22 Aralık 2012 Cumartesi

Alacakaranlıkta kalan Adana Vak'ası -Libya'dan Ege Adalarına İtalyan Harbi -Son (elvedâ) Rumeli seyahati -İstanbul ve Balkanlar yangın yerine döndü-Selaniklilerin saltanatı, başımıza belâları celbetti -Savaştan savaşa sürüklendik -Siyaset orduyu perişan etti -M.Latif Salihoğlu

Alacakaranlıkta kalan Adana Vak'ası

Dikkat! Adana Vak'ası, İstanbul'daki 31 Mart Vak'asının hemen ertesi günü yaşandı.

İstanbul'daki "31 Mart Vak'ası"ndan bir gün sonra (14 Nisan 1909) Adana'da yaşanan ve kısa süreli aralıklarla birkaç kez tekrarlanan kanlı hadiseler zinciri, yakın tarihimizin kayıtlarına "Adana Vak'ası" ismiyle geçti.
Adana'daki kanlı hadiseler, o bölgedeki Müslümanlarla gayr–ı Müslim kesimden olan Ermeniler arasında yaşandı.
14 Nisan ile 27 Nisan günleri arasındaki on üç günlük süre içinde, iki taraf arasında en az üç kez tekrarlanan bu iç çatışma esnasında binlerce insanın kanı döküldü.
Muhtelif kaynaklardan alınan bilgilere göre, Müslümanların kaybı 2000'den az iken, Ermenilerin kaybı ise 5000'den fazla olduğu anlaşılıyor. (Cemal Paşanın "Hatırat"ı gibi bazı kaynaklar, Ermenilerin kaybını 15 binden fazla gösterir.)
Anlaşılamayan ve alaca karanlıkta kalan husus ise, bu kanlı hadiselerin patlak vermesine kim veya kimlerin sebebiyet verdiğidir.
Kanaat hasıl eden bir nokta şudur ki: Adana'daki hadiselerin İstanbul'daki "31 Mart Vak'ası"yla bir şekilde irtibatı vardır.
Dolayısıyla, birinin aydınlatılması halinde, diğerinin de aydınlığa kavuşacağı kuvvetli ihtimal dahilindedir.
Önemli bir bilgi notu da şu olsa gerektir: Hadiselerin patlak verdiği gün, Ermeniler için "Paskalya Bayramı" olduğu gündür. O gün itibariyle, pek çok Hıristiyan misyoner de Adana'ya gelmiş olup mühim toplantılara iştirak etmektedirler.

Taşnak ve Hınçak terörü

Adana merkez ve yakın çevresini kan–revan içinde bıraktıran hadiselerin içinde, oldum olası komitacılıkla uğraşan ve Avrupa devletlerinden daima destek gören başta Taşnak ve Hınçak olmak üzere, Ermeniler adına hareket eden tedhiş ve terör örgütlerinin parmağı olduğu âşikârdır.
Bunlar, Osmanlı devlet merkezinin alabildiğine sancılı olduğu bir zamanda, kendi halklarını kışkırtmaya ve Avrupa himayesinde bölgede bir "Kilikya Hükümeti" ihdas etme niyet ve teşebbüsünde bulundular.
Esasında, sonradan kışkırtmalı olduğu anlaşılan hemen bütün "Ermeni patırdısı"nın arka plânında, daima bir "Avrupa müdahalesi" düşünülmüş, hatta planlanmıştır.
Bu planın tahakkuk safhası, daha çok Birinci Dünya Harbi esnasında Rusya ile Kafkasya Cephesinde yapılan savaşlarda görülmüştür.
Ermeni çeteciler, Osmanlı vatandaşı olan Ermeniler'den on binlercesini ayaklandırmış ve hariçten bize saldıran Rus kuvvetlerine iştirak ettirmiştir.
Eğer Ermeni çetecilerin alenî yardımı, desteği ve klavuzluğu sayesinde olmasaydı, Rus orduları Anadolu'nun Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde bu derece rahat ilerleyemezlerdi.

Meşhûr Cemal Paşa, Adana valisi

İttihatçı hükümet, Adana'daki kanlı hadiseleri yatıştırmak, tedbir almak ve suçluların cezalandırılmasını temin etmek maksadıyla, meşhûr Cemal Paşayı buraya vali olarak tayin etti.
O tarihlerde, İttihatçılar ile Ermeni grupların arası iyi görünüyordu. Siyaseten de, hemen her safhada birbirini kollayıp destek veriyorlardı. Öyle ki, Ermeniler, Hareket Ordusuna da var güçleriyle destek oldular. Ermenilerle İttihatçıların müşterek hareketliliği, Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar da devam etti.
İşte, bu iki cenahın birbirine çok yakın olduğu bir atmosferde Adana'ya giden Cemal Paşa, derhal bir Divân–ı Harb–i Örfî (Sıkıyönetim Mahkemesi) teşkil ettirdi.
Kanlı hadiselerde dahli veya tesiri bulunan kimseler  tesbit edilip mahkemeye çıkarıldılar.
Fakat, ne tuhaftır ki, tıpkı İstanbul'daki aynı isimli mahkemede olduğu gibi, suçlu bulunan ve idam edilenlerin hemen tamamı dindar Müslümanlar oldu.
Netice itibariyle, sadece bir tek Ermeniye mukabil tam 47 Müslüman idam edildi.
Bu hususlarla ilgili bilgiler, gerek Talat ve gerekse Cemal Paşanın "Hatırât"ında yer aldığı gibi, ayrıca o dönemde gazetecilikle iştigal eden tarihçi–yazar İsmail Hami Danişmend'in eserlerinde de ayrıntılı şekilde yer almaktadır. (Bkz: Osmanlı Tarihi Kronolojisi–IV, s. 373–74.) 
Kaderin garip bir cilvesi şudur ki: Vaktiyle Ermenileri memnun etmek için elliye yakın Müslümanın idam edilmesine sebebiyet Talat ve Cemal Paşa, gün geldi yine ters düştükleri Ermeni teröristlerin nâmert kurşunlarıyla gurbet elde can verdiler.

Mersin'de vukuat yok

Düşündürücü bir başka nokta şudur: Adana'daki kanlı hadiselerin özünde ve temelinde bir Müslüman–Ermeni çekişmesi yoktur. Şayet, temelde bir çatışma hali bulunmuş olsaydı, Adana'daki hadiselerin bir benzeri, bu şehrin hemen yanı başındaki Tarsus veya Mersin'de de yaşanması gerekiyordu.
Oysa, o günlerde Mersin'de taraflar arasında herhangi bir vukuat tesbit edilmiş değil.
Demek ki, bu hadiseler bir tertip ve bir provokasyon neticesi vucüda gelmiş olup yakın tarihimizin çok acı, çok elim bir safhasını teşkil etmiştir.

Yara derinleştirildi

Müslümanlarla Ermeniler arasında yaşanan kanlı Adana Vak'ası, can ve mal kaybı noktasında Osmanlı tarihine üçüncü büyük hadise olarak tarihe geçti.
1984'te Sason'da (Batman), 1985'te ise Zeytun'da (Maraş) yaşanan kanlı hadiseler, taraflar arasında kapanması zor yaralar açtırdı.
Bu kanlı boğuşmaların biriktirmiş olduğu kin ve adâvetin şiddeti, bilhassa Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte, bütün vahâmetiyle açığa çıktı ve kendini göstermiş oldu.
Bu talihsiz hadiselerin açtığı yaralar, ne yazık ki yüz yıldır bir türlü kapanmadı, yahut kapatılamadı.
Ancak, ne yapıp edip, asırlardır birbiriyle komşu olarak yaşayan Ermenilerle Müslümanları barıştırmalı, barış içinde yaşamalarını temin etmeli. Başka türlü formül arayışları, taraflara şimdiye kadar hiçbir fayda vermedi, bundan sonra da vermez kanaatindeyiz.

Libya'dan Ege Adalarına İtalyan Harbi

Osmanlı'nın tarihteki en büyük ve en çetin savaşları, ekseriyet itibariyle ceberrut, baskıcı, istilâcı, işgalci ve bilâhare sömürgecilikte ileri gitmiş olan devletler ve topluluklarla yaşandığını görmekteyiz. Meselâ: Bizansla, Sırplarla, Ruslarla, İngilizlerle, Fransızlarla, İtalyanlarla, vesaire...
Diğer topluluklarla yaşanan savaşlar, nisbeten kısa ömürlü olmuş ve bir şekilde yapılan anlaşmalarla uzun süreli barış veya sükûn dönemleri sağlanmıştır.
* * *
Tesbitlerimize göre, Avrupa'nın en büyük sömürgeci devleti Büyük Britanya olarak da bilinen İngiltere'dir. İkincisi Fransa, üçüncü sırada İtalya gelir.
Topraklarının büyük kısmı Asya kıtasında yer alan Rusya ise, dönem dönem Avrupa'nın en zalim, en gaddar, en sömürgeci devletlerine dahi rahmet okutacak kadar azgınlıkta ileri gitmiştir. İstilâcı Çarlık ve darbeci/işgalci Sovyet Rusyası'nda olduğu gibi...
Ancak, buradaki asıl konumuz sömürgeci İtalya devletinin İslâm ve Osmanlı'ya yönelik 1911'deki işgal ve istilâ hareketi olduğundan, şimdilik bütün dikkatimizle bu noktaya odaklanmaya çalışalım.
* * *
İtalya, nice zamandır gözünü Akdeniz'in karşı sâhilindeki Trablusgarb'a (bugünkü Libya toprakları) dikmiş, işgal ve istilâ etmek için fırsat kollamaya başlamıştı.
Beklediği fırsat, nihayet 1911 yılı Eylül'ünde ayağına geldi. Trablusgarb'a donanmasını gönderdi ve karaya asker çıkardı. İki taraf arasında aylar süren çatışmalar yaşandı.
Burada yaşanan çetin muharebeler, Osmanlı kaynaklarında "İtalyan Harbi" veya "Trablusgarp Harbi" şeklinde zikrediliyor.
O günlerin Osmanlı Ordusu, bünyesine giren siyaset ve tarafgirlik zehriyle adeta serseme döndüğü için, Trablusgarb'ı koruma noktasında ne yazık ki ciddî ve güvenilir bir strateji takip edemez bir hale gelmişti.
Askerî cenah gibi, siyaset cenahı da hayli sancılı bir durumdaydı. Bâb–ı Âli'de sık sık hükümet değişikliği yaşanıyordu. Bir sadrazam gidiyor, diğeri geliyordu. 
Meselâ, eski Âyân Reisi Said Paşa, aynı yılın sonlarında 9. kez olmak üzere yeniden Sadrâzam (Başbakan) olmuştu.

İşgal ordusu, Libya sâhillerinde

İtalya, Osmanlı devlet merkezindeki bu perişaniyeti yakından takip ediyor ve bir punduna getirip Libya'yı işgal etmek istiyordu.
Bu maksada yönelik adımları, nihayet 1911 yılı Eylülünde atmaya başladı.
23 Eylül günü Osmanlı hükümetine bir ültimatom gönderen İtalyan hükümeti, Trablusgarb'ın derhal boşaltılmasını ve buradaki yönetimin kendilerine devredilmesi talebinde bulundu.
İttihat–Terakki hükümeti ise, nice tereddütlerden sonra, Libya'ya yeni takviye birlikleri göndererek, burayı savunacağı ve teslim etmeyeceği mesajını vermiş oldu. 
Buna mukabil, İtalya da geri adım atmadı ve 26 Eylül'de kuvvetli bir donanmasını Libya'ya gönderdi. İki gün sonra da Osmanlı hükümetine ikinci bir ültimatom vererek bölgenin savaşsız şekilde teslimini istedi. 
Anlaşma sağlanamayınca, savaş kaçınılmaz oldu. İki taraf arasında, Libya'nın sâhil şeridinde şiddetli çarpışmalar yaşandı.
Bu esnada çok kan döküldü; İtalyanlar, sivil halktan da pekçok insanı esir aldı. 
Donanması güçlü olan İtalyan ordusu, iç kesimlere girmeye cesaret edemedi. Yerli kabilelerin—bilhassa Şeyh Sünûsî'nin bağlıları—Osmanlı'ya destek vermeleri sayesinde, İtalyanlar ciddî bir varlık gösteremeden geri adım atmak zorunda kaldı.
Evet, Şeyh Sünûsî ve taraftarlarının, o çetin günlerde Osmanlı askerlerini vargücüyle himayeye çalışması, her türlü takdirin fevkinde olsa gerektir.
(NOT: Osmanlı birliklerine, aralarında Enver Bey, M. Kemal, Nuri Conker ile Fethi Okyar'ın da bulunduğu İttihatçı subaylar kumanda ediyordu.)

Ege adalarını (12 ada) o dönemde kaybettik

Büyük bir direnişle karşılaşan İtalyan kuvvetleri, bölgeden çekilme sinyalleri verdi, ancak Osmanlı'ya saldırmaktan yine de geri durmadı.
Bir süre sonra Libya'dan dönen İtalyan donanması, yeni takviye birlikleriyle gidip bu kez Çanakkale Boğazına yüklendi. Burada da çetin bir direnişle karşılaştı ve ne yaptıysa boğazı yine de geçemedi. Mecburiyet tahtında, Ege Denizi açıklarına doğru çekilmeye başladı.
Osmanlı'nın bu en zayıf anında mutlaka bir netice elde etmek isteyen İtalya, Rodos Adasına çıkarma yaparak burayı işgal etti. Ardından da diğer 12 adayı aynı yöntemle teker teker işgal ederek Ege Denizindeki hakimiyetini pekiştirdi. 
Buradaki gücüne dayanarak bir kez daha Çanakkale Boğazına yüklenen İtalyan donanması, yine maksadına ulaşamayarak geri döndü. (Temmuz 1912) 
Fakat, ne acıdır ki aynı yılın Ekim ayında patlak veren I. Balkan Savaşı, Ege ve Akdeniz'deki Osmanlı varlığını büsbütün zayıflattı. Hükümet, İtalya ile anlaşma yapmaya mecbur oldu. Anlaşma gereği, Trablusgarb'ın yönetimi İtalya'ya devredildi; Ege'deki 12 ada ise, hiç olmazsa Balkan Savaşı bitimine kadar İtalya'ya emanet edildi. 
Ne var ki, İtalya bu emanete ihanet ederek, adaları bir daha geri vermedi. Adaların idaresi, zaman içinde bütünüyle Yunanistan'a devredildi.

Libya'dan Anadolu'ya

Trablusgarb Harbi esnasında Müslüman Türkleri (imanlı Osmanlı askerlerini) yakından tanıyan ve tanıdıkça da onlara karşı muhabbeti giderek artan Şeyh Sünûsî, İstiklâl Harbinin başladığı yıllarda—aynı duygu ve düşüncenin tesiriyle harekete geçerek—Anadolu'nun yolunu tuttu. 
Yanında getirdiği talebe ve müritleriyle birlikte harbe iştirak etti. "Umumî vaiz" sıfatıyla pekçok belde dolaşarak halkı uyandırmaya ve şuurlandırmaya çalıştı. 
İstilâcı ecnebi kuvvetleri Anadolu'yu terk edinceye kadar da Türkiye'de kaldı. 1922 yılında ise, bazı paşaların ahlâk dışı tavırlarını fark edince, içine bir soğukluk düştü ve derhal ülkesine geri döndü. 1933'te Libya'da Hakk'ın rahmetine kavuştu. 
Şeyh Sünûsî'nin Türkiye'den ayrılması üzerine, onun deruhte ettiği mânevî hizmet, bizzat M. Kemal tarafından Üstad Bediüzzaman'a teklif edildi. 
Ancak, işgale karşı Kuva–yı Milliye saflarında canla başla çalışan Üstad Bediüzzaman, fikren uyuşmadığı M. Kemal ile çalışmayı tercih etmeyerek, 1923 baharında Van'a gitmek üzere Ankara'dan ayrıldı..

Son (elvedâ) Rumeli seyahati

Rumeli'de giderek artan gerginlik ve bilhassa 1911 yılı Nisan'ında başlayan Arnavutluk isyanı gibi tehlikeli gelişmeler, Osmanlı devlet merkezini harekete geçirdi.
İttihat–Terakki hükümeti, Halife–Sultan'ın başında bulunduğu devlet erkânını Rumeli'de seyahat ettirmek için haftalar süren büyük ve gösterişli bir hazırlık çalışması yaptı.
Hazırlık çalışması tamamlandıktan sonra, sıra seyahat programının icrasına geldi.
Programın detayı, maksadı ve hasıl olan bazı neticeleriyle ilgili bilgiler, özetle aşağıdaki gibidir.
* * *
5 Haziran'da İstanbul'dan mümtaz bir heyetle Rumeli seyahatine çıkan Sultan Reşad, 7 Haziran (1911) Çarşamba günü Selanik limanına ulaştı. 
Bu heyetin içinde, birçok devlet ve hükûmet erkânı ile birlikte meşhûr allâme Bediüzzaman Said Nursî de vardı. 
Üstad Bediüzzaman, Sultan Reşad'ın seyahatine Şark Vilâyetlerini temsilen katılıyordu. 
Padişah ve beraberindekiler, iki gün evvel (5 Haziran) Dolmabahçe rıhtımından hareket etmişlerdi. Selânik'e kadar Barbaros zırhlısıyla gelen heyet, buradan Üsküp'e olan seyahatini ise trenle yaptı. 
Denizde ve karada gerçekleştirilen bu seyahat esnasında, pek geniş bir güvenlik tedbirinin de alınmış olduğu belirtiliyor. 
O günleri yaşayan Osmanlı tarihçisi İsmail Hami Danişmend'in aktardığı bilgilere göre, Selânik, Üsküp, Priştine ve Kosova Sahrasını içine alan bu seyahat, tam 22 gün sürmüş. 
Kosova'ya vasıl oluş, bir Cuma gününe tevafuk ediyor.
* * * 
Osmanlı padişahı ve maiyetindeki heyetin bu seyahati ile alâkalı olarak şu bilgileri de hatırla(t)makta fayda var. 
Sultan Reşad'ın ağabeyi olan Sultan II. Abdülhamid, 1909'da tahttan indirilmiş ve gözetim altında tutulmak üzere Selanik'e gönderilmişti. 
Siyasî dehasıyla Balkanları 30 sene sükûnet içinde muhafaza eden Sultan Abdülhamid'in düşmesinden sonra, bu coğrafyada şiddetli sancılanmalar başgösterdi.
1911 yılı ortalarına gelindiğinde ise, bu sıkıntı had safhaya gelmiş durumdaydı. Bir seyahat kaçınılmaz gözüküyordu. 
Haziran ayı başında deniz yoluyla İstanbul'dan ayrılan padişah ve protokol heyeti, önce Gelibolu'ya, bir gün sonra da Selanik'e vasıl oldu. 
Deniz yolculuğu esnasında bir savaş filosunun koruması altında giden heyet, Selanik'te büyük bir merasimle karşılandı. 
Padişahın Cuma selâmlığı da, Selanik Ayasofyasında gerçekleşti. Aynı gün, çeşitli heyetlerin ziyareti kabul gördü; akşam vakti ise, Mevlevîlerin sema gösterisi izlendi. 
* * * 
Bu tarihte, Sultan Abdülhamid de Selanik'teki Alatini Köşkünde bulunuyordu. 
İttihatçıların şiddetli baskı ve tehditlerine bakın görün ki, aynı yere gelen Sultan Reşad, ağabeyinin ziyaretine gidemiyor. Sadece iki paşasını göndererek ona arz–ı hürmetini bildirmekle yetiniyor ve buradan ayrılarak seyahatine devam ediyor. 
Seyahatin Selânik'ten sonraki kısmı trenle ve yine koruma altında yapılıyor. Öyle ki, bir komuta heyetine eşlik eden askerlerle birlikte, bölgede bir ön keşif yapılıyor ve padişah ondan sonra menzil alabiliyor. 
Seyahat programı için, ayrıca bir–iki ay öncesinden de geniş bir keşif çalışması yapılmış ve ziyaret programı esaslı bir takvime bağlanmıştı. Bu işte görev alanlardan biri Enver Bey, bir diğeri ise Sadrazam M. Şevket Paşa idi. 
* * * 
Selanik'ten sonra trenle Üsküp'e giden padişah ve beraberindekiler, burada da büyük bir törenle karşılaştı. Priştine'de Medresenin temelini atan Sultan Reşad, daha sonra Kosova Sahrasına giderek buradaki "Meşhed–i Hüdavendigar" diye tâbir edilen ceddi Sultan Murad–ı Hüdavendigâr'ın makamını ziyaret eder. 
Kosova ziyareti, yine Cuma gününe tevafuk eder. Kaynakların bildirdiğine göre, burada en az yüz bin kişiyle Cuma namazı kılınır. 
İslâm tarihinde "yüzüncü halife" olarak bilinen Sultan Reşad, Rumeli seyahatini tamamladıktan sonra, yine aynı güzergâh üzerinden dönerek, Haziran ayı sonlarında İstanbul'a vasıl olur.

Rumeli seyahatinin maksadı

Rumeli seyahatinin öncelikli sebebi, Balkanlarda başgösteren sosyal ve siyasî kargaşayı önlemek ve bilhassa isyana kalkışan Arnavutları teskin etmekti. (Arnavutluk'ta 1 Nisan'da isyan hareketleri yaşandı.) 
Seyahatin bir başka sebebi ise, Üsküp'te büyük bir İslâm Üniversitesini vücuda getirmekti. 
Seyahati organize eden merkez, İttihat ve Terakki Cemiyetiydi. Maksatları, Balkanlar'da patlamaya hazır olan dahilî sıkıntıları kısmen olsun hafifletmek ve bu coğrafyada otuz senedir yaşanan sükûneti yeniden tesis etmekti. 
Görünürde, bu maksadın kısmen ve muvakkaten hasıl olduğu söylenebilir. Ancak, bir sene sonra patlak veren Balkan Savaşları gösterdi ki, sükûneti sağlama politikaları çok sığ ve sathi olmuştur. 
Nitekim, 1911 yılı ortalarında bu derece büyük bir şaşaa ve nümayiş ile gerçekleştirilen Rumeli Seyahatinin sağlıklı ve kalıcı bir tesir bırakmadığı, 1912 yılı ortalarında kesin sûrette anlaşılmış oldu. Seyahat edilen şehir ve bölgelerin hemen tamamı, bir sene sonra Osmanlı'nın elinden çıkıp gitti. 
* * * 
Muhtelif mektuplarda bu tarihî seyahata atıflarda bulunan Bediüzzaman Said Nursî, bir eserinde şunları ifade ediyor: "İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî darülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad’a dedim ki: 'Şark (Doğu Vilayetlerimiz), böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem–i İslâmın merkezi hükmündedir.' O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan Harbi çıktı. O medrese yeri (Kosova) istilâ edildi." (Emirdağ Lâhikası, s. 402) 
* * * 
Üstad Bediüzzaman'ın Hutbe–i Şâmiye isimli eserinin ortalarında bahsini ettiği "iki mütefennin muallimle" olan muhaveresi de, işte bu tarihte ve trenle (şimendiferle) yapılan Rumeli seyahati esnasında vuku bulmuştur. 
Hatırlayanınız olacaktır, trendeki muallimlerle yapılan sohbetin ana konusu şudur: "Hamiyet–i diniye mi, yoksa hamiyet–i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?"
Üstad'ın bu hayatî suâle vermiş olduğu geniş muhtevalı cevap, aynı eserin sonunda yer alıyor.
Düşündürücü nokta ise şudur: Aradan tam tamına yüz sene geçmiş olmasına rağmen, bu husus milletimizin gündeminden hemen hiç düşmedi.
Evet, bugün de tartışılan en hararetli konuların başında "din ve milliyet" meselesi geliyor.
Irkçılık (Türkçülük–Kürtçülük) temeline oturtulan milliyetçilik, tarafgir fanatiklerin nazarında adeta din gibidir ve dinin mukaddesatından önce gelir.

İstanbul ve Balkanlar yangın yerine döndü

II. Meşrûtiyetin ikinci senesine tekabül eden 1910 yılı, İstanbul ve Balkanlar için adeta bir yangın ve yıkım devresinin başlangıcı olarak tarihe geçti.
Bir sene müddetle peşpeşe yaşanan yangınlara, yıkımlara ve sarsıntılara kronolojik seyir içinde kısaca değinmeye çalışalım.

19 Ocak 1910: Çırağan Yangını

Meclis–i Millî binası olarak kullanılan Çırağan Sarayı yanarak kullanılamaz bir hale geldi.
İttihatçıların fikir babalarından olan Ahmet Rıza Bey, 1908 seçimlerinde İstanbul mebusu seçildi ve kısa bir süre sonra Meclis Reisliğine getirildi.
O da tuttu, inisiyatif kullanarak Ayasofya bitişiğindeki eski Dârülfünûn binasında bulunan Meclis–i Mebûsân ile Meclis–i Ayan'ın Çırağan Sarayına taşındı.
İkinci meclisin ortak ismi, Meclis–i Millî olarak kabul edildi.
İşte, devlet ve hükümetin can damarı mahiyetinde olan bu muhteşem saray, üst kattaki kalorifer bacasının tutuşmasıyla (resmî rapor böyle) beş saat içinde yanarak kül oldu.
Bugün beş yıldızlı otel (Çırağan Sarayı Oteli) olarak kullanılan bu muazzam tarihî bina, ancak seksen yıl sonra restore edilebildi.

1 Nisan 1910: Arnavutluk İsyanı

Arnavutluk'ta çok kan dökülmesine sebebiyet veren büyük bir isyan çıktı. Bu isyan dalgası, Sultan Reşad'ın "Rumeli Seyahati"ne rağmen durmadı; aksine Balkanlar'da yayılmaya devam etti.
Bu isyanın iç ve dış sebepleri vardır. Başta Fransa olmak üzere bazı Avrupa devletlerinin milliyetçilik damarını tahrik eden propagandalarının yanı sıra, Rusya'nın da Balkanlar'da menfaatini öncelleyen yeni bir düzenlemeye gitme politikalarının etkisi büyük olmuştur.
İttihatçı hükümetinin hatası ise, bölgeye tecrübesiz ve kifayetsiz valileri ataması olarak görülebilir.
Bu valiler, keyfi uygulamalara gitmiş, yerli halka yönelik haksız, adaletsiz ve dayatmacı icraatlarda bulunmuşlardır.
Menfî sûretteki iç ve dış sebeplerin birleşmesi neticesi, özellikle Hıristiyan Arnavutların ayaklanması kaçınılmaz oldu.
Ayaklanma, Mahmut Şevket Paşanın inisiyatifiyle yatışır gibi oldu. Ancak, bir–iki yıl sonra yeniden alevlenen milliyetçilik dalgası, Balkanları yangın yerine döndürdü.

9 Mayıs 1910: Girit'te emrivâki adımlar

Girit'teki Rumlar, 1800'lü yılların sonlarına doğru Yunanistan'ın açık desteğiyle Müslümanlar'a üstünlük sağlamayı başarmışlardı. Ancak, adada yine de Osmanlı'nın hukukî varlığı devam ediyordu.
İttihatçı geleneğin devlete hakim olmasıyla birlikte, Balkanlar gibi Ege'deki Osmanlı hakimiyeti de zayıflamaya yüz tuttu.
İşte, Osmanlı hükümetinin en zayıf olduğu bir zamanda, Yunan Krallığı harekete geçti.
Yunan Meclis Başkanı Venizelos, Girit'teki karma (Türk–Rum) Meclis'ine Yunan Kralına bağlılık yemini ettirdi. Bâbıâli hükümeti, durumu protesto etmenin ötesinde ciddî bir varlık gösteremedi.

10 Haziran 1910: A. Samim Bey katledildi

Sadâ–ı Millet gazetesinin başyazarı Ahmet Samim Bey, faili meçhûl bir cinayete kurban gitti. Bu cinayetin, muhaliflerini susturmayı marifet bilen komitacı İttihatçıların tetikçileri tarafından işlendiği kuvvetle muhtemeldir. Tıpkı, bir sene evvel Serbestî gazetesinin sahibi ve başyazarı Hasan Fehmi Bey cinayetinde olduğu gibi.

3 Temmuz 1910: Kiliseler Kànunu çıktı

İttihatçı Hükümet, Osmanlı aleyhine dönüşen "Balkan İttifakı"na ve bir adım sonra da "Balkan Harbi"ne sebebiyet verecek olan "Kiliseler Birliği Kànunu"nu Meclis–i Mebûsan'a kabul ettirdi.
Daha evvel, özellikle Yunan ve Bulgar unsurlarının mezhebî yönden bir Kiliseler ihtilâfı vardı.
Bu ihtilâf sebebiyle, bir türlü ittifak ve imtizaç edemiyorlardı.
Sultan II. Abdülhamid, aralarındaki bu ihtilâfı gidermeyi hiç düşünmedi. Öylece kalmasından yana bir politika izledi.
İttihatçılar ise, sanki halledilmeyen başka bir mesele kalmamış gibi, Balkan milletleri arasındaki bu ihtilâfa son verecek bir kànunu Meclis'ten geçirtti ve yürürlüğe soktu.
İç kargaşayı bitiren ve "İhtilâflı kilise, mektep ve mukaddes yerlerde hangi unsurun nüfusu çok ise, o kilise ona ait olacak" hükmünü getiren "Kiliseler Birliği Kànunu"nun tatbik sahasına konulmasıyla birlikte, Sırp, Bulgar, Yunan, Makedon gibi Balkan toplulukları arasında bir yakınlaşma, bir ittifak havası meydana geldi.
Bu da, hemen hepsinin Osmanlı aleyhinde ittifakını netice verdi.
Birinci ve İkinci Balkan Harbinin en mühim sebeplerinden biri de, işte bu Kiliseler İttifakı olmuştur.

4/5 Ocak 1911: Dehşetli Bâbıali yangını

Sabaha karşı çıkan yangında, bilhassa Şurâ–yı Devlet, Sadâret Kalemi ile Dahiliye Nezaretine ait bölümler büyük hasar gördü.
Yangın vak'ası, bugün İstanbul Vilayet Merkezi olarak hizmet gören ve o günlerde Osmanlı Devletinin Hükümet Merkezi olarak kullanılan "Babıâli"de yaşandı. 
Bu dehşetli yangının iki–üç gün kadar devam ettiği rivâyet ediliyor. 
Yangın neticesinde, Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı dışındaki bütün daireler (Şurâ, Dahiliye, Mektubçu, Teşrifatçı, Beylikçi, Sadâret Kalemi, Vak'anüvis...) tamamen yandı.

Bu kaçıncı yangın?

Bu, yedinci Babıâli yangınıydı. Daha evvelki yangınlar, 1740, 1755, 1808, 1826, 1839 ve 1878 senelerinde yaşanmıştı. 
Aynı yerde bu kadar yangın vak'asının yaşanmış olması, hiç şüphesiz sabotaj ihtimalini kuvvetlendiriyor. 
Zira, burası 1700'lü yılların başlarından itibaren Osmanlı Devletinin idare merkezi olmuş, devletin ehemmiyetli bütün evrakı burada muhafazaya çalışılmıştır. 
Gariptir ki, Sultan II. Abdülhamid'in devleti Yıldız Sarayından idare ettiği ve mühim evrakları burada muhafazaya çalıştığı dönemde, yani 33 yıl müddetle Babıâli'de herhangi bir yangın vak'asına rastlanmıyor. 
Yine gariptir ki, bunca Babıâli yangınlarına rağmen, devletin resmî evrakları ciddî ölçüde herhangi bir zarar görmedi. Zira önemli evrakların hemen tamamı, binanın alt katında inşa edilmiş olan "hususî mahzenler"de muhafaza ediliyordu. 
Lâzım olan vesikalar, mesai saatlerinde ilgili dairelere getirtiliyor, işi bittiğinde ise derhal yerlerine götürülüyordu. Kısmen de olsa yanıp giden evraklar ise, kasten veya ihmal ile yerlerine götürülmeyip, ilgili dairelerde bırakılanlar olmuştur. 
Bu da gösteriyor ki, Osmanlı'nın ciddî şekilde işleyen bir arşiv sistemi, bir evrak/vesika teşkilâtı varmış: Bina yanıp kül olsa, yine de "evrak–ı mühimme"nin zarar görmeyeceği bir teşkilât, bir mekanizma...


Selaniklilerin saltanatı, başımıza belâları celbetti

Hata ve günahların çoğalması (teraküm etmesi), belâ ve musîbetlerin celbine sebebiyet verir.
Günahın dehşeti ve büyüklüğü nisbetinde, başa gelen musîbetler de büyük ve şiddetli olur.
Millet olarak en büyük hata ve günahlarımızdan biri şudur: Altı asır müddetle İslâm'a bayraktarlıkla Kur'ân'a hizmet eden şânlı Osmanlı Hanedanının son kudretli "halife padişah"ı Sultan II. Abdülhamid'i 1909'da devirip cezalandıran; on beş yıl sonra (1924) ise, Hanedanın bütün fertlerini asıl vatanlarından kovarak perişaniyet içinde sınırdışı ettiren bir "menhus zihniyet"i hakkıyla tanıyamadık. Onlara karşı lâzım gelen şuurlu, izzetli tavrı sergileyemedik. Tepkimizi ortaya bir türlü koyamadık. Tepki göstermek ne kelime; tam aksine, "kanımızı emen, can damarımızı koparan" o en büyük hasmımızı dost zannettik de, neredeyse başımızın tâcı yaptık.
Vâ esefâ ki, aradan yüz yıl geçtiği halde, onları yine de başımızdan indirebilmiş değiliz. Bilhassa, bir kısım "dinde hassas, muhakemede noksan" ihvanlarımız sâyesinde... Bu azim günâhımız, haliyle musîbetleri dâvet ediyor. Kader–i İlâhî, belâ ve musîbet tokatlarıyla cezalandırılmamıza fetvâ veriyor.
İşte, iki gün önceki "Yakın Tarih Yazıları" bölümünde "İstanbul ve Balkanlar yangın yerine döndü" başlıklı yazıda sıralamış olduğumuz bilhassa 1910 senesine ait felâketler zinciri, sözünü ettiğimiz günahlarımız ve ağır veballerimiz sebebiyle sökün edip geldi.
Hatırlatma kabilinden başlıklar halinde sıralayacak olursak: Meclislerin çalışma binası olan Çırağan Sarayındaki Yangın (19 Ocak 1910), Kanlı Arnavutluk isyanı, Girit'te Rumların emrivâki hareketleri, Balkanları Osmanlı aleyhinde birleştiren Kiliseler Birliği Kànunu, Dehşetli Bâbıali yangını ve hemen akabinde Trablusgarb'ın İtalyanlar tarafından işgal hareketi, birbiri ardınca başımıza gelen iç ve dış felâketler oldu.

Kur'ân haber veriyor

Bediüzzaman Hazretleri, Ve'l–Asr Sûresinin asrımıza bakan vechesini tefsir ederken, başımıza gelen maddî–mânevî "hasâret ve musîbetler" silsilesinin 1909'daki "tebeddül–ü saltanat" ile başladığını beyan ediyor ve bu dehşetli belâ zincirinin halkalarını şu şekilde sıralıyor: Libya ve Ege Adalarını kaybettiren İtalyan Harbi, Balkan Harpleri, Büyük Dünya Harbi, Mondros Mütarekesi, İstiklâl Harbi, Sevr Muahadesi, mânevî hasârete kaynaklık eden ve İslâm şeairlerinin darbe vurulmasına sebebiyet veren Lozan Muahadesi ve nihayet İkinci Dünya Harbi esnasında bu vatandaş yaşanan açlık, kıtlık, kuraklık denen kaht û gala, yangınlar, depremler, vesaire...
Bu hatırlatmaların ardından, şimdi de altı asırlık Müslüman Türk saltanatının (idare, yönetim) nasıl elden çıkıp Selâniklilerin eline geçtiğine bakalım...

Saltanat nasıl el değiştirdi?

Türkiye'de tarihin dönüm noktalarından biri, bundan 103 yıl evvel bugünlerde (Nisan–Mayıs 1909) yaşandı.
33 yıl Osmanlı tahtında oturan kudretli padişah Sultan II. Abdülhamid, Meclis–i Mebusanın aldığı bir karar neticesi hall edildi, yani tahttan indirildi.
Padişaha "hal tebliği"ni götüren dört kişilik heyetin içinde, ne tuhaf ki Türk menşeli kimse bulunmuyordu. Heyetin başında görünen sözcü şahıs ise, Yahudi asıllı Selanik mebusu Emanuel Karasso'ydu.
Heyette bulunan diğer üç şahıs ise şunlardı: Aram Efendi (Ermeni), Esat Toptani Paşa (Arnavut), Arif Hikmet Paşa (Gürcü.)
Esas çarpıcı ve dikkat çekici olan gelişme ise şudur: Padişahın düşürülmesi fikriyle Mebusan Meclisini toplayan ve kararı çıkartan başroldeki kişi, sekiz yıl sonra Sadrâzamlık da yapacak olan Meclis Başkanvekili Talat (Bey) Paşadır.
Hem mason, hem de köken itibariyle Selanik dönmelerine dayanan Talat Bey, İttihat–Terakki komitasının en önde gelen siyasî lideriydi.
Bir Selanik Yahudisinin götürdüğü tebliğle tahttan indirilen Osmanlı Sultanı, yine Selaniklilerin marifetiyle derdest edilip Selanik'teki Alatini Köşküne götürülüp hapsedildi... Bu tavrın zımnî mesajı şuydu: Ey Osmanlı Sultanı! Bundan böyle sen bizim yerimize, biz de senin makamına gelip oturuyoruz.
Tahtı elinden alınan bir Osmanlı padişahı, ilk defa İstanbul dışına gönderiliyordu. Balkan Harbine kadar (1912) Selanik'te mahpus tutulan
Sultan Abdülhamid, daha sonra İstanbul'a getirtilerek Beylerbeyi Sarayına hapsedildi.
Onu bu vaziyete düşüren mason Sadrazam Talat Bey ise, Dünya Savaşı ve Ermeni tehciri başta olmak üzere, Müslüman Osmanlı milletlerinin başına getirmediği helâket, felâket, musîbet kalmadı.

Selanik merkezli muhalefet

1430 senesinde başlamak üzere, Fatih Sultan Mehmed zamanında kesin olarak fethedilen Selanik'te, ilk dönemde yaşayanların ekseriyeti Müslüman idi. Ancak, daha sonraki yüz yıllarda demografik yapı değişti ve nüfus ekseriyetini gayr–ı müslimler teşkil etmeye başladı.
Bunun sebebi, 1492'de yaşanan Yahudi göçüdür. İspanya'dan kaçmak mecburiyetinde kalan binlerce Yahudi ailesi, o zaman dalgalar halinde gelip Selanik'e yerleştiler.
482 sene Osmanlı idaresinde kalan Selânik, 1912'de patlak veren Balkan Savaşı esnasında elden çıktı. Bu tarihlerde nüfus sayısı 100 bini aşan Yahudilerin (20 bini dönme, yani Sabetaist) az bir kısmı muhtelif Avrupa şehirlerine göçüp giderken, çoğunluğu ise İstanbul ve İzmir başka olmak üzere Türkiye'ye gelip yerleştiler.
İşte, vaktiyle muhacir olup Osmanlıya sığınan Yahudiler, 1909'daki saltanat değişikliğinde en aktif rolü oynamaya muvaffak oldular.
Bu ibret verici vaziyeti, "Besle kargayı, oysun gözünü" atasözüyle şematize etmek mümkün.
Evet, provokatif 31 Mart Vak'asını (13 Nisan 1909) fırsat bilen Selanik Yahudileri, aynı gün içinde Selanik merkezinde kurdukları "Hareket Ordusu"nun kurmay heyetini dahi tesbit ettiler. Hemen ardından, hareketin çapını genişlettiler ve toplanan birlikleri İstanbul üzerine harekete geçirdiler.
23 Nisan günü İstanbul'a giren Hareket Ordusunun ilk işi, hükümete ve Millet Meclisine müdahale oldu. İttihatçıların lideri olan Selanik kökenli Talat Bey, Meclis'te en etkili konuma getirildi. O da ilk iş olarak Meclis'ten Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesi kararını çıkarttı.
Gariptir ki, bu kararın padişaha tebliği, yine bir Selanikli Yahudinin öncülüğündeki bir heyet tarafından gerçekleştirilmiş oldu.
Bediüzzaman Hazretleri, 1909'da yaşanan bu tarihî hadiseyi "tebeddül–ü saltanat" tâbiriyle ifade ediyor. (Bkz: Tarihçe–i Hayat, Kastamonu hayatı, "Karadağ'ın bir meyvesi".)
Bu tabiri, saltanat değişikliği, yahut saltanat idaresinin el değiştirmesi şeklinde yorumlamak da mümkün.
Zira, Sultan Abdülhamid'den sonra tahta geçen iki zâtı, gerçek anlamda birer padişah gibi görmek kabil değil.
Abdülhamid'den sonra, saltanatın kuvveti, kudreti kırıldı; padişahlık gölgelendi ve M. Reşad ile M. Vahdeddin, askerin, İttihatçıların ve bilhassa Selaniklilerin gölgesi altında yaşamaktan kurtulamadılar.
Nitekim, 1922'de Saltanatın tamamen kaldırılması ve hanedana mensup bütün fertlerin 1924'te sınır dışı edilmesinde de, yine Selanik menşeli şahısların emir ve iradesi söz konusudur.

Savaştan savaşa sürüklendik

İttihatçıların devletçilik oyunu

II. Meşrûtiyet döneminin ilk seçimleri 1908 yılı sonlarında yapıldı. Meclis–i Mebusan, 4 Aralık günü açıldı.
1908'deki genel ve 1911'deki kısmî seçimlerde, seçmenlerin birinci tercihi İttihat–Terakki, ikinci tercihi ise Ahrar Fırkası idi.
Buna rağmen, rakip ve rekabetten hiç hazzetmeyen İttihatçılar, türlü dalavere ve komitacılık faaliyetleriyle, iktidarı daima ellerinde tutmaya çalıştılar.
Aslında, İttihatçılar arasında doğru dürüst bir devlet adamı yoktu. Ancak, onlar zorbalık metodunu iyi kullanmasını bildikleri için, hükümetleri, hatta padişahı dahi hep tesir ve baskı altında tutmayı başardılar.
* * *
Osmanlı Meclis–i Mebusanı, İttihatçıların baskısı altında iş yapan Sultan Reşad'ın fermanıyla, 18 Ocak 1912'de feshedilerek kapatıldı.
Aynı anda, yeni seçimlerin üç ay sonra yapılmasına karar verildi.
Ne var ki, 18 Nisan 1912'de toplanan yeni Meclis, 5 Ağustos günü tekrar feshedildi. Ardından, sıkıyönetim ilân edildi.
Dahası, Balkan Harbi gerekçe gösterilerek yeni bir seçim yapılması cihetine de gidilmedi. Bu sebeple, siyasî gerilim hemen hiç eksik olmadı.
Nihayet, 23 Ocak 1913'te Babıali Baskını ile iktidarı ele geçiren İttihatçılar, ülkenin mukadderatını tek parti sultasının altına soktu.
1914'te yapılan genel seçimlere de, ne yazık ki bu atmosfer içinde gidildi. Vatandaşlar, sadece İttihatçı olanları seçip Meclis'e gönderebildi.
Bu tarihte yapılan seçimler, 1923 sonrası Türkiye'si için de bir nevi örnek teşkil etmiş oldu.
* * *
 Koca Osmanlı devleti, yaklaşık on yıl müddetle (1908–1918) İttihatçıların elinde adeta oyuncak oldu.
Keyfî uygulamalar, aldı başını yürüdü.
İttihat–Terakki Cemiyeti, homojen değil; karma ve kozmopolit bir yapıdaydı.
Cemiyette ırkçı, mason, despot, tetikçi gibi berbat adamların yanı sıra, şüphesiz aralarında hamiyetli ve çok iyi niyetli şahsiyetler de vardı.
Ancak, bu cemiyetin bilhassa siyaset kanadı gitgide bozulmaya yüz tuttu.
İyi niyetli olanlar, zaman içinde inisiyatifi ele alamadı.
Bu sebeple, toptancı bir değerlendirme cihetine gidilmemeli.
Dahilde devletçilik oyunu oynamaktan geri durmayan İttihatçılar, özellikle İkinci Balkan Harbi ile Birinci Dünya Harbi esnasında ise, dış güçlere karşı canla başla çalışmaktan geri durmadı.
Diğer vahim hatalarının yanında, bir hakperestlik nişânesi olarak bu meziyetlerini de belirtmek gerekir.

Uşi'de barış Balkanlar'da savaş; 
yahut
İtalyan Harbinden Balkan Harbine

Bir önceki yazıda da ifade ettiğimiz gibi, Selanik merkezli Hareket Ordusunun idareye el koyarak (Nisan–Mayıs 1909) Halife Sultan'ı devirmesi ve nâzenin Meşrûtiyetin canına okuyarak kaskatı bir diktatörlüğe geçiş yapmasının ardından, kırk beş yıl sürecek türlü belâ ve musibetler zincirinin halkaları da üstümüze doğru sökün etmeye başladı.
Söz konusu helâket ve felâket zincirinin ilk halkasını, Eylül 1911'de İtalyan Krallığı ile girişilen Trablusgarp Savaşı (Libya) teşkil etti.
Libya'daki kara savaşlarında hayli zorlanan İtalya, güçlü donanmasıyla Ege adalarına yöneldi ve meşhûr 12 adayı işgal etti.
İtalyan Harbi daha bir senesini doldurmuştu ki, Ekim 1912'de bu kez Balkanlar'da daha sarsıcı ve neticesi itibariyle çok daha fecî yeni bir cephe açıldı.
Hepsi de krallıkla yönetilen Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ'ın teşkil ettiği Balkan Birliği, 8 Ekim 1912'de Osmanlı Devletine karşı "topyekûn savaş" ilân etti.
Aynı anda, asker–sivil dahil olmak üzere, Rumeli'deki Müslüman nüfusa yönelik korkunç bir katliâm başladı.
Bu korkunç zulüm ve baskının şiddetine daha fazla dayanamayan Balkanlar'daki Osmanlı vatandaşları, sağ kurtarabilenler oradan hicret ederek İstanbul'un yolunu tuttu. Yüz binlerce Müslüman nüfus, perişaniyet içinde günlerce, haftalarca yol yürüyerek Anadolu'ya can attı.

İki cepheden biri kapanmalıydı

1908'den beri, yani üç–dört senedir dahilî sıkıntılarla boğuşan Osmanlı Devleti, aynı anda iki cephede birden savaşacak durumda değildi.
Bu cephelerden birini kapatmak zorundaydı. Öyle de yaptı. Derhal İtalya ile barış görüşmeleri talebinde bulundu.
İki ülkenin temsilcileri, 15 Ekim 1912 tarihin'de Lozan'a (İsviçre) yakın Uşi (Ouchy) kasabasında bir araya geldi.
Üç gün kadar devam eden toplantı, 18 Ekim günü sona erdi. Tarafların imza koyduğu anlaşma maddelerinin hemen tamamı İtalyanların siyasetine ve menfaatine uygun şekilde tanzim edildi.
Özetle: Trablusgarp ve Bingazi'ye özerklik tanındı. Ancak, burada Osmanlı hakimiyeti fiilen sonra ererken, İtalyanların işgaline açık bir hale getirilmiş oldu.
Ege'deki adalar meselesinde ise, bilâhare Osmanlı'ya iade edilmek üzere, bölgenin kontrolü İtalyanlara bırakıldı.
Ancak, İtalya burayı Osmanlı'ya iade etme cihetine hiç gitmedi.
Tâ II. Dünya Savaşının sonuna kadar da 12 adayı elinde tutan İtalya, savaştan mağlup çıkması yüzünden, adaların tamamını–savaşın başlangıcında işgal ettiği–Yunanistan'a bırakma cihetine gitti.
Netice: Her iki cephede de mağlup düşen Osmanlı Devleti, Afrika ve Balkanlar'daki topraklarının çoğunu kaybetti.
Asıl büyük kayıplar ise, hemen ardından başlayacak olan Birinci Dünya Savaşında yaşandı.

Siyaset orduyu perişan etti

Bitmek bilmeyen gruplaşmalar

Her devletin bir işleyiş sistemi vardır ve bu sistem kànunlar çerçevesinde çalıştırılır.
Kànunlar, meselâ bir idare sanatı olan siyaset gibi, bürokrasiyi ve bürokrasinin bir parçası olan askeriyeyi de içine alır, selahiyet ve mesuliyet sınırlarını tayin eder.
Kànun dışına çıkma yönündeki heves ve alışkanlıklar, beraberinde anarşi, kaos ve karmaşa getirir. Bu da, o devletin bütün vatandaşların huzurunu kaçırır, mutsuz eder.
En büyük huzursuzluk ise, siyasetin orduya bulaşması, yahut ordunun siyasete müdahale etmesinde yaşanır.
Türkiye, böylesi huzursuzluklara defalarca sahne oldu. Aynı hastalığın sebebiyet verdiği sıkıntı ve huzursuzluk halen de devam ediyor.
Sıkıntının en şiddetlisi ise, Hareket Ordusunun 1909'da siyasete bulaşıp ihtilâl yapmasıyla başladı. O azim günahkârlığın ara ara nüksede gelen habis tesiri, yüz yıldır devam ediyor.
Evet, siyasete bulaşmış ordunun o tarihte başlayan "idareye el koyma" alışkanlığı, sadece sindirmeye çalıştığı muarızlarına karşı değil, kendi iç bünyelerinde de aynen devam etti.
İşte, bu menhus alışkanlığın eseri olarak, 1909 Nisan–Mayıs'ında siyasî muarızlarını darbe ile iktidardan indiren İttihatçılar, siyaseti askeriyeye bulaştırmakla 1912 yılı genel seçimlerini de adeta bir "sopalı seçim"e döndürdüler.
Zulüm ve baskı metoduyla Ahrar Fırkasını siyaset denkleminden çıkarmayı başaran İttihatçılar, aynı sene zarfında kendi aralarında bölünmeye başladılar.
Muhalif grup, Halâskâr Zâbitân ismiyle İttihatçılardan ayrıldı.
Böylelikle, siyasî muhalefetin yerini zâbitan (subay) grubu aldı. Zabitan–ı Halâskâran grubu, dağa çıkıp İttihatçılara, hükümet değişikliği için baskı yapmaya başladı. İttihatçılar buna boyun eğdi, ancak yine de siyasî istikrar sağlanamadı.
Dahası, 8 Ekim 1912'de Balkan Savaşı başladı ki, bu kritik süreçte ordunun bütünlüğü bozulmuş, hatta iç bünye siyaseten zehirlenmiş durumdaydı. Bir grup diğerinin yardımına gitmiyor, birbirlerini yardımsız, desteksiz bırakıyordu.
Siyaseten cephelere ayrılan zabitler (subaylar, paşalar), emirleri altındaki askerleri de savaşamaz, mücadele edemez bir hale getirmişlerdi.
Bu dehşetli zaafı sezen düşman kuvvetleri, Rumeli'deki Osmanlı topraklarını istilâya başladı. Canını kurtarabilen Müslüman nüfus, büyük dalgalar halinde ve fakat perişaniyet içinde Balkanlar'dan Anadolu'ya hicret etti.
Bir avuçluk Bulgar ordusu bile, Trakya'da ilerleyerek tâ Çatalca önlerine kadar geldi. Üstelik, ciddiye alınır hiçbir mukavemet dahi göremeden.
Dedik ya, siyaset orduyu perişan etmiş, onu harb edemez bir hale getirmişti.
Rumeli'deki yenilgiler, bir hükümet değişikliğini de beraberinde getirdi. Sadrâzam Gazi Ahmet Muhtar Paşa istifa etti. Yerine ise, 29 Ekim 1912'de Kıbrıslı Mehmet Kâmil Paşa getirildi.
Bu esnada, bazı diplomatik atraksiyonlar yapıldı ise de, sıkıntıları hafifletici bir netice alınamadı. Londra'da toplanan Balkan bölgesi devlet temsilcileri, Osmanlı hükümetine şu notayı verdi: Edirne'nin Bulgaristan'a, Ege adaları da, başta İtalya olmak üzere Avrupa devletlerine bırakılacak.
Kâmil Paşa kabinesi, Londra kararlarının etkisinde kalmıştı. Bu da umumi bir memnuniyetsizliğe yol açtı. Aynı günlerde Lüleburgaz ve Kırklareli'nde yaşanan yenilgi, mevcut hükûmeti büsbütün çıkmaza soktu.
Hükümet, habire toplanıyor, ancak ne hikmetse dirayetli bir kararlılık sergileyemiyordu. Bu da, umumî bir memnuniyetsizliğe sebebiyet vermiş durumdaydı.

Bâbıâli Baskını

Hükümetin pasifliğine daha fazla dayanamayan İttihat–Terakki merkezi, bir hükümet darbesini gerçekleştirmeyi planladı.
Cemiyet merkezinde gizlice toplanan İttihatçıların ileri gelenleri, bu işe Enver Paşayı uygun gördüler.
23 Ocak 1913 günü beyaz bir ata binen Enver Paşa ve beraberindekiler, cemiyetin Nuruosmaniye'deki merkezinden Babıali'ye doğru harekete geçti.
Hükümet merkezi olan Babıali'de de o gün için gerekli bazı tedbirler alınmıştı.
Kabine, kelimenin tam anlamıyla gafil avlandı. Hemen hiç çatışma yaşanmadan, Enver Paşa, bugün vilayet merkezi olan Babıali'deki hükümet binasına girdi.
Yapılan baskın hareketi esnasında, bazı mühim şahsiyetler tetikçilerin kurşunlarına kurban gitti. İttihatçılardan Mustafa Necip, polis komiseri Celal Bey ile Harbiye Nazırı Müşir Nazım Paşa, yaşanan kargaşa esnasında vurularak vefat ettiler.
Enver Paşa da, Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Kâmil Paşa'nın makamına girip, kafasına tabanca dayadı ve sert bir ifadeyle milletin kendisini istemediğini, mutlaka istifa etmesi gerektiğini söyledi.
Kâmil Paşa, maruz kaldığı baskı sebebiyle istifaya mecbur kaldığını padişaha hitaben yazarak, Sadâretten ayrıldı.
Aynı gün, Sadâret makamına Hareket Ordusu Kumandanı M. Şevket Paşa getirildi.
Bâbıâli Baskını, Meclis'i değil, acziyet içindeki bir hükümeti hedef almıştı.
Baskın bir derece hedefine ulaştı. Bir süre sonra Edirne Bulgarlardan geri alındı. Ancak, dahilî ve haricî sıkıntılar yine de bitmedi; aksine, katlanarak devam etti.
Zira, birikmiş büyük hata ve günahlarımız vardı.

Kim bu Şevket Paşa?

1856 Bağdat doğumlu olan M. Şevket Paşa, uzun yıllar muhtelif merkezlerde komutanlık, valilik ve mutasarrıflık (sancak yöneticisi) yaptı. Ancak, en büyük şöhreti 23 Nisan 1909'da İstanbul'a giren meşhûr Hareket Ordusu Komutanlığı sayesinde kazandı.
M. Şevket Paşa, merkezi Selanik'te bulunan 3. Ordu Kumandanıydı. Bu ordunun ismi, 31 Mart Vak'asından sonra "Hareket Ordusu"na dönüştürüldü. Başına da dönme bir aileden gelen Hüseyin Hüsnü Paşa getirildi. Ancak, bu durum trenle gelinen Hadımköy ile Yeşilköy arasında bir yerde değişti. Hareket Ordusunun başına, Türk ve Müslüman kimliğiyle bilinen Mahmut Şevket Paşa getirildi. Tâ ki, İstanbul ahalisi ve merkezdeki Türk askerleri buna karşı koymasınlar, hakimiyetini kabul etsinler diye…
27 Nisan'da Sultan Abdülhamid'i deviren ve Yıldız Sarayını yağma ettiren Hareket Ordusu, İstanbul'a, dolayısıyla Osmanlı Devletine de hakim bir konuma yerleşmiş oldu. Şevket Paşa ise, yeni kurulan İbrahim Hakkı Paşa kabinesinde Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) oldu. Ancak, İttihatçı grupların baskısına dayanamayarak, bir süre sonra istifa etti.
23 Ocak 1913'teki meşhûr "Bâbıâli Baskını"ndan sonra Sadrâzamlık makamına getirtilen Mahmut Şevket Paşa, burada daha beş aylık bir süreyi bile dolduramadan, arabası içinde vurularak öldürüldü. Meçhûl cinayet Hürriyet ve İtilâf Fırkasının üzerine atıldıysa da, bu işi en ustaca yapanların İttihatçı komitacılar olduğuna şüphe yoktur. M. Şevket Paşanın ölümünden sonra, yerine bir başka İttihatçı olan Said Halim Paşa getirildi.
Ama ne yazık ki, İttihatçıların içindeki azgın komitacılardan onun da sıdkı sıyrıldı ve birkaç kez istifanın eşiğinden döndü. Nihayet, 14 Şubat 1917'ye gelindiğinde, artık daha fazla dayanamayarak istifa etti ve yerini İttihatçıların siyasetteki bir numaralı adamı Talat Beye bırakmak zorunda kaldı.
* * *
Üstad Bediüzzaman, 31 Mart hadisesinde Hareket Ordusunun Başkumandanı Mahmud Şevket Paşa kendisine karşı "fazla hiddetli" olduğunu, ancak onun bu hiddetine boyun eğmediğini birkaç mektubunda ifade ediyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 214; YAN, 1994.)

Hiç yorum yok: