Mondros Mütarekesinden (30 Ekim 1918) sonra Türkiye (Anadolu ve Rumeli) toprakları üzerinde otorite sağlamak imkânsız hale geldi.
Ortalık kaosa döndü.
Her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Gerek İstanbul ve gerekse taşrada "gücü yeten yetene" bir hal aldı. İşte, tam da bu ortamda belli başlı üç cereyan ortaya çıktı ve toplum üzerinde hakimiyetini tesis etmeye yöneldi. Bunları şu şekilde sıralamak mümkün: 1) Mütarake (ateşkes) şartlarını bahane ederek, İstanbul ve diğer vilâyetleri işgale yönelen Avrupalı (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) kuvvetler. 2) Hayatını vatan ve milleti müdafaa etmeye adayan Millî Mücadele kuvvetleri. 3) Otorite boşluğundan istifa ile mazlûm halkı haraca kesen, yer yer Millî Kuvvetlerle de çatışmaya giren sergerde çeteler. Mücadelenin kızıştığı günler Kaotik ortam, peşi sıra yaşanan şu gelişmelerle birlikte Türkiye coğrafyası daha da gerilerek karmakarışık bir vaziyet aldı: 1) 16 Mart 1920 İstanbul Şehzadebaşı Karakolu'na gece vakti yapılan kanlı baskınla askerlerimiz şehit edilirken, o gün Meclis, hükûmet ve devlet bürokrasisi bütünüyle işgal kuvvetlerinin denetim ve kuşatması altına girdi. Kaçabilenler, Anadolu'nun yolunu tuttu. Kaçamayıp işgale muhalefet edenler ise, birbir tutuklanıp cezalandırılmaya başlandı. Yakalanan elebaşıların çoğu İngiliz denetimindeki Malta Adasına sürgün edildi. 2) 11 Nisan 1920: Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi tarafından Anadolu'daki Harekât–ı Millîye aleyhine bir fetvâ yayınlandı. İngilizlerin baskısıyla Halife Sultan Vahdeddin'in ve Sadrâzam Ferit Paşanın da onayını alan bu fetvâ, "Fetvâ–yı Şerîfe" başlığıyla 11 Nisan 1920 tarihli "Takvim–i Vekayi" ile "Peyâm–ı Sabah" isimli gazetelerde neşredildi. Bu fetva metninde, Anadolu ve Rumeli'deki Millî Mücadele taraftarları, Halifeye karşı gelen ve kendi başına hareket eden "fenâ kimseler" olarak tarif ediliyordu. Ayrıca, Halifenin buyruğu olmaksızın bu kimselerin vergi yahut asker toplamasının da şeriata aykırı olduğu nazara veriliyordu. İstanbul merkezli bu tarz fikirlerin broşür ve gazeteler yoluyla etrafa duyurulması ve yayılması neticesinde, Anadolu'daki iç isyanlar ve çete savaşları daha da kızıştı. 3) 10 Ağustos 1920: Fransa'da Sevr Antlaşması imzalandı. Paris yakınlarındaki Sevr banliyösünde imzalanan anlaşmaya, Osmanlı hükûmeti delegasyonu ile işgalci devletlerin temsilcileri katıldı. Osmanlı heyetinin başında ise, "damat"lıktan başka Osmanlılıkla ve hatta İslâmlıkla ciddî bir alâkası bulunmayan, üstelik hem kukla, hem de Frenkmeşrep bir şahıs olan Sadrâzam Ferit Paşa vardı. O tarihte fizikî ve hukukî olarak da yürürlüğe konulamayan Sevr Antlaşmasına göre, bugünkü Türkiye toprakları paramparça ediliyordu. Müslüman Türklere sadece Orta Anadolu'da az bir toprak veriliyor, geri kalan kısımlar işgal güçleri arasında parsel parsel taksim ediliyordu. Bu arada, Ermenilere Doğu Anadolu Bölgesi peşkeş edilirken, Kürt nüfusu ise kaale bile alınmıyordu. Lozan, Sevr'in devamı Ne yazık ki, Sevr planı, üç sene sonra Lozan'da tamamlandı. Türkiye, maddeten değil; ancak, mânen paramparça edildi. Gizli Lozan ejderhası, mukaddes değerlerimizin erkânına ilişti; bin yıllık İslâm medeniyetini yıktı ve milyonlarca insanımızın ebedî hayatını mahvetti. Bediüzzaman Hazrerleri, Birinci Şuâ'da tefsir ettiği âyetlerin 28.'si olan Tevbe Sûresi 32. âyetin asrımıza bakan işarî ve remzî mânâsına bakarak özetle şu yorumlarda bulunuyor: * Avrupa zâlimleri, devlet–i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle, 1324'te (1908) müthiş bir sûikast plânı yaptılar. Onlara karşı Türkiye hamiyetperverleri de, aynı tarihte hürriyeti ilân etmeleriyle o plânı akîm bırakmaya çalıştılar. * Aynı zalimler, maatteessüf, altı–yedi sene sonra (1914), yine aynı sûikast niyetiyle Harb–i Umumî ile netice almaya çalıştılar. * Harb–i Umumî neticesinde (1918) ve Sevr Muahedesinde (1920) Kur’ân’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini icrâ etmek için yine plânlar yaptılar. Bu plânlarını akîm bırakmak için, bu defa Türk milliyetperverleri yeni hükûmet kurup Cumhuriyeti ilân etmekle mukabeleye çalıştılar. * Bütün bu herc û merc içinde Kur’ân’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Risâle–i Nur Müellifi de Rumî 24’te (1908) ve Resâili’n–Nur’un mukaddematı 34’te (1918) ve Resâili’n–Nur’un nuranî cüzleri (Âyetü'l–Kübrâ gibi) ve fedakâr şakirtleri 54’te (1938) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. * Şimdi İslâmlar içinde nur–u Kur’ân’a muhalif hâletlerin ekserîsi o suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gaddarâne muahedelerin vahim neticeleridir. (Şuâlar, s. 619) Bu bilgilerden anlıyor ve kanaat getiriyoruz ki, Sevr'in fazlası katmerli bir şekilde Lozan'da karara bağlanmış ve yeni Türkiye bozuk Avrupa'nın muzahrafat çöplüğü haline döndürülmeye çalışılmıştır. Evet, zalimler Sevr'in rövanşını Lozan'da aldı. Tıpkı, 1915'te geçemedikleri Çanakkale Boğazını 1918'de ellerini kollarını sallayarak geçmeleri gibi. Tıpkı, işgal yıllarında (1918–22) statüsüne dokunamadıkları Ayasofya'yı 1934'ten sonra mâbed olmaktan çıkartılıp içinde çalım yapa yapa dolaşmaları gibi. Ek Bilgiler * Şeyhülislâmın Millî Mücadele aleyhindeki fetvâsının geçersiz olduğunu beyan eden Dârül–Hikmet âzası Bediüzzaman Hazretleri, mukabil bir fetvâ neşrederek Harekât–ı Milliyeye destek vermiştir. (Bkz: Tulûat isimli eser) * Aynı şekilde, Hutûvât–ı Sitte isimli eserini gizlice tabettiren Bediüzzaman, işgalcilere karşı âlimleri, medrese talebelerini ve halkı şuurlandırmaya çalışmıştır. * Gariptir, Dürrizâde Abdullah Efendi ile Damat Ferit Paşa, aynı sene (1923) içinde gurbet elde öldüler. (Birincisi Hicaz, diğeri Fransa'da.) * 1920 yılı sonlarında Dürrizâde'nin yerine geçen Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi de, ne yazık ki yine işgalci İngilizlere yakın durdu, hatta İngiliz Muhipleri Cemiyetine dahil oldu. Bir süre mebusluk da yapan M. Sabri Efendi, 1954'te Mısır'da vefât etti. |
13 Kasım 2012 Salı
Sevr'den sonra Lozan- M.Latif Salihoğlu
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder