28 Ocak 2013 Pazartesi

Sabotajcıların elleri tetikte..-Paris'te infaz: O tetik çekildi-Türkiye'nin çözümü, Fransa'nın savaşı..-Paris'teki infaz ve para trafiği..-O harita bize neyi anlatıyor?-Tetikçi Ömer Güney 'kurban' olabilir mi?-İbrahim Karagül


Sabotajcıların elleri tetikte..

Onlarca yıl, Türkiye'nin umutlarını yok eden, bu toprakları acıyla kavuran, birlikte yaşama iradesini hiç olmadığı kadar zayıflatan, Türkiye'nin iç siyasi kamplaşmasının en güçlü gerekçesi olan Kürt meselesi ve terör konusunda ilk kez bu kadar güçlü bir hava oluştu.

Oslo görüşmelerinin sabote edilmesinden sonra, bir daha böyle bir ortamın oluşması zor görünürken, bu kez temennilerin ötesinde, çok daha ileri, somut maddelerle belirlenmiş, hedefi belli adımlar atılıyor.


En önemlisi de; sürecin umulmadık ölçüde toplumsal destek görmesi. Artık herkes; bu yakıcı sorunun bir şekilde üstesinden gelinmesini, Türkiye'nin geleceğe yönelik bütün hesaplarını altüst eden, önünü kapatan, kan davasına kilitlenen bu kördüğümün çözülmesini istiyor.

Maalesef barış, savaş kadar kolay değildir. Bu yüzden de insanlık tarihi savaşların, çatışmaların tarihidir. Barışın tarihi yok denecek kadar azdır. Barış, yakıcı, can acıtıcı 'evet'ler diyebilmekten, zor kararlar vermekten geçer.

Anadolu'nun her köşesinde, hemen her evde bu savaşın acısı yaşandı. Binlerce ailenin bu çatışmadan doğan trajedisi vardır. Annelerin, babaların, ailelerin acısı ile elinde silah tutanlarının can acıtıcı 'evet'leri kıyaslanamaz bile.

Geçmişin acısı üzerine gelecek kurulabilir mi? Zor.. Ancak acıların üstesinde gelmeyi, ona dayanmayı bilenler, geleceği şekillendirir. Bunun başka da yolu yoktur. Barış bu yüzden zordur..

İkinci Dünya Savaşı elli milyon insanı alıp götürdü. Korkunç bir nefret, bütün Avrupa'yı sardı. Ama acıların üstesinden gelinerek bir gelecek inşa edilebildi. Gördüler ki, acı ve kini beslemek daha fazla kin, daha fazla acı, daha fazla yıkım demek.

Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en zor meselesiyle karşı karşıya. Terör sorununu çözmek, en azından kontrol altına almak, terörü doğuran şartları ortadan kaldırmak ya da hafifletmek, bu ülkenin siyasi tarihinde milat olacaktır.

Başarılırsa, yepyeni bir Türkiye, olağanüstü bir enerji ortaya çıkacak, bütün bölgenin rahatlamasına kapı aralanacaktır. Tüm tarafların, çözüme odaklı iradeleri, daha da güçlenerek devam ederse, hesapları altüst edecek şok edici bir sabotaj yaşanmazsa Türkiye'yi yeni bir umut dalgası saracaktır.

İşte o şok edici endişe, kuvvetli bir ihtimal olarak önümüzde duruyor. Bundan önceki her girişimim bir şekilde sabote edildiğini, boşa çıkarıldığını biliyoruz.

Çünkü; terör meselesi Türkiye'nin iç meselesi değildir. Sadece Kürt meselesinden beslenen bir durum değildir. Tarafları sadece Türkiye ve Kürtler değildir. Avrupa başkentlerinden Atlantik ötesine ve Ortadoğu başkentlerine kadar her gücün bir şekilde oyun sahasında olduğu bir meseledir.

Bir şeyler yolunda giderken umulmadık örtülü operasyonlar yapılıyor ve bunların büyük kısmı PKK üzerinden yürütülüyor. Dış politikada, enerji kavgalarında, bölgesel güç haritasına yönelik girişimlerde hep aynı sonucu görüyoruz: Birileri terör üzerinden Türkiye'ye ayar veriyor ve bu hep başarılı oluyor.

Lübnan'da ya da Filistin'de bir şey yapıyorsanız karşılığını terör saldırılarıyla alıyorsunuz. Irak ya da Suriye'de bir sürece dahil olmuşsanız, aynı sonuçları alıyorsunuz.

Bu coğrafyada, birleştirici, barıştırıcı her girişim cezalandırılmıştır. Türklerle Araplar yakınlaşıyorsa bedeli ödenir. Türkiye-Mısır yakınlaşıyorsa, bedeli ödetilir. Türklerle Kürtler kaynaşıyorlarsa hiç umulmadık bir cepheden saldırıya geçilir. Bu, siyasi olur, ekonomik olur, terör olur.

Ayrışmaya ve çatışmaya dönük her çıkış desteklenir, birleştirici her çaba cezalandırılır. Bu bölgenin kaderi budur. İşte Türkiye'nin yükselişi ancak bu rüzgârı tersine çevirmekle mümkün olacaktır.

Bu yüzden, İmralı görüşmeleriyle başlatılan sürecin önüne çıkacak iç direnç ciddi bir engeldir. Ama dışarıdan yönetilen sabotaj ihtimali çok daha büyük tehdittir.

Sadece terör meselesini çözmek, PKK liderlerini Avrupa'ya göndermek, silahlı grupları Kuzey Irak'a nakletmek değil mesele. Bugüne kadar siyasi ve ekonomik olarak çatışmayı besleyen, bu çatışma üzerinden bölgesel planlar yapan o güçlerin de üstesinden gelmek gerekiyor.

Türkiye bunu başarabilecek bir inanca ve güce sahiptir. Yeter ki, basiretli olması gerekenler küçük hesaplarına bu ülkeyi kurban etmesinler. Anaların, babaların 'artık bu acıyı bir başkası yaşamasın' yakarışına inansınlar, rol yapmayı bıraksınlar..

Önümüzdeki günlerde, atılan her adıma karşı bir reaksiyon gelişecek. Her adıma bir misilleme gelecek. Bunların hangi merkezlerin misillemesi olduğunu, ne tür şeyler yapacağını aslında hepimiz biliyoruz.

Türkiye'nin miladı bu meselenin bitmesidir.


Paris'te infaz: O tetik çekildi

Ankara-İmralı-Kandil arasında baş döndürücü bir trafik yaşanırken, görüşmelere ilişkin bütün detaylar kamuoyuna yansırken, atılacak yeni adımlar ardı ardına sıralanırken herkes; 'bu işi kim, nasıl sabote edecek' sorusunu sorarken Paris'te üç PKK mensubunun 'infaz' edilmesi nasıl yorumlanır?

Para meselesi mi, örgüt içi hesaplaşma mı, İmralı sürecini sabote etmeye yönelik bir dış istihbarat müdahalesi mi, örgütün şahin kanadının tasfiye operasyonu mu?

Bu kadar kıt bilgiyle büyük sözler sarfetmek doğru olmaz. Ancak hemen herkesin saldırıyı 'infaz' ve 'İmralı sürecini sabote etmeye dönük' olduğunu düşündüğü de ortada.

Pazartesi günü, Hakkari Çukurca'da girişilen ve başarısızlıkla sonuçlanan saldırı süreci sabote etmeye yönelikse, Paris'teki saldırıyı da böyle düşünmek abartılı olmayacaktır. PKK'yı iyi tanıyan çevrelerin ağırlıklı kanaati de, çözüme ayarlı girişimlerin sabote edilmesi hatta Kandil-İmralı çatışması şeklinde.

Saldırıya uğrayan kişilerin kimliği, örgüt içindeki pozisyonları, Öcalan'la yakınlıkları, Avrupa'daki misyonları, saldırının yapılış şekli, şifreli kapının saldırgana açılması, infaz sonrası kapının kilitlenmesi, Fransa İçişleri Bakanı'nın olay mahallini ziyaret etmesi gibi detaylar, kriminal inceleme yapılmadan bile az çok bir kanaat oluşturmaya yetiyor.

'Bu işi kim, kimler, hangi güçler ya da ülkeler sabote edebilir' sorusu giderek daha da anlamlı hale geliyor. Terör meselesinin Türkiye'ye karşı hatta bölgenin dizaynı için sadece yıllardır nasıl etkin bir 'kart'a dönüştürüldüğünü bilen herkes bu sorunun cevabını arıyor?

Sadece PKK'nın şahinleri değil, İsrail'in, İran'ın, Irak'ta Nuri el Maliki yönetiminin, Suriye'nin daha da önemlisi yıllardır bu sorunu çözümsüz hale getirip teröre destek veren Batılı ülkelerin, özellikle Avrupa ülkelerinin süreci sabote etmek için çok şey yapabileceğini biliyoruz.

Örgütün Avrupa için çalışmaları o ülkelerin istihbarat teşkilatlarıyla iç içe. Sadece siyasi desteğe değil, para hareketlerine de özellikle dikkat etmek gerekiyor. PKK'nın yönettiği milyonlarca doların ne kadarı PKK'nın ne kadarı o ülkedeki istihbarat kurumlarının ya da siyasi çevrelerin kara para çarklarından geçiyor?

Olayın geçtiği Fransa'da yaşanan, PKK, Fransız iç politikası ve para trafiğine ilişkin bir örneği burada hatırlatmak gerekiyor:

Tarih 9 Şubat 2007. Fransa'da PKK'ya yönelik kapsamlı bir operasyon yapıldı. 5 Şubat'ta bazıları PKK'nın üst düzey sorumluları olmak üzere 14 kişi gözaltına alındı. Türkiye'de 'Fransa PKK'ya operasyon yapıyor' memnuniyeti ile karşılanan olay aslında para aklama, Fransız istihbaratı ve PKK üzerinden yürütülen bir iç politik hesaplaşmaydı.

Nedim Sever'in Fransız istihbaratıyla ilişkileri her şeyi ortaya koydu. Rıza Altun'un yardımcısı Atilla Balıkçı, Fransız istihbaratıyla bağlantıları olduğunu bizzat soruşturmayı yapan hakime söyledi. Balıkçı, Fransa İçişleri Bakanı ve bu seçimlerin favori Cumhurbaşkanı adayı Sarkozy'nin politika danışmanı Ermeni milliyetçisi Patrick Deveciyan'la bağlantılarını anlattı. Fransız istihbaratı, görüşmeleri doğruladı.

İşin esası şuydu:

Fransa'da seçim vardı ve Nicolas Sarkozy yükseliyordu. Operasyon Sarkozy'yi yıpratmak, gizli ilişkilerini deşifre etmek için bizzat Fransız istihbaratı tarafından tezgahlanmıştı. Politika danışmanı Deveciyan üzerinden Sarkozy hedeflenmişti. Çünkü görüşmeler yapıldığında tarih 2003'tür, Deveciyan o zaman da Sarkozy'nin danışmanıdır.

Sarkozy bunun intikamını fena aldı. İktidara geldikten sonra operasyonda parmağı olan bir çok kişi hakkında soruşturma başlattı.

Paris'teki saldırı, Fransız istihbaratından bağımsız değil. Para hesaplaşmasıysa da bağımsız değil, İmralı görüşmelerini sabote etmeyi amaçlıyorsa da bağımsız değil.

Kimse kimseyi kandırmasın. Örgüt için hesaplaşma diyerek olayı PKK'ya hapsetmemek lazım. İnfazı yapan kişi tespit edilse de bu böyledir. Eğer bu 'İmralı-Kandil kapışması' ise, bunun bir başka okunuşu da Fransa-Türkiye kapışmasıdır. Ya da saldırının arkasında hangi Avrupa ülkesi varsa. Fransız hükümeti, üzerinde bu şaibenin kalmaması için saldırıyı mutlaka aydınlatmak zorundadır.

PKK kartını devreden çıkarmak bu bölgenin güç haritasını değiştirecektir. Fransa da, en az İsrail kadar, Almanya kadar bu harita değişikliğini hazmetmeyecektir. Bu başkentleri ikna etmek, Kandil'i ikna etmekten zordur.

Bir önceki yazıda 'Sabotajcıların elleri tetikte' demiştik. Görünüyor ki, o tetik çekildi. Devamında neler geleceğine bakalım…

Türkiye'nin çözümü, Fransa'nın savaşı..

Oyun kurucu ya da oyun bozucu olmanın bedeli vardır. Rol dayatılan ülke iken, sorunların da çözümlerin de başkalarının elinde iken, aynı topraklarda yaşadığın insanlarla başkalarının diliyle konuşuyor iken başka ülke olursun, bunlara hayır dediğinde bambaşka ülke olursun.

Oyunda varsanız diğer oyun kurucuların bütün ayak oyunlarıyla yüzleşmek, mücadele etmek ve üstesinden gelmek zorundasınız.

'Hayır' dediğinizde, 'bu işi artık ben yapmak istiyorum' dediğinizde, kendi ülkemde kendi sorunlarımla kendim yüzleşmek, 'kendi barış dilimi kullanmak istiyorum' dediğinizde ya yeni bir oyun kurulur ya da eskinin oyun kurucuları size hiç tahmin etmediğin alanlarda yıkımlar getirir, sizi yeniden ehlileştirmeye girişir.

Bu bir kavgadır, yarıştır, rekabettir, çatışmadır, hesaplaşmadır. Hesaplar yeniden yapılır, çözüm adresli çatışma senaryoları gelir, suikastler gelir, sabotajlar gelir.

Şehirlerde bombalar patlar, umulmadık kişilere saldırı girişimleri olur. Paris'te, Moskova'da, Tahran'da veya bir başka başkent ya da şehirde, birbirinden bağımsızmış gibi görünen ölümler gelir.

Toplumsal dalgalanmalar başlar, çözülmeye yüz tutan meselelerin yerine yenileri ikame edilir, bir başka toplumsal zaaf alanı keşfedilir.

Bir süredir izlediğimiz ve 'barış' adıyla öne çıkan, Türkiye'nin en hassas, uluslararası nitelikli meselesinin çözümüne yönelik süreçte herkes çok dikkatli davranıyor. Dün Diyarbakır'da bu dikkati ve sağduyuyu gördük.

Çünkü süreci sabote eden ihale kimin üzerine kalırsa, o kaybetmiş olacaktır. Kimse, bunu göze almıyor, böyle bedeli ödemek istemiyor.

Bölgesel ya da küresel meseleler ile iç meseleler arasında ciddi nitelik farkı yok. Oyun aynı kartlarla oynanır, çözüm için aynı yöntemler kullanılır, çatışma alanları da benzeşir.

Aktörler değişir, oyun çok sertleşir, hesaplaşmanın travması çok daha büyük olur. Sadece daha büyük ölçekli gerilimler, restleşmeler izleriz.

Fransa'nın Mali'ye müdahalesini izliyoruz. Bir çok Avrupa ülkesinin destek verdiği, Paris yönetiminin her zamanki aceleci tavrıyla rol kaptığı bu müdahale, Orta Afrika'da sonu gelmez krizlerin, iç çatışmaların öncü adımları olabilir.

'Terörle mücadele', 'İslamcı tehlike' kavramları artık uluslararası düzeyde kitlesel ikna edici argüman değil. Dübedüz emperyal bir müdahale var önümüzde.

Ekonomik krizle sarsılanların yeryüzünün kaynaklarını talan etmeye dönük paylaşım mücadelesi var. Yerel grupların karşısında kocaman bir Avrupa koalisyonu var. Bu koalisyon, Afrika'da neyin paylaşımını yapıyor?

Bölgeyi yeniden dizayn etmenin, ülkelere yeniden ayar vermenin, bunu yaparak kaynakları denetim altında tutmanın hesabını.. Artık kimseye 'tehdit' paranoyası yutturacak halde değiller. Bu söylemler üzerinden örtülü ve açık operasyon pazarlama dönemi çoktan kapandı.

Bir süre sonra başka ülkelerin de Mali'deki gibi iç çatışmalara sürükleneceğini, çatışmaların etnik ya da dini kimlikler üzerinden servis edileceğini göreceğiz. Bölgemizdeki etnik çatışmalarla Orta Afrika'daki etnik çatışmaların birbirinden çok da farkı yok. Hepsinin arkasında daha büyük bir başka proje, bölgesel nitelikli ekonomik ya da siyasi hesaplar var.

Orta Afrika'da, kukla yönetimler hangi ülkede zayıflarsa o ülkeye müdahaleler olacaktır. Tıpkı Ortadoğu'da olduğu gibi. Dahası, müdahaleye direnenler belki de bir süre sonra kendi aralarında çatışacaktır. Tıpkı bu bölgede ve Güney Asya'da olduğu gibi.

Krizler de tanıdık, taraflar da yöntemler de.. Çok tuhaf ama sahtekarca yürütülen çözüm arayışları da tanıdık.

Bu yüzden, nerede olursa olsun, kendi çözüm yöntemimizi, çözüm dilimizi, ayrışmalara karşı ortaklık projelerimizi, kendi gelecek hesaplarımızı kendimiz geliştiremiyorsak hep kaybedeceğiz. Asla ortaya bir çözüm çıkmayacak. Belki sadece kriz nitelik değiştirecek, başkalaşacak.

İşte Türkiye, kendi sorunlarıyla yüzleştiği, içtenlikle çözüme yöneldiği, meseleyi sorunun taraflarına indirgediği oranda başarılı olacaktır. Avrupa, Amerika ya da bir başka güç ne kadar dışarıda tutulursa çözüm o kadar yakındır.

Eğer böyle yapıyorsanız, şaşırtıcı saldırıları göze almanız, asıl bunların üstesinden gelmeniz gerekiyor. Eğer bugünlerde izlediğimiz umut daha da güçlenecekse, dört bir taraftan saldırı gelecek demektir. Bu saldırılar çok iyi analiz edilmeli, eskinin oyun kurucularının önleri kesilmeli.

Türkiye, kendi iç sorununa kendi çözümünü üretebiliyorsa, Mali'deki Fransız müdahalesine de bir sözü olmalı. Oyun kurmak ya da oyun bozmak böyle bir şey.


Paris'teki infaz ve para trafiği..

Paris'te, PKK mensubu üç kişinin infaz edilmesi, yoğun olarak Lübnan'da, genel olarak Ortadoğu'da gördüğümüz suikast örneklerine çok benziyor.
Örgüt içi hesaplaşma mı? Bölgesel güç çatışmalarının bir yansıması mı? Yoksa, pek de üzerinde durmadığımız para trafiğini yönetenlerin idam kararının infazı mı?
Bir özet yapalım:
PKK'ya silah bıraktırma çabaları, yakından izlediğimiz heyecan uyandıran MİT-PKK görüşmeleri, Kandil-İmralı pazarlıkları sadece Türkiye'nin iç bütünlüğüyle, acının dindirilmesiyle sınırlı bir çaba değil.
Kuzey Irak merkezli yeni bir bölgesel planlama çalışması var. Enerji paylaşımı öncelikli ama Irak'ın siyasi haritası üzerinde derin etkiler uyandıracak yeni bir durum var ortada.
Bağdat-Erbil arasındaki ayrışma, Kürtler ile Sünni Araplar arasındaki yakınlaşmayı teşvik ediyor. Gariptir; aynı ayrışma ve yakınlaşma Türkiye'nin bölgesel duruşunu da birebir etkiliyor. Türkiye; Kürtler ve Sünni Araplar ile yakınlaşırken Bağdat'tan uzaklaşıyor.
Ankara'nın K. Irak'la yakınlaşması, Batı basınında bölgenin güç haritasını değiştirecek ölçüde önemli görülüyor. Sadece siyasi değil, enerji merkezli bir yakınlaşma bu.
İşte bu süreç; Suriye'deki krizin geleceğini de düşünenlere göre, Irak'ı üç parçaya bölebilecek sonuç doğuracak. Bu bölünme ve yeni ittifaklar oluşturma çalışmaları, PKK'nın Türkiye ve K. Irak'ta etkin güç olmasının, oyun bozucu olmasının önüne geçilmesini zorunlu kılıyor. Özellikle Avrupalı ülkelerin, PKK kartı üzerinden K. Irak merkezli yeni hareketliliğe müdahil olmaları, Türkiye'nin bölge dışına itilmesiyle sonuçlanacak.
Eğer bu okuma doğruysa, Türkiye-K. Irak yakınlaşacaksa PKK'nın silah bırakması iki tarafın da çıkarına olacaktır. İmralı ile başlatılan son görüşmelerin arkasındaki iki gerekçeden birinin bu olduğunu düşünüyorum.
Böyle bir dönemde bir Avrupa başkentinde, çok iyi korunan ve izlenen bir binada üç PKK'lının kafalarına kurşun sıkılarak ortadan kaldırılmasında, sürecin önüne geçmek isteyen bütün tarafların şaibe altında olduğu bir gerçek.
Bazen basit suikastlerin arkasında çok ilginç bağlantılar, suikastlerden çok daha büyük çıkarlar gizlenir.
11 Eylül saldırılarından üç gün önce, 9 Eylül'de Ahmet Şah Mesud öldürülmesiydi, ABD'nin Afganistan işgali gerçekleşmeyecekti. Abartı gibi görünebilir ama o suikastin bu açıdan yeniden yorumlanmasına ciddi ihtiyaç var.
Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri 14 Şubat 2005'te Beyrut'ta öldürülmeseydi bugün Ortadoğu'daki kriz alanları bu şekilde olmayacaktı, Suriye meselesi bu boyuta gelmeyecekti.
Aynı şekilde, Pakistan'da Benazir Butto öldürülmeseydi, bugün Pakistan iç savaşı ve Afganistan'daki krizin seyri önemli ölçüde farklı olacaktı.
Bu üç büyük suikastte, onlarla bağlantılı yan suikastlerde ortadan kaldırılan insanların kişiliklerinin dışında, bölgesel etkileri üzerinde ciddi biçimde durmak lazım.
Suikastleri ve paranın izini takip etmek insana çok şey öğretir. En karmaşık sorunlar, bu iki alanda bulacağınız küçücük ipucunu takip etmekle çözülebilir.
Paris'teki infazı elbette Butto, Hariri ya da Şah Mesut Suikastiyle aynı büyüklükte ve önemde görmüyorum. Bu üç olay ülkeleri ve bölgeleri etkileyecek güçteydi. Ama hangi ölçekte olursa olsun, her suikastin, böylesine gizemli, karmaşık infazın, ölenlerin kişiliğinin çok ötesinde anlamları vardır.
Üç PKK mensubunun öldürülmesiyle ilgili ikinci derecede önemli tartışma konusu para meselesi. Sakine Cansız'ın PKK'nın trafiğindeki, kara para operasyonlarındaki rolü bu sonucu doğurmuş olabilir mi?
Hariri suikastinin aslında para kavgası olduğuna dair çok güçlü iddialar var. Ortadoğu'da yıllık üç trilyon dolarlık kayıt dışı para dolaşıyor. Bu trafiği kimler yönetiyor ve kimler buradan pay alıyor?
İddianın temelinde Hariri'nin bu trafiğin merkezinde olduğu ve bu yüzden öldürüldüğü tezi var. Ne gariptir ki, Fransa'nın da adı bu trafikte ve Hariri ile ilişkilerde öne çıkıyor. Lübnan eski Başbakanı'nın öldürülmeden önce para ödediği son kişinin Jacques Chirac olduğu iddiasına ne demeli?
Fransa PKK'nın para operasyonlarının her zaman merkezinde olmuştur. Paris'teki infaz, para meselesi ise, bu para PKK'nın bile olsa kimler tarafından nasıl yönetildiğine bakmak lazım.
Uyuşturucu trafiği ve para trafiği, hiçbir zaman devletlerin, istihbarat teşkilatlarının koruması olmadan yürütülemez. Kimin parası olursa olsun.
Afganistan'dan New York'a ulaşan dünyanın en büyük uyuşturucu koridorunu kimler yönetiyor sizce? Ve bu hat için ne savaşlar, ne bölgesel planlamalar, ne suikastler yapılıyor?
Büyük Ortadoğu Suikastleri adını verdiğim ve hakkında çokça yazdığım cinayetlerin hiç birisi aydınlatılmadı. Bir çoğunun üstü örtüldü.
Eğer bir cinayet çözülemezse, üstü örtülürse, bilin ki arkasında kişiler ya da örgütler değil, güçler ve devletler vardır. Ve o cinayet kesinlikle sadece bir kişinin ortadan kaldırılması amacıyla yapılmamıştır…
O harita bize neyi anlatıyor?

Şöyle tespitler yapsam:

PKK'ya silah bıraktırmaya yönelik yoğun çabalar, girişimler, sadece terörü sona erdirme amacı taşımıyor.

Suriye'deki iç çatışmanın tek sebebi, demokrasi ve özgürlük arayışı değil.

Fransa'nın Mali'de öncülük ettiği askeri müdahale, oradaki İslamcı grupların başkenti ele geçirecek güce ulaşmasını önlemeyi amaçlamıyor.

Monarşi ile yönetilen Ortadoğu rejimlerine yönelen özgürlük talepleri, birçok ülkede özgürlük arayışına destek veren devletler tarafından engelleniyor.

Kaynaklara yönelik paylaşım savaşı çok yakın gelecekte yeni devletlerin sahneye çıkmasıyla sonuçlanacak.

Hep ayrışma, bölme ve çatışma olarak gördüğümüz bu süreç, bazı ulusların birleşmesine de yol açabilecek. Bu bölgelerde bir çok devletçik ortaya çıkacak. Ama aynı zamanda çokuluslu yeni güçler de ortaya çıkacak.

Rusya'nın ve Avrupa Birliği ülkelerinin Suriye'deki krize müdahil olmamaları, buna karşın Mali'deki askeri müdahaleye tam destek vermeleri; bütün bu bölgelerde olup bitenlerde insani gerekçelerin sonuca pek de etkili olmadığını, ülkeleri harekete geçiren gerekçe olmadığını gösteriyor.

Liste uzayabilir.. Daha birçok tespit sıralanabilir.. Bu tespitler bazılarına provoke edici gelebilir.. Yukarıdaki her olayın tek gerekçesi yok. Mesela Suriye'deki durumun insani, siyasi ve bölgesel bir çok sebebi var. Ancak gördüğümüz, baktığımız, durduğumuz yer tek doğru değil. Dolayısıyla biraz daha karmaşık, biraz daha gündelik olanın ötesine bakmakta fayda var.

Öteden beri dillendirdiğim, üzerine yazılar yazdığım bir Orta Kuşak teorim var. Yeryüzünün ana ekseni üzerindeki gelişmelere genellikle bu tez üzerinden bakıyorum. Çoğu zaman da ulaştığım tespitler, bu yüzden doğru çıkıyor.

Atlantik'ten Pasifik Okyanusu'na uzanan bir kuşaktan söz ediyorum. Müslüman olan, zengin kaynaklar barındıran, küresel sisteme muhalif bir dil geliştiren, çok dinamik nüfus hareketliliklerine sahip bir kuşak burası. Tarihi tersine çevirecek, tarihin akışını değiştirebilecek bir güç barındırıyor.

Geçtiğimiz günlerde Yeni Şafak gazetesinin dış haberler sayfasında bir harita yayınlandı. Kızıldeniz'den Atlas Okyanusu'na uzanan, Orta Afrika'da bir kuşağı işaret ediyordu. İnanıyorum bu haritada yer alan bütün ülkeler, bir süre sonra, ya iç savaşa sürüklenecek ya da işgallere maruz kalacak. Tıpkı Ortadoğu'daki çatışmalar kuşağı gibi. Tıpkı Güney Asya'daki krizler kuşağı gibi.

Aslında haritada gösterilen Orta Kuşak'ın Afrika bölümüydü. Yeryüzünün fay hattı olarak gösterilen, 20. yüzyılda büyük çatışmalara sahne olan, Doğu-Batı bloklarının sınır hatlarını oluşturan, 21. yüzyılda daha büyük çatışmalarla sarsılan bu kuşakta yeni sürprizler yaşanacak. 21. yüzyıl tarihi büyük oranda bu kuşakta yaşananlardan oluşacak.

Önce Ortadoğu'da, sonra Güney Asya'da, şimdi Orta Afrika'da harita değişiklikleri konuşuluyor. 2007'lerde, Ortadoğu'da yaşananlara benzer şekilde Güney Asya ve Orta Afrika'da da cepheler açılacağını tartıştığımızı hatırlıyorum. İnanıyorum bu yüzyılın sonuna kadar fiziki harita değişiklikleri tartışılacak, bazıları da gerçekleşecek.

Mesela Suriye savaşının sonu, PKK meselesinin çözümü, Türkiye-Kuzey Irak yakınlaşmasının seyri, Ortadoğu monarşilerini vuracak iktidar değişimleri, Sudan'dan sonra Mali ve Somali'deki gelişmelerin sonrası harita değişikliklerine tanık olabiliriz.

Bunları ciddi ciddi tartışmak, soğukkanlılıkla değerlendirmek, günlük değil beş-on yıl sonrasına yönelik tartışmalar yapmak gerekiyor.

Sadece Rusya'nın Suriye meselesinde neden bu kadar ısrarla direndiğini, Rusya-İran dayanışmasının sır olmayan nedenini, Batılı ülkelerin neden gözlerini Ortadoğu'dan Orta Afrika'ya kaydırdığını düşünmek bile bu gerçeği anlamaya yetiyor.

Enerji, madenler ve askeri açıdan stratejik bütün bölgeler bir talanla karşı karşıya. Bu bölgeler de, sözünü ettiğim Orta Kuşak'ta yer alıyor. Dolayısıyla bu kuşakta olup bitenler hiçbir zaman anlatıldığı kadar değil.

Bir güçler çatışması yaşanıyor. Küçük ülkelerin kendini koruma arzusu, baskıcı rejimlerin her türlü gayrimeşru pazarlıkları kullanarak ayakta kalma telaşı, bölgesel güçlerin harita değişikliklerinde merkezde yer alma kaygısı, merkez güçlerin ekonomik kriz sonrası yine merkezde kalmak için kaynaklara el koyma girişimleri bu büyük çatışmanın içinde.

Öyleyse Mali'deki askeri müdahale ile Suriye meselesinin, PKK'nın devre dışı bırakılmasıyla Türkiye-Kürtler arasındaki yakınlaşma ve Irak'ın geleceğinin, Rusya'nın Akdeniz'de dev tatbikatlara başlamasıyla İsrail savaş gemilerinin Meis Adası'na kadar gelmesinin, Türkiye-Fransa arasındaki soğuk rüzgarlarla Afrika açılımının birbirinden kopuk tartışılması bizi doğru bilgilere ulaştırmayacaktır.

Ya sokaktan günlük reaksiyonlarla hareket edeceğiz ya da kapsamlı, derin bir perspektifle bir adım sonrasının ne olabileceğini öğreneceğiz.

Ben yarını öğrenmenin daha önemli olduğunu düşünüyorum. Büyük hesaplar küçük sorunlar üzerinden yürütülür..

Tetikçi Ömer Güney 'kurban' olabilir mi?

Paris'te üç PKK'lı kadının infazının tetikçisi olduğu iddiasıyla tutuklanan Ömer Güney'in öldürülen Sakine Cansız'ın koruması olması, cinayet gecesi sabaha kadar kapıda beklemesi, Almanya'da bir misyoner teşkilatında çalışması, Türkiye'ye defalarca gelip gitmesi, renkli kişiliği sorguya muhtaç bağlantıları bana bir başka suikasti hatırlattı.
Geçtiğimiz yıl, yine Fransa'da 32 saatlik kuşatma sonrası öldürülen Muhammed Merah'la Ömer Güney arasında ilginç benzerlikler var.
23 yaşında, Toulouse'un banliyölerinde büyümüş bir otomobil tamircisi olan Cezayir asıllı Merah, 11 Mart'ta bir askeri, dört gün sonra iki askeri öldürdü. Yine dört gün sonra bir Yahudi okuluna saldırıp üç çocukla bir öğretmeni vurdu. Uzun bir takip sonrası Toulouse'daki evi kuşatıldı. Pazarlıklar sonuç vermedi ve pencereden atlayarak öldü.
Ama bilinmezliklerle dolu Merah dosyası, bu ölümden sonra şaşırtıcı bir hal aldı. Camdan atladığı için ölmediği, keskin nişancı tarafından öldürüldüğü ortaya çıktı. Öldürülmeden önceki son konuşmasında 'beni kullandınız' diye bağırıyordu.
Fransız polisi Merah'ın Afganistan ve Pakistan'a gidip kamplarda eğitim gördüğünü, ABD askerleri tarafından gözaltına alınıp Fransa'ya gönderildiğini, El Kaideci olduğunu iddia etti. Daha sonra bu iddiaların da asılsız olduğu ortaya çıktı.
Gerçekten de Merah'ın bu ülkelere gittiği ancak Türkiye dahil başka bir çok ülkeye seyahatler yaptığı ortaya çıktı. El Kaide kampında bulunmadığı da.
Asıl şok bundan sonra geldi. Merah'ın Fransız iç istihbarat servisine çalıştığı ortaya çıktı. Fransız istihbaratının eski patronu Yves Bonnet, onun iç istihbarat teşkilat DCRI'ye para karşılığı muhbirlik yaptığını açıkladı. İddia resmi olarak yalanlandı ama daha sonra ortaya çıkan yeni gelişmeler bu iddiayı oldukça güçlendirdi.
İtalyan basını Merah'ın, Fransız istihbaratının referansıyla İsrail'e gittiğini yazardı. Merah; Türkiye, Lübnan, Suriye, Mısır'a da, büyük ihtimalle Fransız istihbaratının referansıyla seyahatler yapmıştı.
Babası Fransız hükümetine dava açacağını açıkladı.
Merah bilmecesi Nicolas Sarkozy üzerinde düğümleniyordu. İçişleri bakanlığı döneminden Cumhurbaşkanlığı görevi sona erene kadar benzer hemen bütün operasyonların merkezinde yer alan Sarkozy'nin karanlık döneminin bir uzantısıydı Merah trajedisi.
O aslında bir kurbandı. Fransız istihbaratı tarafından kullanılmış, bir çok ülkeye gönderilmiş, sonra da ortadan kaldırılmıştı.
Avrupa'da, istihbarat teşkilatlarının içerideki 'yabancı unsurlara' karşı ya da dışarıda içinde 'İslam' olan operasyonlarda benzeri isimler sıkça kullanılır.
Ömer Güney'le ilgili her gün yenisi ortaya çıkan gelişmeleri takip ederken Merah örneği geldi aklıma. Birbirine çok benziyor.
Merah zavallı bir kurbandı. Cinayet, suç profili olarak kullanıldı ve yok edildi. Merah'ın ortadan kaldırılmasıyla hangi suçların üstünün örtüldüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Ömer Güney de benzer bir rol üslenmiş olabilir mi? O da bir 'kurban' olabilir mi?
Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez'in öldürülmesi hangi suçları, gizli ilişkileri toprağa gömdüyse, Ömer Güney'in suçlanması, daha doğrusu bütün suçun Ömer Güney üzerinde yoğunlaşması bir başka kamuflaj olabilir.
Bu suikastte 'devlet eli' mutlak. Ama öldürülenler ya da suçlananlar üzerinden nelerin gözlendiğini bilemiyoruz. Sarkozy dönemi ilişkilerine, özellikle danışmanı Patrick Deveciyan üzerinden PKK ve istihbarat bağlantılarına dikkat çekiyorum.
Bu yüzden Muhammed Merah suikastine bir kez daha bakmayı öneriyorum. O da bir 'kurban' olabilir…




Hiç yorum yok: