7 Aralık 2012 Cuma

Tüm yönleri ile Hilafet gerçeği. Hilafeti hangi devlet ve neden kaldırttı - canmehmet.com


Tüm yönleri ile Hilafet gerçeği. Hilafeti hangi devlet ve neden kaldırttı (1)


Günümüzde zenginliğin kaynağı sadece bilgidir. Özellikle de, mevcut bir bilgiden yeni bir bilgi üretmek.
Bir devletin kör noktaları, gerçeğinde onun ölüm nedenlerindendir. ABD ve AB’nin hakkımızdaki görüşleri bize kör noktalarımızı bildiren algılayıcı – sensörlerdir-
Bu manada eksilerimizi ve artılarımızı onların gözünden ve ifadelerinden öğrenmek bizleri daha isabetli yüksekliklere götüreceği bilinmelidir.
Elbette, bu görüşlerin kendi çıkarlarına göre rafine edildiğini, işlendiğini de unutmadan.
İngilizler tüccar bir millettir. Bir adada yaşamalarından dolayı yetersiz hammadde ve enerji kaynaklarına rağmen yaklaşık yedi yüzyıllık bir süreçte devletlerini başarılı şekilde yönetmiş, halklarına refah sağlayabilmişlerdir.
İngilizler, 1215 yılında belkide tarihte ilk kez, Papa, Kral ve Baronlar arasında imzalanan ve “Magna Carta”-Büyük Özgürlük Fermanı- olarak tanımlanan belge ile,
-“Kralın bazı yetkilerinden feragat etmesini, kanunlara uygun davranmasını ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesini” yürürlüğe koymuşlardır.
İngilizlerin bir de, Fransızlara esin kaynağı olacak devrimleri vardır.
İngiltere’de 1642 ile 1651 yılları arasında Cumhuriyetçiler ve Kraliyet yanlıları arasındaki politik görüş anlaşmazlıkları dozunu artırır ve anlaşmazlık fiziksel çatışmalara dönüşür.
Aslında bu çatışmaların altında; güçlenen sermayenin ülke gelirinden daha fazla pay alma isteği vardır. 1789 Fransız devriminin arkasında da bu manada büyük sermaye vardır.
İç savaş 1648’de Devrimle sonuçlanır. Kaybeden tarafta olan Kral I. Charles idam edilerek, kraliyet lağvedilir.
İç savaşı bastıran General Oliver Cromwell önce parlamentonun başkanı, sonra da diktatör olur. 1658′de Cromwell’in ölümünden sonra oğlu Richard yerini dolduramaz, 1659′da sürgüne gönderilir.
İngilizler yeni düzenden memnun olmazlar ki, 1660 yılında  sürgündeki kral II. Charles, ülkeye davet ederler. Diğer ifadesi ile İngilizler tarihlerinde sadece on yıllık bir sürede cumhuriyet yönetimi denerler.
İlk sanayii devrimini gerçekleştirende İngilizlerdir.
Bu nedenle; Kapitalizm ile komünizm varlığını İngiltere’ye borçlu olmalıdır.
Yukarıda İngilizlerin “Tüccar Millet” olduklarını ifade edilmişti.
Tüccarlar kazanabilmeleri için, hem üretenden hem de tüketenden daha uyanık! Olmak zorundadır. İngilizlerde yukarıdaki yaşananlara göre uyanıklıklarını ispat etmişlerdir. Üstelikte iki kere.
Sırası gelmişken bir hatırlatma daha yapılmalıdır.
Birinci Dünya Savaşında İngilizler dönemin süper devletlerinden ve sonucu belirleyicilerindendir. Bu manada ülkemizi işgal edenler arasında da, en büyük söz sahibi onlardır.
İşgal ile alacaklarını almış, düşündüklerini gerçekleştirmiş, Yunan Kuvvetleri ismi altında bizimle çarpışmış ve ülkemizden Musul-Kerkük petrollerinin üzerine, “tereyağından kıl çeker gibi” oturmakla kalmamış, hanedanlığı yıkmış, hilafeti kaldırtmış ve gitmiştir!
“Gider gibi!” yaparken; maşa olarak kullandıkları Arapları, çok ince bir diplomasiyle ve medyada sürekli işleyerek; “Türkleri arkadan vuran düşman! ”etiketi ile hediye etmişlerdir.
Galiba kimse düşünmemiştir;
“Osmanlıyı parçalayarak ülkeyi işgal eden, petrolün üzerine oturan, İzmir ve Ege’de katliama göz yuman, aleme nizam veren sen;
Suçlu olarak ortada görünen, elinde kullandığın kuklalar!
Ünlü İngiliz siyaseti bu olsa gerek…
Devam edecek…
Bakalım İngilizler, kör noktalarımızı algılayıcı (sensör) olarak nasıl değerlendirmektedirler.

Tüm yönleri ile Hilafet gerçeği. Hilafeti hangi devlet ve neden devlet kaldırttı (2)


Yakın gelecekte insanlar da beyinlerinin içine takılacak bir çip (yazılım) sayesinde "kör nokta"larını göreceklerdir.
Bugüne kadar üzerinde çok tartışılan ancak ne resmi ne de alternatif tarih yazılımlarında hakkında fazla bilgi veril(e)meyen,  Hilafet konusuna iddialı olacak ancak ilk kez bu kadar geniş ve çok cepheden incelenerek açıklık getirilmeye çalışılacaktır.
Amacımız, yazdıklarımızla kimseleri herhangi bir konuda ikna etmek değil, konu ile ilgili sentez yapılabilmesi  için farklı değerlendirmeler verebilmektir. En büyük kazancımız, meselelerimizin doğru anlaşılabilmesi adına araştırmacı ve meraklılarına bir ışık tutabilmek olacaktır.
Su nasıl döküldüğü kabın şeklini almakta ise, verilenler de, okuyan tarafından bilgi-deneyim ve özümsemesine bağlı olarak değerlendirileceği tabiidir.
Konu ile ilgili okunan çok sayıda (Saygın!) yerli ve yabancı kitaplarda ne yazık ki bir  ortak bir noktada buluşamadığı görülmektedir.
Bu husus, bir değil, yüz kez, “Neden… Neden… Neden?” sorusunu haketmektedir.
Buna basit bir cevap verilirse;  konu ile ilgili yazanların derdi gerçek değil,yaşananların kendi pencerelerinde çıkarlarına, beklentilerine göre yorumlanmasıdır.
Hilafet konusunu tüm detayları ve tarihi ile hakkını özellikle bir blog ortamında vermek mümkün değildir.
Konu çok geniş, etkenleri ile bir Ceviz ağacı misalindedir.
Yapılacak olan ana gövdeyi ve meyvelerini, ürünlerini tanımlayabilmektir.
Hilafet konusu meraklıları için yazılmasından dolayı içerik uzun olabilecektir. Okuyanlar eksiklerimizi ve olası hatalarımızı hoş görmelidir.
Sondan başlıyoruz;
Meraklısı öncelikle bu eseri ve yazarının ismini not etmelidir.
Eser, “İslam’ın Geleceği”. Yazarı, (İngiliz diplomat) Wilfred S. Blunt. (yazar hakkında aşağıda bilgi verilmektedir)  Yazım tarihi ve yeri; Kahire 15 Ocak 1882
Kuyuya inmeden önce okuyanın penceresinin camına birkaç küçük taş atalım!
**
-“…Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünde, bu çöküş ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin, İngiltere’nin İslam’la ilgili rolü açıkça belirlenmiş bulunuyor. Hilafet –artık bir imparatorluk değil ama hâlâ bağımsız bir hakimiyet olarak-  Britanya koruması altına alınmalı ve siyasal varlığı, Avrupa’nın başka saldırılarıyla rahatsız edilmeyecek şekilde resmen garanti edilmelidir. (S.105)
**
“…Abdülaziz döneminin ilk günlerinde bir devlet adamı, hakiki bir deha sahibi, hem Avrupa hem de Doğu bilgisi olan ve özellikle de İslam’ın dini tarihi üzerinde derinlemesine uzman bir adam İstanbul’a geldi. (Cemalettin AFGANİ Kastedilmiş olabilir. Canmehmet)  Baş Vezir Rüştü Paşanın ve Genç Türkler hizbindekilerin arkadaşıydı.
Bu hiziptekiler adil veya kötü her tür yöntemle İmparatorluğun merkezi otoritesini yeniden organize etmek ve güçlendirmek istiyorlardı. Bu adam, hem Genç Türklere hem de daha sonra bir görüşmesinde Sultanın kendisine, bir taraftan eyaletleri denetleme aracı olarak diğer taraftan Avrupa diplomasisine karşı silah gibi kullanabilmek için Halife olarak Sultan’ın ruhani otoritesinin biraz daha öne çıkarılmasının Osmanlı Hükümeti için getireceği faydalar konusunda ısrarla tavsiyelerde bulunmuştu…” (S.49)
**
“…Öyle inanıyorum ki, Nil Savaşı’nın ne derecede büyük bir tasarıyı mahvettiği yeteri derecede anlaşılmıyor. Napolyon’un zihni Doğuda bir hâkimiyet alanı elde etmeye odaklanmıştı ve eğer Avrupa’da düşmeseydi mutlaka Asya’da başarılı olacaktı.
Orada küçük politikalar kullanışsızdır ama büyükçe olanlar kök salmak için verimli bir toprak bulur, Napolyon ise geliştirilmesi gereken bir düşünce tarafından ele geçirilmişti.
İngiliz hasımları, onu kendi düşünce ölçeklerine göre yargılamakta ve çılgın olarak niteledikleri Hindistan’ı Persiya üzerinden işgal etmek gibi bayağı bir tasarıyla onurlandırmaktaydı.
Hâlbuki aslında, Hindistan onun planlarının sadece bir parçasıydı.
Kahire’de açık açık Kelime-i Şehadet getirdiğinde ve İslam inancınıaçıkladığında, onun lideri olmayı amaçlıyordu.
Üç yüzyıl Önce
Selim için mümkün olan  (Hilafet kastedilmiş olmalıdır)  onun için de mümkündü.
Hatta Müslüman dünya da, 1799’da Bonaparte’ın halifeliğini kabul etmesi istendiğinde, aynısının 1519’da Osmanlı için istenmesinden daha fazla hayrete düşmedi.
Napolyon’un savaş dehası sayesinde Nil’deki felaket deniz savaşı hariç tutulursa tüm bunlar ve daha fazlası mümkün olabilirdi ve gayet açıktır ki bu durum yani Müslüman yığınların Avrupa aleyhine dönmesi, Avrupa için, Napolyon savaşlarından çok ciddi felaketlerle boğuşmasına yol açabilirdi.(*)
(*)Napolyon’un Araplarla arasındaki temsilcisi olan Lascaris’in günlükleri, anladığım kadarıyla, iki yıl önce Halep’te keşfedildi ve Fransız Hükümetince satın alındı. Yayınlanması, buna ne zaman karar verilirse verilsin, sanırım Napolyon’un Mısır’daki kariyeri hakkında yeni ve önemli fikirler verecektir. (S.47)
**
-“..Öte yandan, İstanbul’daki memur takım hâlâ başka projelerle meşgüldü veancak yarısı
İmparatorluk için düşündükleri idari reformlara dair planlarında dinin oynayabileceği rolü anlamıştı.
Ancak bütün bunların ötesinde –ki bu ulema için başlıca engeldi- Abdülaziz, sadece keyif ehli bir kişiden biraz fazlası olarak, kesinlikle bir büyük düşünceyi ciddi manada gerçekleştirebilecek çapta bir adam değildi.
O ve hükümeti, sonuç olarak, seleflerinin takip ettiği maddi politikaların yol açtığı akıntıya kapılıp gitmişlerdi: Gücünü ordunun fiziki kudretinden almak, dış borçlar ve memurların dalavereleri. Osmanlı nazırlarının aldığı tek pratik önlem Hasadaki Vahabilere ve San’a’daki İmamlara karşı açılan ikiz savaş oldu. Ancak yine de Hanefi ulema tatmin olmadı…
…Benimsedikleri düşünceyi gerçekleştirmeyi istediler ve Sultanı dini ve irticai bir hareketin başına geçmesi yönünde zorladılar.
Ne zaman ki Abdülaziz halifeliğe uygun şekilde hareket etmedi onu hemen tahttan indirip düşüncelerinin gerçek kahramanına yolu açtılar: Bugünkü Sultan, Abdülhamit’e. (s.50)
**
-“…Osmanlı ailesinin Peygamber’in ruhani halefliğine bu son aşısının baş göstermesi her ne kadar dindar Müslümanlar arasında devlet kuşu olarak addedilse de, İslam’ın selametini dileyenler açısından büyük bir talihsizlikti.
Eğer Abdülmecit ve Abdülaziz yerine tahtını ancak doldurabilen duyarsız başka bir monark geçseydi Osmanlı Hilafeti kesinlikle geçmişe ait bir şey olarak kalırdı, en azından İslam’ın daha geniş ve daha anlayışlı kısmı için.
1879’da fiziki gücünün çöküşünde İstanbul’daki devlet yetkilileri kesimi Sultan’ın ruhani ve dünyevi egemenliğine başkaldıran hareketi denetim altına alamayacak ve bu egemenliğin yerini gerçek bir dini reformu daha mümkün kılacak bir müessese alacaktı.
Arabistan    her    halükarda    bu    sefer    bağımsızlığını    kazanacak    ve    Kureyş’ten    gelen yeni    bir    halifenin    idaresinde    Doğu    dünyasının sempatisini ve bağlılığını kazanacaktı.
(Tekrar hatırlatalım yazı; İngiliz diplomat tarafından 1882 yılında kaleme alınmıştır.
Hizipleşmeler ve çalkantılar olabilirdi ancak en azından ortada hayat diye bir şey olacaktı, İslam’ın ihtiyacı olan hayat.
Ancak ne yazık ki Abdülhamit ne şehvet düşkünü ne de budala birisiydi.
İçgüdüleriyle hayran olunacak şekilde kendisi ve ailesi için emniyet ipini yakalamış; aşırı gerici kesimin başına geçerek akıbet saatini bir süreliğine ertelemişti. (S.50)
**
-“…İstanbul, her şeye rağmen onun zayıf noktasıdır. Genç Türkler hizbi için de ölü bir adamdan farksızdır.
(Hatırlatma 1; 2. Abdülhamit yazı tarihinden 27 yıl sonra tahtan indirilmiştir. Nereden biliyorsa!)
Hayatın iniş çıkışları içinde bir gün Boğaz’da mukadder olacak ölümünü, özgürlükçü kesim gerici kesimden daha bir sabırla beklemektedir.
Gün gelip de Abdülhamit tahttan indiğinde veya öldüğünde Osmanlı Hilafetine karşı bir harekete karar verilecektir. (S.53)
(Hatırlatma 2; Yazar burada, 2. Abdülhamid’de yanılmıştır. Kendisi değilde Kardeşi Sultan Vahdettin üzerinde operasyon yapılacaktır. Şaka gibi değil mi?
**
-“..Ancak bu kadar akıl yormak yeter, çünkü bundan sonrası bencilliktir ve değersizdir. Esas nokta şu ki, İngiltere, Asya’daki iyi şeyleri yok etmeyi değil geliştirmeyi benimsediğine dair güveni telkin etmelidir.
Ne İslam’ı yok edebilir ne de onunla olan bağını koparabilir.
Bu yüzden, Tanrı aşkına, bırakın İslam’ı ele alsın ve fazilet yolunda iyice yüreklendirsin.
Çünkü tek değerli ve tek akıllı yol bu, hatta diyebilirim ki tüm haçlı seferleri çağından daha değerli ve daha akıllı bir yoldur. (S.109)
**
Paragrafı tekrar veriyoruz;
-“..Ancak bu kadar akıl yormak yeter, çünkü bundan sonrası bencilliktir ve değersizdir. Esas nokta şu ki, İngiltere, Asya’daki iyi şeyleri yok etmeyi değil geliştirmeyi benimsediğine dair güveni telkin etmelidir. Ne İslam’ı yok edebilir ne de onunla olan bağını koparabilir. Bu yüzden, Tanrı aşkına, bırakın İslam’ı ele alsın ve fazilet yolunda iyice yüreklendirsin.Çünkü tek değerli ve tek akıllı yol bu, hatta diyebilirim ki tüm haçlı seferleri çağından daha değerli ve daha akıllı bir yoldur. (S.109)
**
-“Yalnızca bir zaman meselesi olacaktırBu yüzden inanıyorum ki İslam, sadece Avrupa ve Batı Asya’daki bir siyasal kayba değil, ayrıca Rusya’nın yutacağı Müslüman nüfusunun bulunduğu Osmanlı topraklarının kaybına hazırlıklı olmalıdır.
Tabii Avrupa’nın bunca asırdır
Müslümanlığın    simgesi    olarak    gördüğü    Osmanlı Türklerinin    bir gün    Müslümanlıktan çıkmaları    tarihin    ilginç    bir    intikamı    olacaktır.
Yine de bu, çocuklarımızın veya torunlarımızın yaşayarak görebilecekleri bir intikamdır. (S.96)
**
Bölümü bitirirken sormuş olalım;
-Osmanlı Türkleri ne olacakmış?
-“…Müslümanlığın simgesi olarak gördüğü Osmanlı Türklerinin bir gün Müslümanlıktan çıkmaları tarihin ilginç bir intikamı olacaktır…”
-Ne zaman?
-“…Yine de bu, çocuklarımızın veya torunlarımızın yaşayarak görebilecekleri bir intikamdır…”
-Çok ilginç bir öngörü değil mi?
Devam edecek,
Elbette Kör noktalarımızla ve ABD ile AB hakkımızdaki görüşleri ile…
Resim; web ortamından alınmıştır.
(*) Wilfred Scawen Blunt, 1840 yılında Sussex’te (Britanya) dünyaya geldi. Babası, çoğunluğu ormanlık alan olan yaklaşık on altı bin dönümlük bir arazinin sahibi, bölgenin sulh hâkimi ve vali muaviniydi. Blunt’ın babası da Harrow School’da bir başka ünlü şair Byron la tanışıktı.
Henüz çocukken yetim kalan Blunt, bir Katolik olarak yetiştirilmiş ve eğitimini Stonyhurst ve sonra Oscott’ta Cizvit okullarında almıştı. Üniversiteye devam etmedi ancak daha on sekiz yaşındayken Diplomatik Servis te kendisine bir yer sağlamış ve aynı yıl içinde önce Atina’ya, sonra İstanbul üzerinden Almanya’ya Britanya ataşesi olarak gönderilmişti.
Almanya’da dönemin Darwinci tartışmalarından etkilenerek zihni bir buhrana tutulmuş ve Katolik geçmişinden bir parça uzaklaşmıştı. 1863’te Frankfurt’tan Madrid’e ve sonraki yıl da Paris Elçiliği’ne geçmişti. Burada şiirlerinin ve delikanlılığının yol açtığı ilk sıkıntılar baş göstermiş ve diplomatik sürgünü önce Portekiz ardından River Plate’e dek sürmüştü…
Blunt bir yıl sonra ağabeyinin ölümü ile diplomatlığı bırakmış ve aile yadigârı malikâneye tamamen yerleşmişti. Burada karısıyla beraber yaklaşık altı yıl etliye sütlüye bulaşmadan kalmış, kendini süre ve heykelciliğe adamıştı. Ancak 1875 yılında birden bire bu monoton hayattan kendini çekip çıkarmış ve sebebini kendisinin de bilemediği bir rüzgâr sayesinde İspanya’dan Cezayir’e, Küçük Asya’dan Mısır’a, Mezopotamya’dan İran’a ve hatta Arabistan’ın ıssız Bedevi çöllerine kadar ulaşmış, buralardaki gözlemlerinin ilk meyvesi İslam’ın Geleceğini ortaya çıkarmıştı.
Darwin’i okuduktan sonra Katolik inancından vazgeçmiş olan Blunt İslam’ı kabul etme noktasına kadar gelmişti.
Osmanlı İmparatorluğu’nun etkisinden kurtarılan ve Arapların egemenliğinde tesis edilen bir hilafet fikri geliştirmişti.
Bu hilafet, ona göre, Britanya’nın himayesinde var olacaktı.
Edward Said’e göre Blunt on dokuzuncu yüzyıl oryantalistleri arasında en anlayışlısıydı.
Peki, onu İngiliz aristokrat ve entelektüel çevrelerinde enfant terrible (yaramaz çocuk) yapan neydi?
-İrlanda konusunda Keklerin destekçisi ilk İngiliz olması mı?
-Sufrajetleri siyasal mücadelelerinde haklı görmesi mi?
-Mısır milliyetçiliğine ve onun en önemli temsilcisi Arabi’mi ye verdiği destek mi?
-Mısır’daki İngiliz işgaline karşı takındığı tutum mu?
-İslam’ı bir din olarak benimsemeyi düşünecek kadar önemli li görebilmesi mi?
-Yoksa Muhammed Abduh ve Cemaleddin Afgani  (Afgani’ninİngiliz istihbaratına çalıştığı iddia edilmektedir. Canmehmet) gibi reformcu İslam bilginleri ile olan yakın ilişkisi mi?
-Yoksa bütün bunların ve Britanya i Adaları’ın sallayan, ona modern Casanova yakıştırmalarına sebep olan aşk maceralarının toplamı mı?
Kendisini “dünyanın geri kalmış milletlerini, özellikle Asya ve Afrika’dakileri, Avrupa’ya kölelikten kurtarmaya” adamış bu İngiliz asilzadesi Ortadoğu, İslam, oryantalizm gibi konular üzerinde çalışanların dikkatlerinden kaçırmaması gereken bir figür.
Îslam’ın Geleceği ise yine bahsi geçen konularda çalışanların
-Gladstone, Cromer,
-Mısır Hidivi,
-Afgani, Abduh, Arabi gibi çok farklı isimlerle dostluğu olan
- ve birkaç defa Osmanlı Padişahı Abdülhamid’le yüz yüze görüşenbir İngiliz’in kendi kamuoyuna yabancı ve önyargılarla bakılan bir dünyayı anlatması açısından oldukça önemlidir.
Çeviride yazarın ve kitabın yukarıda da dikkat çekmeye çalıştığımız otantik kimliğini korumaya çalıştım.
Arapça ve Türkçe bilen Blunt’ın bu dilden kelimeleri İngilizce’ye ve Britanyalı okurlara aktarırken yaşadığı sıkıntıyı olduğu gibi ‘muhafaza etmeye özen gösterdim. Ancak klasik literatürde yerleşmiş bazı kelime ve kavramları oluşabilecek kavram kargaşasını önlemek amacıyla dipnotlarla belirttim.
Kitabın Blunt’ın Fortnightly Review için kaleme aldığı denemelerden oluşmasının getirdiği bazı pratik kaygılar olduğu gibi muhafaza edilmiştir. Blunt’ın yer yer düştüğü hatalar da yine dipnotlarla belirtilmeye çalışılmıştır.
Her ne kadar reformdan ne kastettiğini açıkça belirtmemiş olsa da Blunt’ın(Okuyanlar lütfen bu cümleyi de unutmasınlar. Canmehmet) bu kitabı döneminin İslam ve Doğu ile ilgili kitaplarından çok başka bir yerde durmaktadır. Okurlar, özellikle içinde bulunduğu tarihi şartları da göz önüne aldığında eserin hakkını teslim edeceklerdir. (Kaynak; Kitabı Türkçeye çeviren, M. Fatih Karakaya)

Tüm yönleri ile Hilafet gerçeği. Hilafeti hangi devlet ve neden devlet kaldırttı (3)


Napolyon, 1799 Halife olabilme umudu ile Müslüman olur!
İngiliz diplomat 1882 yılında; “Osmanlı Türklerinin bir gün Müslümanlıktan çıkmaları tarihin ilginç bir intikamı olacaktır. Yine de bu, çocuklarımızın veya torunlarımızın yaşayarak görebilecekleri bir intikamdır.” Diyerek bildiği bir olayı mı açıklamıştır, yoksa bu bir kehanet midir?
Dileyenler, Napolyon’un Halife olmak için açık olarak Müslüman olmasının detayı ile birinci paragraftaki cümlenin devamını ikici bölümde okuyabilirler.
Kaldığımız yerden devamla….
Bu bölümde, Mustafa Kemal Paşa’nın, Halife olması ile ilgili olarak Kazım Karabekir Paşa’nın iddialarını yazacak ve devamında; “Lozan’da yeni devletin tanınması, Hilafetin kaldırılması şartına mı bağlandı?”Konusu işlenecektir.
İlerleyen bölümlerde de, Napolyon ve Atatürk’ün gerçeğinde neden halifeolmak istediler? konusuna açıklık getirilecektir.
Kaynak 1;“Kazım KARABEKİR Anlatıyor”, UĞUR MUMCU.
Ankara milli hükümetinin Cumhuriyet’e doğru gidişi…
Karabekir, yanlışları Cumhuriyet’in ilanı kararında buluyor:
“İstanbul’dan, her ne şekilde olursa olsun bir Cumhuriyet kurma fikriyle gelen Mustafa Kemal Paşa,
(İngiliz Albay)Rawlinson’un(*) da benim vasıtamla ileri sürdüğü (hilafetin ayrılması ve Cumhuriyet’in kabulü teklifini) samimi bulmuş olacak ki,
19 Kanunusani 1336 (19 Ocak 1920) İstanbul’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne dayanan Mebusan Meclisi’nin açılmasına ve meşruti bir hükümetin faaliyete geçmesine Kânunusani’de Mebusan Meclisi’nin “Misak-ı Milli beyannamesini” kabul ve  ilan ettiğine 9 Kânunusani’de kendi imzasıyla neşrettiği askeri plandaki sarahate rağmen Bolşeviklerin Kafkasya’ya gelmekte oldukları haberi gelince bana 6 Şubat’ta Kafkasya harekâtını teklif etti. Bu hal, İstanbul’daki Meşrutiyet hükümetimize karşı fiili bir isyanla Heyet-i Temsiliye’nin Mustafa Kemal Paşa’nın diktatörlüğünde bir Cumhuriyet şekline dönüşmesi demekti. Hem de Bolşeviklerle birleşme felaketine doğru!”
“M. Kemal, halife mi olmak istiyordu? Karabekir, bu kanıdaydı.
…Karabekir, Mustafa Kemal’in halife olmak isteğinden niçin bu kadar emindi?
Paşa, kuşkusunu şöyle dile getiriyor.
“(Mefkure hatırası) el yazısıyla imzasını taşıyan sarıklılar arasındaki sarıklı resmi Mustafa Kemal Paşa nın Hilafet ve saltanatı kendisine almak mefkuresinde olduğu neticesinde karar kılıyordu. 12 Mayıs 1922 tarihli el yazılarını ve imzalarını taşıyan bir fotoğraf ilişiktir.
Cumhuriyet fikrinden kendi uhdesinde hilafet ve saltanata dönüş bütün cihana karşı çok garip bir şey olacaktı.
Ben, bizim için hilafeti ayırmak ve saltanatı lağv etmek, bu suretle Cumhuriyet’e gitmeyi iç ve dış siyasetimize daha uygun buluyordum…
…Hilafet ve saltanatın bekası taraftarı değilken bu sefer bunu bir kumandana vermeye hiç taraftar olamazdım!
M. Kemal Paşa’nın “Türkiye’nin başında halife-i İslam olacak bir hükümdar bulunacaktır” ifadesinin delalet ettiği mana bu (Mefkure hatıralı) fotoğraftan daha iyi anlaşılıyor…”
Hilafetle ilgili nutuklar… (Mustafa Kemal Paşa)
-18 Ocak İzmit nutuklarından:
(… Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti seri şerif ahkâmından ibaret olan şûra, adalet ve ulu’l-emre itaat esasına tevfikan teşekkül etmiştir. Türkiye Devleti için hilafet mevzubahis zaman varit olabilir. Çünkü i makam-ı hilafet yalnızca Türke değil yüce âlem-i Islama aittir.
Bu âlem-i İslamın elyevm halesarette bulunmasına binaen hilafet meselesini hal ve tespit edecek seviyeye vasıl oluncaya kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi makam-ı hilafeti bir nokta-i ümit olarak muhafaza edecektir.)
-Bursa’da 22 Ocak 1923’te:
(… Hilafetin yalnız Türkiye halkına değil bütün İslam âlemine şümulü olması hasebiyle bu makam hakkında bir karar vermek Türk milletinin salahiyeti haricindedir.)
-İzmir’de 31 Ocak 1923’te:
(… Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur Bir dinin tabii olması  için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır.)
İzmir’de iken 29 Ocak’ta M. Kemal Paşa ile Lâtife Hanım’ın nikâhları yapılmıştı. Fevzi Paşa ve ben, Gazi’nin şahidi olarak iki yanında oturmuştuk.
5 Şubat’ta Akhisar’da iken İsmet Paşa’dan 4 Şubat’ta sulh müzakeresinin inkıtaa uğradığı hakkında şifreli telgraf geldi. Yine bu arada Ankara’dan Meclis ikinci reisi Ali Fuat Paşa’dan mühim bir şifreli telgraf geldi:
-“Gazi’nin geçen yıl millete verdiği söz mucibince bir tarafa çekilmesi şartıyla kendisine bir saray ve ayda on bin lira verilmiştir, müzakereye koyalım mı?”
Gazi buna çok kızdı. Rengi kaçtı. Şifreyi bana da okuttu. Mütalaamı sordu.
O hâlâ hilafeti uhdesine almaya ve eski mefkuresine kavuşmaya uğraşırken kendisine bu tavsiye çok acı geldi.
Gerçi gıyabında bu tarzda ve dış siyasetimiz henüz takarrür etmeden bu teşebbüs doğru değildi. Bunun için mütalaamı şöylece söyledim:
-Henüz sulhumuz takarrür etmediğinden hal-i harpteyiz demektir, bunun için bu meselenin ortaya çıkması mevsimsizdir. Sulhun akdinden sonra bu kararı kimsenin teklifine lüzum kalmadan siz verirsiniz.
Ve cevabımı beğendi. Şifreyi getiren yaveri Mahmut Bey’e (Siirt mebusu. Milliyet gazetesi sahibi) şu emri verdi:
Paşanın dediği gibi bir cevap yaz.
Mahmut Bey gittikten sonra M. Kemal Paşa’dan bazı mütalaalarımı söylemekliğime müsaade alarak dedim ki;
- Görüyorum ki, başkumandanlık uhdenizde bulunduğu halde siyasi bir fırka kurmakla meşgul olmanız aksi tesirler yapıyor. Bunun memleket dışındaki akislerinin daha fena olacağını tahmin ederim. Bunun için sulhun akdine kadar bu gibi hareketle meşgul olmaktan sarfınazar buyursanız. Bunu Ankara’da fırkayı tesis kararınız matbuata aksetmeden önce de rica etmiştim.
Gazi mütalaama cevap vermedi. O hâlâ Ankara’daki havanın halini düşünüyordu.
Benim bu son mütalaamı kabul etmediğini mefkuresine daha şiddetle sarıldığını Balıkesir’de gördüm.
7 Şubat’ta Ulucami’de öğle namazını kalabalık bir cemaatle kıldık. Sonra mevlüt okundu. Bundan sonra da M. Kemal Paşa minbere çıkarak mükemmel bir hutbe okudu.
Tarihi hutbeyi aynen veriyorum:
(Ey millet, Allah birdir, şanı büyüktür, Allah’ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara hakayık-ı diniyeyi tebliğe memur ve resul olmuştur. Kanun-u esasisi, cümlenizce malumdur ki, Kuran-ı Azimüşşan’daki nusustur (açıklık). İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir, ekmel (eksiksiz) dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa ve hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavanin-i tabiiye-i ‘lahıye beyninde tezat olması icap ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i kevniyeyi (dünya ve ahret yasaları) yapan CenabHak’tır
Arkadaşlar;
Cenab-ı peygamber, mesaisinde iki dara (ev, yer), iki haneye malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazret-i peygamberin eser-ı mübareklerine iktifaen bu dakikada milletimize, milletimizin hal ve istikbaline ait hususatı görüşmek maksadıyla bu dâr-ı kudside Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden, Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum.
Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek yani meşveret için yapılmıştır.
Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak için elzemdir. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklalimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum.
Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Amal-i milliye, irade-i milliye yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı milletin arzularının, emellerinin muhassalasından ibarettir. Binaenaleyh benden ne öğrenmek. Ne sormak istiyorsanız, serbestçe sormanızı rica ederim.)
Gazi minberden indi ve mihrabın önünde, namaz kıldığımız yerde yanıma geldi. Halkın sorularına cevap verirken şu sözleri ile, hutbe-i sena ile izah etti:
(Biliyoruz ki, hazret-i peygamber, zaman-ı saadetlerinde hutbeyi kendisi irat ederdi. Gerek peygamber efendimiz ve gerek hulefa-i raşidinin (ilk dört halife) hutbelerini okuyacak olursanız, görürsünüz ki, gerek peygamberin gerek hulefa-i raşidinin söylediği şeyler, o günün meseleleridir.
O günün askeri, idari, mali, siyasi ve içtimai hususatıdır. Ummet-i İslamiye tekessür (çoğalma) ve memalik-i İslamiye tevessüe başlayınca cenab-ı peygamberin ve hulefa-i raşidinin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri iblağa birtakım zevatı memur etmişlerdi. Bunlar herhalde en büyük rüesa (başkanlar) idi.
Onlar cami-i şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir ve irşat için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması. Halkı ahval-i umumiyeden haberdar etmek son derece haiz-i ehemmiyettir
Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı hal-i faaliyette bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir)
Diyerek padişahların hutbeyi Arapça okumalarının istibdatlarını idame için olduğunu, bunun için hutbenin Türkçe olması lüzumunu bildirdi.
Lozan’daki sulh müzakerelerinden de biraz bahsettikten sonra (Halk Fırkası) hakkındaki suale geçti:
(Bu milletin siyasi fırkalardan çok canı yanmıştır. Şunu arz edeyim ki, memalik-i sairede fırkalar behemahal iktisadi maksatlar üzerine teessüs etmiş ve etmektedir)
Diyerek bizim gibi zengin olmayan Balkan hükümetleri’n nasıl kurulduğundan ve halkın siyasi ve iktisadi terbiye aldığından haberi yok, gibi ifadelerde bulundu.
Şu sözleri ilerisi için düşüncelerini göstermek itibariyle dikkati çeker:
(Halk Fırkası halkımıza terbive-i siyasiye vermek için mektep olacaktır Beni çok seven ve hayatımı düşünen bazı arkadaşlarım bana böyle bir fırka-i siyasiye teşkil hitamında köşeye çekilerek istirahat etmekliğim benim için bir menfaattir.
Bunu yapabilmek için şimdiye kadar istihsal olunan neticelerin tespit olunduğu gibi devam edeceğine itimat etmek icap eder. Fakat bu hususta henüz biendişe olamam. Hiçbirinizin de biendişe olmamanızı tavsiye ederim.
… işte bu nokta-i nazardan milletin içinde bir fert olarak ve Tekrar milletin intihabına nail olursam Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde aza sıfatıyla çalışmayı vazife telakki ediyorum. Efendiler, ne ben ve ne siz şahıslarımız üzerinde vaziyetler İhdasına kalkışmayalım.
Biz hepimiz o suretle çalışalım ki, kuracağımız şey milli bir müessese olsun. Bu da millete terbiye-i siyasiye vermekle olur.)
M. Kemal Paşa, minberde mükemmel bir hutbe okumakla bu tarzdaki mesaisine taraftar olmadığım hakkındaki beyanatıma halk huzurunda verdikleri cevap apaçık da
(beni çok seven ve hayatımı düşünen bazı arkadaşlarım böylele bir firka-i siyasiye teşkil etmemekliğimi tavsiye etmişlerdir) beyanatıyla da benim 17 Temmuz 1921 münakaşalarımda Şark’tan yaptığım teklifi (bendeniz zat-ı samilerinin bu kabil siyasi fırkalara … iştiraktan beri kalmasına hasseten taraftarım)
ve bu kerre Halk Fırkası meselesinde dahi sulhun takarrürüne kadar olsun başkomutan sıfatıyla bu kabil cereyanlara girişmemesini tavsiyeme de kati cevabını vermiş oldu.
Gerek mutaassıp bir dil ve eda ile İslamcılığı ele alması ve gerekse siyasi bir fırka teşkiline ve onun başına geçmeye karar verdiğini ilan etmesi bende şu kanaati tamamladı:
Napolyon, vaktiyle başkomutanlıktan (muhalif fırka yapan bir diktatör başına neler geldiğini görür) fikrine dayanarak nasıl bir fırka ile imparatorluğa çıkmışsa,
şimdi Mustafa Kemal Paşa da aynı surette başkomutanlıktan tek fırka ile önlemekliğime rağmen- hilafet ve saltanatı almak mefküresine yürüyecektir.
Bu yolda benim vatan ve millete karşı vazifem de şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da bu tehlikeli yolu önlemek olacaktır.
Şüphesiz ki, samimimiyet ve ikna ile sonuna kadar uğraşmak ve mümkün olmazsa cephe almakla.”
Asla Camilerle Değil!
M. Kemal Paşa, Balıkesir’de verdiği hutbeden sonra Kâzım Karabekir’in düşüncelerini öğrenmek ister
“Akşam M. Kemal Paşa bugünkü beyanatını nasıl bulduğumu sordu. Ben de kendilerine olan samimi bağlılığım kadar kendilerinden aynı karşılığı gördüğüme dayanarak fikrimi söyleyeceğimi bildirdim ve dedim ki:
Dünya işlerini camilere soktuğumuzun acısını çektiğimiz yetmez mi paşam?
Milli işlerimizi neden yine camilere sokuyoruz? Ve neden siz başkumandan olduğunuz halde dinle, hilafetle bir din adamı gibi hatta daha ileri giderek meşgul oluyorsunuz?
Münevverlerimiz haklı olarak bu gidişi iyi telakki etmeyeceği gibi bu yol da esasen tehlikelidir.
‘921 Şubat’ında Şark’tan teklifimde birtakım muhafazakârların yine işe karışarak teceddüt (yenilenme) hareketlerinden mahrum kalacağımız endişesini arz etmiş ve memleketin yüksek mütehassıslarıyla esaslı programlar yapılarak bunların tatbikinde sebat ve sadakat lüzumunu bildirmiştim.
Paşam, görüyorum ki, siz din ve hilafet kuvvetlerine çok ehemmiyet veriyorsunuz; şu halde muhafazakârlara dayanmak istiyorsunuz.
Size bu vesile ile bir daha o eski teklifimi arz edeyim. Yanımda bir sureti var –cep cüzdanımdan çıkardım verdim-, bir daha lütfen okuyunuz.
Türk milleti teceddüde muhtaçtır. Ve bunu da mütehassıslarla başarabiliriz. Asla camilerle değil, asla muhafazakârlarla değil.
Din, vicdan kanaatidir; münakaşaya gelmez. İlim adamı olan bizlerin ve hele sizin bunu ele almanızı katiyen doğru bulmuyorum. Bunu tamamiyle mühmel bırakmalısınız. Bu mütalaalarımı daima size açık kalbimle söyleyeceğim.
M. Kemal Paşa mütalaalarımı samimi karşıladı. Ertesi gün yaverlerinden naklen benim yaverim, Gazi’nin şu ifadesini bildirdi:
Ben, Karabekir’in bana bu kadar samimi olduğunu zannetmediğimden çok çekişeceğimizi tahmin ediyordum. Halbuki o çok açık yürekli ve candan insanmış. Beraber çalışacağımızı görerek memnun oluyorum.” (Sahife, 67) 
Devam edecek…
-Lozan da neler oldu?
-Hilafeti İngilizlerin kaldırttığının belgesi nerede ve kim tarafından bulundu?
(*) Rawlinson kimdir? Albay Alfred Rawlinson,Bir İngiliz istihbarat subayıdır. Önemi, 1918-1922 yıllarındaki Kafkasya ve Doğu Anadolu’da görevinden ve mensup olduğu aileden gelmektedir. (Lozan’da İngiltere’yi temsil eden) İngiltere Başbakanı Lord Curzon’un yeğeni ile evlidir. Kardeşi İngilizlerin sömürge valisi, amcaları da milletvekilidir. (Kazım Karabekir Paşa’nın günlüklerinde anlattığına göre, “Cumhuriyet’i düşünmeleri”ni söylemiştir.)

Tüm yönleri ile Hilafet gerçeği. Hilafeti hangi devlet ve neden devlet kaldırttı (4)



Önceki ve son "Semavi Din"in (inanışlarının) liderleri vardır. Müslüman'ların hariç. "Neden?" sorusunun cevabı detaylı olarak verilmektedir.
10 (15) Ocak 1924 tarihinde İngiltere Kralı V. George, Avam Kamarası’na yaptığı açış konuşmasında, Lozan’ı ilgilendiren bir kanun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder:
“Bu tasarı kabul edilir edilmez Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve YENİ BİR ÇAĞ AÇILACAKTIR.” (As soon as this Bill has been passed, the Treaty will be ratified, and a new era will open.) (CAB/23/46, s. 424)” (1)
Fatih Sultan Mehmed’in  açtığı çağ, İngilizler tarafından Bizans’ın-Ayasofya’nın intikamı alınarak mı kapatılmış;
Bu nedenle mi, diğer tüm inanışların yanında Hilafet kaldırılmış ve İslam sahipsiz,  başsız bırakılmıştır?
Bu belge çok önemli olduğu için farklı görüşe sahip taraflarının görüşleri aşağıda detaylı olarak verilmektedir.
Hilafetin Türkiye’de,  3 Mart 1924 Tarihinde kaldırıldığını hatırlayarak; Lozan antlaşmasının ilgili ülkelerde (meclislerinde) onay tarihlerine bakalım; Türkiye, 23 Ağustos 1923 ;Yunanistan, 25 Ağustos 1923;  İtalya, 12 Mart 1924 ; ve İngiltere’de 16 Temmuz 1924 tarihindedir.
Yazılan bölümlerle ilgili kısa bir hatırlatma;
İlk bölüm; (Özellikle) “İngilizler İşgal ile alacaklarını almış, düşündüklerini gerçekleştirmiş, “Yunan Kuvvetleri” ismi altında bizimle çarpışmış ve Musul-Kerkük petrollerinin üzerine oturmakla kalmamış, hanedanlığı yıkmış, hilafeti kaldırtmış ve gitmiştir”
İkinci bölüm; 1882’de yazdığı “İslam’ın Geleceği”. İsimli eserinde İngiliz diplomat, Wilfred S. Blunt; Hilafet –artık bir imparatorluk değil ama hâlâ bağımsız bir hakimiyet olarak-  Britanya koruması altına alınmalı ve siyasal varlığı, Avrupa’nın başka saldırılarıyla rahatsız edilmeyecek şekilde resmen garanti edilmelidir.
…Napolyon, “Kahire’de açık açık Kelime-i Şehadet getirdiğinde ve İslam inancını açıkladığında, onun (İslam’ın) lideri olmayı amaçlıyordu. Üç yüzyıl Önce Selim için mümkün olan  (Hilafet)  onun için de mümkündü.
“…Arabistan    her    halükarda    bu    sefer    bağımsızlığını    kazanacak    ve    Kureyş’ten    gelen yeni    bir    halifenin    idaresinde    Doğu    dünyasının sempatisini ve bağlılığını kazanacaktı.
 “…Gün gelip de Abdülhamit tahttan indiğinde veya öldüğünde Osmanlı Hilafetine karşı bir harekete karar verilecektir. (S.53)
-“…Yalnızca bir zaman meselesi olacaktırBu yüzden inanıyorum ki İslam, sadece Avrupa ve Batı Asya’daki bir siyasal kayba değil, ayrıca Rusya’nın yutacağı Müslüman nüfusunun bulunduğu Osmanlı topraklarının kaybına hazırlıklı olmalıdır.
Tabii Avrupa’nın bunca asırdır Müslümanlığın    simgesi    olarak    gördüğü    Osmanlı Türklerinin    bir gün    Müslümanlıktan çıkmaları    tarihin    ilginç    bir    intikamı    olacaktır. Yine de bu, çocuklarımızın veya torunlarımızın yaşayarak görebilecekleri bir intikamdır.”
Üçüncü bölüm; Mustafa Kemal Paşa’nın da, Napolyon gibi Halife olmayı düşünmesi, Karabekir Paşa’dan; özel görevli İngiliz Albay Rawlinson’un; “Rawlinson’un da benim vasıtamla ileri sürdüğü (hilafetin ayrılması ve Cumhuriyet’in kabulü teklifini)ni öğrenmiştik…”
**
Bu dördüncü bölüm, yazılanların anlaşılması adına biraz daha açılacak ve gerçeğinde Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nın belki de ilk kez neden yapıldığını arka planı işlenecektir.
İleride işlenecek konular hakkında da birazda ipucu verirsek;
Osmanlı ve Alman İmparatorlarının tahtan uzaklaştırılmalarında ve o dönem ilgili ülkelerde yaşananlarla ilgili çok ilginç benzerlikler bulunmaktadır. Askerin Hükümetleri suçlamaları da dahil.
Sanki bir merkezden yön verilmişçesine!
Ve Birinci Dünya savaşı sonunda; “Hanedanlıklar kaybetmiş, Cumhuriyetler kazanmış!” Denilmesine rağmen İngiltere ve Japonların imparatorları neden yerlerinde kalmışlardır?”
Bu sorunun cevabı da ilerleyen bölümlerde verilmeye çalışılacaktır.
**
Şimdi biraz daha yukarılara çıkıyor ve Osmanlı’nın neden Birinci Dünya savaşına nasıl sürüklendiğini doğru şekilde öğreniyoruz.
“Alman Kayzeri Wilhelm, 1914 yazında çok yanlış bir hesap yaptığını ve İngiltere ile kanlı bir çatışmanın kaçınılmaz olduğunu anladığında İngiltere’ye karşı, onun Doğu’daki gücünü sonsuza kadar yok edecek bir cihad başlatmaya yemin etti.
“Konsoloslarımız ve temsilcilerimiz tüm islam dünyasını bu yalancı ve vicdansız millete karşı ayaklandırmalıdır,” emrini verdi.
Eğer savaşacaksa, elinde tüm Britanya İmparatorluğu’nu yıkma fırsatı vardı. Osmanlı İmparatorluğu, Kafkaslar, İran ve Afganistan halklarını, Britanya’nın yayılmacı imparatorluk çıkarlarına karşı bir araya getirecekti.
Bunlar hep birlikte en büyük ve en hassasları olan Hindistan’a doğru fitili ateşleyeceklerdi.
Hindistan, Britanya’nın elinden koparılacak olursa, genelde yaygara ve blöfle bir arada tutulan derme çatma imparatorluğunun geri kalanı kolayca çökecekti.
Wilheim’in danışmanları, Hindistan’ın bir barut fıçısı olduğunu ve bunu patlatmak için bir ihtilal kıvılcımının yeterli olacağını söylemişlerdi.
Bu gerçekleşecek olursa, Hindistan tahtı, ülkenin büyük zenginliğiyle birlikte, nefret ettiği İngiliz kuzeni Kral V. George’dan kendisine geçecekti.
Wilhelm tahta çıktığından beri, Almanya’yı dünyanın en büyük gücü haline getirmeyi hayal ederdi. Bunun için, Alman orduları, dünyanın bekçiliğini yapan Britanya silahlı kuvvetlerinin yerini almalıydı.
Bu büyük emelini, İngiliz kuzenleri ve rakipleriyle savaşa gitmek yerine, askeri ve deniz gücünün desteğinde ekonomik üstünlük ve diplomatik nüfus ue gerçekleştirmeyi ummuştu.
Almanya’nın büyük bankalarının saldırgan desteğine sahip olan Wilhelm’in diplomat ve sanayicileri, ülkenin politik ve ticari çıkarlarını ve etkisini tüm dünyaya yaymışlardı. Ancak, çabalarını esas olarak Doğu’da yoğunlaştırmışlardı.
Can çekişen Osmanlı İmparatorluğu’nu bir fırsat kapısı olarak görüyorlardı.
Hıristiyan azınlıklara karşı barbarca davranışlarıyla Avrupa kamuoyunu öfkelendirip dostsuz kalan Sultan’a yardım ederek, Almanya’nın yerini sağlama almak için her şey yapılmıştı.
Wilhelm, Berlin hâkimiyetindeki zayıf bir Türkiye’nin, Almanya’nın Asya’daki yayılmacı çıkarları için ekonomik ve politik bir üs olabileceğine karar verdi.
Ancak, bu muhteşem planı önemli ölçüde aksadı ve bunun yerine Avrupa ile dünyanın büyük bir bölümünü karanlık bir savaşın uçurumuna sürükledi.
Bu kitap Almanya’nın bu savaşta, militan İslam güçlerini, müttefiki Türkiye’nin yardımıyla kendi davasına kazandırma çabasını ilk kez anlatmaktadır.
Wilhelm ile sertlik yanlısı danışmanları, bir cihad başlatarak İngilizleri Hindistan’dan, Ruslar’ı da Kafkasya ile Orta Asya’dan sürmeyi hedeflemişlerdi.
Modern savaşta bir cihad örneği olmadığı için, bu cesur ve serüvenci bir stratejiydi, ancak yine de, Alman tarihçi Fritz Fischer’in belirttiği gibi bu, Wilhelm’in 1890’lardan beri yürüttüğü saldırgan Doğu politikasının “başka yollarla sürdürülmesinden” başka bir şey de değildi.
Prusya bir zamanlar çeşitli parçaları başkalarının topraklarıyla birbirinden kopmuş olan, kara içinde sıkışıp kalmış küçük bir devletti.
Ancak, o günlerden sonra, büyük ölçüde Bismarck’ın dehası sonucu, büyük yol almıştı. Wilhelm, Almanya’nın Doğu’da yeni büyük bir imparatorluk kurmak için eline büyük bir fırsat geçirdiğine inanıyordu.
Berlin tarafından tasarlanan, ama İstanbul’dan eyleme sokulacak olan cihad, eski (İngilizlerin) Büyük Oyun’un yeni ve çok daha kötü niyetli bir örneğiydi. Kral, Kayzer, Sultan ve Çar’ın istihbarat servisleri arasında yapılacak savaşın alanı, batıda İstanbul’dan doğuda Kabil ve Kaşgar’a kadar uzanacak, Iran, Kafkaslar ve Rus Orta Asyası’na yayılacaktı.
Tüm İngiliz Hindistanı ve Burma da bunun içindeydi ve Berlin, kaçak silah ve para yardımıyla, sakin Müslüman, Sih ve Hindu halkları arasında şiddetli ayaklanmalar başlatmayı umuyordu.
Ancak, komplonun uçları Asya sınırlarının ötesine de uzanmaktaydı. Berlin’in büyük planında. Birleşik Devletler’deki silah tüccarları, Meksika’nın Pasifik kıyıları açıklarındaki ıssız bir adasında bir randevu ve Londra’nın Tottenham Court Caddesi’nde, suikastların planlanıp prova edildiği bir atış alanı vardı. Planda ikinci bir Hint îsyanı başlatmaya yetecek kadar silahla dolu gemiler ve îngiliz klasiklerinin kapakları içinde Hindistan’a sokulmuş sandık sandık ihtilalci yayın da bulunuyordu.
Ancak, cihadın başlıca hamlesi, İstanbul’dan doğuya doğru, tarafsız İran ve Afganistan üzerinden Hindistan’a inen geçitlere yönelecekti.
Bu nedenle, Berlin’in ilk hedefi îran Şahı ile Afganistan Emiri’nin desteklerini kazanmaktı.
Eğer, bu başarılabilirse, o zaman bu ülkelerin Alman ve Türk subaylarıliderliğindeki, başdöndürücü ganimet vaatleriyle kamçılanan orduları da Hindistan aleyhine döndürebilirdi.
Böylece, bir avuç subay ve astsubay dışında cihad hemen hemen bedavaya gelecekti. Bütün gereken, savaştan sonra asla yerine getirilmeyecek vaatler ve çoğunluğu İran’daki İngiliz bankalarının kasalarından alınacak olan altındı.
Hindistan’ın milyonlarca muhalifi de ayaklanmaya ikna edilebilirse, o zaman İngilizler hem iç hem dış saldırı karşısında kalacaklardı.
Bu arada Türkler Kafkasya ve Orta Asya’daki Müslüman kardeşlerini Türk-Alman cihadının bayrağı altında toplamaya çalışacaklardı..”
Bir ara veriyoruz;
Enver paşanın Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya gönderilme düşüncesi ile Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gönderilmesi bu planın karşılıklı önleyici parçalarıdır. Plan; Rus devriminin benzeri Osmanlı’da da yapılmalı, kurulacak yeni devlet üzerinden İngilizlerle -mücadeleye- kalındığı yerden devam etmelidir.  Enver Paşa’nın bir Alman taraftarı olduğu hatırlanmalıdır. Bizlere öğretilen nedir, gerçekler nedir? Canmehmet)
Kaldığımız yerden devam ediyoruz;
“…Bölgelerdeki casuslarının raporlarıyla cesaretlenen Berlin ve İstanbul’daki stratejistler, tüm Asya’nın alevler içinde kaldığını, İngiliz ve Ruslar’ın bu yangında kavrulduklarını görür gibiydiler.
Kayzer, bir kafir olarak, Müslümanlar’ı cihada çağırmak yetkisine sahip değildi. Bu, altından, silahtan ve savaş sonrası vaatlerden çok daha fazla şey Müslümanlar’ın Halifesi olan Osmanlı Sultanı verebilirdi.
Bu nedenle, Türkiye’nin, halkının çıkarına bakılmaksızın Almanya ile ittifak içinde olması gerekliydi. Wilhelm’in, savaş öncesinde Türkiye ve onun popüler olmayan hükümdarı ile kurduğu iyi ilişkilerde uzak görüşlü olduğu burada ortaya çıktı.
Savaşın başlamışından üç ay sonra Türkiye, Almanya ile Avusturya-Macaristan tarafını seçti ve Sultan dünyadaki Müslümanlar’a Hıristiyan zalimlerini “buldukları yerde” öldürmeleri çağrısında bulundu.
Bu, tıpkı amaçlandığı gibi, öncelikle Hindistan’a yönelikti.
Dünyanın en büyük Müslüman toplumu orada İngiliz uyruğunda yaşamaktaydı.
Kral V. George’un Müslüman uyrukları, Halife Sultan’ınkilerden bile çok, Fransa ve Rusya’nın Müslüman uyruklarından ise kat kat fazlaydı.
Kayzer’in ise Müslüman sömürgesi ve uyruğu yoktu; yıllardır îngiliz, Rus ve Fransızlar’ı çileden çıkartarak kendini dünya Müslümanları’nın hamisi olarak ilan etmekteydi.
Sultan’ın fermanı, Hindistan’daki İngilizler ve Müslümanlar toplumları tarafından sarılmış durumda yaşayan Müttefik uyruklar arasında büyük korku (yaratmış olmalı) …..ve kimse olacakları kestiremiyordu.”
Bir ara daha veriyoruz;
(Bu ifadelerle, Hilafet ve Halifenin gerek Ruslar, gerekse İngilizler için neden çok önemli olduğu, Kurtuluş savaşında Rusların Hilafeti kaldırılması karşılığında silah ve para yardımı da anlaşılabilecektir. Hatta, günümüzde devam eden İslam, -2. Abdülhamid ve Sultan Vahdettin- düşmanlığı da. Canmehmet)
Kaldığımız yerden devam ediyoruz;
“…Ancak, cihad Almanlar için de bir sorun yaratmıştı ve tüm girişimin baltalanmaması için buna bir an önce bir yanıt bulunması gerekiyordu.
Pek çok Müslüman, bir Hıristiyan hükümdarının kendi inancından olanları öldürmeye yönelik bir cihadı neden başlatıp desteklediğini soracaktı.
Wilhelm’in, aralarında ünlü Doğu uzmanları da olan danışmanları buna hazırdılar.
Doğu’nun cami ve Pazar yerlerinde, Alman Imparatorluğu’nun gizlice îslam dinini seçtiği söylentileri yayılmaya başlamıştı.
Bir ara daha veriyoruz;
(Burada Napolyonun Müslüman olması, Medyada sık sık, İngiliz saray mensuplarının, “ Prens, eşi veya kardeşi gizli Müslüman oldu!” hikayeleri de anlaşılır olmaktadır.
Bu arada 1799′da Halife olmak isteyen Napolyon ve diğerleri için önemli olan esas amaç; “Halife olmak” değil, hilafet kullanılarak İslam’da reform yapmaktır.
Protestanlık örneğinde olduğu gibi. Oyun içerisinde oyun!  Canmehmet)
Kaldığımız yerden devam ediyoruz;
“…Hatta, kendisine verdiği adla “Hacı” Wilhelm Muhammed, kılık değiştirerek Mekke’ye hacca bile gitmişti.
Davaya yakın olan Müslüman bilginleri, Kuran’da Wilhelm’in müminleri kafir boyunduruğundan kurtarmak için Allah tarafından görevlendirildiğini gösteren esrarengiz ayetler bile bulmaktaydılar.
Daha sonraları, tüm Alman ulusunun, imparatorlarının örneğini izleyerek toplu bir halde İslamiyet’i seçtikleri söylentisi de yayılacaktı. Son olarak, büyük Türk ve Alman zaferleri hakkında sahte raporlar düzenlenecek ve zaferin Türk-Alman davasının doğruluğuna bağlı olduğu söylenecekti.
Bütün bunların amacı, sıradan Müslümanlar’ın kafalarında Almanya’nın rolünü meşrulaştırmaktı.
Bu arada, Berlin’de tek tek seçilmiş Alman subayları Doğu’yu ve en önemlisi îngiliz Hindistanı’n başdöndürücü cihad çağrısıyla ateşe vermek üzere yetiştirilmekteydiler.
Bunlar altın, silah ve sandık sandık kışkırtıcı yayınla, bu yeni Büyük Oyun’un…”
**
Bir ara daha veriyoruz;
-Eski- “Büyük Oyun” İngilizlerin Osmanlıyı yıkmak;
-”Yeni Büyük Oyun” Almanların İngilizleri yok etmek” Düşüncesidir.
-Aslında burada da Osmanlının yıkılması  hesabı vardır. Ve öylede olmuştur. canmehmet)
Kaldığımız yerden devam ediyoruz;
“…merkezi olan İstanbul’dan doğuya doğru yola çıkıp, sessizce tarafsız İran’a gireceklerdi.
Burada dağlardan ve çöllerden geçerek Afganistan’a giderken, yolda köylüler ve aşiretler arasında cihad çağrısını yayacaklar ve onların aktif desteğini kazanmaya çalışacaklardı.
Ancak, en önemli görevleri Afgan başkentindeydi: güçlü Emir’i kendi yanlarına çekmek ve aşiret ordularına Hindistan’ın iyi korunmayan sınırlarına saldırması için emir vermeye ikna etmek. Aynı anda, Tahran’da da genç Şah’a baskı yapılarak, o ve halkı cihada çekilmeye çalışılacaktı.
Hindistan’da, İngilizler tarafından özel orduya sahip olma hakkı tanınan bazı güçlü prensleri Türk-Alman davasına katılmaya ikna çabaları yürütülecekti. Taraf değiştirdikleri takdirde, kendilerine hemen hemen her isteklerini vermeyi vaat eden Kayzer imzalı, meşin ciltli özel mektuplar hazırlanıyordu. (2)
Büyük Oyun’un hiç sona ermediği bu çok çabuk parlayan bölgede bugün olanlar göze alındığında, hala gündemdedir.
Yeniden dirilen Rusya ve Almanya korkusu nedeniyle, bazıları için bu konunun ayrı bir önemi vardır. BOP da bu manada değerlendirilmelidir. (2)
Devam edecek…
Resim;web ortamından alınmıştır.
(1) “Mustafa Armağan Zaman gazetesinde 4 Mart 2012 günü “Hilafetin Kaldırılmasını İngilizler mi İstemişti?” başlıklı bir yazı yayınladı. Armağan yazısında “hilafetin kaldırılması ve laikliğe gidiş, daha Lozan’da dayatılmış, Türkiye’nin kurulmasına bu şartla izin verilmişti” fikrini ileri sürüyor ve bu fikri desteklemek için gösterdiği delillerin arasında, İngiliz arşivlerinde bulduğunu ve ilk defa yayınlandığını söylediği bir belge dikkat çekiyor.
Bu belge  “Kral V. George’un 10 Ocak 1924 günü Avam Kamarası’na yaptığı belirtilen konuşma”dır.
Önce Armağan’ın yazısında söz konusu belgeyi nasıl ele aldığına bakalım: “İngiliz Milli Arşivleri’nden (National Archives) bulduğum ve ilk kez burada yayınlanacak olan bir “gizli” belge, Lozan’ın Hilafetle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyacak nitelikte. 10 Ocak 1924 tarihinde İngiltere Kralı V. George, Avam Kamarası’na yaptığı açış konuşmasında, Lozan’ı ilgilendiren bir kanun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder:
“Bu tasarı kabul edilir edilmez Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve YENİ BİR ÇAĞ AÇILACAKTIR.” (As soon as this Bill has been passed, the Treaty will be ratified, and a new era will open.) (CAB/23/46, s. 424)” belgeyi İngiliz Milli Arşivleri’nde “bulduğunu” söylüyor; buradan belgenin“bulunması ve Türkiye’den erişilmesi zor” bir belge olduğu imasını çıkarabiliriz.
Ne var ki durum hiç öyle değil.İngiliz Arşivleri’nin web sitesine giren herkes (http://www.nationalarchives.gov.uk) bu belgeyi hiçbir ücret ödemeden veya kayıt formalitesi yerine getirmeden elektronik olarak hemen indirebilir. Nitekim ben de öyle yaptım. Odatv.com (18 Mart 2012 Tarihli, Taraf gazetesini kaynak göstermiştir.)
Bu belge, arşivde İngiliz hükümetine ait belgelerin yer aldığı CAB kısaltmasıyla gösterilen tasnifte, 23. Klasörün 46. Altklasöründe yer alan bir dizi belge arasında yer alıyor. Kimi daktilo edilmiş, kimi matbu bir dizi belge bu klasörde art arda dizilmiş ve hepsi üzerinden yürüyen sayfa numarası verilmiş. Armağan’ın yazısında alıntıladığı satırların bulunduğu belgeye bakınca, bunun kralın Avam Kamarası’nda yapacağı konuşma metni taslağına son şeklini vermek üzere 10 Ocak 1924 tarihinde İngiliz başbakanlarının resmi ikametgahı 10 Downing Street’te yapılan kabine toplantısının tutanağı olduğunu anlıyoruz.
Bu da bizi Armağan’ın yazısındaki ilk hataya getiriyor. İngiliz Kralı konuşmasını 10 Ocak’ta değil, bu toplantıdan 5 gün sonra, 15 Ocak 1924’te yapmış.
Belgeyi incelemeye devam ediyoruz, ve 10 Ocak’taki kabine toplantısında konuşma taslağında yapılan çok sayıda düzeltmeden birinin tam da Armağan’ın alıntıladığı ifade olduğunu görüyoruz. Ne yazık ki Armağan, cümlenin düzeltmeden önceki halini yayınlamış. Oysa, atıfta bulunduğu 424. sayfadan 7 sayfa öncesine, 417. sayfaya baksaydı,“YENİ BİR ÇAĞ AÇILACAKTIR”ifadesinin “YENİ BİR BARIŞÇIL İLİŞKİLER ÇAĞI AÇILACAKTIR” (a new era of peaceful relations will open) olarak değiştirildiğini görecekti. Yani İngiliz Kralı, Armağan’ın yayınladığı cümleyi konuşmasında zikretmiş olamaz; çünkü kabine toplantısında o cümle değiştirilmiş!
Armağan’ın sürdürmediği incelemeyi biz yapalım.
Elimizde, 10 Ocak’ta yapılmış bir düzeltmenin belgesi var, ama kralın 15 Ocak’taki konuşmasında “yeni bir barışçıl ilişkiler çağı açılacaktır” dediğini hala %100 kesinlikle söyleyemeyiz.
…Bu belgenin içinde yer aldığı CAB 23/46 tasnifinde, 48 sayfa ileriye, 474. Sayfaya gidince, kralın konuşmasının İngiliz parlamento matbaasında basılmış resmi bir nüshasıyla karşılaşıyoruz. Muhtemelen konuşmayı izlemeye gelenlere dağıtılan bu matbu metinde, 10 Ocak 1924 tarihinde yapılan düzeltmenin aynen yer aldığını görüyoruz. Bir adım daha gidebilir, İngiliz parlamentosunda yapılan tüm konuşmaların yer aldığı internet arşivlerinde bu konuşmanın nasıl kaydedildiğine bakabiliriz. Nitekim, “New Statesman” adlı İngiliz haftalık siyasi dergisinin web sitesinde, kralın konuşmasının metnine ulaşıyoruz. (http://yourdemocracy.newstatesman. com/parliament/sessionalorders/ HAN2633155)
Hatırlayalım ki kral konuşmasında, Lozan Antlaşması’nın kabulü hakkında İngiliz parlamentosuna verilen yasa tasarısından söz ediyordu. Lozan herşeyden önce bir barış antlaşmasıydı ve Lozan’ın İngiliz parlamentosunda kabulü, 1914’ten bu yana İngiltere ile Türkiye arasında resmen sürmekte olan savaşın nihayetlendiği anlamına geliyordu. “Yeni bir çağ başlayacaktır” ifadesi komplo teorilerine ne kadar açıksa, İngiliz kralının savaştan barışa bu dönüşümü “barışçıl ilişkilerin yeni bir çağı” olarak nitelemesi o kadar rutin kabul edilmeli.
Yukarıda, Armağan’ın yaptığı işin önemini vurgulamak için belgeyi İngiliz Milli Arşivleri’nde “bulduğu” ve “gizli” bir belge olduğunu belirttiğine işaret etmiştim. Armağan’ın yaptığı bir vurgu da, belgenin “ilk defa yayınlandığı” idi. Yukarıda, New Statesman web sitesinde kralın konuşmasının linkini vermiştim. Konuşmanın ardından, 16 Ocak 1924 tarihinde çıkan tüm İngiliz gazetelerinin bu konuşmayı yayınladığını da söyleyebiliriz. Bu konuşma çeşitli İngiliz resmi yayınlarında da yer almış. (Yazının tamamı için; (18 Mart 2012, Taraf) ve (Odatv.com-20.03.2012)
(Burada ne belge ret edilmektedir. Ne içeriği. Tarihi konusundaki (beş günlük belirsizlik), sanki belgenin geçersizliğine yorumlanmaktadır. vurgulanmaktadır. Bu doğru değildir. Belge gerçektir. İlerleyen bölümlerde bunu destekleyen çok sayıda görüş-belge daha olacaktır. Canmehmet)
(2) “İstanbul’un Doğusunda  bitmeyen oyun” Peter Hopkirk , 1995.araştırmacı-gazeteci
Kitabın özgün adı;On Secret Service East of Constantinople, peter Hopkirk, 1994

Tüm yönleri ile Hilafet gerçeği. Hilafeti hangi devlet ve neden devlet kaldırttı (5)



"İngiliz medyası kaynıyor! Prens Charles Müslüman mı oldu?" Önce Napolyon aleni olarak (1799'da) Müslüman olduğunu ilan eder. Arkasında da Birinci Dünya Savaşı arefesinde Alman İmparatoru “Hacı” Wilhelm Muhammed!" İngilizlerin nesi eksik! Onlarda Prens'lerini Müslüman yaparlar! Demekki İslam aleminin üyeleri dışarıdan bu kadar "saf" görünmektedir.
Batı ve Ortadoğu 20. yüzyıboyunca birbirlerini yanlış anlamışlardır ve bu yanlış anlamalardan pek çoğunun kökeninde Lord Kitchener’in Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarındaki girişimleri vardır. Aşağıda bu konuda detaylı bilgi verilmektedir.
Bunları bilmeden ne Osmanlının parçalanması,  ne hilafetin önemi, ne “Arap Baharı’, ne de şu anda yaşadığımız Suriye meselesi doğru olarak anlaşılabilecektir.
(İngiliz asker ve devlet adamı Lord Kitchener hakkında alt kısımda detaylı bilgi verilmektedir.)
“Hartumlu  Kıtchener  geleceğe bakıyor…
Asquith’in  (İngiltere başbakanı) Kabine’ye ünlü bir askeri almakta duraksamasının nedeni, Kitchener Savaş Bakanı olduğunda, savaş dönemi lideri olarak Başbakan’ın da önüne geçeceği korkusu olmalıdır.
Wellington Dükü’nün yüz yıl önceki bakanlığından bu yana hiçbir ünlü asker önemli bir devlet görevinde bulunmuş değildi ve 1660’ta monarşiyi geri getirdikten sonra yüksek bir görev verilen George Monk’tan başka hiçbir subay Kabine’ye alınmamıştı.
Sivil yönetim ilkesi o günden beri titizlikle korunmuştu; ancak Asquith, Feldmareşal Kitchener’in hizmetine olan acil ihtiyaç nedeniyle kendini bu kararı almakla yükümlü hissetmiştir.
Kitchener, Kabine’ye girdikten sonra aylar boyu, çoğunun yabancısı olduğu üyeler kendisinden korkmuşlardı. O güne kadar inandıkları her şeye aykırı olan askeri fikirleri kendilerini şaşırtsa da, hükümlerini hiç yakınmadan kabul ediyorlardı.
Profesyonel İngiliz ordusunun yeterli büyüklükte olduğuna inanıyorlardı; oysa Kitchener, Savaş Bakanlığı’nın birinci gününde, “Ordu yoktur,” demişti. Kabul gören bir görüş de savaşın kısa süreceğiydi; yine Kitchener bir öngörüşle şaşkın (ve Churchill’e göre, kuşkulu) Kabine’ye İngiltere’nin milyonlarca kişilik bir ordusu olacağını, savaşın en az üç yıl süreceğini ve denizde değil Avrupa’da yapılacak kanlı savaşlarla sonuç alınacağını söylemişti.
Kitchener büyük bir ordunun ancak seferberlikle sağlanacağı şeklindeki geleneksel görüş yerine ordusunu bir gönüllü kampanyasıyla elde etmiştir ki, bu durum, çağdaşları kadar kendisinden sonra gelenleri de şaşırtmıştır.
Savaş çabasına liderlik etmek için hükümete getirilen askeri kahramanın aynı zamanda Doğu’yu kendi özel bölgesi olarak gören ve başkaları tarafından da öyle görülen biri olması sadece bir rastlantıydı. Ortaya çıkan politikanın kesin hatları, bu rastlantıyla belirlenmiştir.
Kitchener çok yakın bir zamana kadar halen resmen Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası, ama gerçekte İngilizlerin, sözde düzeni sağladıktan sonra çıkmak üzere 1882 ‘de işgal ettikleri bağımsız bir ülke olan Mısır’ı yönetmekteydi. …
Ne Kitchener ne de yardımcıları Ortadoğu’daki çeşitli toplumlar arasında büyük farklılıklar bulunduğunun bilincinde gibi gözükmüyorlardı.
Örneğin Araplar ve Mısırlılar, her ikisinin de Arapça konuşmasına karşın, halklarının karışımı, tarihleri, kültürleri, görüşleri bakımından çok farklıdırlar.
Kitchener’in yardımcıları, sandıkları gibi Mısır uzmanı olsalar bile, iddia ettikleri gibi Arabistan uzmanları olamazlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşın başlaması, her ikisi de ismen hala Sultan’ın imparatorluğunun birer parçası olan Mısır ve Kıbrıs’taki İngiliz varlığının durumuna bir açıklık getirilmesini gerektirdi.
Kabine her iki ülkeyi de ilhak etme yanlısıydı ve Kahire’deki yetkililere söylediklerine göre, bu kararı vermişlerdi bile.
Lord Kitchener’ in Doğu Sekreteri (Doğu işleri uzmanı) Ronald Storrs, Mısır’la ilgili olarak böyle bir hareketin, İngiliz işgalinin geçici olduğu konusunda İngiliz hükümetleri tarafından kırk yıldır verilen sözün çiğnenmesi anlamına geleceğini söylüyordu.
Temsilcilik (yani Mısır’daki İngiliz Temsilciliği, Lord Kitchener) Mısır için ilerde bağımsızlığı öngören bir himaye statüsü öneriyordu.
Kabine, kendi görüşlerini temsilciliğinkiler lehine terk ederek gelecekte olup biteceklere işaret etmiş oldu.
Mısır kararı, Storrs ile birlikte Kitchener’in maiyetindeki diğer kişilerin, Feldmareşalin otoritesini kullanarak Ortadoğu için verecekleri politik kararların öncüsüdür.
Hükümetin Doğu konusundaki görüşleri Lord Kitchener’inkilerle çatışınca ağır basan genellikle Kitchener’inkiler oluyordu.
Olağan durumda Başbakan, Dışişleri Bakanı, Hindistan Genel Valisi ya da Kabine tarafından verilmesi gereken kararlar Kitchener’i temsil eden ve görüşlerini savunduklarını belirten alt düzey memurlar tarafından verilmekteydi. Buna olanak veren Feldmareşalin prestijiydi.
İngiliz hükümetinin elinde, savaş halinde olduğu imparatorluk hakkında en basit bir bilgi hatta harita bile yoktu. 1913-14 yılında Kitchener’in istihbarat subaylarından biri gizlice, İngiliz Mısırı’nın Sina sınırı yakınındaki bölgesinin bir haritasını çıkarmıştı; bu, İngiliz istihbaratında bulunan az sayıdaki araştırmadan biriydi.
Savaşın ilk yıllarında Osmanlı topraklarında operasyonlar düzenleyen İngiliz subayları tam bir karanlıkta çalışıyorlardı.
İngiltere’nin 1915’te Türkiye’yi istila edememesinin nedeni İngiliz istila birliklerine, saldıracağı yarımadanın tek bir haritasının verilmiş olmasıydı ve sonunda o haritanın da yanlış olduğu ortaya çıktı.
Ortadoğu’da politikacılar, tıpkı askerler gibi, haritası çıkarılmamış bölgelere girdiklerinin farkındaydılar.
Ancak Ortadoğu konusundaki gelişmeleri Kitchener’e bırakan kabine üyeleri, Savaş Bakanı’nın da, bilgi ve öğütlerine güvendiği Kahire ve Hartum’daki yardımcılarının da Ortadoğu’yu ne kadar az anladıklarını bilmiyorlardı.
Kitchener’in Yardımcıları
Kitchener’in Arapça konuşulan dünyadaki eski adamları şimdi onunla birlikte ‘Doğu politikasını yapanlar’ önemine erişmişlerdi. 1914 yılının sonunda dikkati çeken nokta, Kitchener’in hükümet politikasına kendi damgasını vurmuş olmasının yanı sıra, İngiliz hükümetine savaş boyunca ve savaştan sonra Ortadoğu konusunda bilgi ve öğüt verecek insanları seçmiş olmasıydı.
İmparatorluğun bazı bölgelerinde Osmanlı yönetimine hoşnutsuzluk olduğunu bildiren raporları değerlendiren İngilizKahire’si, Müslüman Ortadoğu’nun belirgin özelliklerinden birini özellikle yanlış anlamıştır:
Ortadoğu, politik bilinç açısından Müslüman olmayanlar tarafından yönetilmek istemiyordu.
Düşman hatları ardında Jön Türk hükümetinden memnun olmayan Müslümanlar vardı, ancak istedikleri, bu hükümetin yerine başka bir Türk hükümeti, ya da hiç olmazsa başka bir İslam hükümetinin geçmesiydi.
İngiltere gibi Hıristiyan bir Avrupalı gücün yönetimini katlanılmaz buluyorlardı.
İngiltere’nin bölgedeki adamları inatçı yanılgıları ve meslek hırslarıyla Arapların Avrupalılar tarafından yönetilmek istediklerine inanmışlardı.
Kitchener’in adamları da bu yanlış inançla desteklenerek Suriye’nin denetimini ele geçirmeyi hedefliyorlardı. Fransa’nın bölgedeki adamları da hırslıydılar ve yanılıyorlardı; onlar da Suriye’yi ele geçirmeyi hedeflemekteydiler.
Haçlılar döneminde Fransız şövalyeleri Suriye’de krallıklar kurmuşlar ve şatolar inşa etmişlerdi; bin yıl sonra 1914’te Suriye’yi hala Fransa’nın bir parçası olarak gören Fransızlar bulunuyordu.
Fransa, Suriye’nin Lübnan dağı kıyısındaki Hıristiyan toplumlarda biriyle yakın bağlarını sürdürmekteydi ve Fransız deniz ulaşımcılığının, ipek sanayinin ve diğer çıkar çevrelerinin bölgenin ticari olanaklarında gözü vardı.
Böylece Fransa, dini iktisadi ve tarihsel nedenlerle kendisinde Suriye’nin işlerinde rol oynama hakkı görüyordu.
Ancak Dışişleri Bakanı Theophile Delcasse buna şiddetle karşı çıktı: “Suriye’ye müdahale kadar istenmeyen bir şey olamaz.”
Delcasse, Suriye’nin ilhakının ülkesi açısından Osmanlı İmparatorluğu’nu korumaktan daha az değerli olacağına inanan pek çok Fransız yetkilisinden biriydi. 1914 yılı itibariyle, Osmanlı ekonomisinin özel sektöründeki yabancı sermayenin % 45’i ve Osmanlı kamu borçlarının % 60’ı Fransızlara aitti. İmparatorluğun varlığında ve canlılığının sürmesinde Fransa’nın büyük çıkarı vardı.
İki Dışişleri Bakanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesi durumunda Fransızların Suriye üzerindeki emellerine İngiltere’nin karşı çıkmayacağı, ancak imparatorluğun bölünmemesinin daha çok tercih edilebilir bir durum olduğu konusunda anlaşmış görünüyorlardı.
Kitchener İslam Dünyasına Talip
Batı ve Ortadoğu 20. yüzyıl boyunca birbirlerini yanlış anlamışlardır ve bu yanlış anlamalardan pek Çoğunun kökeninde Lord Kitchener’in Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarındaki girişimleri vardır.
Karakterinin garipliği, Müslüman dünyasını anlayışındaki eksiklikler, Kahire ve Hartum’daki adamlarının verdiği yanlış bilgiler ve iş yapmak için seçtiği Arap politikacılar o günden bu yana politik olayların gelişimini etkilemiştir.
İngiltere’nin müttefiklerine Türkiye aleyhine Avrupa ve Küçük Asya’da toprak kazancı izni vermesine karşın Asquith İngiltere’sinin Osmanlı topraklarında gözü yoktu.
Ancak Kitchener savaş sona erdiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Arapça konuşulan topraklarını ele geçirmesinin İngiltere’nin çıkarına olduğunda ısrar etmekteydi.
Bu da İngiltere’nin geleneksel politikasının tümüyle tersine çevrilmesi demek oluyordu.
Doğu’da yaşayan pek çok İngiliz gibi Kitchener de İslam dünyasında her şeyin din demek olduğuna inanıyordu.
Ancak Feldmareşal ve Kahire ile Hartum’daki meslektaşları İslamiyet’in merkeziyetçi ve otoriter bir yapı olduğuna inanmakla yanılıyorlardı.
Onlar İslamiyet’i, liderlerine itaat eden tek bir varlık, bir örgüt olarak görmekteydiler.
Yüzyıllar önce Cortez, Aztek imparatorunu ele geçirerek Meksika’yı denetimi altına almıştı.
Ortaçağ Fransız kralları, Papa’yı Avignon’da tutsak ederek Hıristiyan dünyasını denetimlerinde tutmaya çalışmışlardı.
Kitchener ile meslektaşları da İslamiyet’in dini liderliğinin satın alınabileceğine ya da kontrol edilebileceğine inanıyorlardı.
Halifenin kontrolünü elinde tutan, İslamiyet’i de kontrolünde tutabilecekti.
Kitchener’in hesaplarında Halife’nin İslam dünyasını İngiltere’ye karşı çıkarabileceği inancı da yatmaktaydı.
Müslüman Hindistan’da çoğunlukta olan Sünniler, Türk sultanını halife olarak gördüklerinden, Kitchener’e göre bu durum sürekli bir tehdit oluşturuyordu.
1914’te Kahire ve Hartum’da, Halife’nin Yahudilerin ve Almanların eline düştüğüne inanılmaktaydı; Savaş Bakanı, Halife’nin, dünya savaşının kazanılmasından sonra İngiltere’nin Ortadoğu’daki rakiplerinin, özellikle de Rusya’nın elinde bir araç olacağından korkuyordu. 
Halife, düşmanın eline geçmesi durumunda İngiltere’nin Hindistan, Mısır ve Sudan’daki durumunu sarsmak için kullanılabilirdi.
İngiltere, İslam dünyasının yarısına hakimdi.
Yalnızca Hindistan’da bile yetmiş milyon Müslüman vardı ve Müslümanlar Hint ordusunun onarılamayacak ölçüde büyük bir bölümünü oluşturuyorlardı.
İngiltere, Mısır ye Sudan’da, Hindistan’a giden deniz yolunu oluşturan Süveyş Kanalı boyunda yaşayan daha milyonlarca Müslüman’ı yönetmekteydi.
Bu on milyonlarca yerli halkın polisliğini küçük İngiliz garnizonları yapmaktaydı ve Kitchener bunların bir başkaldırmaya bile karşı koyamayacaklarını biliyordu.
Dini nedenlerle başlayan esrarengiz Hint isyanının (1857-59) Doğu Hindistan Şirketi yönetimini yıkmış olması İngilizlerin zihinlerinden silinmiş değildi.
Daha yakın zamanlarda Kitchener’in o kadar parlak bir şekilde bastırdığı Sudan isyanını çıkaran, kendine Mehdi adını veren yeni bir dini liderdi.
1905-6 yıllarında Mısır’da beliren Panislamik huzursuzluk İngiltere’de derin bir rahatsızlık yaratmıştı. Kitchener ile maiyeti için İngiltere’ye karşı bir İslam Cihadı sürekli olarak tekrarlanan bir karabasandı.
Kitchener, A l m a n  d e n e t i m i n d e ki bir Halife’yi tehlikeli görüyordu; çünkü Hindistan’da karışıklık çıkarmaya çalışarak Avrupa savaşında İngiltere’ye dengesini kaybettirebilirdi.
Ancak Rus kontrolündeki bir halife Britanya İmparatorluğu için öldürücü bir tehlikeydi.
Kitchener (Asquith ve Grey’in tersine) Rusya’nın hala Hindistan’ı İngiltere’den alma emelleri güttüğüne inanmaktaydı.
Kitchener’e göre Almanya, Avrupa’daki, Rusya ise Asya’daki düşmandı: İngiltere ile Rusya’nın müttefik oldukları 1914 savaşının çelişkisi, İngiltere’nin Avrupa’da kazanarak Asya’da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olmasıydı.
Kitchener, İngiltere’nin savaştan sonra kendi halife adayını ortaya sürmesini öneriyordu.
Muhammed Arap’tı; Kitchener, halifesinin de Arap olması gerektiği görüşünü özendirmeyi düşünüyordu.
İngiliz donanması Arap Yarımadasının kıyılarını kolaylıkla denetim altına alabileceği için İngiltere, halifeyi Avrupa’daki rakiplerinin etkisinden uzak tutabilirdi.
Arabistan’da kendi etki bölgesine bir halife yerleştirebilirse, Kitchener o zaman İslam dünyasını kontrol altına alabileceğine inanıyordu.
Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu daha savaşa girmeden Kitchener’in Kahire’deki adamları Savaş Bakanı’na
Arap    halifeliği    için    uygun    aday    olan    Mekke Emiri    ile    ilişkiye geçildiğini bildirdiler.
Kahire’de yaşayan Arapça konuşan sürgünlerden biri de Aziz Ali el Masri adında eski bir Osmanlı subayı ve İttihatçı politikacıydı.
Gürcü asıllı olan el Masri, Mısır’da doğup büyümüş, Osmanlı İmparatorluğu’nda askeri okula devam etmişti. Askerliğini yaptıktan sonra Jön Türklerin liderlerinden biri olarak ortaya çıkmıştı. Sınıf arkadaşı Enver, Harbiye Nazırı olduğunda kendisi Genelkurmaya bağlı bir binbaşıydı.
Bundan mutsuzluk duyan el Masri, İTC’nin merkezi politikasına ve Arapça konuşanlara hak ettikleri rütbeyi vermemesine karşı çıkan ordu subaylarından oluşan, el-Ahd adında küçük bir gizli cemiyet kurmuştu.
El-Ahd subayları İTC’nin Türkleştirme politikasına karşıtlık noktasında birleşmişlerdi.
Arapça konuşan halka merkezi hükümette daha büyük bir iktidar payı verilmesini, değilse merkezilikten uzaklaşarak kendilerine yerel düzeyde daha büyük özerklik sağlanmasını, ya da bunların her ikisini de istiyorlardı.
İngilizlerin 1914’teki yaygın kaygılarından biri de, Osmanlı İmparatorluğu’nun, savaşa girmesi halinde Süveyş Kanalı’na saldırmasıydı.
Kahire’deki Arapça konuşan sürgünler, Osmanlı politikası bağlamında, imparatorluk nüfusunun çoğunluğunu Türkçe konuşan % 40’lık azınlığın hegemonyasına sokan Jön Türk hükümetinin politikalarına karşı çıkmaktaydılar. Bu sürgünler şu ya da bu yolla hükümet işlerinde daha fazla söz sahibi olmak, Arapça konuşanlar için daha çok ve daha yüksek mevkiler istiyorlardı.
Genellikle milliyetçi olarak nitelenen bu insanların ayrılıkçı olarak tanımlanması daha doğru olacaktı.
Bağımsızlık istemiyorlardı; daha çok, katılım ve yerel yönetim istemekteydiler. Kendileri gibi Müslüman olan Türkler tarafından yönetilmeye razıydılar.
Avrupa milliyetçilerinin tersine, inançları laikten çok dini bir çerçeve içinde yer alıyordu. Bir anlamda İslam duvarları içinde yaşıyorlardı ki, Avrupa ortaçağların başından beri Hıristiyanlığın içinde böyle yaşamış değildi; ortaçağlarda Arap dünyasında kurulan kentler gibi Müslümanların da yaşamları merkezi bir caminin çevresinde kurulmuştu.
Etnik bir grup değildiler, çünkü tarihi olarak tek etnik ya da ‘gerçek’ Arap Arabistan’da yaşayanlardı; Bağdat, Şam, Cezayir ya da Kahire gibi eyaletlerin Arapça konuşan halkları etnik kökenleri ve geçmişleri bakımından karma bir yapıdaydı ve Atlantik okyanusundan Basra Körfezi’ne kadar uzanan bölgenin eski halklarını ve kültürlerini içeriyordu.
Halifeliği on üç yüzyıl önce Muhammed’in ve halifeliğin doğduğu yere geri götürmek, Kitchener’in, Almanya ile savaşın sonunda Rusya ile çıkacağına emin olduğu rekabete hazırlanma stratejisiydi.
Ancak kendi yarımadalarının politik sınırları içinde sıkışıp kalmış olan Araplar onun aklından neler geçtiğini anlayamazlardı. Kitchener’in henüz yeni başlamış büyük bir Avrupa çatışması içindeyken bir sonraki çatışmayı düşündüğünü bilemezlerdi.
Kitchener, Wingate, Clayton ve Storrs’un halifeliğin mahiyetini anlamadıklarını ise hiç tahmin edemezlerdi.
Bilim adamları o günden beri Batılı Ortadoğu araştırmacılarına, ortaçağ Avrupasında papayla     imparatoru    karşı    karşıya    getiren    dünyevi    ve    ruhani    yetki    bölünmesinin    İslam dünyasında    yer    almadığını    anlatmaya    çalışmaktadırlar.
Kitchener, Wingate, Clayton ve Storrs, halifenin sadece ruhani bir lider olacağına inanmakla yanılıyorlardı. İslamiyet’te tüm yaşam, hükümet ve politika da içinde olmak üzere, şeriatın hükümlerine tabidir; Sünni Müslümanların gözünde halife, Osmanlı Sultanı ya da Mekke Emiri, şeriatın koruyucusu olarak hakimiyeti mutlaktır.
İngiliz Kahire’sinin görmediği şey halifenin aynı zamanda bir hükümdar olduğuydu: Tapınmada lider olduğu gibi savaşta da liderdi.
Kitchener’in adamları, İslam dünyası hakkındaki sözde bilgilerine karşın önemli bir noktayı daha gözden kaçırmışlardı: İslamiyet içindeki parçalanmanın boyutlarını görmezden gelmişlerdi.
Böylece Kitchener planı aşırı derecede püriten olan Vehhabi mezhebi lideri İbn Suud’un Mekke’nin Sünni hükümdarının ruhani otoritesini kabul etmesini içermekteydi.
Ancak bu gerçekçi bir olasılık değildi; İslamiyet’in bölünmüş olduğu pek çok mezhep için söz konusu olduğu gibi bunlar da birbirlerine düşmandılar.
İngilizler, Hüseyin’in İslamiyet’in ‘Papa’sı mevkiine adaylığını desteklemeye hazırladılar (böyle bir makamın var olmadığını bilmiyorlardı); ancak yine bilmedikleri bir şey kullandıkları dilin Hüseyin’i tüm Arap dünyasının hükümdarı olmaya özendirdiğiydi…”
Bu dizide kısmen de olsa Hilafet Kurumu, Birinci Dünya savaşının sonucunu belirleyenlerin gözü ile vermeye  çalışılmaktadır.
Bunları öğrenmeden konu ile ilgili tartışmaların ne kadar yüzeyde kalacağı okuyanların takdirine bırakılmaktadır.
Avrupa, Hilafetle yatmiş, Halife ile kalkmıştır.
Devam edecek…
Resim;http://www.medyafaresi.com/haber/41883/yasam-ingiliz-medyasi-kayniyor-prens-charles-musluman-mi-oldu.html
(1) “Horatio Herbert Kitchener, (1850-1916), Britanyalı komutan, diplomat ve devlet adamı. “İngiltere’de Kitchener’ın yıldızının parlayıp büyük bir asker ve komutan olarak tanınması, 1896-98’de Sudan’daki Mehdi hareketini bitirerek Hartum’u işgal etmesi ve 1899-1902 arasında Boer Harbini kazanarak Güney Afrika’yı İngiltere’ye bağlamasıyla olmuştu. Kitchener, görevini yerine getirirken her yola başvurmuş, sert ve acımasız yöntemler uygulamaktan kaçınmamıştı. Sudan’da Mehdi hareketini kırmak için uyguladığı vahşi kıyıma İngiltere bir yana Avrupa’nın hiçbir ülkesinde tepki gösterilmemişken, Güney Afrika’da Boer Savaşı esnasında Boer gerillalarının direnişini sona erdirmek için, onlara destek veren köylülerin tarlalarını yakması, kadın çocuk demeden toplama kamplarına doldurması İngiltere’de bile eleştirilmişti.
I. Dünya Savaşı başlayınca Kitchener, İngiltere Savaş Bakanlığına getirildi. Onun göreve gelmesi İngilizler için bir şanstı. Zira İngilizlerin kuvvetli bir kara ordusu yoktu. Kitchener bütün gayretini sayıca büyük ve iyi donatılmış bir kara ordusunun hazırlanmasına sarf etti. İngiliz halkı nezdinde sahip olduğu karizması, gönüllü asker toplamakta çok etkili oldu ve bu sayede 1914’te 6 tümen olan orduyu 1916 yılı başında 70 tümene çıkardı. Şüphesiz bu hiç kimsenin beklemediği bir başarıydı ve Kitchener’ın cepheye sürdüğü iki milyonluk İngiliz ordusu savaşın kazanılmasında önemli etken oldu.(http://www.geliboluyuanlamak.com/313_Savas-Lordu-Kitchener—Sir-George-Arthur–%28Muzaffer-Albayrak%29.html)
(2)BARIŞA SON VEREN BARIŞ” Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı?David  Fromkin
“David Fromkin, yazıları Foreign Affairs ve diğer dergilerde yayımlanmış olan uluslar arası bir avukattır. Daha önceki kitapları arasında The Independence of Nations ve The Question of Government sayılabilecek olan Fromkin, New York’ta yaşamaktadır ve Dış İlişkiler Konseyi üyesidir.”(Alıntı;www.altinicizdiklerim.com  Dileyenler kitabın bir özetini bu web adresinden okuyabilirler.

Tüm yönleri ile Hilafet gerçeği. Hilafeti hangi devlet ve neden devlet kaldırttı (6)


İngiliz siyaseti bu olsa gerek.
Bu güne kadar ; Bir İslam ülkesi nasıl olurda şemsiyesi altında bulunduğu diğer bir İslam ülkesine üstelikte ihanet ederek, rızası ile Hıristiyan bir devletin yönetimini ister? Sorusuna cevap bulamamıştık.
Aşağıda, Hilafet konusunu kapatmadan evvel;  hem bu soruya cevap verebilmek, hem de  konu ile birinci dereceden ilgili olaylara ışık tutabilmek adına ulaşabildiğimiz bilgileri veriyoruz.
“Batı dünyası, onlarca yıldır Osmanlı İmparatorluğu’nun bir gün çökeceğine ya da parçalanacağına inanıyordu. Bu hesapla, İngiltere’ye, Fransa’ya ve Rusya’ya karşı savaşmanın getireceği yük, imparatorluğu yıkacak, iç ihanetin de buna katkısı olacaktı.
Not 1; 1853’de, Ruslar’a karşı İngiltere-Fransa-Osmanlı arasında yaşanan Kırım Savaşı’nın bu manada kasıtlı olarak çıkarıldığını ve Osmanlı’ya (ilk) dış borç aldırmak zorunda bırakıldığını düşünenlerdeniz.
İngiltere’nin Osmanlı hatları gerisindeki Arapça konuşan nüfusu ayaklandırma çabaları da fazla bir başarıya ulaşamamıştı.
Ancak Şam’da bulunan Cemal Paşa bu tehdidi ciddiye almış ve ihanetlerinden kuşkulandığı kişileri tutuklatmıştı.
Cemal’in bu tutumundan mı, yoksa ona rağmen mi bilinmez, Arapça konuşan halkın sadakatinde eksilme olmadı.
Babıali açısından daha da önemli bir nokta olarak Arap askerler sadece İslamiyet’e değil, Osmanlı hükümetine de bağlılık gösteriyorlardı.
Tutsak kamplarında bulunan Arapça konuşan subaylarla yapılmış görüşmelere dayanılarak hazırlanan bir İngiliz istihbarat bülteninde, subaylardan çoğunun Jön Türkleri desteklediği, desteklemeyen küçük bir azınlığın da,
-“düşman karşısında askeri bir isyanı vicdanlarına uygun bulmadıkları” belirtiliyordu.
Jön Türklerin gözünde imparatorluğun Müslüman olmayan tebaasının sadakati kuşkuluydu. Babıali sadece Hıristiyanlardan değil, Yahudilerden ve özellikle Filistin’de bulunan 60.000 Yahudi’den kuşkulanmaktaydı.
Talat ile arkadaşları Filistin’deki Yahudilerin en az yarısının Osmanlı tebaası olmamasından rahatsızlık duymaktaydılar. Osmanlı tebaası olmayanların çoğu Rusya’dan ve genellikle 1914’ten yarım yüzyıl önce gelmişlerdi ve -kuramsal olarak- Çar’ın tebaası olmayı sürdürüyorlardı.
Jön Türk hareketinin onlara güvenmemesi için neden yoktu; bu insanlar Avrupa’dan politika ve komplolara karışmak için değil, bunlardan kurtulmak için kaçmışlardı.
Rusya, Ukrayna ve Polonya’daki programlardan kaçarak -pek çok Yahudi’nin yaptığı gibi göçmenlere kucak açan Birleşik Devletler gibi fırsat dolu ülkelere gidebilirlerdi. Kurak Filistin’de öncü bir yaşamın sıkıntılarını seçenler sadece dinlerini ve ideallerini huzur için uygulamak isteyen hayalci insanlardı.
Çoğu, Avrupa’nın Yahudi aleyhtarlığından uzak bir ülkede eşitlikçi ve yardımlaşmacı bir toplum kurmak isteyen idealistlerdi. Filistin’e geldiklerinde eski İbrani dilini diriltmişler, toprağı canlandırmışlar, öz güvenlerini geliştirmişlerdi.
20. yüzyılın başlarında yerleşim yerleri gelişmeye başlamıştı; sayıları kırka varıyordu artık. Kentler de kuruyorlardı; 1909’da deniz kıyısın çıplak kumluklar üzerinde şimdiki Tel Aviv’i yükseltmeye başlamışlardı.
Kendilerine Siyon’a dönmeyi amaçlayan, Siyonist hareket mensubu küçük bir Yahudi grubu da dışarıdan yardım etmekteydi.
1914 yılının sonunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na girmesinin hemen ardından Suriye ve Filistin Valisi olan Cemal Paşa, Yahudi yerleşimcilere karşı şiddete başvurdu.
Bahaddin adında Siyonizm aleyhtarı bir Osmanlı yetkilisi tarafından etkilenen Cemal, Siyonist yerleşim birimlerini ortadan kaldırmak için harekete geçti.
Tüm yabancı Yahudilerin -yani Yahudi Filistin’inin büyük bir kısmının- ülkeden atılmasını emretti.
Tarafsız ülkelerdeki Yahudi kamuoyunu aleyhlerine çevirmekten korkan Alman hükümeti, Talat ile Enver’i araya girmeye ikna edinceye kadar sürgünler başlamıştı.
Cemal’ in bu korkusu bir dereceye kadar bir kehanet sayılabilir.
Filistinli Yahudilerin çoğu dünya savaşından kaçınmayı yeğlerken, Siyonist işçi hareketinin liderleri ve Darülfünun’un eski hukuk öğrencileri olan David Ben-Gurion ve Izak Ben Zvi, Osmanlı Filistin’ini savunmak için 1914’te bir Filistin Yahudi ordusu kurmayı önermişlerdir.
Ancak Cemal bu tekliflerini kabul etmek yerine onları ve diğer Siyonist liderleri 1915’te sınır dışı etmiştir.
Ben-Gurion ile Ben Zvi gittikleri Birleşik Devletlerde bir Osmanlı Yahudi ordusu kurulması kampanyalarını sürdürmüşlerdir.
Ancak 1918 yılında Filistin’de Osmanlı İmparatorluğu’na karşı İngilizler safında çarpışacak bir Yahudi ordusuna katılmışlardır.
Savaş zamanı Osmanlı hükümeti, Türk yanlısı kalmaları için hiçbir neden bırakmamıştı.
Ancak Cemal’ in kaprisli ve çoğunlukla zalim önlemlerine karşın Filistin’deki Yahudilerin çoğu Osmanlı İmparatorluğu’na ihanet etmemişlerdir; sadece çok küçük -ama çok etkili- bir azınlık imparatorluğa karşı çalışmıştır.
Ermeniler Hıristiyan olarak Rusları Türklere tercih etme eğilimindeydiler.
Osmanlı egemenliğindeki Ermenilerin İstanbul ‘a sadık kalmalarını sağlayacak hiçbir şey yoktu.
Türklerle Ermeniler arasında 1894, 1895, 1896 ve 1909 yıllarındaki kanlı olaylar zihinlerde tazeliğini koruyordu. Enver, Ermenilerin can düşmanı olan Kürtleri Osmanlı askeri birlikleri içinde üzerlerine göndermiş, böylece eski düşmanlıklar alevlenmiş, yenilerinin de ateşi yakılmıştı.
Harbiye Nazırı olarak Enver ve Dahiliye Nazırı olarak Talat, 1915 yılı başlarında Ermenilerin açıkça Rusya’yı desteklediğini ve şiddet hareketlerine başladığını savundular.
Buna misilleme olarak doğu vilayetlerindeki tüm Ermeni halkın Anadolu dışına sürülmesini emrettiler.
Alman ve Avusturya büyükelçiliklerinde ilk sürgün haberleri fazla ciddiye alınmamış, yetkililer bu konuda bilgileri yokmuş gibi davranmışlardır. Talat’ın güvencelerini seve seve kabul etmişlerdir.
Alman Büyükelçisi von Wangenheim haziran ortasında Berlin’e çektiği telgrafta Talat’ın kitlesel sürgünlerin “sadece askeri mülahazalarla” yapılmadığını kabul ettiğini bildirdi.
… Von Wangenheim, temmuzda Alman başbakanına Babıali’nin şiddet kullandığı konusunda artık herhangi bir kuşku bulunmadığını bildirdi.
Ermeni olayları. İtilaf Devletleri için, Alman ve Avusturya büyükelçilerinin korktuğu gibi yararlı ve etkin bir propaganda aracı oldu.
İtilaf Devletleri’nin savaş sonrası uzlaşma koşullarının bundan etkilendiği söylenebilir; çünkü Müslüman olmayan nüfusun ve hatta Türkçe konuşmayan nüfusun Osmanlı İmparatorluğu denetiminde bırakılamayacağı iddiası artık daha da güçlenmişti.
Jön Türk üçlüsü içinde yalnızca Cemal, olaylardan uzak kalmaya dikkat etmişti. Görünen hedefi, İtilaf Devletleri’ne uzanan yolları açık tutmaktı.
Cemal Paşa, 1915 başlarında Süveyş kanalında yenildikten sonra Şam’a yerleşmiş ve Büyük Suriye’yi -şimdi Suriye, Lübnan, Ürdün ve İsrail’den oluşan güney bölgesini- kendi özel mülkü gibi yönetmeye başlamıştı.
1915’te, İtilaf Devletleri’nin yardımıyla Osmanlı tahtını ele geçirmeyi de önermiştir.
Cemal’in, Rus Dışişleri Bakanı Sazanov tarafından açıklanan koşulları özgür ve bağımsız bir Asya Türkiye’si öngörüyordu.
Bu ülke, Suriye, Mezopotamya, Hıristiyan Ermenistan, Kilikya ve Kürdistan özerk bölgelerini içerecek ve başında sultan olarak Cemal bulunacaktı.
Cemal, Rusların İstanbul ve Çanakkale’yi istemelerini peşin olarak kabul ediyordu.
Ermeni sorununu çözmek için gerekli adımları hemen atacaktı. İtilaf Devletleri’nin yardımıyla İstanbul üzerine yürüyüp sultanı ve hükümeti devirecekti; buna karşılık olarak savaştan sonra ülkesini yeniden diriltmek için mali yardım istiyordu.
Ruslar, Cemal’in teklifini kabul etmeyi önerdiler; Sazanov, müttefiklerinin de buna razı olacaklarından emindi.
Ancak Fransa, 1916 Martında teklifi reddederek şimdiki Türkiye’nin güneyi olan Kilikya ile Büyük Suriye’yi istedi.
Cemal’in teklifi Osmanlı İmparatorluğu’nu içten yıkmak için İtilafçılar açısından büyük bir fırsattı; ama bunu değerlendiremediler.
Enver ile Talat, Cemal’in düşmanla olan gizli yazışmasından haberdar olmadılar ve Cemal de onların safında İtilaf Devletlerine karşı savaşa devam etti.
Osmanlı İmparatorluğu, tüm güçleri başka yerlerde toplanmış olan düşmanları için tek savaş alanı olmamasından kazançlı çıkıyordu.
Bununla birlikte, savaş performansı şaşırtıcı derecede yüksekti. Üç cephede savaşa girmiş olduğu halde 1915-16’da batıda İngiltere ile Fransa’yı yenmiş, aynı anda doğudan gelen İngiliz Hindistan’ı ordularını ezmiş ve kuzeyde Rus istila güçlerini durdurmuştu.
Osmanlıların düşman hatları gerisindeki performansları da aynı derecede önemliydi. Türklerin ve Almanların yıkıcı faaliyetleri, İtilafçıların denetimindeki İran İmparatorluğunu çökertmişti.
Buna karşılık 1916 ortalarında İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arapça konuşan halklarını kendi yanına çekememiş, Rusların Ermenilere ayaklanma çağrıları başarısızlıkla son bulmuştu.
Hüseyin’in İsyanı
Hüseyin, Jön Türklerin kendisini devireceklerini öğrendiğinde isyana başlanmasını emretti…
Hüseyin 1916 Nisanında Cemal’den, 3.500 kişilik seçme bir Osmanlı birliğinin Hicaz’dan geçerek Arabistan Yarımadası’nın ucuna gideceğini ve yanlarında bulunan Alman subaylarının orada bir telgraf istasyonu kuracaklarını öğrendi.
Osmanlı birliği, topraklarından geçerken Hüseyin’i ezecek kadar güçlüydü. Emir bu haber üzerine telaşa düştü; artık ilk darbeyi kendisinin vurması gerekiyordu. Kıyı açıklarındaki Krallık Donanması’ndan koruma istedi.
Faysal ile Hüseyin, 100.000 Arap askerinin kendilerine katılmasını beklediklerini söylemişlerdi. Bu da Osmanlı savaş gücünün üçte biriydi. Başka raporlara göre Hüseyin 250.000 askerin, ya da Türk ordusunun hemen hemen tüm savaşan birliklerinin kendisine katılmasını beklemekteydi.
Hüseyin’in umduğu Arap isyanı hiç gerçekleşmedi. Osmanlı ordusunun Arap birlikleri Hüseyin’e katılmadı. Osmanlı İmparatorluğu’nun politik ya da askeri kişileri, kendisine ve İtilafçılara katılmadı.
El-Faruki’nin Hüseyin’e katılacağı sözünü verdiği gizli askeri örgüt ortaya çıkmadı.
Hüseyin’in ordusu İngiliz parasıyla desteklenen birkaç bin aşiret mensubundan ibaretti.
Düzenli bir ordusu yoktu. Hicaz ile komşu aşiretler dışında Arapça konuşan dünyada Hüseyin’e herhangi bir destek göze çarpmıyordu.
İngiliz gemi ve uçakları Cidde’ye saldırarak Hüseyin’in askerlerinin yardımına koşmuşlardı. Limanın güvenliği sağlandıktan sonra, İngilizler, Mısır ordusundan Müslüman askerleri karaya indirdiler. …
Krallık Donanması, Arabistan’ın Kızıldeniz kıyısında kontrolü ele geçirerek limanlarda İngiliz varlığını yerleştirmiş oldu. …
Hüseyin, Hıristiyan İngiliz askeri birliklerinin içerlere girmesine izin vermiyordu.
Gilbert Clayton, Arap gizli cemiyetlerinin politikasını yanlış anlamıştı:
Bu cemiyetler İngilizlerin Ortadoğu’daki emellerine şiddetle karşı çıkmaktaydılar.  Savaşın başında Avrupa’nın istila tehdidine karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklemeye karar vermişlerdi.
Bu kararlarına sadık kaldılar. Elde edebildiklerinde özerklik veya bağımsızlığı yeğliyorlardı; ama bu olmadığı takdirde, Hıristiyanlar yerineMüslüman Türkler tarafından yönetilmeyi arzulamaktaydılar.
Hüseyin’in temel programı hiç değişmedi: Osmanlı İmparatorluğu içinde Emir olarak daha fazla güç ve özerklik ve bu durumunun babadan oğula geçmesini istiyordu. …
Arap Bürosu’nun başında olan İstihbarat Subayı David Hogarth şöyle diyordu:
-“Kral’ın, Arap Birliği’nden kendi krallığını anladığı açıktır…
Sykes, 1916 yazının büyük bir bölümünü konuşmalar yaparak geçirdi.
Bu konuşmalarında, Amerikalı deniz subayı ve tarihçi Alfred Thayer Mahan’ın Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi tanımlamak için icat ettiği ‘Ortadoğu’ terimine yeni bir anlam yüklüyordu.
Mekke isyanının en gözle görülür başarısızlığı, Hicaz’daki diğer kutsal kent olan Medine’yi yanına alamamış olmasıydı.
Mekke’nin 480 kilometre kuzeydoğusunda olan Medine, kuzeye doğru devam eden Suriye yolunun üzerindeydi.
Medine, 12. yüzyıldan kaldığı söylenen burçlu surlarla çevriliydi. Kuzeybatısında Osmanlı garnizonunun bulunduğu bir kale vardı.
Şam’dan gelen Hicaz demiryolunun son istasyonu surlar içinde olduğundan kente ikmal malzemesi ve yedek kuvvet sağlanabiliyordu.
Demiryolu savaş sırasında Bedevi baskıncılar tarafından sık sık havaya uçurulmuş, ancak Osmanlı garnizonu hatları onarıp kullanmaya devam edebilmişti...”(1)
Araplar Türkleri arkadan vurdular!”  İddiasına yukarıda yaygın olarak bilinenlerden farklı olarak bir görüş getirilmektedir.
Bundan sonrası meraklı ve araştırmacılara kalmaktadır.
Devam edecek
Resim;dunyagerceklerim.blogspot.com’dan alınmıştır.
(1)“Barışa son veren barış” David  Fromkin, “Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı?”
Prof. David Fromkin, yazıları Foreign Affairs ve diğer dergilerde yayımlanmış olan uluslar arası ilişkiler, Hukuk ve Tarih konusunda deneyimli bir avukat ve öğretim üyesidir. Daha önceki kitapları arasında The Independence of Nations ve The Question of Government sayılabilecek olan Fromkin, New York’ta yaşamaktadır ve Dış İlişkiler Konseyi üyesidir.

Tüm yönleri ile Hilafet gerçeği. Hilafeti hangi devlet ve neden devlet kaldırttı (7)

ABD Demokrat Parti Silahlı Hiz. Kom. ve İstihbarat Komitesi üyesi Senatör Udall. 
….
Gerçeğin mi peşindesiniz? O zaman buyurun! “Osmanlı sultanlarının halefleri henüz alıcı olarak yerlerine oturmamışlardır. Müttefiklerin, 1919-1922 yılları arasında bu halefleri yerleştirirken kalıcılığı sağladıklarına inanmış olmalarına rağmen…”
Üzerinde en çok tartışılan konuların başında olmasına rağmen; “19 Mayıs 1919öncesinde yaşananlar, en başta içerisinde olması gereken NUTUK’un yanında, ülkemizin ve Ortadoğu’nun yakın tarihini araştıran çok sayıdaki yabancı akademisyenlerin yazdıkları kitaplarda da yer almaması dikkatimizi çeken hususların başında gelmekteydi.
“BARIŞA SON VEREN BARIŞ” isimli eseri elimize almamızla birlikte konu bizim için aydınlanmış oldu.
Eserin yazarı, Prof. David Fromkin, Tarih, Hukuk ve Uluslararası ilişkiler alanında deneyimli araştırmacı bir ilim insanıdır.
Fromkin, berrak bir anlatımla, “Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı?”sorusuna cevap aramış ve bu sorunun cevabını vermiştir.
Vermiştir, ancak…
İşgalcilerin ve Osmanlı’yı parçalayarak müthiş mirasına el koyanların tamamının Ortak Paydası olan, Hilafet kurumu ve Halife’nin pozisyonuile birinci dereceden ilgili, 1880-1922 arasındaki yaşananları es geçerek…
Bununla beraber konunun açıklığa kavuşmasında bize ışık tutan ABD’li senatörün 2011 yılında yaptığı açıklamanın da hakkını vermeliyiz.
Ne demişti ABD Demokrat Parti Silahlı Hiz. Kom. ve İstihbarat Komitesi üyesi Senatör Udall ;
-Türkiye’nin 100 yıl önce gördüğü gibi, gerçekten -Mısır’da- bir Atatürk’e ihtiyacımız var.” Bence Türk ordusu, Mısır ordusunun bu durumda oynayabileceği rol için iyi bir örnek” dedi.(1)
Aşağıda meraklılarına ve araştırmacılara birbirinden bağımsız, kopuk parçalarını  birleştirmek için değerli bilgileri verilmektedir.
Bilgi o kadar da çok önemli değildir;
Bilginin sizin için önemi, onlardan yeni bilgi üretilmesindedir. Bu hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Özellikle siyasi yönü olan bilgilerin  tamamı rafine edilerek pazara servis edilmektedir.
Açık anlatımı ile, bilgiyi verenlerin işlerine gelenler, tezlerini destekleyenler görülmekte; görülmeyenler es geçilmektedir.
19 Mayıs 1919 öncesi, Sultan Vahdettin ve Mustafa Kemal Paşa ilişkilerinde olduğu gibi.
Şimdi koltuğumuza yaslanalım ve bakalım bize önce başlıkları ile, Uluslararası ilişkiler, Tarih ve Hukuk uzmanı Prof. Fromkin ne anlatmaktadır;
-“Serüven yüzyıllar önce Kolomb’un kalyonlarının ardından Avrupalıların Amerika kıtasında ve bu kıtanın doğusuyla batısındaki denizlerde keşfettikleri toprakları sömürgeleştirmek için akın akın yola çıkmalarıyla başlamıştı.
-Bu serüven İngiltere’nin Hindistan İmparatorluğu’nu ele geçirmesi ve büyük devletlerin Afrika kıtasını aralarında paylaşmalarıyla 19. yüzyılda devam etmiştir.
-20. yüzyılın başında, Doğu Asya dışında, Avrupalılar bir tek Ortadoğu’ya el atmamışlardı ve Birinci Dünya Savaşı sonunda Lloyd George, ordularının bunu da başardığını gururla söyleyebilmiştir.
-Bonapart’ın Mısır seferinden beri dünya politikasında var olan dertli ve patlama olasılığı taşıyan Ortadoğu sorunu 1922’de yapılan savaş sonrası anlaşmalarla başarılı bir biçimde çözülmüş oluyordu.
-Ortada olan büyük konulardan biri de Ortadoğu’da Rus politik sınırının nerede çizileceğiydi.
-1922’de bu sorun da çözüldü: Rus sınırı Türkiye’den İran’a ve Afganistan’a uzanan kuzey devletleri boyunca çizildi.
-Bu devletler hem Rusya’dan hem Batı’dan bağımsız kalmayı başarmışlardı ve bu hat on yıllarca sağlam kalmaya devam etmiştir.
-Napolyon zamanından beri devam edegelen diğer büyük konu Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunda ne olacağıydı.
-Bu da,1922’de Osmanlı Sultanlığı’nın sona erdirilmesi ve Ortadoğu topraklarının Türkiye, Fransa ve İngiltere arasında bölünmesiyle çözülmüştü.1922 çözümü böyleydi.
-1922 çözümü tek bir yasa, anlaşma ya da belgeden oluşmuyordu; daha çok, çoğu o yıl yapılan ayrı ayrı anlaşmalar, yasalar ve belgeler bütününden oluşan bir tabloydu.
-Rusya’nın Ortadoğu’daki toprak sınırı 1922 sonunda ilan edilen SSCB anayasasıyla, politik sınırları da Türkiye, İran ve Afganistan’ la imzaladığı antlaşmalar ve bir dereceye kadar, 1921’de İngiltere ile imzaladığı ticaret anlaşmasıyla belirlenmişti.
-Osmanlı Sultanı’nın tahttan indirilmesi ve (dağılan imparatorluğun Türkçe konuşan bölümüyle sınırlı) bir ulusal Türk devletinin kurulması Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 ve 2 Kasım 1922’de oybirliğiyle aldığı karar sonucunda gerçekleştirildi.
-Türkiye’nin sınırları 1922 sonbaharında İtilaf Devletleriyle yaptığı ateşkes ve ertesi yıl da Lozan’da imzaladığı barış antlaşmasıyla çiziliyordu.
-Eski Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki toprakları İngiltere ile Fransa arasında şu belgelerle bölünmüştür:
-Fransa’nın Suriye ve Lübnan için Milletler Cemiyeti’nden manda alması (1922);
-İngiltere’nin Ürdün’ü de kapsayan Filistin’i yönetmek için Milletler Cemiyeti’nden aldığı manda (1922);
-ve Irak’la yapılan, İngiltere’nin de yeni kurulan devletin mandasını aldığını onaylayan 1922 antlaşması.
-İngiltere Ortadoğu’daki kendi etki alanı için, çoğu yine 1922 tarihini taşıyan yasalar çıkarmıştır.
-Mısır tahtına I. Fuad’ı o yıl geçirerek Mısır’ı 1922 Allenby Deklarasyonu ile sözde bağımsız, himaye altında bir devlet yapmıştır.
-Yine o yıl bir anlaşmayla Irak’ta bir himaye rejimi kurmuştur: Irak’ı zaten kendisi yaratmış ve tahtına kendi adayı olan Faysal’ı geçirmişti.
-1922 Filistin mandası hükümlerine ve Churchill’in Filistin için 1922’de hazırladığı Beyaz Kitap’a göreÜrdün de Filistin’den ayrı bir politik yapı olma yoluna girmiş, Şeria nehrinin batısında Yahudilere bir milli yurt, Yahudi olmayanlara da eşit haklar vaat edilmişti.
-1921’de gündemde olan Kürtlere özerklik ya da bağımsızlık her nasılsa 1922’de gündemden kaldırıldığı için bir Kürdistan olmayacaktı:
-1922’nin karar yokluğu aslında bir karar olacaktı. İngiltere 1922’de İbn Suud’la sınır anlaşması yapmış ve Suudi Arabistan, Irak ve Kuveyt sınırlarını çizmiştir.
-Böylece İngiltere -Fransa ve Rusya’nın Ortadoğu’daki kendi etki alanlarında olduğu gibi- devletler kurmuş, bu devletleri yönetecek kişileri atamış, aralarında sınırlar çizmiş ve bunların hepsini de 1922 yılında ya da hemen önce ve sonrasında yapmıştır.
-Avrupalı devletler çok eskiden beri niyet ettikleri gibi Ortadoğu halklarının politik kaderlerini ellerine almışlardı. Bunu, 1922 çözümü adını verdiğim sürecin içerdiği hükümlere göre yapmışlardı.
-Dünyanın başka yerlerinde -Asya dışında her yerde- Avrupa işgali yerli politik yapının yıkılması ve yerine Avrupa örneğine göre yenilerinin kurulmasıyla sonuçlanmıştı.
-Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda ve Afrika artık kabilelere değil, Avrupa’da olduğu gibi, ülkelere bölünmüştü.
-Yeryüzünün çoğunda hükümetler Avrupa modeline göre, Avrupalı kurallara ve Avrupalı kavramlara uygun olarak yürütülmekteydi.
-Savaşın ilk yıllarında yeni sömürgeler ilhak etme niyetini açıkça dile getirmek hala kabul edilebilir bir şeydi. Ancak, emperyalist aleyhtarı güzel sözleriyle Wilson’un Amerika’sı ve Lenin’in Rusya’sı eski Avrupa’ya meydan okudukça zihinler ve politik sözlükler değişiyordu.
-Savaş sona erdiğinde İngiliz toplumu emperyalizmin idealistçe savunulmasını (geri kalmış bir bölgeye ileri uygarlığın nimetlerini getireceği fikrini) hayal, pratikte savunulmasını (imparatorluğunu genişletmenin İngiltere’nin yararına olacağını) ise gerçek dışı olarak görüyordu.
-İngiliz kamuoyu, basını ve parlamentosunun büyük çoğunluğu, emperyalizmi, elinde kalan tüm kaynaklarını kendini yeniden inşa etmeye yatırması gereken bir toplumda pahalı bir macera sayıyor, hükümetin Arap Ortadoğu’sunda var olma davasına kendini adamasını sadece, Winston Churchill’in kurnaz stratejisi, bölgeyi ucuza denetim altında tutmayı mümkün gösterdiği için kabul ediyordu.
-1922’de İngiliz hükümeti İngiliz toplumuyla politik bir uzlaşmaya varmıştı: buna göre İngiltere düşük bir maliyetle gerçekleştirmeyi başarabildiği takdirdeOrtadoğu’da üstünlüğünü istediği kadar sürdürebilirdi.
-İngiltere’nin bölgeyi yönetmekte karşılaşacağı güçlükleri küçümseyen ve girdikleri işin büyüklüğü hakkında hiçbir fikirleri olmayan İngiliz bürokratlarına göre İngiltere Ortadoğu’da, kalmak üzere bulunuyordu.
-Ancak sonradan geçmişe bakıldığında bunun İngiltere’nin bölgeden çıkacağının ilk işareti olduğu anlaşılmaktadır.
-1918 yılında İngiliz yetkilileri, kendilerini İbn Suud’la kaybetmek üzere oldukları bir çatışmaya sokan Hüseyin’i yük olarak görmeye başlamışlardı.
-1922 yılı geldiğinde İngiliz politikacıları Hüseyin’in oğlu Faysal’ı hilekar, Abdullah’ı da tembel ve beceriksiz olarak görmekteydiler. Yine de, Irak ve Ürdün’de Faysal ve Abdullah İngiltere’nin tahta çıkardığı hükümdarlardı; İngiltere Haşimi davasına kendini bağlamış bulunuyordu.
-Bir diğer örnek de Filistin’di: İngiltere 1917’de şiddetle benimsediği, ama 1920’li yılların başında tüm heyecanını kaybettiği bir Siyonist programı uygulamak için 1922’de Milletler Cemiyeti’nin mandasını kabul etmişti.
-Ortadoğu’nun bugünkü durumu hem Avrupalı devletlerin onu yeniden biçimlendirmeyi üstlenmesinden, hem de İngiltere ile Fransa’nın, kurdukları hanedan, devlet ve politik sistemlerin sürekliliğini sağlama bağlayamamalarından kaynaklanmaktadır.
-İngiltere    ile    Müttefikleri    Birinci    Dünya Savaşı    sırasında   ve    sonrasındabölgedeki    eski    düzeni    daha    geri gelmeyecek   şekilde yıkmışlardı;    Arapça konuşulan    Ortadoğu’daki    Osmanlı yönetimini    onarılmayacak    derecede parçalamışlardı.
-Onun yerini almak üzere devletler yaratmışlar, hükümdarlar getirmişler, sınırları değiştirmişler ve her yerde bulunan devlet sistemi yaratmışlardı; ama bu kararlara karşı olan önemli yerel muhalefetin tümünü susturamamışlardı.
-Sonuç olarak 1914-22’deki olaylar, Avrupa’nın Ortadoğu Sorununa bir son getirirken, Ortadoğu’nun    kendisinde    bir     Ortadoğu    Sorunu    yaratıyordu.
-1922 çözümü (burada ad kullanılmakla birlikte, düzenlemelerden bazıları daha önce ve daha sonra gerçekleşmiştir) Avrupalılar    için  Osmanlı İmparatorluğu’nun       yerine    neyin    ve   de       kimin     geçeceği    sorununu    çözmüştü;    ancak     bugün      bile Ortadoğu’da    bu  düzenlemelere   uyum     sağlamamış    ve   bunları    devirebilecek    yerel     güçler   vardır.
-Anlaşmazlıkların bir kısmı, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi, hükümdarlar ya da sınırlar hakkındaysa da, Ortadoğu’da tipik olan şey daha temel iddiaların ortaya atılmasıdır. Bu iddialar sadece 1920’li yılların başlarında İngiliz ve Fransız kararlarıyla hemen ya da daha sonra ortaya çıkan Irak, İsrail, Ürdün ve Lübnan’ın boyut ve sınır sorunlarını değil, var olma haklarını da söz konusu etmektedir.
-20. yüzyılın şu anında Ortadoğu, dünyanın ulusal ölüm kalım savaşlarının hala sık sık yapıldığı bir bölgesidir.
-Tartışmalar daha da derindir: Kürtlerin ya da Filistinli Arapların politik kaderleri gibi görünüşte çözülmesi olanaksız ama belirli konuların altında, Avrupa’da icat ediliporaya yerleştirilmiş olan modern politik sistemin, Ortadoğu’nun yabancı toprağında yaşayıp yaşayamayacağı gibi daha genel bir sorun yatmaktadır.
-Bu modern politik sistemin belirgin özelliği, birçok şeyin yanı sıra, dünyanın ulusal yurttaşlık temelinde bağımsız laik devletlere bölünmesidir.
-Dünyanın geri kalan bölümünde Avrupa’nın politik varsayımları öylesine doğal kabul edilmektedir ki, bunları artık kimse düşünmemektedir.
-Ama bu varsayımlardan en azından biri, laik sivil hükümete olan modern inanç, sakinlerinin bin yıldan fazladır, hükümeti ve politikayı da içermek üzere, tüm yaşama hükmeden bir Kutsal Yasa’ya inandıkları bu bölgede, yabancı bir inançtır.
-Zamanın Avrupalı  yetkilileri     İslamiyet’i     çok     az     anlıyorlardı.   Modernleşme politikasına,     Avrupalılaşmaya    karşı    İslam muhalefetinin     yok    olmakta olduğuna   kolayca    inanmışlardı.
-20. yüzyılın son yarısını görebilselerdi, Suudi Arabistan’da Vehhabi mezhebinin ateşliliğine, savaşan Afganistan’daki dini inancın tutkusuna, Mısır, Suriye ve Sünni dünyasının her yerindeki Müslüman Kardeşlerin devam edegelen canlılığına ve Şii İran’daki Humeyni fırtınasına çok şaşarlardı.
-Dini ya da diğer nedenlerle 1922 çözümüne ya da bu çözümün dayandığı temel varsayımlara karşı devam edegelen yerel muhalefet, bölgede politik yaşamın belirgin özelliğinin açıklamasını vermektedir: Ortadoğu’da meşruluk duygusu ve oyunun kurallarında uyuşma yoktur ve hangi sınırlar içinde olursa olsun, kendilerine ülke adını veren birimlerin ve bunların yöneticileri olduklarını iddia edenlerin meşrutiyeti hakkında da orak bir inanç yoktur..
-Bu      anlamda      ele      alındığında,      Osmanlı sultanlarının halefleri      henüz      alıcı     olarak     yerlerine      oturmamışlardır.     
-Müttefiklerin,      1919-1922 yılları      arasında      bu halefleri     yerleştirirken kalıcılığı     sağladıklarına      inanmış      olmalarına     rağmen…”
-Avrupa’nın Roma sonrası sosyal ve politik kimlik krizini çözmesi 1500 yıl, ulus-devlet politik örgüt biçiminde karar kılması yaklaşık 1000 yıl ve hangi ulusların devlet olmaya hak kazandığını belirlemesi 500 yıl sürmüştür.
-Uygarlığın rakip savaşçı çetelerin baskın ve çekişmelerine dayanıp dayanmayacağı kilisenin mi devletin mi, papanın mı imparatorun mu hükümdar olacağı; hanedan imparatorluğunun mu, ulusal devletin mi, yoksa site-devletin mi hüküm süreceği; örneğin bir Dijon’lunun Burgonya’ya mı yoksa Fransız ulusuna mı dahil olduğu, yüzlerce yıllık arayış sonunda çözülen ve kaybedenlerin Güney Fransa’nın Albigensian’ları gibi çoğunlukla ortadan kaldırıldıkları konulardı.
-Batı Avrupa’nın kabul edilebilir bir haritası ancak, Almanya ile İtalya’nın yaratılmasıyla, 19. yüzyıl sonunda ortaya çıkmıştı; yani, eski Roma haritasının geçersiz olmaya başlamasından 1500 yıl sonra.
-Zamanımızda devam eden Ortadoğu krizi bunun kadar büyük ya da uzun süreli olmayabilir.
-Ama konu aynıdır: Çeşitli halklar, yüzyıllardır alıştıkları imparatorluk düzeninin yıkılmasından sonra kendilerine yeni politik kimlikler yaratmak için nasıl birleşecek?
-Müttefikler bölge için 1920’li yılların başında bir Osmanlı sonrası örneği önermişlerdi. Şimdi süregelen sorun bölge halklarının bunu kabul edip etmeyecekleridir.
Burada ABD’li senatörün düşündüklerini tekrar verirsek;
-”Türkiye’nin 100 yıl önce gördüğü gibi, gerçekten -Mısır’da- bir Atatürk’e ihtiyacımız var.” Bence Türk ordusu, Mısır ordusunun bu durumda oynayabileceği rol için iyi bir örnek” dedi. (1)
Devam edecek…
-Dizi bittiğinde; Saltanatın kaldırılması, Sultan Vahdettin, Lozan, Hilafet konularında zannediyoruz ki, konunun meraklıları-bilgilileri için fazla karanlık bir nokta kalmayacaktır.
Yazılacaklara bir örnek verirsek;
-”ABD basınında, halifeliğin kaldırıldığı haberini ilk defa Boston Gazetesi vermiş ve 4 Mart 1924 tarihli akşam baskısının ikinci ekinde okurlarına birden çok başlıkla duyurmuştu. Public Ledger Co. tarafından hazırlanan, İstanbul kaynaklı haberde kullanılan başlıklar oldukça çarpıcıydı:
-“Türkiye, Kuran’ı ve Halife’yi tekmelemekle kurtuldu”…
-“İslâm’ın çöküşüyle Batılı temeller üzerine Cumhuriyet bina ediliyor”…
Ardından da habere konu olan hadise şöyle özetlenmişti:
Türkiye’nin de, İslâm Dünyası’nın da kolay kolay hayal bile edemeyeceği bir devrim, Mustafa Kemal’in Millet Meclisi’ndeki yıllık konuşmasıyla ilan edildi. Kemal, tasarladıklarının detaylarını belirtmeksizin ağırlığını koyarak, bugüne dek kurulmuş olan bütün İslâmî devletlere temel teşkil eden dinî kanun ve gelenekleri dağıtıverdi. Bu, halifenin gitmesinden başka, Kuran’ın yıkılması ve İlâhî kanunların mahkemelerden kaldırılması manasına da geliyordu. Bunun yanında 500 milyon dolar değerindeki tüm dinî kurum ve kuruluşlar da devletleştiriliyor.
Kısacası, yerel gazetelerin de dediği gibi, Türkiye Cumhuriyeti, tamamen Batılı temellere oturarak Doğu’ya veda ediyor.” (2)
Resim; sonkale.orgPaylaş’tan alınmıştır.
(1) Bakü, 11 Şubat, 2011, Salam News.
(2) CUMHURİYET’İN GİZLİ TARİHİ, İsmail Çolak,  http://www.moralhaber.net/makale/hilafet-tartismalari/

Tüm yönleri ile Hilafet gerçeği. Hilafeti hangi devlet ve neden devlet kaldırttı? (8)


Fal uygulamasından ne bekliyoruz? Geleceği mi, yoksa temennilerimizi mi? Düşünülmesi gerekir...
“Mustafa Kemal, bu kumsallarda savaşırken bir gün emrindeki kabile reislerinden biri kum üstünde fala bakmıştı. Bedevinin şu sözleri mühimdi: “Ne görüyorum beyefendi, ne görüyorum!”
Parmağındaki sigarayı asabî bir hareketle içen ve dumanlarını burnundan soluyarak savuran Mustafa Kemal, yüzünü buruşturarak sormuştu:
- Ne görüyorsun, aynen söyle!
- Aman beyim, bu olamaz, sizin bir gün bir taht yıkacağınızı görüyorum.Osmanlı hanedanı yıkılıyor, bu nasıl olur?
Mustafa Kemal o zaman bir kahkaha atmış:
Biz o tahtı 1909’da devirdik, buraya geldik… Sen maziden mi, yoksa istikbalden mi bahsediyorsun?
Bedevi, başını sallayarak ve Arapça fikirlerini ifade ederek itiraz etmişti:
- Hayır beyim, hayır, bundan sonra, bundan sonra, hem de Osmanlı hanedanının sonuncusunu demişti.
O günden sonra Mustafa Kemal bu vakayı dostlarına, arkadaşlarına sık sık tekrar etmiş, falcının bu hikâyesini de bana Beşiktaş’ta, Akaretlerde kaldığı annesi merhum Zübeyde Hanım’ın evinde bir gece anlatmıştı.
- Ne dersin Hüsamettin, demişti, bu fala inanalım mı?
Doğrusunu söylemek lâzım gelirse Birinci Cihan Harbi’nin bitmek üzere olduğu günlerde. Veliaht Vahideddin’in yaveri bulunan Mustafa Kemal Paşa’dan, bir gün Osmanlı hanedanının bu sonuncu hükümdarını, yani yaveri olduğu Padişah’ı, bizzat devireceğini düşünmek bile hatırından geçmemişti. Fakat kendisine bu tarzda söylemek kabil değildi.
Kim bilir. Paşam, dedim, gün doğmadan neler doğar!
- “İşte Hüsamettin”, dedi, “ bir gün senin Teşkilât-ı Mahsusa mensuplarından, vaktiyle Trablusgarp’ta, çölde kumların üstünde elindeki hançerle kumları karıştırıp, bana bu sözleri söyleyen falcının rüyasını hakikat yapmak hususunda yardım bekleyeceğim!”
- Hele o günler gelsin de Paşam, herhalde hizmetinizde bulunmaktan zevk duyacağız! (1)
Bir halk için yazılan tarih vardır,
Bir de geçmişte yaşananların yazıldığı gerçek tarih.
Bugüne kadar okuduklarımızdan ve öğrendiklerimizden hareketle şunu açık bir şekilde ifade edebiliriz;
Gerek Sultan 2. Abdülhamid, gerek kardeşi Sultan Vahdettin, gerçek birer vatansever olarak yaşamışlar ve samimiyet ve büyük gayretlerle ülkelerinin kurtulması için hizmet etmişlerdir.
Elbette halen bu çok tartışmalı konuda karar verecek olan, her gün ortaya çıkan belgeler ışığında yine de tarih olacaktır.
Gerçek sevdalılarının görevi sadece yaşananlara ışık tutmaktır. Hüküm vermek değil.
Peki, kim veya kimler, Sultan Vahdettin’i “Hain” ilan ettiler, burada amaçlanan nedir?
-Ülkeyi Birinci Dünya savaşına sokan İttihatçılar;
-Yaptıkları isabetsiz davranışlar nedeni ile savaşı kaybeden yine ittihatçılar;
-Kaybettikleri savaş sonunda, “Barış antlaşması”nı teklif ve kabul eden ittihatçılar;
-Kaybettikleri savaş nedeni ile ülkeden kaçan ittihatçılar;
-Ancak ne hikmetse!
-Bitmiş bir savaş, kaybedilen ülkenin sorumlusu, üstelikte” Hain!” etiketi ile damgalanacak olan” aslında kaybedilen ülkeyi kurtarmak için çırpınan Sultan Vahdettin!
Şimdi bu soruya açık olarak cevap verebilmek için Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda başlayarak geriye doğru bir yolculuğa çıkmamız gerekecektir.
Önce konunun açılması adına okuyanın camına küçük uyarı taşları atalım!
-Osmanlının devasa mirasını paylaşmanın yanında; Haçlı Zihniyeti sonucu üzeri küllenmiş gibi görünen, Hilal-Salip savaşına son noktayı koymak, onaölümcül darbeyi indirmek adına, başını İngilizlerin çektiği ve adına; ”Büyük Oyun” denilen bir plan yürürlüğe konulur.
Bu planın ana omurgası; “Osmanlıyı sürekli savaşlarla meşgul ederek, bir taraftan ekonomik kalkınmasına mani olmak, diğer taraftan da onu yüksek faizlerle borçlandırarak kolayca yıkılmasını sağlamaktır.”
-İlerleyen zamanda ve bu planın yanında ; Almanların yürürlüğüne koyduğu ve adına da; “Yeni Büyük Oyun”  denilen ikinci bir karşı plan daha yürürlüğe konulacaktır.
İşte bu plan hem Osmanlı Hanedanlığı’nın ortadan kaldırılmasındaki düşünceyi, hem de Hilafet ile ilgili yaşananları çok açık olarak ortaya koyacak, okuyanı aydınlatacaktır.
-Bu iki plana ; İngiliz ve Almanların yanında, İttihatçılara mali-stratejik destek veren, ellerindeki büyük servetleri ile Yurt arayışında olan Yahudiler de ilave edilmelidir.
-2. Abdülhamit Yakın Tarihin gördüğü bir siyaset dehası ve Osmanlının son şansıdır.
Sultan Abdülhamid, “Büyük Oyun”un şifrelerini çözer ve yıkılmasına karar verilen ve önlenemeyecek olan imparatorluğun başkentini Şam veya Bağdat’a taşıma hazırlıklarına başlar. (Bu iddia medyada belki de ilk kez seslendirilmektedir)
-Dışarıya sızan bu hazırlıklar karşısında, İttihatçılar (görünürdeki destekçileri Selanikli Yahudiler-Masonlar) devreye sokularak 2. Abdülhamid tahtan indirilir. Ve Sultan, olayın arkasında Masonların (Çokuluslu sermayenin) olduğunu bildiği için direnmez ancak, İttihatçılara Devletin başına örülecek çorapları! Gelecekte yaşanacakları da büyük bir isabetler anlatarak kenara çekilir.
-2. Abdülhamid (Yukarıda anlatılan kızgın kumsallardaki Mustafa Kemal ile Bedevi’nin konuşmasının geçtiği, İtalyanların çıkartma yaptığı Libya-Trablusgarp için zamanında şöyle demiştir:
-“Bu makarnacılar, -İtalyanlar- korkarım ki bir gün, Afrika’daki topraklarımıza çıkmasınlar! Bize uzak olmasa hadlerini bildirmek her zaman mümkün olur. Fakat uzaklık ve deniz üstünlüğü, müessir müdahale yapmamıza imkân vermez. Bu yüzden Trablusgarp’ı da er ve geç kaybedeceğiz! Abdülhamit, ermiş gibi konuşmuş, yıllarca sonra hayatında bu feci akıbeti görmüştü. O zaman Selanik’te Alâtini köşkünde nezaret altında bulunuyordu. Arkadaşım Debreli Zinnun’a:
- Yüzbaşı demişti, biz vaktiyle bu feci akıbeti söylemiştik. Şimdi İttihatçıların gönüllüleri çarpışıyormuş, güzel ama neticesiz bir gayret! (2)
-İttihatçılar, genç olmalarının yanında hırslarından ve kendi aralarındaki iktidar kavgalarından dolayı, değil oynanan oyunları, önlerini görecek kadar basiretleri yoktur.
Aşağıda Almanları anlatırken de açıklandığı üzere maşa olmaktan öteye geçememişler.
Hem çok genç yaşta hayatlarını, hem de bir cihan İmparatorluğunun (belki de önlenebilir büyük kayıplara uğranılmadan) erkenden yıkılmasına neden olmuşlardır.
Osmanlı Hanedanlığına ve Hilafet müesssesine;
-Mustafa Kemal’in Trablusgarp’ta Bedevi’ye söylediği gibi “Hanedanlık, 1909’da yetkilerini kaybetmesi ile son bulmuş ” olmasına rağmen;Birinci Dünya Savaşı‘nın ülkemizdeki artçılarının bitmesine kadar kalmasına gözyumulmuş, ilk planda saltanat, ikinci planda da Lozan’daki çevre düzenlemesi ile birlikte Hilafet işgalciler tarafından kaldırtılmıştır.
-Sultan Vahdettin, Kurtuluş Savaşı için hem hanedanlığın,hem de Hilafet kurumunun ağırlığını sonuna kadar kullanarak Anadolu İsyanı’nı başlatmış, desteklemiştir. İnanıyoruz ki, önümüzdeki dönemde  Üzerinde ağır bir sansür bulunan Devlet Arşivleri beklenenden de önce açıklanarak, herkesin hakkı kendisine teslim edilecektir.
-Sayın Süleyman Demirel’in, “Halk yüzyıl daha gerçekleri öğrenmemeli!” derken bu açıklananları kastetmektedir. Ancak, gerçekler kimsenin gül hatırına yüzyıl beklememiştir.
.**
İşte, İngilizlerin “Büyük Oyun’una karşılık, Almanların “Yeni Büyük Oyun!”u
-Alman Kayzeri Wilhelm, 1914 yazında çok yanlış bir hesap yaptığını ve İngiltere ile kanlı bir çatışmanın kaçınılmaz olduğunu anladığında İngiltere’ye karşı, onun Doğu’daki gücünü sonsuza kadar yok edecek bir cihad başlatmaya yemin etti.
“Konsoloslarımız ve temsilcilerimiz tüm islam dünyasını bu yalancı ve vicdansız millete karşı ayaklandırmalıdır,”
emrini verdi. Eğer savaşacaksa, elinde tüm Britanya Imparatorluğu’nu yıkma fırsatı vardı. Osmanlı İmparatorluğu, Kafkaslar, İran ve Afganistan halklarını, Britanya’nın yayılmacı imparatorluk çıkarlarına karşı bir araya getirecekti.
Bunlar hep birlikte en büyük ve en hassasları olan Hindistan’a doğru fitili ateşleyeceklerdi. Hindistan, Britanya’nın elinden koparılacak olursa, genelde yaygara ve blöfle bir arada tutulan derme çatma imparatorluğunun geri kalanı kolayca çökecekti…” (3)
Burad kısa bir ara veriyoruz;
**
-”ABD basınında, halifeliğin kaldırıldığı haberini ilk defa Boston Gazetesi vermiş ve 4 Mart 1924 tarihli akşam baskısının ikinci ekinde okurlarına birden çok başlıkla duyurmuştu. Public Ledger Co. tarafından hazırlanan, İstanbul kaynaklı haberde kullanılan başlıklar oldukça çarpıcıydı:
-“Türkiye, Kuran’ı ve Halife’yi tekmelemekle kurtuldu”…
-“İslâm’ın çöküşüyle Batılı temeller üzerine Cumhuriyet bina ediliyor”…
Ardından da habere konu olan hadise şöyle özetlenmişti:
Türkiye’nin de, İslâm Dünyası’nın da kolay kolay hayal bile edemeyeceği bir devrim, Mustafa Kemal’in Millet Meclisi’ndeki yıllık konuşmasıyla ilan edildi. Kemal, tasarladıklarının detaylarını belirtmeksizin ağırlığını koyarak, bugüne dek kurulmuş olan bütün İslâmî devletlere temel teşkil eden dinî kanun ve gelenekleri dağıtıverdi. Bu, halifenin gitmesinden başka, Kuran’ın yıkılması ve İlâhî kanunların mahkemelerden kaldırılması manasına da geliyordu. Bunun yanında 500 milyon dolar değerindeki tüm dinî kurum ve kuruluşlar da devletleştiriliyor.
Kısacası, yerel gazetelerin de dediği gibi, Türkiye Cumhuriyeti, tamamen Batılı temellere oturarak Doğu’ya veda ediyor.” (4)
**
Almanlarla devam ediyoruz.
-“Kayzer Wilhelm’in Kutsal davası
Kayzer’in. Doğu halklarını ve aşiretlerini Almanya’nın düşmanlarına karşı ayaklandırma planının Berlin’de pek çok taraftarı vardı. Bu şahinlerin en başında, konuyu ilk başta ortaya atan ünlü doğu bilimcisi Max von Oppenheim geliyordu. Von Oppenheim, savaştan bir süre önce Kahire’de diplomatik kimlikle çalışırken. Dışişleri Bakanlığı’ndaki amirlerine gizli bir rapor hazırlamış ve burada, bir savaş durumunda, “militan İslam’ın Alman savaş mekanizmasına “hesap edilemeyecek kadar etkin biçimde” bağlanabileceğini göstermişti.
Bu raporun Wilhelm’in hayallerini beslediğine dair kanıtlar vardır.
Savaş başladığında Oppenheim derhal Berlin’e çağrıldı ve İtilafçılar’a, özellikle de İngiltere’ye karşı böyle bir terör planı hazırlaması istendi.
Cihadı Alman stratejisinin önemli bir parçası olarak gören bir diğer kişi de. Genelkurmay Başkanı General Helmuth von Moltke’ydi.
Yetmiş yıl önce, . Almanya’nın dikkatini Doğu’da kendisini bekleyen büyük fırsatlara çeken Yüzbaşı Helmuth von Moltke, onun amcasıydı.
General, Hindistan ve Kafkasya’da şiddetli ayaklanmalar başlatarak “İslam fanatikliğinin” İngiliz ve Ruslar’a yöneltilmesi için ısrar ediyordu.Böyle bir planın uygulanabilirliğini garantileyen ise, İngiliz ve Ruslar’a duyduğu antipati yüzünden çok önemli Doğu deneyimini Wilhelm’in hizmetine sunmuş olan İsveçli kaşif Sven Hedin’di.(5)
Bir ara daha veriyoruz;
**
-Kurtuluş Savaşında Ruslar bize yapacakları altın ve Silah yardım şartlarının içerisinde Hilafet’in kaldırılması da vardır. Birinci Dünya savaşında Hem Rusların hem de İngilizlerin “Cihat” anlayışı nedeniyle analarından emdikleri süt değil! ciğerleri burunlarından gelmiştir.
Bunları bilmeden, ne Kurtuluş Savaşı’nı ne de Hilafet ve İslam’ı değerlendirmek mümkün değildir.(Bu konuda geniş bilgi aşağıda kaynak olarak kullanılan kitaptan temin edilebilir.)
-Birinci Dünya savaşında bizim düşmanımız olan İtalyanlar, Fransızlar ve Ruslar, bu savaştan kısa bir süre sonra Kurtuluş savaşı aşamasında bize silah- para ve danışmanlık desteği vereceklerdir. Okuyan bunu kendisine sormalıdır. “Peki, Neden?”
Almanlarla kaldıımız yerden devam ediyoruz;
**
-“Almanya’nın büyük bankalarının saldırgan desteğine sahip olan Wilhelm’in diplomat ve sanayicileri, ülkenin politik ve ticari çıkarlarını ve etkisini tüm dünyaya yaymışlardı. Ancak, çabalarını esas olarak Doğu’da yoğunlaştırmışlardı. Can çekişen Osmanlı İmparatorluğu’nu bir fırsat kapısı olarak görüyorlardı.
Hıristiyan azınlıklara karşı barbarca davranışlarıyla Avrupa kamuoyunu öfkelendirip dostsuz kalan Sultan’a yardım ederek, Almanya’nın yerini sağlama almak için her şey yapılmıştı.
Wilhelm, Berlin hâkimiyetindeki zayıf bir Türkiye’nin, Almanya’nın Asya’daki yayılmacı çıkarları için ekonomik ve politik bir üs olabileceğine karar verdi. Ancak, bu muhteşem planı önemli ölçüde aksadı ve bunun yerine Avrupa ile dünyanın büyük bir bölümünü karanlık bir savaşın uçurumuna sürükledi.
…Wilhelm ile sertlik yanlısı danışmanları, bir cihad başlatarak İngilizleri Hindistan’dan, Ruslar’ı da Kafkasya ile Orta Asya’dan sürmeyi hedeflemişlerdi. Modern savaşta bir cihad örneği olmadığı için, bu cesur ve serüvenci bir stratejiydi, ancak yine de, Alman tarihçi Fritz Fischer’in belirttiği gibi bu,Wilhelm’in 1890’lardan beri yürüttüğü saldırgan Doğu politikasının“başka yollarla sürdürülmesinden” başka bir şey de değildi.
Prusya bir zamanlar çeşitli parçaları başkalarının topraklarıyla birbirinden kopmuş olan, kara içinde sıkışıp kalmış küçük bir devletti.
Ancak, o günlerden sonra, büyük ölçüde Bismarck’ın dehası sonucu, büyük yol almıştı. Wilhelm, Almanya’nın Doğu’da yeni büyük bir imparatorluk kurmak için eline büyük bir fırsat geçirdiğine inanıyordu.
Berlin tarafından tasarlanan, ama İstanbul’dan eyleme sokulacak olan cihad, eski Büyük Oyun’un yeni ve çok daha kötü niyetli bir örneğiydi.
Kral, Kayzer, Sultan ve Çar’ın istihbarat servisleri arasında yapılacak savaşın alanı, batıda İstanbul’dan doğuda Kabil ve Kaşgar’a kadar uzanacak, Iran, Kafkaslar ve Rus Orta Asyası’na yayılacaktı.
Tüm İngiliz Hindistanı ve Burma da bunun içindeydi ve Berlin, kaçak silah ve para yardımıyla, sakin Müslüman, Sih ve Hindu halkları arasında şiddetli ayaklanmalar başlatmayı umuyordu.
Ancak, komplonun uçları Asya sınırlarının ötesine de uzanmaktaydı. Berlin’in büyük planında; Birleşik Devletler’deki silah tüccarları, Meksika’nın Pasifik kıyıları açıklarındaki ıssız bir adasında bir randevu ve Londra’nın Tottenham Court Caddesi’nde, suikastların planlanıp prova edildiği bir atış alanı vardı. Planda ikinci bir Hint îsyanı başlatmaya yetecek kadar silahla dolu gemiler ve îngiliz klasiklerinin kapakları içinde Hindistan’a sokulmuş sandık sandık ihtilalci yayın da bulunuyordu.
Ancak, cihadın başlıca hamlesi, İstanbul’dan doğuya doğru, tarafsız İran ve Afganistan üzerinden Hindistan’a inen geçitlere yönelecekti. Bu nedenle, Berlin’in ilk hedefi îran Şahı ile Afganistan Emiri’nin desteklerini kazanmaktı. Eğer, bu başarılabilirse, o zaman bu ülkelerin Alman ve Türk subayları liderliğindeki, başdöndürücü ganimet vaatleriyle kamçılanan orduları da Hindistan aleyhine döndürebilirdi.
Böylece, bir avuç subay ve astsubay dışında cihad hemen hemen bedavaya gelecekti.
Bütün gereken, savaştan sonra asla yerine getirilmeyecek vaatler ve çoğunluğu İran’daki İngiliz bankalarının kasalarından alınacak olan altındı.
Hindistan’ın milyonlarca muhalifi de ayaklanmaya ikna edilebilirse, o zaman İngilizler hem iç hem dış saldırı karşısında kalacaklardı. Bu arada Türkler Kafkasya ve Orta Asya’daki Müslüman kardeşlerini Türk-Alman cihadının bayrağı altında toplamaya çalışacaklardı…” (6)
**
Şimdi yukarıda açıklananları sorgularsak;
Alman İmparatoru’na göre İngilizler, Hilafet Kurumunun etkisi üzerinden yıkılacaktır.
-Peki, İngilizler ve Ruslar, Hilafet üzerinden kendilerine kurulan Cihat planıkarşılığında ne yapacaklardır?
-Bu aslında cevabı çok basit olan bir sorudur.
Devam edecek…
Resim;web ortamından alınmıştır.
(1) “İki devrin PERDE ARKASI”, HÜSAMETTİN ERTÜRK,Teşkilât-ı Mahsusa Başkanı
(2) “a.g.e.
(3)“İstanbul’un Doğusunda  bitmeyen oyun” Peter Hopkirk , 1995
(4) “CUMHURİYET’İN GİZLİ TARİHİ”, İsmail Çolak,
(5)“İstanbul’un Doğusunda  bitmeyen oyun” Peter Hopkirk , 1995
(6) Peter Hopkirk, a.g.e; s.14

Tüm yönleri ile Hilafet gerçeği. Hilafeti hangi devlet ve neden devlet kaldırttı? (9)


İnsan en kolay kendini aldatmaktadır. Kendisini en iyi tanıyan yine kendisidir.
Fransa (eski) cumhurbaşkanlarından Giscard d’Estaing, 2004 yılında, AB ile ilgili görüşlerini açıklamaktadır: “Avrupa’nın ortak kimliği HıristiyanlıktırTürkiye bunun hangi parçasını oluşturabilir? Türkiye bir İslam ülkesidir. Bu iki kimlik bir arada olmaz. Aksi hâlde AB dağılır.
-Türkiye, AB’ ye girmesi için; İslam kimliğinden, egemenliğinden, bağımsızlığından vazgeçecek mi?
-Brüksel’i Ankara yerine başkent kabul edecek mi?
-Türkiye Avrupa tek devletinin bir federe devleti olacak mı?
-Türkiye halkı bu gerçekleri hiç bilmiyor.” (1)
Kaldırılmasının üzerinden nerede ise bir yüzyıl geçmesine rağmen hala“Hilafet” kurumunun neden kaldırıldığını da
Sanki Türk Halkı kendisi ile ilgili çok şeyi biliyor da…
Bizim en büyük sorunumuz;
-“Bilmemek” değil…
“Bilmediğimizi bilmemek.”
Bu nedenle  farklı olan her şeyi ve herkesi düşman olarak görmekteyiz.
Bir önceki yazıyı, “İngilizler, Alman İmparatorluğunun kendilerini yoketmek için yürürlüğe konulacak, Cihat planı karşılığında ne yapacaklardır?” sorusu ile noktalamıştık.
Bu sorunun cevabının açık olarak anlaşılması için aşağıda çok ilginç üç örnek verilmektedir.
**
-“(Başbakan) Ali Paşa, 1856’da Islahat Fermanı’nı yayınlamak zorunda kalmıştır. Ancak, Avrupa’nın, Hıristiyan ve diğer dinsel, mezhepsel haklar adı altında artan sürekli talepleri karşısında, Sadrazam Ali Paşa, “gittikçe artan talepleri, devletin bağımsızlığını kökünden sarsmaktadır”açıklamasını yaparak, Avrupa’nın gerçek niyetini ortaya koymuştur.” (Cemil Bilsel, Lozan II, s. 59-62).
-“Hem 1839 Tanzimat hem de 1856 Islahat Fermanları’na ve diğer reformlara rağmen, Paris Kongresi Anlaşması’nın imzaları daha kurumadan, Avrupalılar Osmanlı’yı parçalama planlarını hazırlamaya devam etmişler ve bu planlar sonucudur ki, 1856 tarihinden 1912’lere kadar Osmanlı, Orta Avrupa ve Balkanlardaki tüm topraklarım kaybetmiştir.
Avrupa, Osmanlı’nın parçalanmadan kurtulabilmesi için sürekli reform tavsiye etmiş ve dayatmalarda bulunmuştur…” (2)
-“Sultan II. Abdülhamit de ıslahatlara devam etmiştir: Modern eğitimi geliştirmiş, azınlıkların adli eşitliğini sağlamak için ‘Nizamiye Mahkemeleri’ni’ yeniden teşkilatlandırmış, Rumlar rencide olmasın diye İstanbul’un fethi kutlamalarının gösterişli yapılmasını yasaklamış, ama Avrupa’yı tatmin edememiş, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalanmaktan kurtaramamışlar.
Bu tarihi gerçeği, 17 Kasım 2006 tarihli The Ecomomist, “II. Abdülhamid büyük güçlerin reform talepleri hiç bitmez” ifadesini sütunlarına taşıyarak, Batı’nın Türk milletine yönelik sözde reform dayatmalarının arkasındaki amacı gözler önüne sermiştir…“ (3)
**
-“Mustafa Kemal Atatürk, Neue Freie Presse muhabirinin bir sorusunu yanıtlarken Avrupa’yı şöyle tanımlamıştır:
-“Bizi aşağı olmaya mahkûm sayan Avrupa bununla yetinmemiş, yıkılışımızı hızlandırmak için ne gerekiyorsa onu yapmıştır.
-Batı ve doğu zihinlerinde, birbirine karşı iki ilke söz konusu olduğunda, bunun en önemli kaynağını bulmak için Avrupa’ya bakmalı…
-İşte Avrupa’da daima mücadele ettiğimiz bu zihniyet vardır. Biz ulussever, gözleri açık adamlarız. Gözlerimizi her gün daha açıyor, içte ve dışta olup bitenleri görüyoruz.
-Ulusumuzun uygar uluslarla ilişkilerini kolaylaştırmak yararımızın gereklerindendir” (A. Taner Kışlalı, Bir Türkün Ölümü).  (4)
**
-“Dünya, Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşları’nı yaşadı. Kapitalist ve komünist ideolojilerle dünya iki kutuplu hâle geldi. Sonra komünizm çöktü ve ABD tek emperyalist güç oldu, ama Avrupa’nın Türkiye’ye karşı tutumlarında hiçbir fark olmadı.
Avrupa Birliği’ne girme uğruna; Türkiye’yi bölen, parçalayan, kültürünü ortadan kaldıran, İslam’ı Hıristiyanlaştıran ve Kur’an-ı Kerim’i İncilleştiren dayatmaları, yüzyıllara dayanan politika ve stratejilerinin değişmediğini göstermektedir…”(5)
**
-“Nitekim Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasında, bu hususun çok önemli etken olduğu. Birlikle Türkiye arasındaki belgelere yansımıştır. Avrupa Anayasası’m hazırlayan eski Fransız Cumhurbaşkanı Valery Giscard D’ Estaing, bunca yıl sonra bu husustaki inancını 2004 yılında şöyle dile getirmiştir:
-“Avrupa Anayasası’nı yazarken bizi kaynaştıran özellikleri tanımlamaya çalıştık: Antik Yunan ve Roma’nın kültür mirası, Avrupa hayatının özümsediği dini geçmiş, Rönesans’ın yaratma şevki. Aydınlanma Çağı felsefesi ve rasyonel düşünce…
Oysa Türkiye bu unsurlardan hiçbirini paylaşmıyor…” (Valery Giscard D’Estaing, İngiltere’nin 2004 tarihli Financial Times ve Fransa’nın 2004 tarihli Le Figaro gazetelerinde yayınlanan makaleleri).
“Sanki 250 sene önceki İngiliz Başbakanı Gladstone konuştu; o da Türklerin ve Kur’an’ın yeryüzünden silinmesi çağrılarını yapmıştır.
-Gladstone ve Valery Giscad D’Estaing, 1096 yılında başlayan ve 170 yıl sürenHaçlı Seferi ruhunu sırasıyla 1700’lere ve 21. Yüzyıla böyle taşımışlardır.(6) **
-“… Ortodoks papazları inançlarına göre; 1453’te İstanbul’un fethinden ve Bizans’ın yıkılmasından sonra siyah cübbe giyerler, uzattıkları saçlarını arkadan düğümlerler. Bu inanca göre düğüm, İstanbul’un yeniden Ortodoksların başkenti olunca açılacaktır. Batı’nın sönmeyen husumeti ya da güncellenen tarihi husumeti uygarlık çağı olarak tanımladığımız 21. Yüzyılda da, Müslüman Türk’e karşı kin ve nefretini devam ettirmektedir…” (7)
**
-“11 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’e giren İngiliz Orduları Komutanı Orgeneral Edmund Henry Hynman Allenby Selahaddin Eyyubi’nin mezarına vurarak;
-’Kalk Selahaddin biz yine geldik‘ şeklinde bir konuşma yapmıştır. (8 ve 9)
Selahattin Eyyubi, “2 Ekim 1187′de Kudüs’ü Haçlı kuvvetlerinden alarak kentte 88 yıl süren Hıristiyan egemenliğine son vermiş, akabinde Hıristiyanların düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni etkisiz hale getirmiştir.”
Aradan geçen süre yaklaşık, 730 (yediyüzotuz) yıl olmasına rağmen değişen bir şey yoktur.
Tarih bu nedenle, “çok!” değil, “hayati!” derecede önemlidir.
**
- Franchet D’Esperey isimli Fransız generalin İstanbul’a işgal kuvvetleri komutanı olarak olarak ilk gelişi, “25 Kasım 1918’dir. Ancak, özellikle İngilizlere ve Türklere bir mesaj vermek için, 8 Şubat 1919 yılında büyük bir tören düzenletir;
İstanbul’a Fatih Sultan Mehmet’in şehre girdiği kapıdan, surlar içerisinden beyaz bir atla, azınlıkların çılgın gösterileri arasında, Türk sancağını çiğneyerek şehre girer.”
**
Önceki yazılarımızda verdiğimiz bir belgeyi sırası geldiği için tekrar edersek;
Fatih’in 1453 yılında açtığı çağ, 1924 Lozan antlaşması ile kapanır!
-“10 (15) Ocak 1924 tarihinde İngiltere Kralı V. George, Avam Kamarası’na yaptığı açış konuşmasında, Lozan’ı ilgilendiren bir kanun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder:
“Bu tasarı kabul edilir edilmez Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve YENİ BİR ÇAĞ AÇILACAKTIR.” (As soon as this Bill has been passed, the Treaty will be ratified, and a new era will open.) (CAB/23/46, s. 424)” (10)
Fatih Sultan Mehmed’in  açtığı çağ, İngilizler tarafından Bizans’ın-Ayasofya’nın intikamı alınarak mı kapatılmış; bu nedenle mi, diğer tüm inanışların liderleri yerlerinde bırakılmasına rağmen Hilafet kaldırılarak, İslam dünya genelinde temsilcisiz bırakılmıştır?
Sorusunun tam sırası olsa gerek!
**
İnönü  Lozan dönüşü Atatürk’le baş başa trende görüştüğü konu da bu olmalıdır.
Ya Hilafeti kaldırırsınız…
Ya da…
-“Hayim Naum, Londra’da, derhal Lord Kürzon ile temas aradı ve temin etti. O zamanki İngiliz politikasının nâzımı mevkiinde bulunan bu Lord, nesebinin bir tarafiyle Yahudi idi. Hahambaşı, dâvayı aynen kabul etmek için bütün şartlara malik bulunan Lord’u, ancak Türkiye’ye bazı ivazlar vermek ve istiklâlini kabul etmek mukabilinde ona islâmiyete arka döndürtmenin mümkün olacağı mevzuunda ikna etti. Böylece Türkiye’de, İslâm âlemi üzerinde nüfuz ve ehemmiyet ifade edecek hiçbir vasıf kalmayacaktı. Hayim Naum, İngiliz Lord’una, milyarlarca Sterling ve yüz binlerce insan feda ederek elde edilemeyecek bir kazancı, basit ve bedava bir formülle takdim ediyordu.
Hayim Naum’un son sözü şu oldu:
-Türkiye’nin mülki tamamiyetini kabul ediniz; onlara, ben, İslâmiyet temsilciliğini attırmayı kabul ve taahhüt ediyorum!
-İleride, ileri bir müverrihin en ince noktalarına kadar teyit edeceği ve kaynakların en emininden devşirdiğimiz bu bilgiye ilâveten kaydedelim: Lord Kürzon, Hahambaşının bu teklifi karşısında o kadar heyecana düştü ki, bir İngiliz politikacısına yakışmayacak bir tarzda hislerini belli eden bir taşkınlık gösterdi, elini hararetle uzatıp teklifi kabul ve Hayim Naum’u tebrik etti.
- Bunun üzerine Hayim Naum, derhal koşar adımla Lozan yolunu tuttu. İsmet Paşa Lozan’dadır ve o güne kadar hemen her devletle anlaşmış olduğu halde bir türlü İngilizlerle anlaşmanın çaresini bulamamıştır. Şüphesizdir ki, Ankarayla beraber, hiçbir tertipten haberdar değildir.
- Hayim Naum derhal İsmet Paşa ile bir konuşma yaptı ve onunla, geceleyin, geç vakitlere kadar beraber kaldı. Son derece nazik, gizli ve hileli bir dil kullanan Hahambaşı, teklifini, Türk Murahhaslar Heyeti Reisine, mümkün olduğu kadar zehirsiz ve yumuşak şekilde bildirdi. Heyet Reisi, hayretler içinde, bu teklif ve telkine şu cevabı verdi:
Meseleyi Ankaraya bildirip mütalâa ve direktiflerini aldıktan sonra size cevap verebilirim.
Ve İsmet Paşa, teklifi, şifreyle Ankara’ya bildirdi.
-Ankara’daki Devlet ve Hükümet Başı, haberi alır almaz, derhal Hayim Naum’un Ankara’ya gelmesi talimatını gönderdi.
- Hahambaşı hemen Türkiye yolunu tuttu. Amerika’da giriştiği propagandalar muktezası olarak, büyük ve son derece sempatik bir Türk dostu tavrını almayı unutmamıştı.
- Hayim Naum’un dâvaya verdiği ehemmiyet derecesini düşünün ki, kendisi aile efradına fevkalâde düşkün bir kimse olduğu ve ailesi Haydarpaşa taraflarında oturduğu halde bunca hasrete rağmen onlara bir “Nasılsınız?” bile diyememiş, Sirkeci garından inip doğru Haydarpaşa garında trene atlamış ve dosdoğru Ankara’yı boylamıştır.
- Lozan’da İsmet Paşa, maiyetinden birine, bir gece evvel Hahambaşının kendisine geldiğini şu şu, şu, şu tekliflerde bulunduğunu anlatıyor ve o zatla Paşa arasında, aşağıdaki konuşma geçiyor:
-Yahu, bu kerata bize İslâmi temsilciliğimizi kaldırtmak istiyor:
-Hiç olacak şey mi bu?
-Vallahi öyle…
-Ya ne olacak şimdi?
-Ankara’ya yazdım; bakalım ne cevap verecekler?
- Hayim Naum Ankara’da bir gece kalıp derhal İstanbul’a dönüyor ve Ankara’dan aldığı talimatı hâmil olarak Lozan’a damlıyor.
- Gerisi malûm… Lozan’daki Türk Murahhaslar Heyeti, resmen imzaladıkları muahede hükümleriyle, hiç de böyle, bütün bir tarih ve hayata bedel fedakârlık ifadesinde bulunmadıkları ve sadece dürüst bir anlaşmaya imzalarını atmak vaziyetinde oldukları halde, birdenbire aradan her mâniin kalktığını ve anlaşmanın imkân safhasına girdiğini görüyorlar.
- Fakat zahir yüzüyle pek iyi tanıdığımız Lozan Muahedesi, tâ Ankara’daki kulis arkasından bu şekilde idare olunuyor; ve bu kulis anlaşmasından Lozan’daki Heyet ve Reisi, her türlü mesuliyet payına uzak kalıyor. Zira, hükümleri dürüst olan muahedeyi imzalayan onlar, mukabil teminatın merkezi ise başkalarıdır.
Hayim Naum, o gün bugün, bir daha Türkiye’ye dönmemiştir. Yeni istikamet ve dâvalar peşinde başka iklimlere ulaşmış, Mısır Hahambaşılığına geçmiştir.
- Hayim Naum’un derhal Türkiye’den uzaklaşmasını, belki bir gün işin içyüzü sezilir de dinine ve milliyetine bağlı bir Türkün tecavüzüne uğrar diye korkusuna atfedenler de vardır.
- Fakat bizce bu uzaklaşmadan gaye, Türkiye dâvasının hallolunmuş bulunduğuna ve günden güne de biraz daha hallolunacağına dair itimattan başka bir şey değildir.
- Böylece aziz Türk vatanı (…) sistemle ve yavaş yavaş aslî kaynağından uzaklaştırılmış; Mohaç Meydan Muharebesinin gazileri, garp âleminin asırlar boyunca istihsal edemediği bir neticeyi (…) devşirivermiştir.
- Gizli Yahudi kurmaylar emrindeki Avrupa politikası, şu ince (döviz – düstur)la ifade olunabilir: Yabancı medeniyetleri garba özendirip kendi kendilerinden uzaklaştırmak; böylece onların, başkalarını kendilerine benzetmesi tehlikesine mâni olmak; maksat yerine gelince de gerçek terakkinin işte bu olduğu medihleriyle pohpohlamak; ve mukabil millî cereyanları irtica, gerilik damgası altında suçlandırmak… Garbın işte bu plânı, bir Yahudi buluşuyla ve Türk milletinin en nazik ânında, hikâyesini arz ettiğimiz şekilde işlemiş ve sene 1923′ten itibaren sular işbu noktadan akmaya başlamıştır. Yarının tarihçisi bu hakikati görecektir.”(11)
Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay
- İsmet Paşa anlaşıldığına göre Lozan’da İngilizlerle bir nev’i gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul’un Hahambaşısı Hayim Naum Efendinin telkinleriyle hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip derhal atılması lüzumu fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu. Peki ya dört-beş ay önceki hilafete bağlılık hatta hilafetin kuvvetlendirilmesi düşünce ve kanaati ve bu yoldaki kat’i ifadeler ve İslam alemine bunun duyurulması hususundaki telaş ve heyecan ne olmuştu? (12)
Devam edecek…
Resim;sehirneder.comPaylaş’dan alınmıştır.
(1) Bitmeyen hesap”, Yaşar YAZICIOĞLUS.67-3
(2) a.g.e, 67-1
(3) a.g.e.68-1
(4) a.g.e,68
(5)“Bitmeyen hesap”, Yaşar YAZICIOĞLU, S.67-3
(6)a.g.e,  S.58-3
(7) a.g.e, S.59-2
(10) Mustafa Armağan, Zaman gazetesi, 4 Mart 2012, (Yazarın bahsekonu belgesi, Odatv ve Taraf gazetesinde yapılan ilgili yayınlarda onaylanmıştır. (Dizin 4 sayılı yazısında konuda geniş bilgi bulunmaktadır.)
(11) Büyük Doğu Dergisi 21-28 Ekim 1949, Sayı:2-3; (Vesikalar Konuşuyor, Büyük Doğu Yayınları, 1. Baskı / s. 96-104)
(12) Feridun Kandemir sayfa: 96-97 (http://gercektarihvekultur.blogspot.com/2010/08/lozanda-turkiyeyi-neden-yahudi-din-adam.html)

Tüm yönleri ile Hilafet gerçeği. Hilafeti hangi devlet ve neden kaldırttı (10)

Güvercin ağzındaki  zeytin dalı ile birlikte yuvasını terkeder…

Başarılı olmak isteyen bir kişi, aile veya devlet, bir uygulamaya başlamadan önce artı ve eksileri konusunda uzman bir yabancıdan yardım almalıdır. Bizde bu anlayışla, Prof. Fritz Neumark’ı (1) dinliyoruz.
Elimizde konu hakkında birçok malzeme bulunmasına rağmen, bunları bir blog ortamında sergilemek pek mümkün olamayacağından hareketle açıklamalar kısa notlar şeklinde verilecektir.
Bugünler dünlerden doğmuştur. Bu anlayışla; dün yaşananları doğru ve eksiksiz öğrenmek durumundayız. Ki; doğru bir gelecek yapılandırması yapabilelim, ders çıkaralım, ibret alalım…
Elbette önce bunların öneminin farkında olmamız gerekmektedir.
**
“Avrupa bizi neden sevmez hocam?
-İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Alman asıllı Prof. Neumark ile bir kısım öğrencisi Boğaziçi’nde geziye çıkarlar. Talebelerden biri Prof. Neumark’a şu soruyu sorar:
-“Avrupa bizi neden sevmez hocam?
Prof. Neumark şu cevabı verir:
-“Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değildir.
Asırlardır kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı, Hıristiyanların hücrelerine sinmiştir.
Sebeplerine gelince: Müslüman olduğunuz için sevmez, ama faraza laiklik şöyle dursun, Hıristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam eder.
Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeğin farkındadırlar: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz.
Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir.
…En az 400 yıl, Avrupa’da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.
Selçuklular Anadolu’yu ’Osmanlılar İse Orta Avrupa ve Balkanları Haçlı ordusuna mezar ettiler.
Sizi silah ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hâkimiyet sağladılar.
Önce ahlaki değerlerinizi yıpratmaya başladılar; giyiminizden yaşantınıza kadar…
Sonra kendi içinizde sizi bölmeye başladılar.
Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslamiyet uğruna her şeyini feda etmeseydiler, İslamiyet buğün belki sadece Hicaz’da varlığını devam ettirirdi.
Kaldı ki Vehhabiliği kuranlar da, İngiliz Dominyon Bakanlığı’nın adamlarıdır.
Batı her yerde İslamiyet’i, sapık inançlara yönlendirdi. Ama Osmanlı, Asr-ı Saadet’i devam ettirdi.
Kilise size kin kusmaktadır. Ve sebepleri yukarıdadır.
Ben Türkiye’ye geldiğimde 2 üniversiteniz vardı, şimdi 19 üniversite var.
Osmanlı zamanında ise her yerde bir medrese vardı, tarihinize bakın her medresede bilim eğitimi vardı.
İlk denizaltını Osmanlı’nın yaptığını çoğunuz bilmiyorsunuzdur belki de.
Ama Avrupa bunu biliyor Sizler, gerçek hüviyetinize döndüğünüz anAvrupa’nın refahı ve medeniyeti yıkılır.
Ama sizde bunun olması bu şartlarda çok zor. Yine sizler. Avrupa’nın tarihi düşmanısınız ve daima düşman olarak kalacaksınız”  (2)
Neumark’ın bu değerlendirmesinde, İngilizler ’in Türklere yönelik düşmanlıkta öncülük yapmasının katkısı büyüktür. Bunu kanıtlayan sayısız söylemler ve çok sayıda savaşların olduğu malumdur. Burada, bu bölüme, biraz daha açıklık getireceğini düşündüğüm Halil Halid ’in İngiliz Başbakan William Edward Gladstone (1809-1898) için yaptığı bir değerlendirmeyi örnek olarak veriyorum:(*)
-“Gladstone, gayrimüslimlere eyaletlere uygun bir şekilde muhtariyet (özerklik) verilmesini sürekli olarak Türkiye’ye tavsiye ede geldi. Doğu Anadolu’da Ermeni ve Kürt devleti kurulması için Ermenilere yardım etmiş ve 1880’den sonra sürekli olarak Osmanlı’ya Doğu Anadolu’da ıslahat görünümü ile baskı yaparak imparatorluğu parçalamayı hedef almıştı”  (3)
**
İngilizlerin İslam dini ile ilgili  vurduğu ilk neşter!
Vahabilik….
-“…Öncelikle bu reform tamamıyla gericiydi. Modern düşüncenin gelişimi için hiçbir çaba sarf etmiyor ve doğrudan doğruya Arabistan’ı zorluklarla yüz yüze bırakıyor, …Peygamber’in sağduyusu sayesinde ve verdiği şevk ile savuşturduğu ıvır zıvır şeyler üzerinde çok gereksiz bir katılık sergilemesiydi.
Abdülvahab minareleri ve mezar taşlarını lanetledi çünkü hiçbiri İslam’ın ilk yıllarında var olan şeyler değildi. Minareler bu nedenle her yerde yıkıldı ve kutsal mekânlar takipçilerinin eline geçince yüzyıllar boyu hac yolculuğunun önemli bir nişanı olarak saygı gören azizlerin mezarları dümdüz edildi.
Peygamber’in mezarı bile harap bir hale geldi ve oradaki hazineler îbn Suud’un askerleri arasında dağıtıldı.
Bu, tüm İslam dünyasında infiale yol açtı ve Vahabilik’in talihinin dönmesine sebep oldu. Başlangıcında saygılı hislerle onlarla beraber olanlar, şimdi tamamıyla karşı tarafta olduklarını ilan ettiler ve Vahabiler bir daha asla ahlâki ve toplumsal reformcu konumlarını geri kazanamadılar. (4)
İngilizlerin perde arkasındaki bu oyunlarla asıl niyetleri;  İslam’ın özünde olmayan uygulamaları, “varmış gibi” göstererek ve yaygınlaştırarak; kamuoyunun islam hakkında yanlış hüküm sahibi olmasını sağlamaktır.
Günümüzdeki Taliban oluşumu da bu kapsamda değerlendirilmelidir.
**
İngiltere ve İslam
-“…Esas nokta şu ki, İngiltere, Asya’daki iyi şeyleri yok etmeyi değil geliştirmeyi benimsediğine dair güveni telkin etmelidir.
Ne islam’ı yok edebilir ne de onunla olan bağını koparabilir. Bu yüzden, Tanrı aşkına, bırakın İslam’ı ele alsın ve fazilet yolunda iyice yüreklendirsin.
Çünkü tek değerli ve tek akıllı yol bu, hatta diyebilirim ki tüm haçlı seferleri çağından daha değerli ve daha akıllı bir yoldur.  (5)  
İngiliz Diplomat 1882 Yılında bu ifadelerle bakalım ne demek istemiştir,
Tanrı aşkına, bırakın İslam’ı ele alsın ve fazilet yolunda iyice yüreklendirsin.” İfadesi ile;
-“… takdir eden ve anlayan çok az kişi arasında Mehmet Ali (Mısır valisi) de vardı. Bu Arnavut maceracı, İngiltere Mısır’ı Osmanlı için kurtardığında Mısır’ın hâkimiyetini ele almıştı.
Bonaparte onun örnek aldığı kişiydi ve ondan, en büyük hayallerinden birisi olan,
yeni bir hilafet görüşünü miras almış, bunu gerçekleştirmek için sürekli çalışmıştı.(6)
-“Abdülaziz döneminin ilk günlerinde bir devlet adamı, hakiki bir deha sahibi, hem Avrupa hem de Doğu bilgisi olan ve özellikle de İslam’ın dini tarihi üzerinde derinlemesine uzman bir adam İstanbul’a geldi. (Cemalettin AFGANİ)
Baş Vezir Rüştü Paşanın ve Genç Türkler (Jön Türkler) hizbindekilerin arkadaşıydı. Bu hiziptekiler adil veya kötü her tür yöntemle İmparatorluğun merkezi otoritesini yeniden organize etmek ve güçlendirmek istiyorlardı.
Bu adam, hem Genç Türklere hem de daha sonra bir görüşmesinde Sultanın kendisine, bir taraftan eyaletleri denetleme aracı olarak diğer taraftan Avrupa diplomasisine karşı silah gibi kullanabilmek için Halife olarak Sultan’ın ruhani otoritesinin biraz daha öne çıkarılmasının Osmanlı Hükümeti için getireceği faydalar konusunda ısrarla tavsiyelerde bulunmuştu. (7)
İngilizler Osmanlı için sonlanma kararı konusunda müttefikleri ile anlaşmışlar ve bu arada İslam’da
r e f o r m adı altında birşeylerin hazırlıklarına başlamışlardır.
Bunun için kullandıkları kişi, Cemalettin Afgani‘dir.
“…Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünde, bu çöküş ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin, İngiltere’nin İslam’la ilgili rolü açıkça belirlenmiş bulunuyor.
Hilafet –artık bir imparatorluk değil ama hâlâ bağımsız bir hakimiyet olarak- Britanya koruması altına alınmalı ve siyasal varlığı, Avrupa’nın başka saldırılarıyla rahatsız edilmeyecek şekilde resmen garanti edilmelidir. (8)
İngiliz diplomat olan yazar devam etmektedir;
-“Bütün bunlarsa, Muhammedi dünyanın daha iyi şeylere ilerleyişinde takdiri ilahi olarak ona yol göstericilik konumunu devam ettirmekle mümkün kılacaktır. Görev zor ve kabul edilmeye fazlasıyla değer, eldeki araçlar da başarılması için yeterli.
Bu görevi reddetmesi, vahim sonuçlardan yakın tehlikelerden münezzeh değil. Muhammedi dünya, tarihinde olmadığı kadar siyasal ve ahlâkî tehlikelerle burun buruna gelmiş durumdadır; ismi cismi ne olursa olsun davasını benimseyebileceği bir önder arıyor.
Böylesi muazzam bir kuvvete yön verme imkânına,
Eğer İngiltere bu imkânı terk ederse, daha kararlı bir komşusunun sahip çıkacağından hiçbir şüphemiz yok.(9)
**
-“…Bugünkü haliyle    r  e  f  o  r  m  u  n   karşısına dikilen büyük zorluk şu: Şeriat yahut kanunun yazılı şekli, Ortodoks İslam içinde halen şüphe edilemez olarak görülüyor.
Kanun kendi içinde enfes bir kanundur ve Allah korkusu olan dürüst kişilere itaat etmeyi tavsiye ediyor, ancak bazı noktalarda İslam’ın gereksinimleriyle bağdaşmıyor.
Fakat yasal bir şekilde değiştirilemiyor. (Sahife.86)
**
Yukarıdaki ifadelerde satır aralarına gizlenen asıl niyetleri,  İslam’da r e f o r m yaptırmak.  Ellerin de nasılsa önceden yaptırdıkları bir Vehhabilik örneği de bulunmaktadır.
**
Yukarıdaki ifadeyi tekrar edersek;
-“Böylesi muazzam bir kuvvete yön verme imkânına, eğer İngiltere bu imkânı terk ederse, daha kararlı bir komşusunun sahip çıkacağından hiçbir şüphemiz yok.
İngiliz diplomat olan yazar hangi kararlı komşunun sahip çıkacağını düşünmektedir?
Örneğin bakalım bu komşu; Fransız mı, Alman mı, olacak?
Şimdi bir ara vererek,  “Cemalettin Afgani”ye bakalım; kimdir ve ne ile görevlendirilmiştir?
Cemallettin Afgani…
-“1838 senesinde Afganistan’da doğup, 1897 de İstanbul’da vefat etti. Din bilgisi azdı…Bir aralık Ruslar tarafından satın alınarak, ana vatanı olan Afganistan’a karşı casusluk yaptı. Dinine ve vatanına hıyanet etmekten çekinmedi. İngiliz masonları ile de işbirliği yaparak zengin oldu ise de, Osmanlı Şeyh-ül-İslamı Hasan Fehmi efendi, onun cahilliğini … ortaya koydu…
Mısırlı Edib İshak, Ed-dürer kitabında, bunun Kahire mason locası reisi olduğunu yazmaktadır. Bütün masonlar gibi, çeşitli kılıklara girerek,İslamiyet’i içerden yıkmaya çalışmıştır.
Dr. Muhammed Reşad, dört yüzün üstünde önemli kaynaktan hazırladığı Efgani Etrafında Makaleler isimli kitabında özetle diyor ki:
“…Efgani, hem Türkçü, hem İslamcı görünmeyi başarmıştır. Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, A. Agayef hep Efgani’den destek görmüştür. Mesela M. Emin Yurdakul’un, “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” şiirini Efgani çok beğenmişti.
O zamanki İslamcı Sebilürreşad dergisi, ırkçılığı tenkit eden makaleler neşrederken, ırkçılar da, Efgani’nin ırkçılığı öven makalesini tercüme edip yayınlayınca İslamcıların sesleri, solukları kesilmişti.
Efgani, makalesinde diyordu ki: “Irkçılık dışında saadet yoktur. İnsanları birbirine bağlıyan iki bağ vardır: Biri dil, biri de din birliğidir. Dil birliği, ırk ve milliyet birliği demektir. şüphesiz, bu birliğin dünyadaki beka ve sebatı dinden daha devamlıdır.”
Efgani, Mısırda da Arap ırkçısıdır. (Arap ırkının sınırını belirleyecek ölçü din ve mezhep değil, Araplık ölçüsüdür) demiştir.
...Cennetmekân Abdülhamid han, keskin görüşüyle, Efgani’nin hain maksatlarının farkına varıp, kirli emellerine fırsat vermediği için, Efgani’nin yandaşları Ulu Hakana diş biliyorlar.
Cennetmekân Ulu Hakan, hatıratında diyor ki:
-“Hilafetin elimde olması İngilizleri hep tedirgin etti.
(Bahsedilen Bulund, ilginçtir, bizim de alıntı yaptığımız William Bulunt, İngiliz diplomattır.)
B  l  u  n  d   adlı bir  İ  n  g  i  l  i  z   ile  E f g a n i   adlı bir maskaranın el birliğiyle İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plan elime geçti.
Efgani’yi yakından tanırdım. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara, Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti.
Derhal reddettim. Bu sefer Blund ile işbirliği yaptı. Kendisini İstanbul’a çağırttım. Bir daha İstanbul’dan çıkmasına izin vermedim.) (10)
**
Cemallettin Afgani’ye İngilizler tarafından verilen bir görevde;  İslam’da reform yapılmasına aracılık etmesi ve Türkçülüğü, ırkçılığı ön plana çıkarmasıdır.
İngilizlerin İslam ve hilafet konusundaki çalışmaları burada bıraktıklarını düşünmek saflık olacaktır.
**
Napolyon’un önce Müslüman sonra Halife olmayı düşünmesi
“..İngiliz hasımları, onu kendi düşünce ölçeklerine göre yargılamakta ve çılgın olarak niteledikleri Hindistan’ı Persiya üzerinden işgal etmek gibi bayağı bir tasarıyla onurlandırmaktaydı.
Hâlbuki aslında, Hindistan onun planlarının sadece bir parçasıydı.
Kahire’de açık açık Kelime-i Şehadet getirdiğinde ve İslam inancını açıkladığında, onun lideri olmayı amaçlıyordu.
Üç yüzyıl Önce (Yavuz Sultan) Selim için mümkün olan onun için de mümkündü. Hatta Müslüman dünya da, 1799’da Bonaparte’ın halifeliğini kabul etmesi istendiğinde, aynısının 1519’da Osmanlı için istenmesinden daha fazla hayrete düşmedi. (11)
Napolyon’un amaçları arasında; Müslümanları İngilizlere karşı kullanmak ve İslam dininde reform yapmak vardır.
Gerçeğinde, Alman İmparatoru 2. Wilhelm, I. Dünya savaşında, Napolyon’un, 1799’daki düşüncesini gerçekleştirmiş,  Müslümanları İngilizlere karşılık kullanmak istemiş, ancak bunun bedeli, Almanlardan daha ağır olarak bizlere ödetilmiştir.
**
Türklere düşman olmanın bir nedeni de
-“Tarih boyunca Hıristiyan din adamlarının kin, nefret ve emelleri, özellikle istanbul’un fethiyle daha da derinleşmiştir.
Bilindiği üzere, Ortodoks papazları inançlarına göre;
1453’te İstanbul’un fethinden ve Bizans’ın yıkılmasından sonra siyah cübbe giyerler, uzattıkları saçlarını arkadan düğümlerler.
Bu inanca göre düğüm, İstanbul’un yeniden Ortodoksların başkenti olunca açılacaktır.” (12)
**
Türkler Müslüman olmasaydı?
-“Ne yazık ki, Hıristiyan Batı’nın, Türklere yönelik, düşmanlık birikimi, etkilerini inanılmaz bir şekilde hâlâ sürdürmektedir. Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması ve dört halife döneminden bu yana, Hıristiyanlığa karşı İslam’ın en etkin bir şekilde gelişmesini sağlaması, bu düşmanlığın temel unsuru olmuştur.
Nitekim, Tarihçi Prof. Dr. Neumark,
-“Eğer Türkler Müslüman olmasaydı, Müslümanlık Hicaz’da kalırdı” sözleri de, İslamlaştırmada Türklerin önemini ortaya koymakta, dolayısı ile düşmanlığın nedenlerinden biri ve en önemlisine parmak basmaktadır (Prof. Dr. Neumark’ın İtirafları, Yalçın Bayer)
**
Sonsöz;
-İlkönce Napolyon Hilafet kurumu ile; İngilizlere kaybettiği Hindistan’ın intikamını almak için Mısır’ı işgal ederek bir hamle yapmak istemiştir.
-İkinci olarak;  II. Mahmut, Hilafet kurumunun ağırlığını değerlendirerek Batı’ya karşı bir çıkış yapmayı düşünmüştür.
-Üçüncü ve iz bırakan hareket; Sultan 2. Abdülhamid’in Dünyadaki tüm İslam ülkelerine bir Halife olarak sesini duyurmak istemiş olması ve bunda da epeyce ses getirerek İngiliz-Fransız ve Ruslara korku yaşatmasıdır.
-Dördüncü adımda; Alman İmparatoru II. Wilhelm’in yanlış siyaseti sonucu kendisini bir anda I.Dünya Savaşı içerisinde bulması karşısında;
Hem İngiltere İmparatorluğunu yıkmak, hem de cihan imparatoru olmak için Osmanlılar ile birlikte girdiği savaşta Halifeye (ittihatçıların baskısı ile) cihat ilan edilmesini sağlamış,
Ancak, bu hem kendi hanedanlığının, hem de Osmanlı hanedanlığının sonu olmuş,  Hilafet Kurumu’da bir kuş misali elimizden  ağzındaki zeytin dalı ile birlikte uçmuştur.
-Oyunun kuralını sonunda  İngilizler koymuşlar ve kazanmanın bir mükafatı olarak, kendisine ecel terleri döktüren “Hilafet kurumu’nu tereyağından kıl çekmek misali gündemden kaldırtmışlardır.
Bundan sonrası meraklılarının araştırmalarına kalmaktadır.
Resim;web ortamından alınmıştır.
(*) Kaynakça; “Bitmeyen Hesap”, Yaşar Yazıcıoğlu
(1)Prof. Fritz Neumark;  “Türkiye’de iktisat öğreniminin gelişmesinde ve gelir vergisi yasalarının hazırlanmasında önemli katkıları olan Yahudi asıllı Alman iktisatçı’dır.. 1900 yılında doğan, Neumark, 1936′da Hitler Almanya’sından Türkiye’ye göç ederek, İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev almış ve 1952 yılı başına kadar Türkiye’de kalmıştır. Türkiye’den ayrıldıktan sonra Frankfurt Üniversitesinde uzun yıllar görev yapan ve rektörlüğünde bulunan  Prof. Neumark, “Boğaziçi’ne Sığınanlar isimli Nazi Almanyası’ndan Türkiye’ye gelmiş bilimadamlarını anlatan bir de kitap yazmıştır. Prof Neumark, Tanınmış birçok ilim insanımızın da hocasıdır.
(2) Prof. Neumark’ ın İtirafları, Yalçın Bayer, 09.06.2002, Hürriyet Gazetesi.
(3) Halil Halid, “ İngilizlerin Osmanlı’yı Yok Etme Siyaseti”, s. 40-41).
(4) Wilfred S. Blunt“ (İngiliz diplomat), “İslam’ın Geleceği”,  sahife, 33; “yazım tarihi; Kahire 15 Ocak 1882
(5)Wilfred S. Blunt“ İslam’ın Geleceği”,  sahife, 109;
(6)Wilfred S. Blunt“ İslam’ın Geleceği”,  sahife, 47;
(7)Wilfred S. Blunt “ İslam’ın Geleceği”, sahife,.49;
(8)Wilfred S. Blunt “ İslam’ın Geleceği”, sahife,105;
(9)Wilfred S. Blunt “ İslam’ın Geleceği”, sahife, 109
(10) http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=816
11) Wilfred S. Blunt “ İslam’ın Geleceği”, sahife, s.47
(12) “Bitmeyen hesap” sahife, 59; Yaşar Yazıcıoğlu

Hiç yorum yok: