez” 
İnönü Hükümetlerinin Milli Eğitim, Sağlık ve Dış İşleri Bakanlarından Dr. Rıza Nur’un Hayat ve Hatıratım ciltlerini ise utanarak, iğrenerek gözden geçirdim. Rıza Nur’un Atatürk düşmanlığını kelimelerle anlatmak mümkün değil. 
Okuduklarım yanında, çeşitli toplantılara da katıldım, münakaşalara da girdim, Atatürk adına yapılan işleri, gerçekleştirilen darbeleri de yaşadım ve samimi olarak inandım ki biz millet olarak Atatürk’ü bilmiyoruz, tanımıyoruz. Herkesin dilinde Atatürk edebiyatı, herkesin elinde bir Atatürk resmi, yakasında bir Atatürk rozeti. Ama her ağızda, her kalemde, her hükümde başka bir Atatürk. Filin çeşitli yerlerinden tutan körlerin fili tarif ettikleri gibi garib bir Atatürkçülükle yatıp kalkıyoruz. Atatürk’ü, önce Atatürkçülere anlatmak lâzım. 
Bana göre Atatürk’ün NUTUK isimli eseri, bütün liselerimizde ders olarak okutulmalı. Çocuklarımız, solucan’ın sindirim sistemini, terliksi hayvanın hareket tarzını öğrenmeden sınıf geçemiyor, üniversitelerimizde okuyamıyorlar. Büyük Nutuk, solucanların sindirim sistemleri kadar önemli değil mi acaba? Kültür Bakanlığında çalışırken, bir ara Bakanlıklar Arası Ortak Kültür Komisyonu’nda başkanlık yaptım. Komisyonun vazifesi yurt dışına gitmek için girdikleri yazılı sınavı kazanan öğretmenleri, bir de sözlü sınavdan geçirmekti. Komisyonda, her bakanlıktan bir temsilci vardı. Bir gün 25 öğretmenimize ayrı ayrı sordum ve hepsinden aynı cevabı aldım. Önce bütün öğretmenlerimiz komisyon karşısında, “Atatürkçü olduklarını“ söylemişlerdi. Ama hiçbiri Atatürk’ün NUTUK‘unu okumamışlardı. Atatürk üzerine yazılan bir tek, ama bir tek kitap ismi söyleyememişlerdi. Halk ifadesiyle “Kör nenem de böyle Atatürkçü olur”du. Yarın, bu konuda yine yazacağım.


Atatürkçülük silahı da artık bırakılmalıdır

Atatürk’ü Koruma Kanunu Demokrat Parti devrinde çıktı. Adnan Menderes Başbakandı, Halil Özyörük de İçişleri Bakanı. Birtakım kendini bilmezler, Atatürk’ün büstlerini parçalamışlardı. CHP bunu mükemmel bir fırsat olarak bildi. İktidarı Atatürk silahıyla vurmaya başladı. İçişleri Bakanı Özyörük Meclis kürsüsünden dedi ki: “1938 yılından bugüne kadar (1950) Atatürk heykellerine 67 defa saldırıldı. Bu saldırıların 58’i eski iktidar zamanında vuku buldu. 9 taarruz da bizim iktidarımızda meydana geldi. Biliniz ki, biz bu saldırganlara hoşgörüyle bakmayacağız. Gereken kanunî tedbirleri alacağız!” 
Adnan Menderes, Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu Meclis’e getirdi. Celâl Bayar cumhurbaşkanıydı. Atatürk’ün son Başbakanıydı. Ve İslâm anlayışına göre, küfür sayılan bir inanış içindeydi: “Atatürk seni sevmek millî bir ibadettir!“ diyordu. 
İsmet İnönü çok ciddi, çok aklı başında, çok dikkatli bir Atatürk muhalifiydi. Atatürk’ün resmini bütün paralardan ve pullardan kaldırtmış, resmî dairelerdeki bütün Atatürk resimlerini indirterek yerine kendi resmini koydurtmuştu. Ayrıca, Atatürk‘ün devlet hayatından uzaklaştırdığı bütün kişileri, yeniden işe almıştı. 
Atatürk’ü Koruma Kanunu, bazı DP milletvekillerinin itirazlarına rağmen Menderes’in gayretiyle Meclis’ten geçti. 
Şu garib tecelliye bakınız: Başta Adnan Menderes ve Celal Bayar olmak üzere bütün DP, Atatürk düşmanı olmakla suçlandı. İnönü ve CHP ise ilerici ve Atatürkçü olarak alkışlandılar. 
1950 yılına kadar CHP meydanlarda şöyle kükrüyordu: 
“Kim ki CHP’lidir vatanseverdir! CHP’li olmayanlar vatan hainleridirler!“ 14 Mayıs 1950 seçimlerinde, CHP çok büyük bir hezimete uğradı. 
Demokrat Parti 393 milletvekiliyle iktidar oldu. CHP ise 69 milletvekiliyle meclise gelebildi. 1950 seçimlerinden sonra CHP yeni ve çok tehlikeli bir silahla milletin karşısına dikildi. CHP’li olmayan siyasîleri “Atatürk düşmanlığı“ silahıyla vurmaya başladı. 
Ordumuzun Atatürk konusunda, büyük, büyük, büyük, çok büyük bir hassasiyeti var. CHP ve Türkiyeli komünistler, ordumuzun bu çok büyük hassasiyetini dikkate alarak, 27 Mayıs 1960 darbesinden önce, akla-hayale gelmeyen birtakım yalanlarla, iftiralarla bir darbe zemini hazırladılar. 
Atatürkçülük aşkıyla 1960 yılında iktidara el koyanlar devletin çivisini kökünden kopardılar. 
1960 yılından sonra verilen bütün muhtıralar, yapılan darbeler, hep Atatürk adına yapıldı yapılıyor. Ordumuza da, milletimize de, vatanımıza da yazıktır. Artık bu Atatürkçülük silâhı terk edilmelidir. PKK o ihanet silahını bırakmalıdır doğru! Ama şu 21. asırda, Atatürkçülük silahı da artık susturulmalıdır. 


Hiç yorum yok: