6 Aralık 2012 Perşembe

Yeni bir reform hareketi: Tanzimat-Mısır ve Boğazlar Meselesi -22 yıllık hadisât ve icraatın dökümü -M.Latif Salihoğlu

Yeni bir reform hareketi: Tanzimat (1)


Büyük Reorganizasyon ihtiyacı
İnsanlar gibi devletler de ölümlüdür. Doğarlar, büyürler, yaşlanır ve ölürler.

Keza, insanlar gibi devletlerin de ebede uzanan elleri, emelleri, arzuları, idealleri olabilir.
Ancak, yine de fizikî ömürlerin bitmesi kaçınılmaz bir âkıbettir.
İşte, insanlık tarihinin en uzun ömürlü devletlerinden biri olan Osmanlı Saltanatı da, artık ihtiyarlık dönemine adım atmış ve ölümlü bir âkibete doğru meyletme sürecine girmiş durumdaydı.
Bu tarihten sonra, zirvelerde alınan bütün tedbirler, gösterilen bütün çabalar, asırlardır "ebed–müddet" arzu ve temennisiyle bakılan şânlı Osmanlı Devletinin ömrünü uzatma maksadına matuftur.
Dolayısıyla, Tanzimât–ı Hayriye adı verilen Gülhane Hattı Hümâyun'u da aynı hedef ve maksada yönelik bir reform hareketiydi.

Yeni padişah, yeni dönem
Sultan II. Mahmud, 1 Temmuz 1839'da vefat etti. Yerine ise, aynı gün  Bezmiâlem Valide Sultandan olan oğlu Şehzâde Abdülmecid geçti.

1823 doğumlu Sultan Abdülmecit, tahta geçtiğinde henüz 17 yaşındaydı. 
Dolayısıyla, zaten ağırlaşmış bulunan devlet idaresini rahatça sürdürebilecek bir olgunluğa erişmiş değildi.
Üstelik, Nizip Bozgunundan sonra Kaptad–ı Derya Firarî Ahmet Paşa Osmanlı donanmasını İskenderiye'ye götürerek Kavalalı Mehmet Ali Paşaya teslim etmişti.
Yani, Osmanlı ordusu hem karada, hem de denizde tam bir zaaf ve perişaniyet hali içinde bulunuyordu.
Bereket ki, genç ve tecrübesiz padişahın yardımına Koca Reşid Paşa yetişti.
Hariciye Vekili olan Mustafa Reşid Paşa, uzun müddet vazifeli bulunduğu bilhassa Avrupa'nın durumunu, gidişatını gayet iyi biliyordu. Medenî, sınaî ve meşrutî sahada yapılagelen reformları yakından takip ediyor ve Osmanlı Devletinin de bu gelişmeye ayak uydurması gerektiğine inanıyordu.
Paşa, bu husustaki düşünce ve kanaatini padişaha anlattı ve onu ikna etmeyi başardı.
İşte, "Tanzimat–ı Hayriye"ye giden yolun kapısı da bu sûretle açılmış oldu.
Yapılan uzun hazırlıklardan sonra, nihayet 3 Kasım 1839'da Gülhane Parkında adına "Tanzimat Fermânı" denilen "Gülhane Hatt–ı Hümayunu" okundu. Böylelikle, "Tanzimat–ı Hayriye Devri" de başlamış oldu.

Tanzimat–ı Hayriyenin mimarı Mustafa Reşid Paşa. Hariciye Vekili olup bilâhare Sadrâzamlık makamına çıkmıştır.
 Tarihin yeni bir dönüm noktası

Tanzimat, Osmanlı'da yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bunun böyle olduğunu, sadece Osmanlı toplumu değil, Batı dünyası da kabul ediyor. 

Zira, 3 Kasıım günü Gülhane Bahçesinde Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Reşid Paşa tarafından "Padişahın iradesiyle" ilân edilen Tanzimat Fermânı, bütün saray erkânı ve devlet ricalinin yanısıra, yabancı devletlerin sefir ve konsoloslarının huzurunda okundu.
Bu tarihî hadiseye, ayrıca kalabalık bir halk kitlesi de şahitlik etti. 
* * * 
Evet, Rönesans dönemini yaşayan Avrupa ülkeleri çeşitli reformlarla kendilerini yenileyip eksikliklerini gidermeye çalışırlarken, beş yüz yıllık Osmanlı Devleti de bir reform yapma ihtiyacını duydu ve bunu lisânına en uygun bir ifade ile "tanzimat" diye isimlendirdi.
Tanzimat, düzenleme demektir. Avrupalılar, Osmanlı'daki bu yeni düzenlemeyi kendi lisanlarınca "Réorganisation" tâbiriyle yâdetti. 
Osmanlı tarihinin belki de en tartışmalı reform hareketi, işte bu "Tanzimat–ı Hayriye"dir. 
Fikir adamlarımızın bir kısmı bu hareketi şiddetle, hatta nefretle tenkit ederlerken, bir kısmı ise böylesi bir düzenlemenin faydalı ve kaçınılmaz olduğunu savunmaktan yana tavır koydular.
Bu noktada şöyle düşünmekte fayda var: Şayet Tanzimat olmasaydı, acaba son derece kritik bir eşikte yaşanan gelişmeler nasıl bir seyir takip ederdi?
Takip edebildiğimiz kadarıyla, Tanzimata muhalefet edenler, bu ve benzeri suâllere inandırıcı cevaplar getiremiyor.
Bizim bu noktadaki düşünce ve kanaatimiz şudur: Eğer o tarihlerde Tanzimat ilân edilmeseydi, genel durumun çok daha kötüye doğru gideceği kuvvetle muhtemeldir. Meselâ, erken bir inkıraz hali pekâlâ yaşanabilirdi.
Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse: Osmanlı'da Tanzimat ve benzeri reformları reddetmek, meselâ Cumhuriyet'in 27. senesinde (1950) bizdeki demokrasiye geçişi reddetmek gibi bir şeydir. 
Ne tuhaftır ki, ülkemizde hâlen de demokrasiyi reddeden ve 1950'den önceki "tek parti Cumhuriyeti"ni savunan, hatta o dönemin hasretini çekenler var.
İşte, bu anlayışın sahipleri ne derece haklıysa, Tanzimat'a karşı gelenler de o derece haklı olabilir. 
* * * 
Son bir noktayı daha hatırlatarak, Tanzimat Fermanının muhtevasına değinmeye çalışalım: Haylice uzun metinli bir resmî beyannâme olan Tanzimat Fermanının hiçbir maddesinde, Osmanlı'nın dine, mukaddesata bağlılığından en ufak bir itiraz, yahut bir şikâyet bulunmuyor. Dahası, tam tersine, mevcut hata ve ihmallerin "dinden uzaklaşmak" sebebiyle meydana geldiği açıkça ifade ediliyor. Ayrıca, gayrımüslimler için tanzim edilen yeni maddelerin dayanağı olarak, yine dinî içtihatlar esas alınıyor.


Büyük reform: Tanzimat (2)


Fermânın muhtevası

Büyük Reşid Paşa, 3 Kasım (1839) günü Gülhane Parkında Sultan Abdülmecid ile birlikte bütün devlet erkânı, yabancı devlet temsilcileri ve kalabalık vatandaş kitlesinin huzurunda, tamamı üç sayfa halinde kàğıda dökülmüş olan "Padişah Fermanı"nı okumaya şu sözlerle başladı:
"Bismillahirrahmanirrahim
"Tebârekeellezî biyedihi'l–mülk vehüve alâküll–i şey'in kadîr."
Fermanın giriş bölümü ise şöyledir:
"Benim Vezîrim!"Cümleye ma'lûm olduğu üzere, Devlet–i Aliyyemizin bidâyet–i zuhûrundan beri ahkâm–ı celîle–i Kur'âniyye ve kavânîn–i şer'iyyeye kemâliyle riâyet olunduğundan, saltanat–ı seniyyemizin kuvvet ve miknet ve bilcümle tebeasının refâh û ma'mûriyyeti rütbe–i gâyete vâsıl olmuş iken, yüz elli sene vardır ki, gavâil–i müte'âkıbe (peşpeşe yaşanan gaileler) ve esbâb–ı mütenevviaya (çeşitli sebepler) mebnî, ne şer–i şerîfe ve ne kavânîn–i münîfeye inkıyâd ü imtisâl olunmamak hasebiyle (şeriatın hakikatine gevşeklik ile tam bağlanmadığımız için) evvelki kuvvet ve ma'mûriyyet bilâkis za'f u fakra mübeddel olmuş. Halbuki, kavânîn–i şer'iyye tahtında idâre olunmayan memâlikin pâyedâr olamayacağı vâzıhâttan bulunmuş olup, cülûs–ı hümâyûnumuz rûz–ı fîrûzumdan beri efkâr–ı hürriyet–âsâr–ı mülûkânemiz dahi mücerred i'mâr–ı memâlik ve enhâ ve terfîh–i ahâlî ve fukarâ kazıyye–i nâfiasına münhasır ve Memâlik–i Devlet–i Aliyyemizin mevki–i coğrafîsine ve arâzî–i münbitesine ve halkın kâbiliyet û istidâdlarına nazaran esbâb–ı lâzımesine teşebbüs olunduğu halde, beş–on sene zarfında bi–tevfîkihî Teâlâ sûret–i matlûbe hâsıl olacağı zâhir olmakla, avn ve inâyet–i Hazret–i Bârî'ye itimâd ve imdâd–ı rûhâniyet–i Cenâb–ı Peygamberî'ye tevessül ve istinâdla, bundan böyle Devlet–i Aliyye ve Memâlik–i Mahrûsemizin hüsn–i idâresi zımnında bazı kavânîn–i cedîde vaz' ve tesîsi lâzım û mühim görünerek, işbu kavânîn–i mukteziyyenin mevâdd–ı esâsiyyesi dahi emniyet–i can ve mahfûziyyet–i ırz u nâmûs u mal ve tayîn–i vergi ve asâkir–i mukteziyyenin sûret–i celb ve müddet–i istihdâmı kazıyyelerinden ibâret olup şöyle ki:.... "
Bu uzun fermanın sonu da şu duâ/bedduâ cümlesi ile bağlanıyor: "Hemân Rabbimiz Teâlâ Hazretleri, cümlemizi muvaffak buyursun ve bu kavânîn–i müessesemin hilâfına hareket edenler, Allâhu Teâlâ Hazretlerinin lânetine mazhar olsunlar ve ile'l–ebed felâh bulmasınlar. Âmîn."
Fî 26 Şaban 1255 (3 Kasım 1839)
Kur'ân'ın hükümlerine uygun şekilde hazırlandığı ifade edilen metnin hemen başlarında da hatırlatıldığı gibi, Tanzimat Fermanında öne çıkan temel maddeler şunlardır: Can, mal, ırz, namus güvenliği, adâlette şeffaflık, vergide adalet, askerlikte eşitlik, rüşvetin ortadan kaldırılması, vesaire...
Şimdi, bugünün insanı için de tam bir ders ve ibret tablosu hüviyetinde bulunan bu muazzam fermânın temel maddeleri hakkındaki geniş bir özeti daha anlaşılır bir dille dikkat nazarlarına sunmaya çalışalım.



 1) Can, ırz, namus emniyetiŞu dünya hayatında can, ırz ve namustan daha aziz, daha kıymetli birşey yoktur. Dolayısıyla, bir insan bu değerleri tehlikede gördüğünde, bunları korumak için her çareye başvurur. Vatandaş, kendi başının çaresine bakmak zorunda bırakılmamalı. Bunun yol açacağı kargaşa ve misilleme gibi muhtemel zararlar da bilinmelidir.
Hayat Tarih Gazetesi, 46. sayısında günümüz insanına Tanzimat Fermanı hadisesini yansıtıyor. Küçük resimde ise, Tanzimat Fermânının orijinal bir kopyasını görmektesiniz.

Buna mükabil, can ve namustan emin olan kimse, sadakat ve dürüstlükten ayrılmaz; işi ve gücü ile devletine, milletine faydalı olmaya çalışır. Binâen aleyh, vatandaşın bu aziz değerleri devletin koruması ve garantisi altında tutulmalı.
2) Mal emniyetiMal emniyetinin olmadığı yerde, vatandaşlar devletine, milletine ısınamaz. Ülkesinin ilerlemesiyle alâkadar olamaz. Daima korku ve endişe içinde yaşar. Buna mukabil, malından–mülkünden emin olduğu vakit, hem kendi işini rahatça geliştirir, hem de devlet–millet gayreti, keza vatan muhabbeti kendisinde her gün artmaya devam eder.
3) Vergide adâletBir devlet, topraklarını korumak için, hem askere, hem de sair konularda masraf yapmaya mecburdur. Bu hizmetler ise, ancak parayla olur. Bu para, elbette vatandaşlardan toplanacak vergilerle teşkil olunduğundan, bunun en sağlıklı şekilde toplanması lâzım gelir. Eskiden yed–i vahid/tekel vardı. Şükür ki, bu belâdan kurtulduk. Bundan böyle, hem vergilerin toplanması, hem de harcamaların yapılması kànunlarla tayin edilmiş olup, tatbikat da ona göre yapılacak.
4) Askerlik vazifesiVatanın korunması için asker vermek, bu vatan toprakları üzerinde yaşayan halkın borcudur. Fakat, bu işin de adil, dengeli, ölçülü şekilde yapılması lâzım. Aksi halde, düzensizliğe, tarım, ticaret ve bayındırlık işlerinin kötüye gitmesine yol açar. Kezâ, ömür boyu askerlik, bıkkınlığa, usandırmaya, ayrıca nüfusun azalmasına sebebiyet verir. Bunun için, belirlenen usûl ve esaslar dahilinde gidilmeli ve askerlik müddeti dört veya beş yıl ile sınırlandırılmalı. Böyle yapılmadığı takdirde, devletin kuvvetlenip gelişmesi, huzur ve asayişin sağlanması mümkün görünmüyor.
5) Genel ifadeler* Bundan böyle, suç işleyenlerin durumları şeriat kànunları mûcibince incelenip karara bağlanmadıkça, kimse hakkında, açık veya gizli, idam ve zehirleme işlemi tatbik edilemez.
* Hiç kimse, başkasının ırz ve namusuna saldıramaz. Herkes malına, mülküne tam sahip olacak, bunları dilediği gibi kullanacak; bunu yaparken, devlet büyükleri dahi ona müdahale edemez.
* Devletimizin tebaası olan Müslümanlarla öbür milletler bu haklardan tam istifade edeceklerdir.
* Can, ırz, namus ve mal hususunda, devletimize bağlı halkın tamamına şeriatın hükmü gereğince garanti verilmiştir.
* Diğer hususlarda da, oybirliği ile karar verilmesi için Meclis–i Ahkâm–ı Adliye (MAA) âzâları vazifelidir.
* Devletin bakanları ile diğer sorumlular, belirli günlerde MAA'da toplanarak, görüşlerini açıkça ifade edeceklerdir. Can, mal güvenliğine ve vergilerin belirlenmesine dair kànunlar da yine bu sûretle hazırlanacaktır.
* Âlimlerden ve vezirlerden kànuna aykırı hareket edenlerin, ispatlanacak suçlarına göre, rütbelerine, hatır ve gönüle bakılmaksızın cezalandırılması cihetine gidilecek.
* Memurlara kifâyetli miktarda maaş bağlanmıştır. Böylelikle, rüşvet belâsı, şiddetli kànunların da yardımıyla ortadan kaldırılmış olacaktır.
* İş bu fermanımız, evvelâ İstanbul halkına ve bütün Osmanlı ülkesi halkına duyurulacaktır. Ayrıca, sair devletlerin de bundan sonraki icraatımıza şahit olmaları için, fermanımız, İstanbul'daki bilumum sefirlere/elçilere resmen tebliğ edilecektir.
* * *
Bazı tarihçilere göre "Tanzimat dönemi", 1839'dan I. Meşrûtiyetin ilânı olan 1876'ya kadar geçen 37 yıllık müddeti ihtiva ediyor. Bazılarına göre ise, bu dönem 1856'daki Islâhat Fermanıyla birlikte süresini tamamlamış bulunuyor.

Mısır ve Boğazlar Meselesi
Reşid Paşa faktörü

Sultan Abdülmecit, saltanatının ilk yıllarını Mısır Gailesini (Mısır Buhranı) halletmek ve bu meseleyle bağlantılı diğer bazı sıkıntılara çare bulmakla geçirdi.
Genç padişahın en büyük yardımcısı ve destekçisi, hiç şüphesiz Mustafa Reşid Paşaydı. Kendini çok iyi yetiştirmiş bir diplomat ve devlet adamı olan Reşid Paşa, ayrıca Âli, Fuad ve Ahmed Cevdet Paşalar gibi fevkalâde kabiliyetlerin yetişmesinde de büyük gayret sarf etmiştir.
1834–46 yıllarında mükerrer defalar elçilik (Paris, Londra) hizmetleriyle Hariciye Nazırlığı vazifesini deruhte eden Reşid Paşa, 1846–58 yıllarında da toplam altı kez Sadrâzamlık makamına tayin edilmiş vazgeçilmez bir devlet adamı olmuştur.
Onun hakkında ileri sürülen iddia ve dedikoduların hülâsası şudur: Reşid Paşa, masonlarla da irtibatı olan bir Avrupa hayranıdır. Tanzimat'ın ilânıyla Avrupalı dostlarının desteğini kazanmıştır. Elinden gelse, Osmanlı Saltanatını da kaldırıp Cumhuriyeti ilân edecektir.
Zaman zaman bu tür dedikoduların tesirine kapılan Sultan Abdülmecid, onu defaatle hem Hariciye Nazırlığından, hem de Sadrâzamlıktan azletme cihetine gitmiş; ancak, yine de ondan tamamen vazgeçemeyerek ehil olduğu makamlara tekraren tayin etmiştir.
Padişah, şu hususa bilhassa kanaat getirmiştir: Mustafa Reşid Paşanın dahli ve muvafakati olmadan, Mısır Buhranı ve Boğazlar Meselesi gibi çetin meselelerin halli pek mümkün görünmüyor.
Büyük devletlerle Londra'da iki kez masaya oturuldu
Mısır gailesinin Osmanlı'ya verdiği büyük sıkıntı, Nizip Bozgunu ve koca Osmanlı Donanmasının Mısır'a kaçırılması ile neticelenen fecâatlerle sınırlı değildir.
Buhranın büyümesiyle güçlü Avrupa devletlerinin işin içine sokulması ve bu devletlerin zamanla hem Ortadoğu coğrafyasında, hem de Boğazlar üzerinde söz sahibi durumuna gelmesi, Mısır gailesinin en kahredici neticeleri arasında yer alır.
İngiltere, Fransa, Avusturya ve Prusya (eski Alman devleti) gibi büyük Avrupa devletleri, Osmanlı ile Rusya arasında 1833'te sekiz yıllığına imzalanan Hünkâr İskelesi Antlaşmasından ziyadesiyle hoşnutsuzluk duymaktaydılar.
Mısır meselesinde Osmanlı'ya yardım etmesi kaydıyla, bu antlaşmada Rusya'ya bilhassa Boğazlar hakkında büyük imtiyazlar tanınmıştı.
Bu durumdan endişe eden diğer Avrupa devletleri, sekiz yıllık sürenin dolmasını beklemeden Osmanlı devletiyle temasa geçtiler.
Gerekli teşebbüs ve hazırlık çalışmalarının ardından Temmuz 1840'ta Londra'da büyük bir konferans düzenlendi.
Bu konferansa Osmanlı, İngiltere, Avusturya, Prusya'nın yanı sıra Rusya da iştirak etti. Fransa ise, Mısır Valisi M. Ali Paşadan yana tavır koyarak, bu konferansa katılmayacağını bildirdi. Hatta, Fransa, bir ara savaşmayı bile göze alacak tavırlar sergiledi; sonra da bu tavrından vazgeçerek tarafsız kalmayı tercih etti.
İşte, Londra'da toplanan—Fransa dışındaki—devlet temsilcileri, Mısır meselesi için hazırlanmış olunan mukaveleyi 15 Temmuz 1840'ta imzaladılar.
Bu mukavelede, özellikle şu hususlara ağırlık verildi: M. Ali Paşaya veraset yoluyla Mısır valiliği tevdi edilecek. Bunun karşılığında, hakimiyeti altında bulunan Suriye'den çekilecek ve elinde tuttuğu Osmanlı donanmaını da iade edecek.
Kavalalı M. Ali Paşa, önce bu kararı tanımayacağı yönünde bir tavır takındı. Ancak, İngiltere donanmasının Suriye limanlarını topa tutması üzerine geri adım attı ve Londra Antlaşmasına uyacağını beyan etti.
Bunun üzerine, Sultan Abdülmecid de bir ferman ile Kavalalı'nın valiliğini tasdik etti.
Bu safhadan sonra Mısır, Osmanlı coğrafyasında özerk bir statüye kavuşturulurken, bir yandan da dış devletlerin müdahalesine açık bir konuma sokulmuş oldu.
Bir yıl sonra İkinci Londra Konferansı
Hem Tanzimat'ın etkisi, hem de Reşid Paşanın gayretleri sonucu Osmanlı Devleti ile bir yakınlaşma süreci içine giren mezkûr Avrupa devletleri, bir yıl sonra ikinci kez Londra Konferansı düzenledi.
Bu defaki toplantının maksadı şuydu: Sekiz yıllık süresi dolan Hünkâr İskelesi Antlaşmasının yürürlükten kalkmasıyla bağlantılı olarak "Boğazlar Meselesi"ni yeni bir statüye kavuşturmak.
Aralarına Fransa'nın da dahil olduğu İngiltere, Rusya, Prusya, Avusturya ve Osmanlı devleti temsilcilerinin iştirak ettiği ikinci Londra Konferansında alınan 13 Temmuz 1841 tarihli kararların özetini—sonuçlarıyla birlikte—şu şekilde sıralamak mümkün:
1) İstanbul ve Çanakkale Boğazı, bundan böyle Osmanlı hakimiyetinde olacak.
2) Harp zamanlarında boğazlar savaş gemilerine kapatılacak.
3) Bu yeni statü, Avrupa devletlerinin müşterek ve müteselsil garantisi altında olacak.
Londra Antlaşması, özetle şu sonuçların doğmasına yol açtı:1) Boğazlar, devletler arası yeni bir statü kazandı.
2) Osmanlının boğazlar üzerindeki mutlak hakimiyeti, bir cihette sona ermiş oldu.
3) Rusya, Hünkâr İskelesi Antlaşması ile elde ettiği üstünlüğü kaybetmiş oldu.

22 yıllık hadisât ve icraatın dökümü

Babasının vefatı üzerine henüz 17 yaşında (1839) Osmanlı tahtına oturan Sultan Abdülmecid, yaklaşık 22 yıl saltanat sürdükten sonra 25 Haziran 1861'de Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Padişah, çeyrek asra yaklaşan bu süreye birçok icraatı sığdırdı ve geride kalıcı pekçok hizmet eseri bıraktı.
Tanzimat'ın ilânı ile başlayan, Mısır ve Boğazlar meselesinin halli ile devam eden 22 yıllık Sultan Abdülmecid devrinin hayrat, seyahat, hadisât ve icraatına dair gelişmelerin dökümünü kısaca ve ana hatlarıyla sunarak, yakın tarihimizin sayfalarını çevirmeye devam edelim.
Seyahatler
Sultan Abdülmecid, beraberindeki devlet erkânıyla birlikte Marmara ve Ege Bölgelerini içine alan bir yurt seyahatinde bulundu.
"Eser–i Cedit" isimli vapurla 25 Haziran 1844'te başlayan ve toplam 17 gün süren bu seyahatın güzergâhı şöyledir: İzmit (Çuha Fabrikası), Mudanya, Bursa, Gelibolu, Çanakkale, Midilli ve diğer bazı Ege adaları.
Padişah ve beraberindeki heyet, bu merkezlerin kalelerin tahkimatını, mühimmatını, asker ile ahâlinin umumî vaziyetini tetkik ve teftiş ile halkın şikâyetini dinleme fırsatını buldu.
* * *
Sultan Abdülmecid'in tarihe geçen bir başka seyahati de 29 Nisan 1846'da başlayan "Varna seyahati"dir.
Tuna kıyıları ve Silistre üzerinden Varna'ya (Bugün Bulgaristan'a bağlı ikinci büyük liman şehri) gidişin kara yoluyla, dönüşün ise deniz yoluyla gerçekleştirildiği bu seyahatin asıl maksadı, Tanzimat'ın ilânıyla başlayan yenilik ve ıslâhat çalışmalarının tetkiki ile bunların ahâli üzerindeki tesirini yakînen görmekti.
Bu "Seyahat–i Hümâyun"a dair, bilâhare bir risâle neşredildi.
Siyasî ve askerî gelişmeler
Sultan Abdülmecid devrinde yaşanan siyasî, askerî ve diplomatik sahadaki gelişmelerin ağırlık kısmını, Rusya ile yaşanan savaşlar ve bununla bağlantılı diğer bazı sıkıntılar teşkil ediyor.
Rusya ile Osmanlı Devleti, 1849 senesinde "Memleketeyn" diye tabir edilen Eflâk ve Boğdan meselesinden dolayı karşı karşıya geldi.
Avusturya'da Macarlar, Rusya'da ise Lehler'in bağımsızlık yönündeki teşebbüsleri, çok şiddetli politikalarla bastırıldı. Milliyetçi Leh ve Macar liderleri Osmanlı hükûmetine sığınınca, bilhassa Rusya ile büyük gerginlik yaşandı. Fransa ve İngiltere'nin desteğini kazanan Osmanlı, nisbeten avantajlı bir konuma yükseldi.
Rusya, bu durumda bir anlaşma zemini aradı. Anlaşmaya varabilmek için, işgal edilen topraklardan orduların geri çekilmesi gerekiyordu. Öyle de yapıldı. İki ülke arasında 1 Mayıs 1849'da imzalanan Baltalimanı Antlaşması gereğince, Eflak ve Boğdan'da geçici de olsa bir sükûnet hali sağlandı.
* * *
Ne var ki, bölgedeki sükûnet hali uzun sürmedi. Prut nehrini geçen Rus ordusu, 3 Temmuz 1853'te Eflak ve Boğdan’a girdi.
Bu durum, Rusya ile sağlanan mutabakatın bozulması anlamına geliyordu. Olağanüstü toplanan Osmanlı devlet meclisi, Rusya ile savaş kararı aldı. Bu karar, 4 Ekim 1853 günü ilân edildi.
Rusya'ya verilen ültimatomun da karşılıksız kalması üzerine, fiilî yirmi gün sonra kaçınılmaz oldu.
 Osmanlı ordusu, ilk olarak Tuna üzerinde bulunan Kalafat’ı işgal ile ilerlemeye devam etti.
Bu esnada, İngiliz ve Fransız donanmaları da önce İstanbul’a geldi, ardından Karadeniz'e açıldı. (3 Ocak 1854)
Böylelikle, Rusya'ya karşı üçlü ittifak sağlanmış oldu.
İngiltere ve Fransa'nın da Rusya’ya savaş ilân etmesinin ardından, Osmanlı hükümeti Kırım üzerine sefer yapmaya karar verdi. (21 Temmuz 1854)
6 Ağustos'ta Bükreş’e giren Osmanlı ve müttefik orduları 13 Eylül'de Kırım’a çıktı.


Düyûn–u Umumiyenin başlangıcı
Çok ağır can ve mal zayiatına sebebiyet veren Kırım Harbi (Osmanlı–Rus Savaşı), yaklaşık üç yıl (1853–56) devam etti.
Adı "Kırım Harbi" olmasına rağmen, savaş çok geniş bir coğrafyada yaşandı: Karadeniz, Baltık Denizi, Tuna kıyıları, Kırım Yarımadası ve Kafkaslar.
Kırım Savaşı, her ne kadar Osmanlı ve müttefiklerinin (İngiltere, Fransa, Sardinya) galibiyeti ile sonuçlanmış gibi görünüyor olsa da, Avrupa devletlerine borçlanmak zorunda kalan Osmanlı Devleti, savaştan beter bir külfetin altına girmiş oldu.
Savaşların ömrü, en fazla beş–on yıl olur. Osmanlı'nın Kırım Harbi sebebiyle girmiş olduğu iç ve dış borç batağanın külfeti ise, yaklaşık yüz yıl sürdü.
Beş milyon İngiliz altını
Osmanlı Devleti, maddî sıkıntıya girdiği daha evvelki dönemlerde iç borçlanmaya giderek, yahut vergi yükünü artırarak sıkıntıyı telâfi etme cihetine giderdi.
Kırım Harbinden dolayı masrafların artması üzerine, Bâbıâli, Osmanlı tarihinde ilk defa olmak üzere dış borçlanmaya (istikraz) mecbur kaldı.
28 Haziran 1855'te Londra'da yapılan bir mukavele ile, Osmanlı hükûmeti, İngiltere ve Fransa'dan beş milyon İngiliz altını borç aldı.
Bu borç, ayrıca yıllık yüzde 4 faiz ile yüzde 1 nisbetinde amortisman bedelinde kabul edildi.
Teminat olarak da, merkezî devletin yekûn gelirlerine ilâveten, Mısır harâciyesi ile İzmir ve Suriye gümrüklerinin hasılatı gösterildi.
İşte, 1954'de, yani tam yüz yıl devam eden meşhûr "Düyûn–u Umumiye"nin ilk safhasına bu şekilde girilmiş oldu.
İşin en hazin tarafı da şudur: Mevcut borçların hafifletilmesi bir yana, ileriki zamanlarda ilâve borçlanmalara gidilerek, altından çıkılamayacak kadar ağır bir faturanın teşkiline sebebiyet verildi.
* * *
Evet, 1854–74 yılları arasında 15 ayrı dış borçlanmaya daha gidildi. Bu dönem içinde, yaklaşık 240 milyon lira borçlanıldığı halde, devletin eline ancak 127 milyon lira para geçmiştir.
Aradaki fark "uçurum" tabiriyle ifade edilebilir ki, bu derin uçurum yüz sene sonra ancak kapatılabildi.

Hareketli kritik günler

1586 senesinin ilk ayları, Osmanlı Devleti için son derece hareketli, hararetli ve bir o kadar da kritik bir dönem oldu.
Kırım Harbiyle (Osmanlı–Rus Savaşı) bağlantılı olarak bu kritik döneme damgasını vuran belli başlı gelişmeleri ana hatlarıyla şöylece sıralamak mümkün:
1) Üç yıldır devam eden çok ağır maliyetli Kırım Harbinin sonuna gelinmiş; müdahil durumdaki beş–altı devlet arasında bir anlaşma yolunun bulunması artık kaçınılmaz olmuştur.
2) 1 Şubat 1856’da Viyana Protokolünün imzalanmasıyla, Kırım Harbi resmen sona erdirilmiş oldu. Bu protokol ile bir yandan "ateşkes" ilân edilirken, bir yandan da Paris'te yapılacak nihaî barış antlaşmasının ana hatları belirlenmiş oldu. (Protokol maddelerinden birinde, Osmanlı Devleti tarafından Müslümanlarla gayrımüslimlerin hukuk önünde eşit olduğuna dair bir düşüncenin yakın zamanda ilân edileceği belirtiliyordu.)
3) Viyana Protokolü (1 Şubat) ile Paris Antlaşması (30 Mart) arasındaki daracık zamana "Islâhat Fermanı"nın ilân edilmesi (18 Şubat 1856) gibi tarihî büyük bir hadise sıkıştırılmış  oldu.

Paris Antlaşması
Aşağıda üzerinde duracağımız Islahat Fermânı (18 Şubat 1856) ilân edildikten bir hafta sonra "Paris Sulh Kongresi"nin açılışı yapıldı.
Kırım Savaşını sona erdiren bu kongreye şu devletlerin temsilcileri katıldı:  Osmanlı, Rusya, Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Sardinya.
25 Şubat'ta başlayan Paris Barış Kongresi, bir aydan fazla devam etti. 30 Mart günü nihaî antlaşmaya varılarak, üzerinde mutabık kalınan maddelerin altına imza atıldı.
Zahiren Osmanlı'nın lehinde ve Rusya'nın aleyhinde görünen Paris Antlaşmasının ana maddeleri şöylece özetlenebilir:
1) Osmanlı bir Avrupa devletidir. Osmanlı'nın toprak bütünlüğü Avrupa devletlerinin garantisi altındadır. Rusya, işgal ettiği yerlerden çekilmek zorundadır.
2) Rusya, Boğazlar üzerinde ayrıcalıklı bir hak talebinde bulunamaz. 1841 tarihli Boğazlar Antlaşması yürürlükte kalmaya devam edecektir.
3) Rusya ve Osmanlı Devleti, Karadeniz'de tershane ile savaş gemileri bulunduramayacak.
Kırım meselesinde, gerek harp ve gerekse barış safhalarında, Osmanlı müttefiklerinden olan Fransa ve İngiltere'nin samimi olmadığı ve dürüst davranmadığı her halinden belli.
Bu iki devletin hükümetleri, Rusya'yı daima Osmanlı'ya karşı kışkırtmış ve dolaylı destek vermiştir.
Savaş esnasında ise, aynı devletler "Osmanlı'ya yardım" adı altında, Osmanlı devletini telâfisi mümkün görünmeyen çok ağır bir borç yükü altına soktular.
Keza, barış antlaşmasının imzalanabilmesi için de, Hıristiyanlara ayrıcalık tanıyan Islâhat Fermânının ilân edilmesini "Viyana Potokolü"yle adeta  şart koştular.
Paris Barış Antlaşmasının ömrü 1870'lerde sona erdi. Zira, bu tarihte Avrupa'da kuvvet dengeleri değişti. Alman İmparatorluğunun kurulmasıyla birlikte, diğer devletlerin eski kuvvet ve kudreti zayıflamaya başladı.

Islahat Fermânı (18 Mart 1856)
Gerek Tanzimat ve gerekse Islâhat Fermanlarının ilân edilmesi üzerinde, hiç şüphesiz ki dış dünyadaki gelişmelerin büyük etkisi vardır.
Üstelik, Rusya, Fransa ve İngiltere gibi büyük devletlerin etkisi, hatta baskısı bâriz şekilde dikkati çekiyor.
Tanzimat Fermânı esnasında, Osmanlı'nın başında büyük bir "Mısır gailesi" vardı. Bu gaile bir "iç mesele" gibi görünmekle birlikte, hadise zaman içinde büyüdü ve ismini zikrettiğimiz devletler "Mısır meselesi"ne müdahil oldu.
Tanzimat'ın ilân edilmesiyle birlikte, Avrupa devletleri Osmanlı'dan yana bir tavır sergiledi.
Islâhat Fermanı ise, beş yüz yıllık Osmanlı'nın başına açılmış en büyük bir harp belâsının (Kırım Harbi) sonlarında ilân edildi.
Tıpkı Tanzimat gibi, Islâhat Fermanı sürecinde de, Fransa, Avusturya ve özellikle İngiltere, "Osmanlı'nın müttefiki" rolünü üstlendiler.
İki ferman arasındaki temel fark şu olsa gerektir: Tanzimat'ta dahilî ihtiyaç ve talepler, Islâhat'ta ise haricî ihtiyaç ve taleplerin tesiri daha ağır basmaktadır.
 Netice itibariyle, Osmanlı Devleti, bilhassa Paris Sulh Kongresini lehine çevirmek için, biraz da aceleye getirilmiş olarak 18 Mart 1856'da Islâhat Fermânını ilân etti.
Bu fermanın mahiyeti hakkında özetle şu maddeler sıralanabilir:
1) Din ve mezhep hürriyeti sağlanarak azınlıklara okul, kilise ve hastahane açma ve bunları tamir etme hakkı tanınacak.
2) Yabancılar ve gayr–ı müslimleri küçük düşürücü sözler sarf edilmeyecek.
3) Müslümanlar gibi gayr–ı müslimler de, eşit şartlarda asker ve devlet memuru olabilecek.
5) Vergi sistemi yeniden tanzim edilecek. Her türlü ayrıcalık ortadan kaldırılacak.
6) Mahkemelerde her vatandaş eşit muamele görecek, inancına göre yemin edecek, kimseye imtiyaz tanınmayacak.

Nihaî bir değerlendirme
Tanzimat'tan 16 sene sonra, yine Sultan Abdülmecid'in emir ve iradesiyle Islahat Fermanı ilân edildi.
Tanzimat'ın hazırlayıcısı, Osmanlı diplomatı ve devlet adamı Mustafa Reşid Paşaydı.  Islahat'ın hazırlayıcısı ise, Reşit Paşanın izinden giden bir diğer diplomat Âlî Paşa oldu.
Bu iki ferman arasında, usûl ve teknik yönünden bazı farklılıklar bulunmakla birlikte, temelde aynı mantığa ve mantaliteye dayanıyor.
Gülhâne Hatt–ı Hümâyûnu diye de isimlendirilen Tanzimat, Batılıların doğrudan bir müdahalesi olmaksızın, onlara bir hesap vermeksizin ve onların tasdikine sunulmaksızın hazırlandı.
Islahat'ta ise, İngiliz ve Fransız elçilerin de iştiraki sağlandıktan sonra hazırlanmış olan maddelere nihaî şekil verildi.
* * *
Tanzimat olsun, Islahat olsun, bunları bugünkü mantık ölçüleriyle değerlendirmek hatalı olur.
Zira, o dönemin kendine has dengeleri, imkânları, şartları ve zaruretleri vardır.
Her şeyden önemlisi, Osmanlı devlet kurumları, devlet mekanizmasıyla birlikte büyük ölçüde eskimiş, hatta zaafa uğramıştı. Yani, eski kuvvet, şevket ve satvet kalmamıştı.
Hemen hiçbir şey yolunda gitmiyordu.
Dolayısıyla, bir reorganizasyona gitmek kaçınılmaz hale gelmişti.  Tanzimat veya Islahat olmaması halinde, inkıraz hızlanacak, devlet muhtemelen kendi içinde çatırdamaya başlayacaktı.
Bu sebeple, yeni hallere, yeni yöntemlere müracaat, zaruri bir ihtiyaç halini almıştı.  Böyle zor zamanlarda yaşanan sıkıntıları aşmak için müracaat edilen usûller ile kolay ve rahat zamanda yapılan icraatları (meselâ, fes ve şapka inkılâbı gibi) birbirinden ayırd etmek gerekir.



Kırım Kuleli Vak’ası
14 Eylül 1859 tarihinde, Seraskerlik (Genel Kurmay) makamına bir ihbarda bulunulur.
Bu ihbara göre, Sultan Abdülmecid'i devirmek maksadıyla gizli bir cemiyet teşkil edilmiş.
İddia edildiği üzere, aralarında yüksek rütbeli subayların, bazı alimlerin ve hatta gençlerin bulunduğu bu cemiyetin üye sayısı elliden fazladır.
İhbarda bulunan kişi, aynı zamanda bu gizli cemiyetin üyesi olarak biliniyor. Bir bakıma, kendisini ve arkadaşlarını ihbar etmiştir.
Seraskerlik makamı, gelen ihbarı anında değerlendirir ve durumu aynı gün hükümete intikal ettirir.
Hükümet derhal harekete geçer ve cemiyet üyesi olduğu iddia edilen kırktan fazla kişiyi tutuklatarak Kuleli Kışlasına sevk eder.
Boğaz kıyısında yer alan bu kışla, günümüzde Kuleli Askerî Lisesi olarak hizmet veriyor.
Tutuklananlar,  kayıkla Kuleli'ye götürülürken, Arnavut Cafer Paşa ismindeki bir zanlının, kendini aniden denize atarak intihar ettiği söylenir.
Bazı kaynaklara göre 41 kişinin muhakeme edildiği "darbeye teşebbüs dâvâsı" için, büyük bir heyet teşkil edilir.
"Divân–ı Mahsus" ismiyle teşkil edilen ve Sadrâzam'ın başkanlığında toplanan bu büyük mecliste, Şeyhülislâm, Serasker, Askerî Şûrâ reisleri, Tanzimat ve Ahkâm–ı Adliye üyeleri yer alır.
Yapılan muhakeme neticesinde, elebaşı olarak tesbit edilen dört kişinin idamına, diğerlerinin ise derecelerine göre çeşitli cezalara çarptırılmasına karar verilir.
Ne var ki, idam cezalarının infaz edilmesini uygun bulmayan Sultan Abdülmecid, burada inisiyatif kullanarak idamlık şahıslara "müebbet kürek cezası" verilmesini temin eder.
Kürek cezası: İşlediği suç yüzünden, donanmadaki gemilerde uygulanan kürek çekme cezasıdır.
* * *
Bu tarihî hadisenin ismi Kuleli Vak'ası olmakla beraber, ne Kuleli'de, ne de bir başka yerde herhangi bir vukuat olmuş değildir.
Vukuat olma, yani darbeye teşebbüs ihtimaline binaen, gizli örgüt üyesi olduğu iddia edilen şahıslar, sırf Kuleli'de yargılandığı için, hadise bu isimle kayıtlara geçmiş.
İddialara göre, Sultan Abdülmecid'i devirmek isteyen bu gizli örgüt, yerine onun kardeşi Abdülaziz'i geçirmek istemiş.
Darbe niyetinin gerekçesi hakkında ise, tahminler şu iki nokta üzerinde toplanıyor:

1) Tanzimat ve Islâhat hareketinin yol açtığı dahilî rahatsızlıklar.
2) Saray ehlinin ve padişah yakınlarının hayat tarzlarında görünen lüks, debdebe, şatafat, israfat gibi hallerin sebebiyet verdiği memnuniyetsizlikler.


Agâh Efendi'nin yönetiminde çıkan Tercüman–ı Ahval gazetesinin bir nüshası.

Hayır ve hizmet eserleri
25 Haziran 1861'de, henüz genç denilecek bir yaşta, 39 yaşında vefat eden Sultan Abdülmecid, o da babası ve diğer Osmanlı padişahları gibi geride birçok hayır ve hizmet eseri bıraktı.
Bunların bir kısmını, sırasıyla ve başlıklar halinde şöylece sıralayabiliriz:

* 1841: Meclis–i Maarif–i Umumiye, yani Millî Eğitim Meclisinin kuruluşu.
* 22 Ocak 1842: Askerî Baytar Mektebinin açılışı.
* Eylül 1845:  İdadilerin tesisi. Yani, lise mektebinin kuruluşu.
* 17 Mart 1847: Maarif–i Umumiye Nezaretinin tesisi. Yani, Millî Eğitim Bakanlığının kuruluşu.
* 18 Temmuz 1851: Encümen–i Daniş'in açılışı. Fransız İlimler Akademisi örnek alınarak teşkil edilen bu akademik heyet, bilhassa kaynak eserlerin telif (Tarih–i Cevdet gibi) ve tercümesi (İbn Haldun'un Mukaddimesi gibi) hususunda takdire şâyân hizmetlerde bulundu.
* 9 Eylül 1855: Osmanlı'da ilk telgraf hattı kurularak hizmete girdi.

* 1 Ağustos 1840: Ceride–i Havadis isimli yarı resmî gazete İstanbul’da yayımlanmaya başladı. Devletin teşvik yardımıyla William Churchill adında bir İngiliz tarafından neşredilen bu gazete, önce haftalık, 1865'ten sonra ise "Ruznâme–i Ceride–i Havadis" ismiyle günlük olarak yayın hayatına devam etti.
21 Ekim 1860: İlk özel Türkçe (Osmanlıca) gazete olan Tercüman–ı Ahval yayın hayatına başladı. Şinasî ve Agâh Efendi tarafından çıkarılan bu gazetenin yazı kadrosunda ayrıca Ziya Paşa, Refik Bey ve Ahmed Vefik Paşa gibi şöhretli imzalar yer almıştır.
Camiler, saraylar, v.d.
* 1854: Yapımına bir yıl önce başlanan İstanbul Ortaköy (Büyük Mecidiye) Camiinin inşası tamamlandı.
* 23 Mart 1855: Dolmabahçe Camii ibadete açıldı.
* 1855:  Ihlamur Kasrının yapımı tamamlandı.
* 1856: Dolmabahçe Sarayı açıldı.
* 1857: Küçüksu (Göksu) Kasrının inşası tamamlanarak hizmete açıldı.
* 1861: Süveyş Kanalı için ilk kazı çalışmasına başlandı. Bu muazzam kanal, 8 yıl süren hummalı bir çalışma neticesinde 16 Kasım 1869'da tamamlanarak hizmete açıldı.

Hiç yorum yok: