3 Ocak 2013 Perşembe

Bir yiğit adam: Ahmet Kabaklı -Yavuz Bülent Bakiler


Sosyoloji ilminin tespit ettiği bir gerçek var: “Dünyanın neresinde olursa olsun, bir ihtilal veya inkılâp hareketi, kendisiyle birlikte, bir buhran devresi de doğurur. Bu buhran devresi, bazen büyük sarsıntılara da yol açar.”

Ahmet Kabaklı, Cumhuriyet inkılâbımızdan bir yıl sonra, 1924’te Elazığ’da doğdu. Gerçi, Cumhuriyetimizi kuran paşaların hemen hepsini Osmanlı imparatorluğu yetiştirmişti ama nedense, o paşaların çok büyük bir kısmı, Osmanlı’yı sevmemişlerdi. Her fırsatta, onu kötülemişlerdi. Halbuki değerli tarihçimiz Yılmaz Öztuna’nın BÜYÜK TÜRKİYE TARİHİ’nde belirttiği gibi, Osmanlı imparatorluğu, sadece Türk tarihinin değil, dünya tarihinin de en büyük, en muhteşem imparatorluklarından biriydi. 1595 yılında, devletimiz 23 milyon 337 bin 600 km2 üzerinde hükümrandı. Ve Osmanlı, 624 yıllık ömrünün 322 yılını, dünyanın en güçlü, en müreffeh, en medenî... bir devleti olarak geçirmişti... Ama Cumhuriyetimizi kuran paşalarımız, çocuklarımızı, saltanat devrimize hasım olarak yetiştirmek istemişlerdi. İlkokul marşları, sınıflarda bile okutuluyordu:

“Bugün 23 Nisan/Neşe doluyor insan/Kamutay bugün doğdu/Ve saltanatı boğdu!”

Ahmet Kabaklı da, 1930-1935 yıllarında hep o 23 Nisan marşlarını okudu. Fakat ömrünün hiçbir devresinde, saltanat devrimize sövüp-sayanlardan biri olmadı. Tarihimize yumruk sıkmadı. Elbette Cumhuriyet çocuğuydu. Ama Cumhuriyeti sevmek için, padişahlık devrine sövmek gerektiğine inanmadı. 

1932 yılından itibaren, Türkçemizde müthiş bir tasfiye hareketi başladı. Bin yıldan beri kullandığımız, çarıklı köylülerimizden, ipek gömlekli şehirlilerimize kadar herkese öğrettiğimiz, sevdirdiğimiz, sözlü ve yazılı edebiyatımızın her dalında kullandığımız bazı kelimelerimizi “Bunlar Arapça ve farsça asıllıdır” öfkesiyle dilimizden çıkarıp atmak istediler. Türkçemizi, bir imparatorluk dilinden, basit bir kabile dili haline getirmeye çalıştılar. Bu dil katliamını, onun ömrü boyunca sürdürenler de oldu. Ama Kabaklı, Cemil Meriç’in ifadesiyle “Namusumuza el uzatanlarla” kat’iyyen beraber olmadı. Hem 20 bin civarındaki makaleleriyle, hem konferanslarıyla, hem de bütün eserleriyle zengin Türkçemize kol-kanat gerdi.

Birtakım çevreler ve insanlar, Cumhuriyetimizin ilânından sonra, laikliği (din düşmanlığı olarak değil) sadece İslâm düşmanlığı olarak anladılar. 1931 yılında Devlet Matbaasında basılan, 1950 yılına kadar liselerimizde okutulan 4 ciltlik tarih kitaplarında, Kur’anı, Hz. Peygamberin bir eseri imiş gibi gösterdiler. İslâmiyeti bir çöl kanunu olarak görenler, seslerini yükselttiler, Peygamberimizden “Arap oğlu” Kur’an’ı Kerim’den “Arap oğlunun saçmalıkları” diye bahsettiler. Hatta o kadar ileri gittiler ki, devletimizin Başbakanlık-Dışişleri Bakanlığı koltuklarında oturan bazı imansızlar, “Müslüman kaldığımız müddetçe ilerleyemeyeceğimizi, bu bakımdan milletçe Hristiyanlığa geçmemiz gerektiğini” bağıra-bağıra söylemeye başladılar. 

Vakıf eseri olan camilerimizi satıp-savan, şapka inkılâbından sonra Bursa mezarlıklarındaki fesli-sarıklı mezar taşlarımızı kırdıran valilerimiz oldu. Harf inkılâbından sonra, devletimizin şerefi sayılan Osmanlı arşivlerini, Bulgaristan’a vagonlar dolusu satan idarecilerimiz vardı. Ahmet Kabaklı, bütün ömrü boyunca, bu soysuzlukların, bu kültür emperyalizminin karşısında, tam bir alperen ruhuyla mücadele etti. Bu yiğit kişinin, bu kahraman “şeyhülmuharririn”in, bu millî kültür cengâverimizin vefatının 10. yılındayız. Siz de onun mübarek ruhu için bir Fatiha okumaz mısınız?

Hiç yorum yok: