13 Kasım 2012 Salı

İlk cunta cinayetinden günümüze... “Hâkimiyet milletin” oldu mu?M.Latif Salihoğlu

İlk cunta cinayetinden günümüze...

İstanbul'dan sonra yeni hükûmet merkezi olma hüviyetini kazanan Ankara, 1923 senesi Mart ayının son haftasında dehşet verici bir cinayet hadisesiyle çalkalandı.

Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyin, 27 Mart'ta itibaren kayıp olduğu anlaşılmıştı. Aradan üç gün geçmiş olmasına rağmen, izine rastlanılmamış ve "gaybûbet"inin (kayboluşunun) sebebi bir türlü anlaşılamamıştı.

Ailesinin şikâyeti üzerine emniyet birimleri tarafından yapılan araştırmalardan da ilk günlerde herhangi bir netice alınamıyordu.

Sonunda, elde edilen deliller bir bir toplandı ve Ali Şükrü Beyin Çankaya Alay Muhafız Komutanı Topal Osman tarafından katledildiği anlaşılmış oldu.

Bu cinayette maşa olarak kullanılan şahıs resmî makamlarca tesbit edildi gerçi; lâkin, maşayı kimin kullandığı hususu meçhul kaldı ve hâlen de meçhûl durumda.

İşte, bu husus son derece önemli ve düşündürücü bir nokta.

Sizce de öyle değil mi?

Kim bu Ali Şükrü Bey?

Ali Şükrü Bey, son Osmanlı mebusuydu; aynı zamanda Büyük Millet Meclisinin kurucuları arasında yer alan ilk mebuslardan biriydi.

Trabzon milletvekiliydi. Eylül 1920'de Millet Meclisi tarafından kabul edilen içki–fuhuş yasağı ile ilgili "Men–i Müskirat Kànunu" taslağını hazırlayan heyetin başında geliyordu.
Takvâlıydı, kuvvetli iman sahibiydi.

Hürriyet ve demokrasi taraftarıydı.

Bununla beraber, Hilâfetin kaldırılmasına karşıydı.

Aynı şekilde, Lozan Konferansı esnasında yapılan gizli pazarlıklara, hele hele din ve mâneviyattan taviz verilmesine şiddetle muhalefet ediyor, dahası, bu fikirde olan muhalefet cephesinin de başını çekiyordu.

Keza, Bediüzzaman Said Nursî'ye hürmetkârdı; onunla samimi dost ve arkadaştı.Nitekim, onun mebuslara hitaben kaleme alınmış olan 10 maddelik "Beyannâme"sini kendi matbaasında bastırıp neşretmişti.

Aynı şekilde, muhtevasında Arabî Tabiat Risâlesinin de bulunduğu "Hubâb" isimli risâleyi yine kendisine ait olan matbaada tabettirmişti.

Ali Şükrü Bey, yine hürriyet ve demokrasi inancı gereği, farklı düşünce ve kanaatlerin hayat bulması için, kendi imkânlarıyla TAN ismiyle bir gazete çıkarıyordu.

Ne var ki, yukarıdan beri sıralaya geldiğimiz hizmet ve meziyetleri, onun muhalifleri tarafından birer cürüm ve cinayet addedilerek, Ali Şükrü Bey çoktan hedef tahtasına konulmuştu bile...
Bu müstesna şahsiyeti öldürmek, hem kendisini, hem de siyaset ve neşriyat hizmetini yok etmek isteyenler vardı.

Vardı da, bundan kendisinin hiç haberi yoktu.

Yani, muhaliflerini biliyor, tanıyordu da, bunların kendisini öldür(t)ecek derecede vahşileşip gaddarlaştığını hiç, ama hiç düşünmüyordu.

Lâkin, kendisi hakkında gizlice kurulan tertip ve plânlar, son derece vahimdi.
Bu vahâmetin boyutları sonradan anlaşılacaktı.

Gerçi, hadisenin gerçek mahiyeti hâlâ anlaşılabilmiş değil. Ama, hiç olmazsa kanaat teşkil edecek bazı bilgi ve belgeler peyderpey ortaya çıktı.

Ortaya çıkmayan kısımlar ise, tabulara takılmış durumda.

Aradan 87 yıllık bir süre geçmiş olmasına rağmen, hiçkimse çıkıp da bu tabuya dokunamadı, onu yerinden kımıldatamadı.

Dünden bugüne, yahut
bugünden düne gitmek

Ne gariptir ki, bugün gücümüz 7–8 sene evvelki cunta faaliyetlerini deşifre etmeye ve zanlıları mahkeme huzuruna çıkarmaya az–çok yetiyor da, yaklaşık doksan yıl önceki bu ilk cunta cinayeti üzerindeki sır perdesini aralamaktan dahi korkar ve çekinir bir durumdayız.

Sadece tetikçinin bulunmuş olması ve akabinde öldürülmesi, cinayetin asıl mahiyetini aydınlatmaya yetmez, yetmiyor, yetmemeli...

O cinayetin tetikçisi olarak ilân edilen Giresunlu Topal Osman, elbette ki bu işi tek başına plânlayıp yapmadı, yapamazdı da.

Hiç şüphesiz, bu cinayetin ayrıca plânlayıcıları ve azmettiricileri vardı.

Vardı da, kim veya kimlerdi?

İşte, bu sorunun resmî cevabı yoktur, ya da yok zannedilsin isteniyor.

Oysa, siyasî maksatlı cinayetler, sadece tetikçinin bilinmesi veya bulunmasıyla aydınlatılamaz. Hadisenin arka plânına da mutlaka projektör tutmak lâzım.

Aksi halde, hem karanlık cinayetlerin arkası kesilmez (nitekim kesilmedi), hem hakimiyet hakkıyla milletin olmaz, hem de adâletin yerini bulması mümkün hale gelmez.

İşte, bu nâhoş durum bundan yaklaşık doksan yıl evvel işlenen Ali Şükrü Bey cinayeti için geçerli olduğu gibi, o günden bugüne kadar işlenen benzerî mahiyetteki diğer bütün cinayetler için de geçerlidir.

O halde, gerçek mânâdaki aydınlatmaya, karanlıkta kalan bu ilk halkadan başlanmalı.

Gerisi, emin olun çorap söküğü gibi gelir.

Aksi halde, sadece patinaj yapılmış olur. Akıntıya kürek çekme kabilinden, zaman, emek ve enerji kaybı olur.

Dahası, zihinler çatallaşır da, insanlarımız haksız ve gereksiz yere birbirini kırma cihetine gider.
Tıpkı, Ali Şükrü Bey cinayeti sebebiyle, Trabzon ve Giresunlu mâsum, ilgisiz ve günahsız vatandaşların birbirini kırması, yahut birbirine soğuk davranması gibi...

İnsanlarımızın böylesi bir duruma sokulmuş olması, bizce işlenen ilk fiilî cinayet kadar, belki de ondan daha vahim ve vahşi ikinci bir cinayet hükmünü taşıyor.

“Hâkimiyet milletin” oldu mu?

Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyin plânlı bir tertibe kurban gittiği anlaşılınca, Meclis atmosferi öylesine yüksek bir gerilimle elektriklendi ki, hiç kimse başka hiçbir şey düşünemez ve konuşamaz bir hale geldi.

1 Nisan (1923) günü itibariyle, katilin Topal Osman olduğu anlaşıldığında ise, Meclis'teki gruplar arasında ipler kopma noktasına geldi.

Zira, Ali Şükrü Bey, oldum olası M. Kemal'in muhalifi ve Meclis'teki en güçlü rakibi idi. Müskiratın yasaklanması (Eylül 1920) ve Lozan'la ilgili hususlarda (Şubat 1923) pek şiddetli münakaşaları olmuştu.)

Üstelik, Ali Şükrü Beyi katleden kişi, M. Kemal'in emri ile hareket eden Çankaya Muhafız Alayı Komutanıydı.

Ayrıca, M. Kemal'in daha iki buçuk ay evvel onun hakkında söylemiş olduğu şu söz, tarihin kayıtlarına geçmişti: “Yakmalı yıkmalı, Ali Şükrü Matbaasını!” (Bkz: Karabekir'in Günlükleri: 14 Ocak 1923)

Bütün bu hususlar, mebusların nazar–ı dikkatini celbettiği için, azmettirici olarak şüpheler M. Kemal'in üzerinde odaklanıyordu.

Üzerinde yoğunlaşan şüpheleri dağıtmak ve dikkatleri başka tarafa yönlendirmek isteyen M. Kemal, "Meclis Reisi" sıfatı ile ülkeyi genel seçim atmosferine sürükleme plânını devreye soktu.
Mebusların çoğu Ali Şükrü Bey cinayetinin derdi ve telâşesi içindeyken, keza, tetikçi olduğu anlaşılan Topal Osman'la silâhlı müsademe hali yaşanırken, M. Kemal ve arkadaşları 1 Nisan günü itibariyle genel seçim kararı aldılar.

2 Nisan günü, Ali Şükrü Beyin cesedi, bir bağ evi yakınlarında toprağa gömülü halde bulundu. Naaşı, şehir merkezine getirildi ve 4 Nisan günü Meclis'te öğle vakti yapılan cenaze merasimi ardından, otomobil ile İnebolu'ya, oradan da gemiyle Trabzon'a götürüldü.

Aynı günün akşamı Topal Osman'ın cesedi Meclis–i Millî'nin kararı gereğince, Meclis kapısında asıldı. (Age, s. 856–57)

Üzerine giden askerî tabur ile çatışmaya giren Topal Osman, yaralı olarak ele geçirilmişti. Ancak, kendisinin kimin tarafından kullanıldığı anlaşılmasın ve bu meyanda bir itirafta bulunamasın diye, her ihtimale karşı kafası kesilmişti. Câni, bu sebeple boyundan değil de, ayağından asılmak durumunda kaldı.

8 Nisan tarihli "Dokuz Umde"

Türkiye seçim atmosferi içine girince, Ali Şükrü cinayeti ve cinayetin sorgulanması gibi hususlar da, haliyle bir derece tavsamış oldu.

İşte tam bu esnada, M. Kemal, yine Meclis Reisi yetkisiyle 9 maddelik bir beyannâme yayınladı. (8 Nisan 1923)

O dönemde "Dokuz Umde/İlke" başlığıyla neşredilen bu seçim beyannâmesi, aynı zamanda Anadolu ve Rumeli Müdafaa–i Hukuk Cemiyeti'nin bir nevî seçim bildirisi mahiyetini taşıyordu.
Bu bildiride özetle şu hususlar nazara veriliyordu:

* Hakimiyet milletindir.
* Asayiş temin edilecek.
* Adâlet sisteminde reform yapılacak.
* Askerlik süresi kısaltılacak.
* Savaşlar sebebiyle harabeye dönen ülke yeniden inşa edilecek.
* Sağlık, sosyal, sınaî, ulaşım, eğitim, iktisadî alanda halk yararına politikalar uygulanacak.
* * *

Beyannâmedeki vaatlere rağmen, mebuslar gibi halk da şüphe ve tereddüt içindeydi.
Zira, yeni devletin merkezinde halkın gözde bir temsilcisi katledilmiş, buna mukabil, her ne kadar cani tesbit edilip cezalandırılmış ise de, hadisenin arka plânı yine karanlıkta kalmıştı.
Bu da, haliyle tedirginlik uyandırmaktaydı. Bundan sonra ne olacağı bir türlü kestirilemiyordu.
Seçim kararı üzerine yapılan konuşmalar

"Seçimi yenileme" teklifi üzerinde, Meclis'te o gün bir hayli dikkat çekici konuşmalar yapıldı.
İşte o günlerin Meclis ortamında tanınmış mebusların yapmış olduğu konuşmalardan bazı bölümler...

Hariciye Vekili İsmet Paşa: "Sizden aldığımız yetki ve esaslara dayanarak, dahilde ve hariçte sulhün devamı için, hükûmetçe de milletin iradesine müracaat etme kararı gayet yerinde olmuştur."

Lazistan mebusu Ziya Hurşit: "Zannederim, evvelce böyle bir teklif verilmişti de, Paşa Hazretleri bunun reddine taraftar olmuştu."

İzmit mesubu Sırrı Bey: "Paşam, bunu bizzat 20 gün evvel teklif etmiştim ve bizzat zat–ı âliniz aleyhinde bulunmuştunuz."

Lazistan mebusu Ziya Hurşit: "Neyse, şimdi artık itiraz eden yok. Seçimi yenileme teklifini müttefikan kabul ediyoruz."

Erzurum mebusu Hüseyin Avni: "Efendiler! Meşrûtiyetin (demokrasinin) bahşettiği hakların en mümtazı, seçim hakkıdır. Meclis bugün karar versin ve hemen tanzim yapılsın. Fakat, seçim (intihap) ne sûretle yapılacaktır? Yine eski saltanat devrindeki gibi olacaksa, tanzimi yine hükûmet yapacaksa, o da nafiledir?"

Meclis Reisi M. Kemal: "Akadaşlar! Türkiye Devletini kuran Türkiye halkında taçlar yoktur, diktatör yoktur ve olmayacaktır. Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve milletin başında hiçbir kuvvet, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır, o da hakimiyet–i milliyedir."
(Bütün bu bilgiler için bkz: Nutuk ve Zabıt Ceridesi, I. Devre, Cilt 28, s. 283–295)
* * *
Seçim kararı esnasında yapılan konuşmalar, yukarıda iktibasen okuduğunuz minvâl üzere idi.
Ancak, gelişmelerin seyri bambaşka oldu. Yenilenen seçimlerle birlikte, II. Grup diskalifiye edildi. Türkiye, demokrasi yolunda değil, tek parti diktatörlüğünün koridorunda yolunda devam etti.

Muhalif hiçbir partiye, ne seçim hakkı tanındı, ne de hayat hakkı.
Türkiye, tâ 1950'ye kadar tarihte eşi benzeri görülmedik bir şiddetli istibdat ile yönetilmeye çalışıldı.

Dolayısıyla, 1924'ten 1950'ye kadar "hakimiyet milletin" olmadı, olamadı.

Hiç yorum yok: