3 Ocak 2013 Perşembe

İttihatçılar kaçtı; Kürtçüler cemiyet kurdu -İngilizler, işgalin başını çekiyordu -İttihatçı kurmayların âkıbeti-İşgale karşı fikrî mücadele -Mağrur Allenby, kin ve intikam peşinde -Savaş sonrası için tasarlanan Wilson Prensipleri-Doğudan batıya işgal hareketleri -İşgale karşı direniş mitingleri -M.Latif Salihoğlu

İttihatçılar kaçtı; Kürtçüler cemiyet kurdu

İttihatçıların son kongresi

İttihat ve Terakki Fırkası, son kongresini yapmak üzere 1 Kasım 1918'de İstanbul'da toplandı. 
Jön Türkler'in asker ağırlıklı kanadı olan İttihat–Terakki, 18 Ekim 1908'de yaptığı kongrenin ardından "cemiyet" olmaktan çıkarak partileştiğini ilân etmişti. 
Bu tarihten itibaren tam 10 yıl müddetle devleti idare etmeye koyulan ve ülkenin mukadderatında en tesirli role sahip olan İttihat ve Terakki'nin son kongresi ise, 1 Kasım 1918 günü başladı. Kongre 3–4 gün kadar devam etti. 
Gariptir ki, kongrenin başladığı hemen ertesi günü, bu partinin tepe noktasını teşkil eden "üç paşalar", bir Alman denizaltı ile ülkeyi terk ettiler. 
Kongrenin ardından, parti kendi kendini feshetme kararı aldı. Bu kararı etkileyen en önemli sebep, Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşında mağlubiyete uğramasıydı. Bir diğer sebep ise, İttihatçı hükümetin on yıl müddetle ülkeyi tam bir dikta ile yönetmesiydi. 
Kongre sonrası parti kapandı, yöneticileri dağıldı; ancak, yine de bir bakiyesi vardı. Geriye kalanlar, 9 Kasım günü Teceddüt Fırkası isimli bir parti kurdu. Ne var ki, bu parti herhangi bir varlık gösteremedi.  
İttihat ve Terakki, siyasî parti olarak kapanmasına rağmen, İttihatçılık geleneği Cumhuriyet (1923) ve Demokrasi (1945) devirlerini de kapsayacak şekilde tâ günümüze kadar süregeldi. 
Eylül 1923'te kurulan CHP'nin aktif üyelerinin çoğu eski İttihatçı olduğu gibi, tek parti sultasının ve iki–üç kez yapılan askerî darbenin arkasında da, yine bu "komitacı İttihatçı" geleneği vardı. 
Gücü gittikçe zayıflayan bu anlayışın sahipleri, fırsat bulduklarında yine kanlı ihtilâllere teşebbüs edeceğinden şüphe hiç edilmesin.
Zira, bunlar gayet iyi biliyorlar ki, bu asil millet kendi hür iradesiyle onları asla tek başına iktidara getirmez ve getirmemiş.

Kars'ta Millî İslâm Şûrâsı

Millî Mücadelenin ilk şanlı direniş hareketlerinden birisi burada sergilenmişti.
Mondros Mütarekesinden hemen sonra, yani 5 Kasım 1918'de "Kars Millî İslâm Şûrâsı Merkez–i Umumisi" teşkil edildi. Bu Şûrânın şubeleri ise, başta Ardahan olmak üzere yakın merkezlerde de hızla teşekkül ettirildi.
(Bu şûrânın hukuk müşavirliğini, Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyin can dostu, meşhur hürriyet hatibi Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey yaptı.)
Yaklaşık altı ay müddetle bu bölgeyi Rus, Ermeni, Gürcü ve İngiliz işgalcilerine korumaya çalışan Kars Millî İslâm Şûrâsı, Nisan 1919'dan itibaren dayanılmaz derecede sıkıntılı günler geçirmeye başladı.
Devlet ve hükûmet merkezinden buraya hiçbir yardım yapılamıyordu.
Etraf, bütünüyle işgalci güçler tarafından kuşatılmış durumdaydı.
Şark Cephesine (15. Kolordu) gönderilen Kâzım Karabekir, 19 Nisan 1919'da Trabzon'a ancak ulaşabildi.
(30 Nisan'da Erzurum'a doğru hareket ediliyor. Uzun süren çalışmaların ardından, işgalcilere karşı taarruz harekâtı başlatılıyor.)
13 Nisan 1919'da Kars ve çevresinin idaresini ele geçirdiğini duyuran İngiliz işgal kuvvetleri, Millî İslâm Şûrâsı merkezine baskın düzenleyerek 12 kişiyi tutuklattı.
Tutuklananlar önce Batum'a, ardından Malta Adasına sürgün edildiler.
Ardından, Müslüman nüfusa yönelik katliâmlar başladı.
Sahipsiz, çaresiz ve imkânsız duruma düşen Kars çevresindeki Müslümanlar, 19 Nisan'da başlayan Ermeni istilâsına da teslim olmak durumunda kaldı.
Ermeniler, hem Ruslar'dan cesaret, hem de İngilizlerden kuvvet alarak, her tarafta katliâma giriştiler.
Bu arada, Hıristiyan Gürcüler de, aynı yöntemlerle Ardahan ve Posof'u ele geçirerek, onlar da savunmasız ve perişan durumda kalan Müslüman halka kan kusturmaya başladılar.
Böylelikle Kars, Ardahan ve çevresinde aylarca sürecek olan kanlı işgal süreci başlamış oldu.
Bölgenin işgali, Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Millî Kuvvetlerin 30 Ekim 1920 tarihinde gerçekleştirdiği püskürtme harekâtına kadar devam etti.
Ayyıldızlı bayrak, Kars Kalesine Besmele–i Şerife ile o gün yeniden çekildi.

Kürt Teâli, işgal esnasında kuruldu

İngiliz öncülüğündeki işgal kuvvetlerinin donanması, Mondros Mütarekesinin (30 Ekim 1918) ardından, İstanbul'a doğru harekete geçti. 
İki hafta sonra, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan kuvvetlerine bağlı 61 parçalık donanma, İstanbul limanına demir atarak karaya asker çıkardı. 
İstanbul'un kademeli şeklindeki işgali, bu sûretle başlamış oldu. 
"Güvenliği sağlama" gerekçesiyle gelen işgalcilerden destek alan siyasî ve ideololojik ayrılıkçı hareketlere de, böylelikle gün doğmuş görünüyordu. 
İşte, o ayrılıkçı hareketlerden biri de, Kürt (Kürdistan) Teâli Cemiyetiydi. 
Bu cemiyet için, uzun bir yılı aşan hazırlık devresinden sonra, nihayet 17 Aralık 1918'de resmî kuruluş başvurusunda bulunuldu. 
Bu başvurunun kabul görmemesi söz konusu değildi. Zira, İşgal Yüksek Komiserliğinin her kesim ve her kademe üzerinde bâriz şekilde baskısı vardı. 
Üstelik, bu baskı sadece İstanbul ve hükûmet merkezi ile de sınırlı değildi. 
Meselâ, Kürt Teâli Cemiyetinin resmî olarak kurulduğu aynı gün (17 Aralık), Ermenilerin de aralarında bulunduğu 1500 kişilik Fransız kuvveti Mersin'e çıkarma yaparak Anadolu'yu (Tarsus, Adana, Ceyhan, Toprakkale, Pozantı...) işgale başladı. 
Yine aynı gün içinde, Hintli sömürge askerlerinin bulunduğu İngiliz kuvvetleri de Mersin'e bir başka cepheden girdiler ve oradan Anteb'e doğru harekete geçtiler. 
İşgal kuvvetlerinin bu hareketinden cesaret alan Ermeni komitacılar ise, yurdun çeşitli yerlerinde taşkınlıklarda bulundular. 
İşte, böyle bir zaman ve zeminde kurulan Kürt Teâli Cemiyetinin, İşgal Yüksek Komiserliğinden bağımsız şekilde hareket etmesi mümkün görünmüyor. 
O zamanlar, sadece Kürt Teâli değil, yine işgal dönemi İstanbul'unda kurulan İslâm Teâli Cemiyeti de, İngilizlerin inisiyatifi dahilinde hareket ediyordu. Yani, şu "Teâli" tâbiri, bir çeşit İngiliz patenti olup, o dönemde kitleleri aldatmaktan başka bir anlam taşımıyordu.

İngilizler, işgalin başını çekiyordu 


Adana Cephesinde Kilikya Komutanlığı 

Tarih 1918'in son aylarını gösterdiğinde, Türkiye'de olağanüstü gelişmeler yaşanmaya başladı.
Meselâ, 21 Aralık 1918'de birbirinden önemli şu üç büyük hadise yaşandı: 
Birincisi: Akdeniz'den karaya asker çıkaran Fransızlar, Adana şehrini çevresiyle birlikte fiilen işgale başladı. 
İkincisi: Padişah Sultan Vahdeddin, III. dönem parlamentoyu (Meclis–i Mebusanı) feshetti. Haliyle Meclis dağıldı. 
Üçüncüsü: Adana, Maraş, Antep, Tarsus ve çevresi, yani işgal edilen ve Kilikya diye isimlendirilen bölgenin asıl sahibi olan vatanperver kimseler, hukuklarını müdafaa için İstanbul'da Kilikyalılar Cemiyetini kurdular. 
İşgal hareketleri: Anadolu'nun dört bir yanındaki işgal hareketleri, Mondros Antlaşmasının (30 Ekim 1918) aleyhimizdeki maddelerine dayanılarak başlatıldı. 
İzmir, Çanakkale, İstanbul ve Kars'ta olduğu gibi, Urfa ve Adana çevresinde de çetin kuşatma ve işgal manevraları sürüp gidiyordu... Bu dehşet verici saldırılar karşısında, İstanbul'daki hükümetin suskun, hatta teslimiyetçi bir sessizlik içinde bulunmasına mukabil, esarete boyun eğmeyen Müslüman halkımız, şanlı bir direniş harekâtını başlattı. 
İşte, bu şanlı direnişlerden biri de, Adana ve çevresinde, yani Kilikya bölgesinde cereyan ediyordu. 
Özetle: Fransız kuvvetleri 11 Aralık 1918'de takviyeli bir piyade alayı ile Dörtyol'u işgal etti. 17 Aralık 1918'de Mersin ve Antep, 19 Aralık'ta Tarsus işgale uğradı. 21 Aralık 1918'e kadar ise, Adana ve Osmaniye sancakları büyük çapta işgal edildi. 
Fransız albay Romien, 9 Ocak 1919'da Genel Vali sıfatıyla Adana Hükümet Konağına yerleşti. Ona verilen resmî mühürde ise "Ermenistan İdarî Servisi" diye yazıyordu. 
Bu da gösteriyor ki, Fransızlar Ermenilerle birlikte hareket ediyor ve bu bölgeyi onlarla paylaşmaya çalışıyordu. 
Bütün bu gelişmelerin ardından, 22 Şubat 1919'da Maraş, 8 Mart 1919'da Kozan ve 24 Mart 1919'da da (İngilizler tarafından) Urfa işgal edildi.

Vatanperverlerin direnişi

Müslüman Anadolu halkı, peşpeşe yaşanan bu işgallere elbette ki seyirci kalamazdı, kalmadı da. 
İstanbul merkezli Kilikyalılar Cemiyeti ile müşterek bir mücadele harekâtını başlatan Adana ve çevresindeki millî kuvvetler (Adana Müdafaa–i Hukuk Cemiyeti), şehir merkezinden köylere ve hatta kırlık alanlara varıncaya kadar, hemen her yerde işgalcilerle amansız bir mücadelenin içine girdi. 
Millî kuvvetler, yeterli silâh desteğine sahip olmamasına rağmen, ümitsizliğe düşmeyerek, canla başla mücadele etti. 
19 Aralık 1918'de Dörtyol civarındaki Karakese Köyünde Fransız kuvvetlerine karşı silâhlı çatışmaya giren köylü milisler, düşmanı geri püskürtmeyi başardı. 
Bu arada, Fransız işgali de Adana cephesinde, kuzeye doğru genişleme istidadı gösteriyordu: İşgal hareketi, Pozantı, Ceyhan, Kozan, Osmaniye bölgelerini de içerisine almıştı. İşgali tâkiben, Fransız tarafından, kendilerine boyun eğmeyen mahallî ve mülkî idare âmirleri de görevden alınmış, yerlerine ise Fransız ve Ermeni idareciler atanmıştı. 
1919 sonlarında Adana Cephesi Kuvâ–yı Milliye Komutanlığına atanan binbaşı Kemal Bey, Fransızlara karşı yapılan mücadeleyi şiddetlendirdi. Bu esnada, Pozantı'daki bir Fransız taburu 28 Mayıs 1920'de esir edildi. Ayrıca, Fransız komutan Menile'nin de Toroslarda esir alınması, Fransızları şaşkına çevirdi. 
Bu gelişmeler üzerine, Fransızlar 20 günlük ateşkes antlaşması istediler. 28 Mayıs 1920'de bu antlaşma imzalandı. 
Antlaşma süresinin bitiminde ise, Adana'nın çeşitli noktalarında kanlı çatışmalar yaşandı. Fransız idaresi, 4 Temmuz 1920'de şehirde sıkıyönetim ilân etti. 
Nihaî zafer: Millî Kuvvetlerin olağanüstü derecedeki gayreti, kesintisiz devam ediyordu. Bu esnada, bölgede kurulması kararlaştırılan Kilikya Kuvây–ı Milliye Komutanlığının emrinde mücadele etmek üzere, binlerce asker kaydolundu. Komutanlığa topçu binbaşı Kemal Bey, yardımcılığına ise piyade yüzbaşı Osman Bey atandı. (Umum Kuvây–ı Milliye Komutanlığında bulunan şahıs, Ali Fuat Cebesoy idi.)
Kemal Beye "Kozanoğlu Doğan Bey", Osman Beye de "Aydınoğlu Tufan Bey" diye takma isimler verilerek, bu mücadelenin kritik süreci boyunca asıl isimleri gizli tutulmaya çalışıldı. 
Neticede kesin bir zafer kazanıldı ve Ermenilerle birlikte işgal kuvvetleri de Kilikya bölgesini terk edip gitti.

İngilizler'in Samsun çıkarması

Mondros Antlaşmasının (30 Ekim 1918) lastikli maddelerine dayanan sömürge ve işgalden sabıkalı durumdaki devletlerin kuvvetleri, ateşkesin daha ilk günlerinden itibaren Musul'un yanı sıra Anadolu topraklarını da fiilen işgal etmeye başladılar.
İşgalci kuvvetlerin başını İngilizler çekiyordu. Onları Fransız ve İtalyanlar takip ediyordu. Son olarak Yunanlılar da harekete geçip yurdumuzu istilâya başlayınca, Dünya Harbinden henüz çıkan milletimiz için yeni bir ölüm–kalım süreci başlamış oldu.
Daha evvelden İstanbul'u ablukaya alan ve Ocak ayı başından itibaren Güney illerimize asker çıkarıp topraklarımızı işgale koyulan İngiliz askerleri, 9 Mart'ta da Samsun'a asker çıkardı.
İngilizler, yurdumuzu hem batıdan, hem güneyden, hem de kuzey ve doğudan çepeçevre kıskaca almak sûretiyle topyekûn bir işgal ve istilâ planına uygun şekilde hareket ediyordu.
İşte, tam bu sırada, İstanbul'dan uzaklaştırılmak istenen Kâzım Karabekir'in tayini, merkezi Erzurum'da bulunan 15. Kolordu Komutanlığına çıkartıldı.
19 Nisan 1919'da Trabzon'a ayak basan Karabekir Paşa, esasen bölgeye yabancı biri değildi. Daha evvel de buralarda başarılı hizmetlerde bulunmuş bir komutandı.
Karabekir, derhal harekete geçti ve yine Vilâyât–ı Şarkiye Müdafaa–i Hukuk–u Milliye Cemiyetine bağlı Erzurum şubesinin kurulmasını teşvik etti.
Keza, Trabzon'dan başlamak üzere, bugünkü Doğu ve Güneydoğu Bölgelerini de içine alan bu geniş coğrafyanın temsilcilerinin 6 Mart 1919'da Erzurum'da toplanmasını sağladı.
İşte, İngilizlerin Samsun'a asker çıkararak bölgeyi işgale başlaması ve yine aynı günlerde Paris'te Kürt–Ermeni ittifakının gündeme getirilmesi üzerine, ilk tepkiyi bu millî cemiyetimiz ortaya koydu.
Erzurum Müdafaa–i Hukuk Cemiyeti, 9 Mart 1919 tarihli bir beyannâme neşretti. O beyannâmenin hülâsası şudur: "Bu toprakların hakiki sahiplerinin kim olduğunu, memleketin her tarafında bulunan camiler, minareler, kümbetler gibi dinî ve millî âbideler açık bir lisânla gösteriyor."

NOT: Aynı tarihli gelişmeler üzerine, İstanbul'da bulunan Üstad Bediüzzaman da 4 Mart 1920 tarihli Sebilürreşad mecmuasında "Kürdler ve İslâmiyet" başlıklı bir makale neşrederek, Paris Konferansıyla alevlendirilmek istenen "Kürt–Ermeni İttifakı" başlıklı fitne ateşini söndürmeye çalıştı.

İttihatçı kurmayların âkıbeti


Kendi içinde bir koalisyon gibi

Mondros Antlaşması (30 Ekim 1918), Osmanlı hükûmetinin yenilgiyi kabullenmesi anlamına geliyordu. 
Mağlubiyetle neticelenen bu savaşın (I. Dünya Harbi) sorumlusu olarak da, İttihat–Terakki Fırkasının üst düzey kademesi görülüyordu. 
"Hatalar, günahlar başa verilir" kaidesince, onlar da bu realiteyi kabul etmiş olmalı ki, İttihatçı liderler olarak bilinen Enver, Talat ve Cemal Paşalar, 2 Kasım (1918) gecesi bir Alman denizaltısıyla gizlice yurdu terk ettiler. 
Ardından, İttihatçıların tevkifine başlandı. Kaçan liderler için de, bulundukları yerde yakalanıp mahkemeye sevk edilmesi emri çıkartıldı. (Eski Sadrâzam Said Halim Paşa ise, İstanbul'un işgalinden sonra Malta'ya sürülmüş, oradan da İtalya'ya geçmişti.) 
Ne var ki, gidenlerin, kaçanların hiçbiri yakalanamadığı gibi, yurda bir daha dön(e)mediler.  Meselâ:
1) Talat Paşa, Berlin'de bir Ermeni terörist tarafından, vurularak öldürüldü. (15 Mart 1921) 
2) Said Halim, Roma'da bir Ermeni terörist tarafından vurularak katledildi. (7 Aralık 1921) 
3) Cemal Paşa, Türkiye'ye dönme hazırlıkları içindeyken, Tiflis'te iki Ermeni komitacı tarafından vurularak öldürüldü. (21 Temmuz 1922) 
4) Enver Paşa, Buhara taraflarında Bolşevik Ruslarla Müslüman Türkler arasında yaşanan bir çatışma esnasında, Rus bombardımanı altında şehit düştü. (4 Ağustos 1922) 
Görüldüğü gibi, yurt dışına kaçan İttihatçı liderler, gittikten sonra birlikte hareket etmediler, bir arada hiç bulunmadılar. 
Demek ki, onları da ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor. Zira, birbirinden farklılık arz eden yönleri var. 
Görüntü itibariyle de, bir cemiyet etrafında ittihat etmiş tuhaf bir koalisyonun mensupları gibiydi, İttihatçılar.

İttihatçılar, kendi kurdukları mahkemede

Osmanlı'nın son döneminde kurulan Divân–ı Harb–i Örfî (Sıkıyönetim Mahkemesinin 10 yıl arayla (1909–19) değişen karakteristik yapısı, "etme–bulma dünyası" bakımından da son derece çarpıcı bir misâl olarak tarihe geçti.
27 Nisan 1909'da Sultan Abdülhamid'i deviren ve Meşrûtiyetin canına okuyarak muhaliflerini Divân–ı Harb–i Örfî'de yargılatan İttihatçılar, kaderin garip tecellisi olarak, kendileri de tam tamına on yıl sonra aynı Divân–ı Harb–i Örfî'de yargılanmak durumunda kaldı.
28 Nisan 1919'da İstanbul'da fiilen çalışmaya başlayan mahkeme, savaş suçlusu (I. Dünya) olarak addedilen asker–sivil İttihatçıları yargılamaya başladı.
Bu günlerde, İstanbul işgal altındaydı. Sadrâzamlık makamında ise, İngiliz yanlısı Damat Ferit Paşa vardı.
Divân–ı Harb–i Örfî'de ilk duruşmaların yapıldığı günlerde, mahkemenin başkanlığını Nâzım Paşa yapmaktaydı. Ancak, daha sonra mahkemenin başkanı değişti. Nazım Paşanın yerine "Nemrut Paşa" lâkabıyla bilinen Kürt Mustafa Paşa getirildi. 
Basit gibi görünen bu görev değişikliği bile, Ferit Paşanın serfuru ettiği işgalci İngiliz Yüksek Komiserliği tarafından dayatılmıştı. Nitekim, aynı işgalcilerin baskısı altında hareket eden mahkemenin kararıyla, 8 Nisan günü Boğazlıyan Kaymakamı M. Kemâl Bey, Bayezid Meydanında asılarak idam edildi.
Ona isnat edilen suç şuydu: "Ermeni tehciri'ndeki menfî tutum."
* * *
Yine işgalcilerin dayatması sonucu, tevkiflere daha evvel başlanmıştı.
Tevkif edilenler arasında eski Sadrazam Said Halim Paşa, eski Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, Fethi (Okyar) Bey, Ziya Gökalp, Abbas Halim Paşa, Ahmed Emin (Yalman) gibi isimler de vardı. 
İttihatçıların ileri gelenleri (Talat, Cemal, Enver...) ise, aylar öncesinden yurdu terk ettikleri için, gıyâben tevkif edildiler.
Dikkat edilmesi gereken bir nokta da şudur: Sadece İttihatçı diye bilinenler değil, işgale karşı, ya da "İngilizlere muhalif" diye bilinen hemen herkes tevkif ediliyordu.
Nisan ayı sonlarına doğru mahkemeye çıkarılmak üzere yakalananların sayısı 250'nin üzerine çıktı. Bunların arasında, meselâ Kars İslâm Şûrasının hamiyet sahibi 11 üyesi de vardı. 
Yakalananların bir kısmı idamla yargılanıyordu ki, 15 Mayıs'ta İzmir'in Yunan kuvvetleri tarafından işgal edilmesi, mahkemenin de seyrini değiştirdi.
İdam yerine, yakalananların çoğu İngiliz idaresindeki Malta Adasına sürgün olarak gönderilerek, doğacak tepkiler bir ölçüde hafifletilmeye çalışıldı.

Malta sürgünleri

İstanbul'da tutuklu bulunan İttihat–Terakki mensubu yaklaşık 70 kişilik bir grup, Malta adasına gönderildi. (28 Mayıs 1919) 
İtalya'nın güneyinde yer alan ve bugün küçük bir ada ülkesi olan Malta, o tarihlerde bir İngiliz sömürgesi durumundaydı. 
İngilizler, İstanbul'u işgal ettikten sonra, kendilerine muhalif gördükleri mevki ve kabiliyet sahibi hemen herkesi fişleyerek takibe aldılar. Bir kısmını da "kukla hükümet"in marifetiyle tutuklama cihetine gittiler. 
Tutuklananların ekseriyetini İngiliz muhalifi ve "savaş suçlusu" olarak addedilen eski İttihatçılar teşkil ediyordu.
Ancak, en az İttihatçıların toplamı kadar başka fikirden kimseler de vardı, tutuklananlar arasında. 
Böylelikle, Malta sürgünlerinin sayısı çoğaldı ve yekûnu 150'ye vasıl oldu.

Esirler takas edildi

1919'un 28 Mayıs'ında başlayan tutuklama ve sürgünler, 1920'nin Kasım ayı sonlarına kadar devam etti. Sürgünlerin serbest bırakılmasına ise, ancak 23 Ekim 1921'de başlanabildi. 
Aslında, Malta sürgünlerini bu tarihte serbest bırakmaya da İngilizlerin niyeti yoktu. Ancak, Anadolu'yu işgal etmekle meşgul bazı askerlerinin de Millî Kuvvetler tarafından esir edilmesi, İngilizleri hiç istemedikleri bir noktaya getirmiş oldu. 
Ankara hükümetiyle bir anlaşma/uzlaşma eğilimine giren İngiltere, 23 Ekim 1921 tarihi itibariyle elindeki sürgünleri Anadolu'daki esirlerle takas etmeye razı oldu.
Takas işlemi, aylarca devam etti. Malta'ya sürgün edilen meşhûr İttihatçılardan bazılarının isim ve ünvanları şöyle:
Ali Fethi Okyar: Mebus, Eski Dahiliye Nazırı; M. Kemal'in yakın adamlarından. 
İsmail Canbulat: Eski Dahiliye Nazırı; 1926'da İzmir Sûikasti bahanesiyle yargılanarak idam edildi. 
M. Şükrü Bleda: Burdur mebusu, İttihat–Terakki Genel Sekreteri. 
Şükrü Kaya: Mülkiye Müfettişi; Cumhuriyet döneminde İçişleri Bakanı. 
Said Halim Paşa: Eski Sadrâzam; Türkiye'ye dönmeyenlerden. 
Ziya Gökalp: Ergani mebusu, üniversite hocası; M. Kemal'in "fikrimin atası" dediği Kürt asıllı Türkçü. 
Kara Vasıf: Karakol Cemiyeti kurucusu.
* * * 
Maltaya sürgün edilen meşhûr olmuş diğer bazı isimler ise şunlar: 
Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi: Şeyhülislâm; eski başbakanlardan Suat Hayri Ürgüplü'nün babası.
Ahmet Ağaoğlu: Afyonkarahisar mebusu, Darülfünûn hocası, yazar. 
Rauf Orbay: Mondros Mütarekesini imzalayan eski Bahriye Nazırı, Sivas mebusu; bilâhare (1923) Başbakan ve 1924'te TCF'nin kurucularından.
Cevat Çobanlı: Komutan; Çanakkale ve İstiklâl Harbi kahramanlarından. 
Süleyman Nazif: Eski Musul ve Bağdat valisi, şair–yazar; İstanbul'un işgali üzerine kaleme alınan ve gizlice basılan "Kara bir gün" başlıklı makalenin yazarı.


İşgale karşı fikrî mücadele

Meskûn mahalde, silâh patlatılmaz

Mondros Mütarekesi'nin (30 Ekim 1918) imzalanmasıyla birlikte, Osmanlı Devletinin düşman kuvvetler karşısında hem mağlubiyeti, hem de teslimiyeti resmen tescil edilmiş oluyordu. 
Bu fecî durum, Bediüzzaman Hazretlerini son derece müteellim ve müteessir ediyordu. Onun bu halini görüp soranlara ise, gelişmeleri ve âkıbeti hayra yoran şu hikmetli izâhat ile cevap veriyordu: "Ben kendi elemlerime tahammül ettim. Fakat, ehl–i İslâmın eleminden gelen teellümât beni ezdi. Âlem–i İslâma indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim... Fakat bir ışık görüyorum ki, o (ışık) elemlerimi unutturacak, inşaallah." (Tarihçe–i Hayat, s: 123.) 
Limni Adasının Mondros Limanı'nda imzalanan antlaşma maddelerinin ne anlama geldiğini çok iyi kavrayan Üstad Bediüzzaman, yakında başlayacak olan bir sinsi istilâ hareketine karşı takınılması gereken stratejik tavrı derhal belirler ve Hutûvât–ı Sitte isimli eserini yazmaya koyulur.
Gizlice basılıp dağıtılan bu eser, esasında işgalci kuvvetlerin bütün dessas propagandalarını kırarak plânlarını tarûmar eder. Bir bakıma, onların kendilerini halka, ulemâya, hükümet ve bürokrasiye kabul ettirme gayretlerini boşa çıkartır. 
İşte, İstanbul'u hedef alan işgal kuvvetlerine bağlı harp gemilerinin tam da Çanakkale Boğazı'ndan girerek Milli Kuvvetlerle çatışmaya girdiği günlerde neşredilen bu kitap, aynı zamanda Millî Mücadele hareketi lehinde yayınlanmış "ilk eser" ünvanına sahip olur. 
Evet, Eşref Edib'in gayretleriyle Sebilürreşâd matbaasında gizlice basılan ve yine gizlice dağıtılan bu eser, muhtemelen Kasım ayının daha ilk günlerinde neşredilmiş. Zira, bu kitabın yayınlanmasıyla ilgili olarak, Çanakkale'de yaşanan bir muharebeden söz ediliyor ki, bu şu demektir: Antlaşma gereği, işgal kuvvetlerine bağlı harp gemileri boğazdan geçiş yaparak İstanbul limanlarına gidecek ve ateşkes süresi boyunca genel asayişi sağlayacak; herhangi bir askerî müdahaleyi bastırmaya çalışacak... 
İşte, sözde bu maksatla Çanakkale Boğazına yüklenen işgal gemileri, henüz teslim olmayan Osmanlı istihkâm birlikleri ile onlara destek veren Millî Mücadele milislerinin mukavemetiyle karşılaşır. Ne var ki, bu dehşetli istilâya o esnada güç yetirilemez ve gemiler boğazdan geçerek İstanbul'a doğru yol alır. 
Hem bu acı ve fecî hadiseye işaret eden, hem de devamındaki gelişmelere ışık tutan Tarihçe–i Hayat isimli eserde yer alan ifadelerin bir kısmı şöyle: "Bediüzzaman Hutûvât–ı Sitte'yi neşrettiği zaman, Çanakkale'de muharebe oluyordu... İstanbul'un işgalini müteakip, İngiliz başkumandanına bu eser gösterilir ve Bediüzzaman'ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. O cebbar kumandan, îdam kararıyla vücudunu ortadan kaldırmak istedi ise de; fakat, kendisine Bediüzzaman îdam edilirse bütün Şarkî Anadolu İngiliz'e ebediyen adavet edeceği ve aşîretler her ne pahasına olursa olsun isyan edecekleri söylenmesi üzerine, birşey yapamaz." (Age. s. 128) 
İstanbul'a giren İngiliz yönetimindeki işgal kuvvetleri, çevirdikleri plân ve desîselerle, şeyhüislâm dahil bir kısım ulema ve medrese hocalarını bile lehlerine çevirmeye çalışır. Tâ ki, burada tutunabilsin ve işgali daimî hale getirebilsin. 
Onların hesabına göre, İstanbul'u ele geçirmeleri halinde, Anadolu da dize gelecek ve ülke bütünüyle işgal edilebilecekti. 
İşte, bu dehşetli plânı bozanların başında Üstad Bediüzzaman'ın geldiğini görmekteyiz. Zira, yapmış olduğu ilmî/fikrî çalışma ile, işgalcilerin İstanbul'da tutunacak bir taban bulmasını engellemiş, hatta onlara karşı şiddetli bir nefret ve husumet dalgasının uyanmasına sebebiyet vermiştir. 
Bu, hiç silâh kullanmadan ve tek bir mermi dahi atmadan işgale karşı yapılan yeni bir mücadele tarzıydı. Zaman geçtikçe, yerleşik alanda sürdürülen bu mücadele metodunun ne kadar haklı ve isabetli olduğu daha iyi anlaşılır hale geldi. 
Evet, silâhlı mücadele cephede ve sınır hattında yapılır. Sivil yerleşim sahasında ise, fiilden ziyade fikir mücadelesi geçerli. Ki, Üstad Bediüzzaman da bunu yapmış: Kafkas Cephesinde silâhla vuruşurken, işgal altındaki İstanbul'da ise kitapla vuruşma metodunu benimsemiş.

Tehlikenin büyüğü İstanbul'daydı

Millî Mücadele hareketi zafere, başarıya ulaşıncaya kadar İstanbul'da kalarak mücadelesini sürdürmek isteyen Bediüzzaman Said Nursî, büyük takdir gördüğü Millet Meclisi tarafından da Ankara'ya dâvet edilir. 
Fakat o, bu dâvete hemen icabet etmez. Cevap olarak da şu izahatta bulunur: "Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu'dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum." (Tarihçe–i Hayat, s. 124) 
Said Nursî, işte bu gerekçeyle 1922 yılı sonlarına, yani zafere ulaşılıp Lozan görüşmeleri başlayıncaya kadar İstanbul'da kalır; sonra Ankara'ya gider. (Bkz: 9 Kasım 1922 tarihli Zabıt Ceridesi/Meclis Tutanağı.) 
Durum gerçekten de öyle midir? Yani, İstanbul'daki tehlike Anadolu'daki tehlikeden daha mı büyüktü? 
Evet ve hiç tereddütsüz öyleydi. Ne var ki, bu açık ve yalın gerçeği yine de kavramakta zorlananlar olabilir. Onun için, bazı ayrıntılara girerek yaşanan vahameti açıklamakta fayda var. 
* * * 
Şu önemli hususu hemen ifade edelim ki, İstiklâl Harbi müddetince Anadolu'ya sevk edilen bilumum silâh ve mühimmatın kaynağı İstanbul'dur. 
Asırlardan beridir, Osmanlı'nın hemen bütün silâh ve mühimmatı İstanbul'da imal edildiği gibi, en büyük silâh depoları ve cephanelikler de İstanbul'daydı. 
İşte, harp san'atını gayet iyi bilen bu milletini isimsiz kahramanları, işgal altındaki İstanbul'da bulunan bütün bu cephanelikleri gizlice boşaltarak Anadolu'daki Kuva–yı Millîye birliklerine ulaştırmaya çalışmışlardır. Bir kısmı karayoluyla giden bu mühimmatın ağırlıklı kısmı ise, İnebolu Limanı üzerinden deniz yoluyla sevk edilmiştir. 
İstanbul'un bu yardımı olmasaydı, Anadolu'da kim nasıl, ne ile ve nereye kadar harp edecekti? Bu noktayı iyi düşünmek lazım.
* * * 
Öte yandan, İstanbul'u işgal eden kuvvet, hiç tereddütsüz Anadolu'yu işgale girişen kuvvetlerden çok daha büyük, üstün ve etkili bir durumdaydı. Zira, Anadolu'nun muhtelif bölgelerine musallat olan İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan kuvvetleri arasında koordineli bir işbirliği yoktu. Birbirinden kopuk ve bağımsız şekilde hareket ediyorlardı. Her biri kendisi için çalışıyordu. Bu da onların kuvvetini zayıflatıyordu. 
Bununla beraber, Anadolu'daki mücadele, daha ziyade cephe savaşı şeklindeydi. Dolayısıyla, mukavemet kolaydı. 
İstanbul'da ise, durum çok da vahimdi. Zira, bütün işgalci devletlerin kuvvetleri ittifak etmiş ve İngiliz öncülüğünde bir Yüksek Komiserlik birimi kurmuşlardı. 
Ayrıca, daha ilk etapta sayısı yetmişi bulan harp gemileri ile İstanbul Boğazı dahil hemen bütün limanlar işgal edilmiş, karaya silâhlı birlikler çıkarılarak şehirin bütün kontrol noktaları ele geçirilmişti. 
Zalimane işgal ve baskı bir yana, İngilizler, ayrıca basın–yayın yoluyla da telkinlerde bulunarak kendini halka, âlimlere, entelektüel tabakaya ve hükümet erkânına kabul ettirmeye çalışıyordu. 
Padişah, Sadrâzam ve Şeyhülislâm başta olmak üzere, üst yönetimin tamamı İngilizlere–istemeyerek de olsa–boyun eğmiş ve adeta işgalcilerden habersiz hiçbir iş yapamaz hale gelmişlerdi. Hatta öyle ki, Samsun'a gidecek olan Bandırma Vapuru'yla seyahat edecek muvazzaf paşaların listesi dahi, işgalci İngilizler'e onaylatıldıktan sonra nihaî şeklini almıştır. 
* * * 
Önemli bir başka nokta da şudur: Kuva–yı Millîyi birliklerinin Anadolu'da çarpıştığı işgalci güçler, İstanbul'a nazaran az ve zayıf durumdaydılar. Üstelik, coğrafî şartları yeterince bilmediklerinden, ürkek davranıyorlardı. Mukabele gördüklerinde, derhal geri çekilme ihtiyacını duymaktaydılar. Yunan askerleri hariç, diğerlerinin tamamı çabuk püskürtüldü. 
Batı Anadolu'dan harekete geçen Yunan kuvvetlerine mukabil, İstanbul'da ise, Yunanistan'ı beşe katlayan İngiliz ve müttefik işgal kuvvetleri vardı. Bunlar, şayet İstanbul'u işgal ile burada tutunabilselerdi, hiç şüphesiz Anadolu'ya da el atacak ve ortaya çok daha dehşet verici bir manzara çıkacaktı. 
İşte, büyük işgal ittifakının hem silâh, hem de yayın ve propaganda yoluyla ele geçirmeye çalıştığı İstanbul'u daha tehlikeli bulan Bediüzzaman Said Nursî, hayatını tehlikeye atarak burada mücadele etti. Yaptığı bu mücadele ile, hem işgalcilerin planlarını bozdu, hem de İstanbul'da taban bulmalarını imkânsız hale getirdi. 
Bediüzzaman'ın bu olağanüstü hizmetini takdir eden Ankara hükümeti, ısrarlı dâvetlerle onu Ankara'ya celp etmek istiyordu. Said Nursî ise, tehlike bütünüyle bertaraf olduktan sonra İstanbul'dan ayrılarak Ankara'ya gitti.

Mağrur Allenby, kin ve intikam peşinde
Menfî cereyanlarla ilgisi yok

Birinci Dünya Savaşının sonu ile İstiklâl Harbinin başlangıcını teşkil eden 1918 ile 1919 yılları, yakın tarihimizin en az bilinen ve bazı hadiseleri hemen hiç bilinmeyen safhalarından birini teşkil ediyor.
Resmî tarih anlayışı, kronolojik olarak da M. Kemal'in "Nutuk" isimli hatıratına endeksli olduğu ve bu sebeple 19 Mayıs 1919'dan önceki süreyi umursamadığı için, sonra gelen nesiller kendi tarihinden mahrûm şekilde yetiştiler.
Meselâ, bugün insanlarımızın acaba yüzde kaçı, işgalci İngiliz kuvvetlerinin mağrur kumandanı General Allenby'in Kudüs, Şam, Halep, İstanbul ve Kahire'de yaptıklarını biliyor?
Bugün acaba kaç kişi, bu gaddar kumandan ile Suriye–Filistin Cephesindeki Yıldırım Ordularına (4., 7., ve 8. Orduları) kumanda eden Mustafa Kemal arasındaki münasebetin asıl mahiyetini biliyor?
Keza, bugün kaç insanımız Suriye'deki "Nablus Hezimeti"nin içyüzünü biliyor?
Ne yazık ki, cevabı kitleler tarafından bilinmeyen daha yığınla sorular var...
Biz de burada kendi imkân ve kabiliyetimiz ölçüsünde, tarihimizin, bilhassa yakın tarihimizin bilinmesi gereken, ancak pek bilinmeyen hakikatlerine projektör tutmaya çalışıyoruz.

General Allenby, İstanbul'da

M. Kemal yönetimindeki Filistin–Suriye Cephesini "yıldırım" hızıyla çökerten İngiliz general Allenby, 7 Şubat 1919'da İstanbul'a geldi.
"İşgal Orduları Kumandanı" sıfatıyla İstanbul'a gelir gelmez, ayağının tozuyla Osmanlı Hükûmetine nota verdi, ardı ardına muhtıralar verdi: "Şunu şöyle yapın; bunu böyle yapmayın!" diyerekten...
Bu işgalcinin İstanbul'daki marifetleri bununla da sınırlı değil.
Ne aciptir ki, General Allenby'in SadrâzamTevfik Paşaya yaptığı telkinlerden birinin M. Kemal Paşa ile ilgili olduğuna dair kuvvetli rivâyetler var.
Bir tanesi Halide Edib'e (Adıvar) de dayandırılan bu rivâyetlere göre, Tevfik Paşa ile görüşen Allenby, Mondros Mütarekesi şartlarının yerine getirilmesi için, M. Kemal Paşanın özel yetkilerle donatılarak, "asayiş ve düzeni sağlamak" üzere Anadolu'ya gönderilmesini teklif ediyor.
Daha çok yabancı kaynakların bildirdiğine göre (İngiliz savaş belgeleri), M. Kemal ile Allenby, 1918 yılı sonlarında Filistin–Suriye Cephesinde görüşüp tanışmışlar. Aralarında çatışıyormuş gibi görünmelerine rağmen, Allenby'in M. Kemal'i takdir ettiği ve ona güvendiği için, onun Anadolu'ya özel yetkiyle gönderilmesini istiyor.
Zaten, netice de öyle oluyor. Zira, İngilizlerin onay vermeyeceği kalabalık bir subay heyetinin Bandırma Vapuruyla işgal altındaki İstanbul Boğazı'ndan geçmesi imkân ve ihtimâl dışıdır.

Fatih'ten intikam  alıyor

Kudüs dahil Filistin topraklarını işgal eden General Allenby, 11 Aralık (1918) günü Şam'a gelip "Kudüs Fatihi" Selahaddin–i Eyyübî'nin türbesine gidiyor ve ayağıyla mezarına basarak şunları söylüyor: "Kalk Selahaddin. Bak, biz yine geldik!"
İşte, bu mağrur kumandan, aynı edâ ile İstanbul'a gelip bu kez Sultan Fatih'e nispet yaparcasına, at üzerinde şehri turlayarak, işgal rüzgârıyla "Hey Fatih! Bak, biz yine geldik" havasını estiriyor.
Sultan Fatih'e, Sultan Selahaddin'e bu derece kin kusan, Filistin topraklarını Yahudilere peşkeş eden bu gaddar generalin, bir Osmanlı paşasına duyduğu yakın ilgi ve itimadın sırrı bir türlü anlaşılamadı gitti.

İsrail'de Allenby sevgisi

İstanbul'dan Kahire'ye giden işgal kuvvetleri komutanı General Allenby, Osmanlı'dan kopan Müslüman ülke ve toplulukların tekrar geri dönmemesi, yani Türklerle bir daha ittifaka girmemesi için, bölgede var gücüyle çalışmaya koyuldu.
Bölgede yaptığı ilk icraatlerden biri, Arap kökenli kabile reislerini Türklere ve Osmanlılara karşı İngiliz saflarına almak oldu. Arapların bir kısmını Osmanlıya düşman etti.
İkinci büyük icraati ise, Filistin topraklarını tedricî bir sûrette Yahudilere açmak oldu.
Evet, 1917'den itibaren işgal edilmeye başlanan Filistin toprakları, bir daha Filistinlilere iade edilmedi.
Bu mukaddes beldelerdeki işgal, istilâ ve Yahudilere peşkeş faaliyetine Birinci Dünya Savaşı esnasında başlandı ve kademeli şekilde demografik değişikliğe gidilerek, İkinci Dünya Savaşı sonrasına gelindiğinde, bu toprakların üzerinde bir Yahudi devletinin kurulmasını sağlamak için, gerekli bütün tedbirler alındı ve tamamlandı.
İşte, 1948'de kurulan İsrail devletinin temel harcını atan General Allenby ismi, bugün de İsrail'de en çok sevilen bir İngiliz subayıdır.
Nitekim, İsrail'deki önemli bazı noktalara onun ismi verildi.
Meselâ, Tel Aviv'deki bir ana caddenin ismi "Allenby Street"tir. 
Keza, İsrail ile Ürdün arasındaki Şeria Nehri üzerinde geçiş noktasını teşkil eden köprünün ismi "Allenby Köprüsü"dür. 
Bu ve benzeri işaretlerden de anlaşılıyor ki, General Allenby, İsrail'de ve bilhassa Yahudiler arasında çokça sevilen bir isim.
Anlaşılmayan nokta ise, bu İngiliz generalinin Yahudilere duyduğu sevgi ve yakınlığın sırrı...
..............................................
(Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bkz: "General Allenby'nin Hatıratı", Yrd. Doç. Faruk Yılmaz; Kitap Yurdu, 2003, ISBN:9758736183)

KISACA Meclis–i Mebusan'ın feshi
Sultan Mehmed Vahdeddin, savaş mağlûbiyetinin hâsıl ettiği moralsizlik ve işgal kuvvetlerinin de artan baskıları neticesi, Meclis–i Mebusan'ı feshetti. 
Bu, Sultan Vahdeddin'in Meclis hakkında yapmış olduğu ilk fesih kararıydı. 
Nitekim, 11 Nisan 1920'de de aynı durum tekrarlanmış oldu. 
Yine aynı padişahın fermanıyla, ancak işgalci İngiliz kuvvetlerinin dayatması sonucu, son Osmanlı Meclis–i Mebusanı da feshedilmiş oldu. 
İlk Meclis feshiyle, aslında işgalcilere bir nevî cesaret vermiş ve onlara Osmanlı idaresine müdahale etme kapısını aralamıştı. 
Sultan Vahdeddin, bu uygulamayı kerhen ve istemeyerek yapmış olsa bile, netice itibariyle bunun yanlış olduğu aşikârdır. 
Zira, işgal güçlerinin hoşuna gidecek, onların elini güçlendirecek ve en mühimi de sultanı yalnızlaştıracak bir politikaydı, bu. 
Taviz tavizi çeker kaidesince, ne yazık ki Meclislerin feshedilmesi, daha büyük tavizlerin koparılmasını netice verdi. 
Bu sebeple de, İstanbul ve Anadolu'nun birçok merkezi yaklaşık dört yıl müddetle kanlı işgal ve istilâ vak'asına şahit oldu.


Savaş sonrası için tasarlanan Wilson Prensipleri

Birinci Dünya Savaşının dördüncü yılında (1918), savaşa katılan hemen bütün devletler yorgun ve bitap düşmüştü. Bu halsizliğe paralel olarak, savaşın içindeki milletlerde de, savaştan nefret ve barışa hasret yönünde gelişen duyguları kabardıkça kabarmıştı.
İşte, tam bu esnada, savaşa sonradan katılan Amerika Birleşik Devletleri tarafından ortaya yeni bir formül atıldı. 14 maddeden müteşekkil bu formülün adı "Wilson Prensipleri"ydi: Maddelerin özünde ise, milletlerin huzuru, barışı ve ülkelerin bağımsızlığı vurgulanıyordu.
8 Ocak 1918 günü, bu prensipler ABD Başkanı W. Wilson tarafından asıl maksadını taşıyan bir mesajla birlikte Amerikan Kongresine gönderildi.
Maddeler, kongrede tek tek okundu ve genel kabul gördü. Ancak, yine de bazı hususlar eksik veya yetersiz bulundu.
Bunun üzerine, Başkan Wilson 11 Şubat'ta prensipler manzumesini 27 maddeye çıkartarak, buna nihaî bir şekil verdi.
Aynı gün yaptığı açıklamada "Devletlerin yeni topraklar alamayacakları; savaş tazminatı ve cezaî tazminat alınamayacağı; milletlerin kendi geleceklerini kendi iradeleriyle ortaya koyması" yönündeki prensip ve görüşlerine açıklık kazandırmış oldu.
İşte, tarihe geçen o prensiplerin bir özeti:
1– Barış antlaşmaları açık ve şeffaf biçimde yapılmalı, gizlilik terk edilmeli.
2– Karasuları dışındaki denizlerde dolaşım, savaşta ve barışta hür olmalı.
3– Milletler arasındaki iktisadî engeller kaldırılmalı, serbest ticarete izin verilmeli.
4– Milletler, iç güvenliği sağlamaya yetecek miktarın dışında silâhlanmaya gitmemeli. Bunun için garantiler verilmeli.
5– Bağımsızlık yolu açılmalı ve sömürge topraklarında yaşayan halklara kendi kaderini belirleme hakkı verilmeli.
6– Rusya topraklarındaki yabancı birlikler ayrılmalı ve devletlerin de yardımı ile Rusya'ya kendi gelişimini sağlama imkânı verilmelidir.
7– Almanya, işgal ettiği Belçika topraklarını boşaltmalı ve burada savaş öncesi durum yeniden tesis edilmeli.
8– Almanya, işgal ettiği Fransız topraklarını derhal boşaltmalı.
9– İtalya'nın sınırları millî esaslara uygun olarak yeniden düzenlenmeli.
10– Avusturya–Macaristan İmparatorluğu halklarına kendi kaderini tayin hakkı sağlanmalı.
11– Romanya, Sırbistan ve Karadağ toprakları boşaltılmalı ve Sırbistan'a denize açılma imkânı verilmeli.
12– Osmanlı İmparatorluğunun Türk olan kısmına istiklâl hakkı tanınmalı. Çanakkale Boğazı, bütün milletlerin ticaret gemilerine açık olmalı ve bu husus garanti altına alınmalı.
13– Bağımsız bir Polonya kurulmalı ve Baltık Denizine açılmalı.
14– Büyük–küçük, bütün devletlere siyasî bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini karşılıklı olarak garanti altına alma imkânını sağlamak maksadıyla, milletlerarası bir teşkilât kurulmalı. (Bu son madde, BM'nin teşkiline giden yolu açmaya yöneliktir.)

Prensiplerin etkileri

Savaşa katılan devletler arasında barış görüşmelerinin başlamasını tetikleyen Wilson Prensipleri, etkisini ilk etapta Avrupa devletleri arasında gösterdi.
Almanya, Fransa ve İngiltere arasındaki barış görüşmelerinde, bu prensiplerin çok büyük rol oynadığını kabul etmek gerek.
Osmanlı Devleti ise, Wilson Prensiplerine ilk başta sıcak bakmadı.
Ancak, 1918 yılı sonlarına doğru hem yalnız, hem de çaresiz kaldığını görerek, bizzat kendisi harekete geçerek bu prensipler çerçevesinde hasımlarıyla bir barış görüşmesi talebinde bulundu.
İşte, 30 Ekim 1918'de yapılan Mondros Ateşkes Antlaşması, bu talebin bir neticesi oldu.
Ne var ki, ateşkes antlaşmasının kâğıt üzerindeki şartları gibi, bunların uygulanması safhasında da karşı taraf (İtilâf devletleri) hiçbir kànun–nizam tanımaksızın hareket ettiler ve bildiklerini okumaya devam ettiler.
İstanbul, Musul, İzmir, Trakya ve Anadolu'yu çepeçevre saran işgal hareketleri, özellikle İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlıların, ateşkes antlaşmasından ne anladıklarını açıkça ortaya koyuyordu.

Wilson Prensipleri Cemiyeti

Bu ismi alan cemiyet, 14 Ocak 1919'da İstanbul'da kuruldu.
Cemiyetin nihaî maksadı, Avrupa'dan ziyade Amerika'nın desteğini almak ve geleceğin Türkiye'sini ABD mandacılığı altında adım adım bağımsızlığa doğru götürmek.
Cemiyetin kurucuları arasında ise, şu isimler var: Halide Edip, Celalettin Muhtar, Ali Kemal, Refik Halid, Celal Nuri Bey, Necmeddin Sadık, Cevat Bey, Ahmet Emin (Yalman) ve Yunus Nadi.
Ekseriyeti gazeteci olan bu cemiyetin kurucuları, Başkanı Wilson'a gönderdikleri mektupta özet olarak şunu ifade ettiler: "Türk aydın ve ileri gelenleri 'Türk Wilsoncular Birliği' adını verdikleri bir teşkilât kurdular. Maksatları, dünyada yeni bir devrin müjdecisi olan ABD'nin büyük başkanına müracaat etmek olup, onun başında bulunduğu devletin yakın desteğini sağlamaktır. Arzumuz, nihaî bağımsızlığımızı sınırlayacak bir vâsilik (mandacılık) olmayıp, gelişmemiş ve geri kalmış bir milleti milletler topluluğunda şerefli bir yere yükseltecek bir eğitim faaliyetini (15–25 yıl gibi) ABD'nin destek ve himayesi ile sağlamaktır."

İŞGALCİ Fransız General Luis Franchet
Bir gün evvel (7 Şubat 1919) İstanbul'a gelen işgal kuvvetleri komutanlarından İngiliz general Allenby'den sonra, Fransız General Louis Franchet de geldi.
İstanbul'daki Rum, Ermeni ve Yahudi tebaadan kimseler, General Franchet'i coşkun tezahüratla alkışlayanlar arasında yer aldı.
Osmanlı hükümet merkezinde biraraya gelen yüksek rütbeli ecnebi komutanlar, İstanbul başta olmak üzere, Anadolu'nun tamamını işgal ve bölüşme planları üzerinde görüşmelerde bulundular.
Ne var ki, aralarında kısmî ihtilâflar çıktı. General Franchet'in zaman zaman İngilizlere karşı Osmanlı tarafını tutma eğilimi göstermesi de bu yüzden olsa gerektir.

Hayat mâcerası
1858 doğumlu olan Fransız general Luis Franchet (d'Esperey) I. Dünya Savaşı esnasında, önce Doğu Ordular Grubuna (1916), ardından Kuzey Ordular Grubuna (1917) komuta etti.
1918'de ise, Doğu Müttefik Orduları Başkomutanı olarak, Bulgaristan'a karşı hazırladığı saldırı plânını gerçekleştirerek Tuna boyuna kadar gelip dayandı.
8 Şubat'ta işgal altındaki İstanbul'a gelen Franchet, ayağının tozuyla Sadrâzam Tevfik Paşaya bir ültimatom vererek, bazı Osmanlı aydınlarının ve politikacılarının derhal tutuklanmasını, aksi halde İstanbul'u resmen ve fiilen işgale kalkışacaklarını bildirdi.
Tecrübeli bir devlet adamı olan Tevfik Paşa ise, diplomasi sanatını kullanarak İngilizlerle Fransızların birlikte hareket etmesine mani olmaya çalıştı. İşgal koalisyonunda yer alanlar arasında İngilizler başta geliyordu. Hemen herşey ancak onların tasdikine bağlıydı.
Bunu hazmetmeyen Fransızlar ise, Osmanlı hükümetiyle ipleri daha fazla germekten vazgeçti.
L. Franchet, 6 Nisan 1920'de Cafer Tayyar Paşa ile Edirne'de bir görüşme yaptı. Bu durum, Fransızların İngilizlerle tam bir ittifak içinde olmadıklarını gösterdi.
1921'de mareşallik rütbesine yükseltilen Franchet, Kuzey Afrika Orduları Müfettişliği göreviyle Afrika'ya gönderildi.
1942'de Fransa'da öldüğünde, ülkesi Alman ordularının işgali altındaydı.

Doğudan batıya işgal hareketleri

1918 yılı başında Osmanlı ve müttefikleri karşısında Kafkas Cephesinden geri çekilmek zorunda kalan Rusya, Brest–Litovsk Antlaşması gereği Kars, Artvin ve Batum'u Osmanlı'ya terk etti.
Ne var ki, bölgedeki Ermeni birlikleriyle yaşanan gerginlikler hız kesmeden devam ediyordu.
Nisan ayının ilk haftasından itibaren Kars'ı işgal etmeye başlayan İngiliz kuvvetleri, bu önemli serhat şehrinin idaresini Ermenilere teslim etmek istiyorlardı.
Neticede, İngilizlerden alenî destek ve teşvik gören ve Ruslardan da cesaret alan Ermeniler, 19 Nisan 1919'da Kars ve çevresini işgal ettiler.
İşgalin hemen ardından da Müslüman katliâmını başlattılar.
Oysa, Millî Mücadelenin ilk şanlı direniş hareketlerinden birisi Kars'ta sergilenmişti.
Mondros Mütarekesinden hemen sonra, yani 5 Kasım 1918'de "Kars Millî İslâm Şurâsı Merkez–i Umumisi" teşkil edildi. Bu şurânın şubeleri ise, başta Ardahan olmak üzere yakın merkezlerde sür'atle teşekkül ettirildi.
Yaklaşık altı ay müddetle bu bölgeyi Rus, Ermeni, Gürcü ve İngiliz işgalcilerinden korumaya çalışan Kars Millî İslâm Şurâsı, Nisan 1919'dan itibaren dayanılmaz derecede sıkıntılı günler geçirmeye başladı.
Devlet ve hükûmet merkezinden buraya herhangi bir yardım yapılamıyordu.
Etraf, bütünüyle işgalci güçler tarafından kuşatılmış durumdaydı.
Şark Cephesine (15. Kolordu) gönderilen Kâzım Karabekir, 19 Nisan'da Trabzon'a ancak ulaşabildi. 
(NOT: 30 Nisan'da Erzurum'a doğru hareket ediliyor. Uzun süren çalışmaların ardından, işgalcilere karşı taarruz harekâtı başlatılıyor.)
* * *
13 Nisan 1919'da Kars ve çevresinin idaresini ele geçirdiğini duyuran İngiliz işgal kuvvetleri, Millî İslâm Şurâsı merkezine de ânî bir baskın düzenleyerek 12 kişiyi tutuklattı.
Tutuklananlar önce Batum'a, bilâhare Malta Adasına sürgün edildiler.
Müslüman nüfusa yönelik katliâmlar, işte bu merhaleden sonra daha da hız kazandı.
Sahipsiz, çaresiz ve imkânsız duruma düşen Kars çevresindeki Müslümanlar, 19 Nisan'da başlayan Ermeni istilâsına teslim olmak durumunda kaldı.
Ermeni çeteciler etrafta katliâm yaparlarken, intikam damarları depreşen Hıristiyan Gürcüler de, aynı yöntemlerle Ardahan ve Posof'u ele geçirerek, onlar da savunmasız ve perişan durumda kalan Müslüman halka kan kusturmaya yöneldiler.
Böylelikle Kars, Ardahan ve çevresinde aylarca sürecek olan bir kanlı işgal süreci başlatılmış oldu.
* * *
Bölgenin işgali, Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Millî Kuvvetlerin 30 Ekim 1920 tarihinde gerçekleştirdiği püskürtme harekâtına kadar devam etti.
Yani, Mondros Mütarekesi'nden tam tamına iki yıl sonrasına kadar...
Ayyıldızlı bayrak, Kars Kalesine Besmele–i Şerife ile işte o gün yeniden çekilmiş oldu.
* * *
Kars'ta verilen şanlı mücadele üzerine yazılmış birçok destanımız, o bölgenin ruh halini yansıtan birçok türkümüz var.
Bilvesile, Kâtibî isimli ozana ait bir Kars türküsünü hatırlayalım:

Sana bir nasihatım var
Gel yanıma hele gardaş
Uzaktan arayıp gezme
Gitme elden ele gardaş

Harama sürme elini
Kötüden sakın kendini
Bazen hıfzeyle dilini
Dilden gelir belâ gardaş

Dinle okunan Ferman'ı
Bulasın derdine dermanı
Tersi savurma harmanı
Dane gider yele gardaş

Kâtibî'm geldim cihana
Şükür olsun ol Subhan'a
Halin arzeyle Sultan'a
Mihnet etme kula gardaş

İZMİR Yunan'ın da işgal hevesi depreşti
Birinci Dünya Savaşından mağlûp çıkan Osmanlı Devletine en zayıf olduğu bir zamanda saldıran Yunanistan, 15 Mayıs 1919'da İzmir limanlarına asker çıkardı ve şehri işgal etmeye başladı.
Yunan kuvvetlerinin, bu hareketi kendi başlarına yapmadıkları kesindi.
Arkalarında hem İtalya, hem de İngiltere'nin destek ve himayesi vardı.
1911'de Ege'deki 12 adayı zapt ederek bölgede nüfuz sahibi olan İtalya, elinde tuttuğu adalardaki kuvvet dengesini zaman içinde Rumlara ve Yunanlılara kaydırdı. Tıpkı, İngiltere'nin 1878'den beri Kıbrıs'ta ve 1917'den sonra Filistin'de yaptığı gibi.
* * *
Anadolu'yu işgale hevesli ülkeler, Mondros Ateşkes Antlaşmasından (30 Ekim 1918) sonra bu heveslerini tatbik sahasına koymaya girişti.
Bu cümleden olarak, Yunanistan da İzmir'den başlayarak Anadolu'nun iç kesimlerine doğru işgal ve istilâ harekâtını başlattı.
Yunanistan'ın böyle bir taarruzda bulunmaya aslında ne cesareti vardı, ne de gücü. 
Ne var ki, arkasında İngiltere gibi o günlerin en güçlü bir devleti bulunuyordu.
Zaten, İngiltere'nin kendisi de Osmanlı'nın başkenti İstanbul'u, Doğu'da ise Kars ve çevresini aynı günlerde resmen ve fiilen işgal etme plânını yürürlüğe koymuş durumdaydı.
* * *
İzmir'in işgali 9 Eylül 1922'de son buldu. Millî Kuvvetler, o gün İzmir'e girerek şehri teslim aldı.
Fakat ne yazık ki, düşman kuvvetleri tarafından şehrin birçok bölgesi giderayak yakılmış, yıkılmış bir vaziyette idi.

İşgale karşı direniş mitingleri

Mondros Ateşkes Antlaşmasının ardından Çanakkale Boğazından geçerek İstanbul Limanlarına gelip demirleyen İngilizlerin öncülüğündeki altmış–yetmiş parçalık ecnebi donanması, karaya asker çıkararak önceden sinsice hazırlamış oldukları işgal planlarını adım adım tatbik sahasına koymaya başladılar. Sadece İstanbul'u değil, Anadolu'nun muhtelif bölgelerini de aynı sinsilik içinde yürüttükleri hareketlerle işgale yöneldiler. (Oysa, antlaşmaya göre "Güvenliği sağlama gerekçesi"yle gelmişlerdi.)
Bu hadiseler zinciriyle eşzamanlı olarak gelişen bir diğer hareketlenme ise, Trakya ve Anadolu'da peşpeşe Redd–i İlhak ve Müdafaa–i Hukuk–u Milliye Cemiyetlerinin kurulmasıdır. 
Söz konusu millî cemiyetler, bir yandan millî birliği canlandırmaya çalışır ve bu maksatla neşriyat yaparken, bir yandan da muhtemel cephe savaşlarında bulunmak üzere ciddî hazırlıklara başladı. 
Bu arada, İstanbul ahalisi de boş durmadı. İstanbul'da kurulan işgal ve ilhak karşıtı cemiyetler, Anadolu'daki direniş hareketlerini desteklemeye, onları gizlice silâh ve mühimmatla donatmaya çalışırken, bir yandan da şehirde mukim ahaliyi işgale karşı bilinçlendirmeye yöneldi. 
1919 yılı Mayısında başlayan ve dört kez tekrarlanan meşhûr "Sultanahmet Mitingleri" işte daha evvel yapılan bu alt yapı çalışmasının bir neticesi olarak vücuda geldi.

Mitingler başlıyor

On binlerce İstanbullunun iştirak etmiş olduğu ilk Sultanahmet Mitingi, 23 Mayıs 1919'da gerçekleştirildi. Bu mitingin en büyük muharrik sebeplerinin başında 15 Mayıs günü İzmir'in Yunan kuvvetleri tarafından işgal edilmesiydi. Tâ 9 Eylül 1922'ye kadar sürüp gidecek olan bu işgal hareketi, haliyle İzmir'le sınırlı kalmadı. İzmir ve yakın çevresinin ardından Kütahya, Afyon, Bursa ve Eskişehir gibi Batı Anadolu şehirlerinin hemen tamamına yayılan bu işgal hareketi, 1921 yılı başlarında Ankara sınırına (Polatlı) kadar gelip dayanacak bir vaziyet aldı. Ki, asıl kırılma ve ric'at da bu noktada başladı. 
İşgal hareketi ilerledikçe, İstanbul'daki mitingler de tekrarlandı. Halk pes etmiyor ve direndikçe direniyordu... 
Üç–dört yıl kadar süren İstanbul'un işgali günlerinde yapılan ikinci büyük mitingin tarihi 30 Mayıs 1919. İngiliz yönetimindeki İşgal Yüksek Komiserliği, bütün kuvvetiyle çalışıp aydınları, dindar kimseleri ve halkı yanına çekmek istediği halde, bu maksadını bir türlü hasıl edemedi.
Bir yandan Kürdistan Teali Cemiyeti, İslâm Teali Cemiyeti, İngiliz Muhibban Cemiyeti gibi suret–i haktan görünen cemiyetlerin faaliyetleriyle farklı kesimleri kendi tarafına çekmeye çalıştığı halde, yine de tam muvaffak olamadı ve Sultanahmet'te yapılan protesto mitinglerinin önüne geçemedi. Nitekim, aynı meydanda 10 Ekim 1919 günü yapılan üçüncü büyük mitingle işgal hareketi kınanırken, Anadolu'daki Kuva–yı Milliye hareketi alkışlandı ve muvaffakiyeti için duâlar edildi. 
Peşpeşe gelen ve her defasında daha da kalabalıklaşan Sultanahmet Mitinglerinin en büyüğü–ki, yaklaşık 150 bin kişinin katıldığı tahmin ediliyor–13 Ocak 1920'de gerçekleştirildi. 
İleride İstiklâl Marşını Meclis'te okuyacak olan Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Şair Selim Sırrı (Tarcan), Halide Edip (Adıvar), Dr. Rıza Nur ve M. Emin Yurdakul gibi edip, şair ve hatip şahsiyetlerin iştiraki ve halka hitap etmesiyle, coşkunun had safhaya çıktığı bu son miting, işgalcileri o derece kızdırdı ve gözlerini korkuttu ki, onları yeni bir mitingin yapılmasına tahammül edemez bir hale getirdi. 
Nitekim öyle oldu. Uygulamış oldukları baskının şiddetini yaklaşık iki ay boyunca sürekli arttıran işgalciler, İstanbul'daki mücadelenin kansız ve silâhsız bir şekilde yapılıyor olmasının önüne geçmek ve kitleleri tahrik ederek işgallerini bir katliâma dönüştürmek için bahane aradılar ve sonunda bir karakolumuza gece vakti baskın düzenleyerek birçok askerimizi vurarak şehit ettiler. 
Maksatları, aynı tarzda bir mukavemetin ortaya çıkmasıydı. Ancak yanıldılar. Çünkü, sivil yerleşim bölgesindeki mücadelenin silâhla değil, fikir ve iman kuvvetiyle yapılmasının daha isabetli olacağı düşüncesini önceden fark edemediler. 
Bu yüzden, beklentileri boşa çıktı. Onlara, ne muhibbanların, ne de teâlicilerin bir faydası dokundu. Çünkü, halkın nezdinden ciddi bir taraftar kitlesi bulamadılar. Ortalığı ve kan ve silâhlar bulandırmaya muvaffak olamayınca, yüzlerindeki maske düştü ve 1922'de İstanbul'u terk etmeye mecbur kaldılar. 
İstanbul (kısmen) ve İzmir'in (tamamen) işgaliyle başlayan Sultanahmet Mitingleri, o güne kadar eşine rastlanılmayan coşkun kalabalıklara sahne oldu.
İlk miting, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edilmesinden hemen sonra, 23 Mayıs 1919'da yapıldı. Bunu 30 Mayıs 1919 ve 10 Ekim 1919'da yapılan ikinci ve üçüncü mitingler takip etti. 
Dördüncü ve en büyük miting ise 13 Ocak 1920'de yapıldı. Bu tarihten sonra baskıyı olabildiğince şiddetlendiren İngilizler, 16 Mart'ta Şehzadebaşı Karakolunda işledikleri kanlı cinayetin ardından, posta, telgraf, matbuat, hükümet ve parlamento binası dahil olmak üzere, işgal edilmedik bir tek yer bırakmadılar.
Bu derece ağır şartlar altında miting düzenlemenin de, serbest neşriyat yapmanın da, hatta Meclis'i çalıştırmanın da artık imkânı kalmamıştı.

Hiç yorum yok: