30 Kasım 2012 Cuma

Dersim'in âhı çıkıyor aheste aheste-Vicdan aynasında Dersim Fâciası -Dersim cânileri Sünnî miydi?-Dersim dersinden iyi not alamadılar -M.Latif Salihoğlu


Dersim'in âhı çıkıyor aheste aheste

Yakın tarihle bağlantılı aktüel gündem: CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün, Cumhurbaşkanı Gül'e müracaatla, Kasım 1937'de Elazığ'da idam edilen Seyyid Rıza ile kader arkadaşlarının defnedildiği mezar yerinin belirlenerek aile ziyaretine açılması ve bilhassa o tarihlerde Dersim'de yaşananlarla ilgili olarak DDK'nın harekete geçirilmesi hususunda yardım edilmesi talebinde bulundu.


Bunun üzerine, harekete geçen aynı partiden 12 kişilik öfkeli bir grup, tahrik dozu hayli yüksek açıklamalarda bulunarak, Aygün'ün partinin ilgili birimleri tarafından derhal hesaba çekilmesini istedi.
Böylelikle, CHP'de iki yıl aradan sonra yeni bir "Dersim krizi" patlamış oldu.
Bu kez, partinin başındaki şahsın (Kılıçdaroğlu) da Dersimli kökenli olması ve onun dedelerinin de aynı olaylar esnasında kıyıma uğramış mağdurlar arasında bulunması, gelişmelerin seyrini farklı boyutta etkileyecek önemli faktörler arasında görünüyor.
Ne var ki, Türkiye'de herşey göründüğü gibi değil.
Bakalım, gelişmeler nasıl bir seyir takip edecek...

Bir gazete kupürü (üstte) ve 1937'deki Dersim Harekâtından çarpıcı bir sahne
1937'de neler oldu, neler...
Halk Fırkasının tekelindeki devletin "tunç eli", kahır ve gazap yüklü bir yönlendirmeyle Aralık 1935'te Dersim'i işaretlemeye başladı.
İsmi "Tunceli" şeklinde değiştirilen Dersim mıntıkası, 1937 yılı başlarından itibaren de "orduların ilk hedefi" haline getirildi.
Türkiye tarihinde, belki de insanlık tarihinde eşi–benzeri olmayan bir ilk, işte o tarihte Dersim'de yaşandı.
Binlerce vatandaş, tek parti hükümetinin bilgisi ve sorumluluğu dahilinde vuruldu, öldürüldü, imha edildi...
Karadan kurşun yağdırıldı; havadan ise—yine ilk kez olmak üzere—mâsum ve sivil vatandaşların üzerine ölüm kusan bombalar boşaltıldı.
Hariçten saldıran düşmana karşı değil, çaresizlik içinde çırpınan vatandaşlara yönelik yapılıyordu, bu gaddarâne zulüm.
Sebep mi?
Sebep değil, sadece bahane vardı orta yerde.
Yıllardır bir bahanenin çıkması için, zaten fırsat kollanıyordu.
Maksat, imha etmek, katliâm etmekti Dersim'in Türk, Kürt, Alevî halkını...
Nihayet, bekledikleri bahane çıkmıştı: Dersim bölgesinde "vergisini aksatan hainler ve de askerlik yapmaktan kaçınan kimi âsiler(!)" zuhûr etmişti.
O halde, vakit tamamdı ve derhal harekete geçilmeliydi.
1937 yılı Mart ayı başlarında harekete geçen devletin başında üç "Mustafa Paşa"lar vardı:
Reisicumhur: Mustafa Kemal Paşa,
Başvekil: Mustafa İsmet Paşa,
Başkumandan: Mustafa Fevzi Paşa,
Bu şöhretli şahıslar, 1922, '23 ve '25 yılından beri aynı makamda bulunuyorlardı.
Buncağız zaman zarfında, yine on binlerce vatandaşın ölüm fermanına birlikte imza atmışlardı.
Öyle ki, artık "birler"in değil, "binler"in ölümü dahi, onların nazarında sıradan bir "vak'a–yı âdiye" halini almıştı.
"İsmet, bu kadar adam öldürdük..." sözü, tarihin kayıtlarına geçmişti.
İşte, şimdi de benzer bir vak'a–yı âdiye Dersim'de sahneye konuluyordu.
Karar kesindi: "Taş üstüne taş bırakılmayacak, canlı nâmına ne varsa imha edilecek"ti.
Eyvâh ki, eyvâh!
Demek ki, o güzelim Dersim Dağlarında çaresizlik içindeki mâsumların çığlığı yükselecek ve o berrak Munzur Deresi al kızıl kanlara bakacaktı...
(Kürtçe ağıt tercümesi)

Mevsim kış oldu, havalar soğuk,
Kar yağıyor, yağmur yağıyor.
Evimizi yakmaya, yıkmaya geldiler.
Hava karanlık, yolumuz uzak.
Bugün uykuya dalma yavrum.

Derelerden cesetler geliyor,
Fırtına dalları kırmış,
Evimizi de su bastı,
Haydi kalk gidelim,
Bugün uykuya dalma yavrum.
* * *
Evet, 1937 yılı başlarında, üç kolordudan müteşekkil 50 bin kişilik bir müsellâh kuvvet, operasyon için Dersim bölgesine gönderildi.
Sarp dağları aşmada zorlanan kuvvetlerin imdadına, bu kez başlarında kadın pilot Sabiha Gökçen'in bulunduğu üç adet uçak filosu gönderildi.
Uçaklardan, halkın üzerine bombalar yağdırıldı.
Savaş uçakları, düşman mevzilerini değil, bu ülkenin vatandaşlarını hedef aldı.
Bu sûretle, bölgenin tamamına yayılan çatışma ve katliâma dönüşen saldırılar, aylarca devam edip gitti.
Karşılıklı vuruşmalarla ölenlerin sayısı on binleri aştı.
Neticede, Dersim halkının önder şahsiyetlerinden olan Seyyid Rıza, birkaç yakını ile birlikte "barış görüşmeleri"nde bulunmak maksadıyla Eylül ayı ortalarından Erzincan'daki Vilayet Konağına geldi.
Seyyid Rıza, burada derhal tutuklandı ve oradan Elazığ'a gönderildi. Tutuklananların sorgulaması da burada yapıldı.
Yapılan uydurma muhakemelerin ardından, sıra cezalandırmaya gelmişti.
Yaşı 70'i geçkin Seyyid Rıza (yaşı 54'e düşürülerek) ve 17 yaşındaki oğlu Seyyid Hüseyin (yaşı 21'e çıkartılarak), altı kader arkadaşıyla birlikte, 15/16 Kasım (1937) gecesi, araba farları ışığında idam edildiler. Geriye kalan 11 kişi de çeşitli ağır cezalara çarptırıldı.
Diyarbakır'da bulunan M. Kemal ve beraberindeki heyet de, ertesi gün Elazığ'a gelip, ardından Tunceli taraflarına geçerek "âsilerden arındırılmış" bölgeyi teftiş etti.
Elazığ'da idam edilenlerin mezarı, devletin "sır kayıtları" arasında yer alıyor.
Bakalım, son gelişmelerin akabinde,  özelde idam edilen şahıs mezarları, genelde ise "Dersim hadisesi" üzerindeki sır perdesi aralanabilecek, yahut kısmen de olsa kaldırılabilecek mi?
Yoksa, hiçbir şey olmayacak ve "Eski tas, eski hamam" devam mı edecek?
Öte yandan, CHP'de yeniden nükseden "Dersim krizi" kazasız–belâsız atlatılacak mı, yoksa bu kez partide "Dersim depremi" boyutunda yeni birtakım gelişmelere mi yol açacak.
Şöyle veya böyle, neticede "Dersim'in âhı" bir şekilde çıkacak. Hem de aheste aheste...
Buna inanıyor ve ümitle bekliyoruz.



Vicdan aynasında Dersim Fâciası
Dersim gerçeği, bir kez daha ülkenin gündemine oturdu. Öyle anlaşılıyor ki, aralıklı da olsa, gündeme gelmeye devam edecek.

Dersim vâkıası, sabıkası kabarık CHP'yi de çatlatma noktasına getirdi. Öyle anlaşılıyor ki, bu parti, sebebiyet verdiği Dersim Fâciasıyla daha epey zaman sancılanmaya devam edecek.
Kolay mı, öyle "zulm ile âbâd olmaya" çalışmak? Kolay mı, öyle işgalci bir düşman ordusuna saldırır gibi kendi vatandaşına acımasızca saldırmak?
Basit bir şey mi, öyle fareleri zehirler gibi insanları topluca zehirlemeye yeltenmek?
Sıradan bir iş mi, öyle her yaştaki sivillerin üzerine uçaklardan bomba yağdırmak?
Evet, zerrece şüphe edilmesin ki, Halk Partisi zihniyeti ve tek parti kadroları bütün bunları ve daha fazlasını yaptı. Üstelik sadece Dersim'de değil, 1925–38 yıllarında yurdun pekçok yerinde uyguladı bu tür acımasız politikaları.
İleri sürdükleri sebep ne olursa olsun, bir devlet, kendi vatandaşına karşı yapmaz, yapamaz bütün bu zulümkârlıkları.
Dersim Fâciasından bir sahne.

Kaldı ki, "sebep" dedikleri hususların çoğu gerçekte "bahane"dir.
Vatandaşı öldürmek, hatta bir yerde katliâm yapmak için sırf bir bahane aramışlar, hatta çoğu kez bahaneyi dahi kendileri üretip kumpas (tertip) kurmuşlar.
Meselâ, 1925'teki Şeyh Said Hadisesini patlatmak için, birkaç jandarmayı yem olarak kullanmışlar; onları bile bile ölüme sevk etmişler. Ardından da, onların öldürülmelerini bahane ederek katliâma başlamışlar.
Benzer bir durum, Menemen Hadisesinde de tekrarlandı. Burada öğretmen asteğmen Kubilay yem olarak kullanıldı. Bir tertip, bir plân çevirmekle onu esrarkeşlere katlettirdiler. Ardından, Menemen'de "hükümet terörü"nü estirdiler.
Zerrece bir şüphemiz yoktur ki, benzer bir tertip Dersim Hadisesinde de sahneye konuldu.
Önce, Dersimlileri ürküttüler, tedirgin ettiler, hatta onları askere karşı kışkırtma cihetine gittiler. Ardından da, havadan ve karadan başlarına ölüm kusan bombaları yağdırdılar.
Bu sebeple, Dersimlileri "âsi, şaki" gibi görmek, göstermek ve onları "Devlete isyan ettiler" diye damgalamak haksızlık, insafsızlık, vicdansızlıktır.
Öncelikle, devlet daha yeni kurulmuş değil ki, tutup isyan etsinler.
İkincisi, devletin kuruluş aşaması olan Lozan sürecinde (1922–23) isyan etmeyen ve yabancı devletlerle kontak kurmayan, yani yeni kurulacak devlete herhangi bir itirazda bulunmayan ve zaten çoğu fakir olup köylü hayatı yaşayan bu insanlar, niçin tutup on beş yıl sonra (1937) isyan etsinler ki?
İsyana ve devleti bölmeye niyeti olan bir topluluk, devletin en zayıf olduğu bir aşamada harekete geçer. Öyle değil mi?
Dersim Hadisesinde, böyle bir durum söz konusu dahi değildir.
Durum âşikâr: İç kesimde ve dağlık bir arazide yaşayan Dersimliler 1937–38'li yıllarda fakirdir ve yabancı herhangi bir devletle kontak kurabilecek, yahut yardım alabilecek durumda değildir.
Böyle bir vaziyette iken, nasıl tutup isyan edecekler?
Hem, niçin isyan etsinler?
Hadisenin özü, özeti şudur: Türkiye Cumhuriyeti yönetimini ele geçirenler, 1924'ten itibaren, devleti kuran kadroların ve kahramanların çoğunu tasfiye edip dışladı.
Böylelikle, devlet idaresi tek parti zihniyetinin eline geçti.
Onlar da "Ali kıran, baş kesen" oldular. Kendilerine rakip, ya da muhalif gördükleri bütün şahısların, toplulukların, unsurların üzerine acımasızca gittiler.
En basit bahanelerle, kitleleri imha etmekten çekinmediler.
Özetle, zulm ile âbâd olmaya çalıştılar.
1937–38'de Dersim'de yaptıkları da aynı şeydir. Burayı yakıp yıkarak ve on binlerce mâsumu katlederek âbâd olacaklarını zannettiler. Ne var ki, bu şekilde âbâd olmak ancak bir yere kadar mümkün. Kanlı bir saltanat, ilânihaye sürüp gitmez. Bir müddet sonra, sıra "kahr ile berbâd" olmaya gelir ki, Halk Partisi de şimdi bu süreci yaşıyor.
Bu parti, Dersim Fâciasını yıllarca sakladı, gizledi, hatta yok saydı. Konu gündeme gelince de, "yavuz hırsız" tavrını takındı. Daha da ileri gidip tabulara sığındı.
Dikkat edin, söylenenleri yalanlama, yahut iddiaları tekzip etme cihetine gitmiyorlar; sadece "Aman ha, bu tartışma partimize zarar vermesin. Aman ha, yapılan suçlamalar totemlerimize dokunmasın. Karizmamız çizilmesin" kabilinden, günümüzde hiçbir değeri olmayan bir peşin hükümlülükle savunma refleksini sergiliyorlar.
Aslında, yaşanan acı gerçeklerin ortaya çıkmasından korkuyorlar. Ancak, bu korkunun onlara hiçbir faydası yoktur.
Dersim Fâciası, inanıyoruz ki, bütün yönleriyle ergeç araştırılacak, çeşitli platformlarda konuşulup tartışılacak ve hadisenin üzerindeki sisler dağılıp gidecektir.
O zaman da, bu işte kimin nasıl bir rol oynadığı, kimin ne ölçüde gelişmelerden haberdar olduğu ve kimin ne derecede bir sorumluluk sahibi olduğu çok daha iyi anlaşılmış olacak.
Elhasıl: Öncelikle vicdan aynasını temiz tutalım ki, Dersim Fâciası konusu da o aynada olduğu gibi görünsün, tam tezahür edip mesele hakkıyla anlaşılır bir hale gelsin.


Dersim konusunda tarih terazisi
Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün'ün 15/16 Kasım 1937'deki idamların yıldönümü vesilesiyle yeniden gündeme taşıdığı Dersim Hadisesi, en küçüğünden en büyüğüne kadar hemen her platformda hararetle tartışıldı, tartışılmaya devam ediyor

Son olarak Başbakan Erdoğan, partisinin dünkü (23 Kasım) il başkanları toplantısında bu konuya bir kez daha değinerek, hayli çarpıcı gelen bir dizi bilgi ve belgelerden söz etti.
Öncelikle, Dersim Fâciasını da işleyen Necip Fazıl'ın "Son Devrin Din Mazlumları" isimli kitabını nazara verdi ve muhtevasından bazı bilgiler aktardı.
Ardından, resmî belge niteliğindeki bazı dokümanları gösterdi; altında devrin siyasî sorumlularına ait imzaların da yer aldığı resmî rakamları telâffuz etti.
Resmî rakamlara göre, 1936–39 yıllarında Dersim'de katledilen vatandaşların yekûnu 13.800, sürgün edilenlerin toplamı ise 12 bin küsûr civarında görünüyor.
Şüphesiz, bu fâcianın bir de gayr–ı resmî rakamları vardır ki, yekûn bilânçonun çok daha ağır olduğu kanaatini uyandırıyor.
Başbakan Erdoğan, konuşmasında M. Kemal ile bir müddet uyum içinde çalışan ilk Dersim mebuslarından Diyap Ağanın ismini zikretti ve bilhassa Elazığ'da idam edilen Seyyit Rıza'dan söz etti, uzun uzun.
Kezâ, devlet eliyle havadan ve karadan yapılan saldırılardan, zehirli bombardımanlardan ve daha başka yöntemlerle işlenen katliâm şeklindeki cinayetlerden de bahsederek şunları ifade etti: "Bütün bu yapılanlardan dolayı, eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa, ben özür dilerim ve diliyorum.''
Şüphesiz, bu husus çok önemli bir gelişme olarak addedilmeli.
Başbakan, hemen ardından Dersim günahının asıl fâili olan CHP'yi de özür dilemeye dâvet etti.
Şüphesiz, bu noktada da yerden göğe kadar haklı sayılır.
Uzun konuşmasının "Dersim" başlıklı bölümünde dikkat çeken daha başka bilgileri de aktaran Başbakan Erdoğan, Dersim Hadisesinin aydınlatılmayı bekleyen bir fâcia, bir insanlık dramı olduğunu hatırlattıktan sonra, sözlerini şu şekilde noktaladı: "Metinciğim (M. Metiner), sen de bu konuya daha fazla girme. Gereken şeyleri söyledim. Buradan söylediklerim şimdilik onlara yeter."
Asıl merak edilen husus
Başbakan Erdoğan'ın Dersim Fâciası hakkındaki açıklama ve değerlendirmelerini fevkalâde önemsediğimizi öncelikle hatırlattık; bunu bir kez daha hatırlatarak konuya öylece devam etmek istiyoruz.
Sayın Başbakan'ı bu konudaki çarpıcı ve cesurane açıklamalarından dolayı takdir etmekle beraber, iki önemli noktada da tenkit etmek, yahut uyarmak durumundayız. Aksi halde, dürüst ve hakperest davranmamış oluruz.
Birinci nokta: Anlattığı ve doğru bilgilerle iyice donattığı Dersim Fâciası konusunun hemen her safhasında, CHP'nin şimdiki genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na göndermelerde bulundu. Bu göndermelerin hemen tamamında, asıl faturayı bu partinin o zamanki liderlerinden (asıl faillerinden) ziyade, bugünkü genel başkanına kesme cihetine gitti. Haliyle, zihinlerde şu mânâda bir tereddüdün uyanmasına sebebiyet verdi: "Sayın Başbakan, hararetle nazara verdiği Dersim Fâciasının gerçekten aydınlığa kavuşturulmasını mı istiyor, yoksa yetmiş beş sene evvelki bu büyük dramı günümüz siyasetine tahvil etmeye mi çalışıyor?"
Aşağıdaki ikinci nokta, böylesi bir tereddüdün uyanmasına ne yazık ki daha da kuvvet veriyor. Şöyle ki...
İkinci nokta: Başbakan Erdoğan, Dersim Hadisesi üzerinden başta Kemal Kılıçdaroğlu (ki, kendisi de bir Dersim '38 mağdurudur) olmak üzere, o devirde Başvekillik yapan İsmet İnönü ile Celal Bayar'a, Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya'ya ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya yüklendi.
Bilhassa, o devrin sorumlularına yüklemekte elbette ki haklıydı.
Ne var ki, Sayın Başbakan, en az bu şahıslar kadar, hatta onlardan daha ileri derecede sorumluluk makamında bulunan Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ile Cumhurbaşkanı M. Kemal hakkında olumsuz mânâda bir tek söz söylemedi. Zerrece olsun onları eleştirmedi, hatta "toz kondurmadı" denilebilir.
Hele hele, askerin başında olan ve katliâm emri veren Fevzi Paşanın ismini dahi zikretmedi.
İşte, bu bakış açısı ve böylesi bir yaklaşım tarzı kabul edilebilir değil.
Zira, gerek M. Kemal'in ve gerekse Fevzi Paşanın emir ve direktifleri olmadan, o tarihlerde ne Dersim'de, ne de bir başka yerde askerî harekât yapılabilirdi.
Diğer şahıslar, Dersim Harekâtında kısmen ve sınırlı bir yetki dahilinde bulunabilmişlerdir.
M. Kemal ile Fevzi Paşa ise, baştan sona (1935–38) hep aynı makam ve mevkide bulunmuşlardır.
Bazı kimseler de, günümüz perspektifiyle bu tarihi hadise hakkında ahkâm keserek sakat mı sakat bir mantık yürüterek şöyle bir iddiayı seslendiriyorlar: "Efendim, M. Kemal o tarihte cumhurbaşkanıdırlar ve cumhurbaşkanı olan bir kimse sorumluluk altında değildir."
Sevsinler sizin bu mantığınızı. O dediğiniz sorumsuzluk hali, bugün için geçerli. Zira, cumhurbaşkanı olan şahıs, günümüz itibariyle siyaset üstüdür, partili değildir, her partiye eşit mesafededir, dolayısıyla siyasî sorumluluk altında değildir.
1950'den önce (dolayısıyla 1938'de) ise, durum tamamen farklıdır. Şöyle ki: Gerek 1938'e kadar M. Kemal ve gerekse 1950'ye kadarki süreçte İsmet İnönü "Reisicumhur" olmalarıyla birlikte, aynı zamanda CHP'nin genel başkanları konumundaydılar. Yani partiliydiler ve dolayısıyla siyasî sorumluluk altındaydılar.
Dersim Hadisesi sebebiyle iki de bir haklı olarak CHP'ye, ardından da İnönü'ye ve Kılıçdaroğlu'na çatan sayın Başbakan'a bu hususu da özellikle hatırlatmak isteriz.
Evet, ya bu konuya hiç girmeyin, ya da o hadisede dahli bulunan herkesi sorumluluk payları ölçüsünde zikredip nazara vermeye çalışın.
Aksi halde, tarih terazisi gibi vicdan terazisinin de yanlış ve eksik tartmasına sebebiyet verilmiş olur.

Dersim cânileri Sünnî miydi?
Dersim meselesini konuşup tartışıyoruz. Şunu herkez kat'î sûrette bilsin ki, bu mesele konuşulup tartışılmaya devam edecektir.

Peki neden, niçin, neye binaen?
Şunun için: Devlet adına özür dileyen sayın Başbakan Erdoğan ve Dersim'li anamuhalefet partisi genel başkanı sayın Kılıçdaroğlu'nun da dahil olduğu pekçok şahsiyet, Dersim Hadisesini bir "insanlık dramı" diye nitelendirmiştir.
Madem ki, hadise bir trajedi, bir insanlık dramıdır ve insan olan herkesi alâkadar ediyor, elbette bizler de bu hadiseye ilgisiz, bîgane kalamayız.
Dolayısıyla, Dersim trajedisi, CHP'nin de, sayın Kılıçdaroğlu'nun da tekelinde değildir... Aynı şekilde, bu hadise sayın Başbakanın da, diğer siyasî partilerin de, hatta Alevilerin de, hatta ve hatta Dersimlilerin de tekelinde değildir ve olamaz.
Yoğunluklu şekilde 1937–38 yıllarında yaşanmış olan bu büyük trajedinin üzerindeki sis perdesi bütünüyle dağılıncaya, hadiseler zincirinin karanlıkta bırakılan halkaları tümüyle aydınlatılıncaya ve orada işlenen azim cinayetlerin fail, müsebbip ve azmettiricileri belli oluncaya kadar, biz insanlar "insanlık nâmına" bu meselenin peşini bırakmayız, bırakamayız.
Bunu herkes lütfen böyle bilsin.
Öte yandan, siyasî Bektaşilik, yahut ideolojik Alevilik vadisinde yürüyen ve yıllardır CHP'nin değirmenine su taşıyan bir kısım vatandaşlarımız kusura bakmasınlar; bu konuda onları dinlemek ve söylediklerini baz almak veya ölçü kabul etmek durumunda değiliz.
Aynı şekilde "CHP'nin oy deposu" görünümü veren bugünkü Dersimlileri de dinlemek ve onların tavsiyeleri doğrultusunda hareket etmek durumunda değiliz.
Hele hele, Hz. Ali'nin (kv) resminin (tasvirinin) yanına ve ona eşdeğer bir sunumla başkasının resmini koyan ve bu tabloyu içine sindiren Alevileri, bu konuda dinlemek dahi istemiyoruz.
Zira, onların büsbütün yanlış lanse ettikleri Hz. Ali'yi (kv), ehl–i Sünnet olarak, en az Aleviler kadar sevip takdir ettiğimize ve onu hakiki vechesiyle daha ziyade tanıyıp bağrımıza bastığımıza şeksiz, şüphesiz sûrette kanaat getiriyoruz.
O Şâh–ı Velâyet ki, Kâinatın Efendisinin (asm) hem yakın akrabası, hem damadı olup hürmete şâyân seyyidler neslinin babasıdır. Dolayısıyla, onu nasıl sevmez, nasıl takdir etmeyiz... Hâşâ ve kellâ!
Cânî canavarlar
Ehl–i Sünnetten olan bizler, binlerce mâsumun katledilmesiyle neticelenen Dersim Fâciasını sadece bugün veya yakın tarihten bu yana konuşuyor, tartışıyor, yahut dert ediniyor değiliz.
Bakınız, Bediüzzaman Hazretlerinin bu meseleyle ilgili tavrına dair çarpıcı bilgiler dünkü (24 Kasım 2011) Yeni Asya'nın Lâhika sayfasında neşredildi.
Ehl–i Sünnet âlimi olduğu halde, âyetin nassıyla sâbit "Ehl–i Beyt muhabbeti"ni mesleğinin esası olarak kabul eden (Tarihçe–i Hayat, s. 433) bu mümtaz şahsiyet, tâ 1948 Afyon Ağır Ceza Mahkemesindeki bir duruşmada bu mesele hakkında hiç sözünü esirgememiş ve herşeyi göze alarak "cânî canavarlar"ın sergilemiş olduğu vahşiyâne vahşeti gözler önüne sermiştir.
O çetin mahkemede okunan iddianâmenin 57. sayfasında aynen şu ifadeler yer alıyordu: “Said Nursî, devletin kànunlarını tatbik ile muarız ve muhalifleri adâletin pençesine teslim eden çok amir ve memurları yılan, zındık, gizli komünist, vatan düşmanı, mülhid ve münafık tâbir etmesiyle tam suçlu oluyor ki, onu mahkûm ediyoruz.”
Bu müthiş iddia karşısında, Bediüzzaman Hazretleri ve talebeleri de şu müthiş müdafaada bulunuyor:
“1938 senesinde Dersim Fâciası ki, Doğu Mecmuasının 17. sayısında ‘Doğu Fâciası’ serlevhasıyla bu vakıanın tam tamına aynını yazdı ki: Hiç dünyada emsali vuku’ bulmamış, öyle bir zındıklık, münafıklık ve vatan ve millete hadsiz bir düşmanlık olduğunu kat’î ispat ediyor. Elbette öyle fevkalâde cani canavar memurlara bin defa zındık, gizli komünist, dinsiz demekle değil suçlu olmak, bilâkis tasdik ve takdir ile mukabele lâzım.
"1938'deki Dersim Fâciasında, binler mâsumları, ihtiyar kadınları hem öldürüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden (o mâsumların) yaktırılması, Beşinci Şuâ’nın (‘Bir cani yüzünden yüz köyü harab eder, bir asi yüzünden binler masumu mahv eder') hükmünü kat’î hakikat olarak gözlerine sokuyor." (Agg)
Şimdi, bütün bunları pervâsız şekilde dile getiren Üstad Bediüzzaman ve onunla birlikte hareket eden sair Ehl–i Sünnetten olan ihvanları daha ne desin ve ne yapsınlar?
Bu insanlar, Dersim'i yakıp yıkan cânî canavarlara asla perestiş etmediler, boyun eğmediler, o gaddarlara asla meyil göstermediler.
Hakikat–i hâl bu merkezde olmasına rağmen, nasıl olur da aklı başında zannetiğimiz bir kısım Dersimliler tutup hâlâ şunu söyleyebiliyor: "...Cumhuriyet’in 'Dersim '38 kara kutusu'nda hem Kürt sorununu, hem de Alevî sorununu Türk–İslâm zihniyetiyle ele alan bir 'Kemalist devlet' aklı var. (K. Gündoğan, Birgün gazetesi, 22 Kasım 2011)
El–insaf yahu!
Allah için söyleyin: Dersim'deki katliâmların, 1937–38'de o coğrafyada sergilenen benzersiz vahşetin Türklükle, İslâmlıkla, yahut Sünnilikle ne alâkası var?
 Elinizi vicdanınıza koyun ve şu soruya öyle cevap verin: Dersim Fâciasını, en az Aleviler ve Dersimliler kadar Türk ve Kürt Sünniler de lânetlemiyor mu? Geçmişte de lânetlememişler mi?
Ey Ehl–i Beyt muhabbetine yürekten bağlı olan hakiki Alevî kardeşler!
Lütefen, yıllardır ortada sürüp giden bazı yanlışlıkların ve tenakuzların bertaraf edilmesinde gelin bize yardımcı olun.
Emin olun, sizinle temelde bir problemimiz yoktur.
Ayrıca, şuna da emin olunuz ki: Üstad Bediüzzaman'ın da "Mânâ âleminde ondan hakikat dersini aldım" dediği ve nesebî silsile itibariyle de ona bağlandığı Hz. İmam–ı Ali'nin (kv) tasvirinin yanına bir başkasının resmini koymakla, asla ve kat'a inandırıcı olamazsınız.
Kezâ, böyle yapmakla ve bir partinin oy deposu görüntüsü vermekle, bizi asla yanınıza çekemezsiniz. Gerçeklerin tersyüz edildiği böylesi platformlarda asla birlikte bulunamayız, buluşamayız ve müşterek hareket edemeyiz.
Evet, Desim'de yaşanan o insanlık dramını ruhunda, vicdanında hissetederek hareket etmek başkadır, o dehşetli drama mâruz kalmış kimselerin sonradan makas değiştirmiş çocuklarıyla aynı raylar üzerinde yürümek başka şeydir.
Bu iki meseleyi birbirine karıştırmamalı.
Son olarak şunu da ilâve etmekte fayda var: Dersimlilerin imha edilmesi emrini verenler, bilâhare bu günahı Sünnilere mal etmek için dehşetli propagandalarla zihinleri bulandırdılar. Hatta bazıları aynı sene (1937) ilân edilen laikliğin bile özellikle bu maksatla, yani Sünniler Alevileri ezmesin diye yürürlüğe konulduğunu tevil etmeye çalıştılar. Ne yazık ki, Alevî kesimden bazı vatandaşların, özellikle Dersim bölgesindeki büyük seçmen kitlesini ideolojide Kemalizme ve siyasette Halkçılara meyletmesi—korku belâsından ziyade—bu dehşetli nifak ve aldatma manevrasıyla bağlantılı olarak görünüyor.

Dersim dersinden iyi not alamadılar
Dersim tartışması, Türkiye'nin gündemini ısıttı, ısıtmaya devam ediyor.

Ağırlıklı kısmı 1937–38 yıllarında yaşanan ve on binlerce vatandaşın canını, malını, mülkünü telef ettiren Dersim Fâciası hakkında ilgili–ilgisiz hemen herkes konuştu, herkes kendince bir tavır geliştirdi.
Dönüp genel tabloya şöyle bir baktığımızda, bu konuda iyi not alanları ne yazık ki göremedik.
Başta siyasî parti liderleri ve mensupları olmak üzere, özelde Dersimliler, genelde Alevî ve Bektaşî temsilcileri, gedikli köşe yazarları, ekran ve mikrofonlarda ahkâm kesen meşhûrlar ve konuyla bağlantılı konuşan daha birçok kimse, Dersim Hadisesini olduğu gibi yansıtmadı.
Konuya müdahil olanların çoğu, hadiseyi ya eksik ve hatalı şekilde yansıttı, ya bilerek konuyu saptırma/çarpıtma yönüne gitti, ya korku belâsından, ya siyasî ve ideolojik mülâhazalarla, ya da resmî görüş zaptiyeliği sebebiyle, kişi bildiği ve inandığı doğruları dahi olduğu gibi yansıtma cihetine gitmedi.
Hal böyle olunca, bu kimselerin Dersim dersinden aldıkları notlar da elbette ki düşük, hatta bir kısmı geçersiz olacaktır.
Birkaç örnek vermek gerekirse, şöyle bir listeleme yapmak mümkün.
* * *
Başbakan Erdoğan: Partisi on yıla yakındır iktidarda olmasına rağmen, "Devlet eliyle katliâm yapılmıştır" dediği Dersim Hadisesini hiç gündeme getirmedi. Meclis'te bir araştırma komisyonunun kurulması, arşivdeki resmî bilgi ve belgelerin kamuoyuna açıklanması gibi hususlarda ciddî hiçbir adım atmadı. "Bizim kuşağın tâ 60'lı yıllarda Necip Fazıl'dan okuyup öğrendiğimiz" dediği Dersim Fâciası hakkında bugün söyledikleri elbette ki çok önemli; ancak, bütün bunları üç–beş sene, hatta sekiz–on sene evvel de gündeme taşıyabilirdi. Öyle yapmayıp, bir başkasının konuyu gündeme getirmesinden sonra harekete geçmesi, konuşurken de birinci derecede sorumlu olanları (F. Çakmak, M. Kemal) muaf tutarak, geçmişteki günahları İnönü'ye, arta kalan tortusunu da siyasî rakibi Kılıçdaroğlu'na yükleme cihetine gitmesi, objektif nazarlarda onun hakkında "eksi puan" şeklinde kayıtlara geçti. Keza, "Devlet adına özür" dilemesi, resmî belgeleri açıklaması gayet yerindeydi; fakat, bunları konuştuğu yer "devlet makamı" değil, parti il başkanları ortamıydı. Haliyle, bu da serrişte edildi ve böylesi bir özür dilemenin Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı veya Meclis Genel Kurulunda gerçekleşmesi gerektiği ifade edildi.
* * *
Kemal Kılıçdaroğlu: Ailecek bir "Dersim mağduru" olan Kılıçdaroğlu için, aslında çok yerinde ve hiç kaçırılmayacak bir fırsat doğmuştu. Kendi ifadesiyle de "Bir insanlık dramı" olan Dersim Hadisesinin araştırılması ve karanlıkta kalan noktaların aydınlatılması hususunda rahat, cesur ve sahici davranarak çok önemli katkılarda bulunabilirdi. Fakat, o kendi vicdanını ve bilgisini konuşturmak yerine, tuttu "derin CHP"nin ideolojisi istikametinde açıklamalarda bulundu. Partisi ve partisinin kurucu kadrosuna toz kondurulsun istemedi. Oysa, Dersim'in harabeye çevrilmesinde en etkili rol, en büyük sorumluluk onlara aittir. Kılıçdaroğlu, bir nevî "sakalla bıyık arasında" kaldı. Bu durumda, Dersim'i yakan canilerin yüzüne "dik tükürmek" gerekirken, o tuttu tükrüğünü yuttu, yutkunmayı tercih etti. Başbakan'a "siyaset yapıyor" diye sert eleştiriler yöneltti; ancak, kendisi de aynı siyasî kaygının bataklığına saplandı, durdu. Çırpındıkça da battı, batmaya devam ediyor.
* * *
Hüseyin Aygün: Fikir adamı olup, aynı zamanda Tunceli milletvekilidir. Dersim meselesinin gündeme yeniden gelmesine kendi açıklamaları sebep oldu. Fakat, fikriyatının ve iddiasının takipçisi olmadı, olamadı. Özellikle, "M. Kemal de olandan–bitenden haberdardı" demesi, tam bir cesaret örneğiydi. Ancak, derin odaklardan ve hasseten parti içinden gelen şiddetli tepkiler üzerine durakladı, daha ileri adımlar atamadı.
* * *
Bahçeli ve Demirtaş: Gariptir, siyaseten zıt gibi görünen MHP ile BDP, Dersim konusunda aynı paralelde konuştular: Bugünkü PKK–KCK ne ise, geçmişte Dersim'de yaşananlar da aynıdır. Oysa, bu dosya açılıp bilgiler, belgeler incelendiğinde, bu iki görüşün de temelden iflâs ettiği alenen görülecektir. Zira, binlerce kadın, çocuk, mâsum sivilin hükûmet kuvvetleriyle katledildiği Dersim Fâciasıyla, asker ve polisin de dahil olduğu binlerce mâsumu katleden terör örgütünün birbiriyle benzeşir hiçbir tarafı yoktur. Dolayısıyla, bu iki zıddı aynileştirmeye çalışmak, tamamen siyasî ve ideolojik maksatlıdır; kesinlikle aklın ve vicdanın kabul edebileceği bir şey değildir ve olamaz.
* * *
Alevî–Bektaşî dernekleri: Senelerdir Dersim meselesini haklı olarak dillendiren bu din kardeşlerimiz, ne hikmetse son tartışmalarda yan çizdiler. "Aman Atatürk'ün imajına zarar gelmesin. Aman CHP zarar görmesin" kaygısıyla, yakın tarihin yaşanmış gerçeklerini kısmen de olsa örtbas etme yoluna saptılar. Dersim'i kan gölüne döndürenlerin, hakikatte Sünnî olmadığı, Sünnîlikle bir ilgilerinin bulunmadığı anlaşılınca da büyük şaşkınlık yaşadılar. Hele hele, Dersimlilerin geçmişte yaşadığı elim acıları ruhunda, vicdanında en çok hisseden ve orada yapılan zulümleri cesaretle sorgulayanların yine Sünnîler olduğunu görünce, daha ne diyeceklerini şaşırdılar. Oysa, böyle bir şaşkınlığa hiç gerek yok. Zulüm nereden ve kimden gelirse gelsin, ona karşı tek yürek olduğumuzu ilân ve ibrâz etmek durumundayız.
* * *
Mâlum medya: Bir sürü yalan ve tezviratın, yine mâlum köşelerden lağım gibi aktığına şahit olduk. Tam anlamıyla, jakobence bir tavır sergilediler. Zulme, vahşete adeta kılıf giydirmeye yeltendiler. Eskiden daha etkili olabiliyorlardı. Fakat, gitgide kuvvetten, takattan düşüyorlar, itibar kaybediyorlar, inandırıcı olmaktan fersah fersah uzaklaşıyorlar. Resmî ideolojinin yalancı ve yalakacı zümresinden olan bu kesimden zaten başka bir şey beklenemezdi, beklenmemeli. Bunlar, hiç şüphe edilmesin ki, tükeniş sürecine girmiş durumdalar.
Dersim'deki 'vahşî irtica'
Dikkat! Bu yazının giriş kısmını lütfen okuyunuz. İlk üç cümlede ifade edilen hususlar sizi yeterince alâkadar etmiyorsa, zahmete katlanıp devamını okumayınız. Şayet, alâkadar ediyor ve dikkate değer buluyorsanız, o takdirde bu yazıyı başkasıyla da paylaşmanızı önemle tavsiye ederiz.

İnsan ve Müslüman gözüyle bakış
* Dersim Hadisesi, insan ve vatandaş olarak hepimizi yakından ilgilendirecek kadar önemli olmasaydı, bu derece gürültü kopararak gündeme gelmez ve gündemde kalmaya devam etmezdi.
* Bundan 74 sene evvel (1937–38) Dersim'de yaşanan "insanlık dramı", mü'min ve Müslüman olarak bizi yakından alâkadar edecek kadar ehemmiyetli olmasaydı, bu konuda seri halinde yazılar yazmaya, bu mesele üzerinde bunca tahşidat yapmaya gerek duymazdık.
* Bir "vahşî irtica"nın eseri olan Dersim Fâciası, mânevî cephesi itibariyle "Süfyaniyetin mahiyeti"ni gösteren, dolayısıyla Beşinci Şuâ'nın pek mühim bir hükmünü ibrâz ile gözler önüne seren çarpıcı bir misâl teşkil etmeseydi, Nur Talebeleri bu meseleyi fazla kaale almayabilir ve üzerinde ciddiyetle durma gereğini hissetmeyebilirdi.
Demek ki, bu mesele maddî–mânevî her yönüyle araştırılacak ve dikkate alınacak kadar ehemmiyetlidir. Ki, bizler de bu sebeple üzerinde durmaya ve konuyla ilgili tahdişat yapmaya devam ediyoruz.
Devletin yönetim kadrosu
Dersim Hadisesinin yaşandığı süreç içindeki devletin üst yönetim kadrosu, üstelik sorumluluk derecesine göre dahi gayet açık şekilde bellidir ve biliniyordur.
Bu vâzıh gerçeği şu veya bu sebeple saklamaya, bilmezden görmezden gelmeye, yahut türlü tevillerle sorumluluk tablosunu çarpıtmaya hiç gerek yok.
Evet, kim ne derse desin, aşağıdaki tablo tarihin ve gerçeğin tescilindedir:
1) Cumhurbaşkanı M. Kemal'dir. Dersim Hadisesinin başlangıcından sonuna kadar da Cumhurreisi ve CHP Genel Başkanı sıfatıyla aktif olarak devrede olup, Ankara'da ve bölgede yaşanan bütün gelişmelerden haberdardır. Hastalığı sebebiyle Dolmabahçe'de kalmaya başlaması, 1938'deki İkinci Dersim Harekâtının tamamlanmasından sonradır. Onun hastalığını ve Hatay gailesini diline dolayarak ahkâm kesenler, Dersim gerçeğini bilerek ya da bilmeyerek çarpıtmaktan başka bir iş görmüyorlar.
M. Kemal, Seyyid Rıza ve arkadaşlarının idam edildiği günlerde (15–18 Kasım 1937) kat'î sûrette bölgede (hatta 17 Kasım'da Tunceli–Pertek'te) olup, yaşanan tüm gelişmelerden etraflıca haberdardır. (Bkz: Cumhuriyet gazetesinin ilgili tarih ve sayıları.)
2) İsmet İnönü, Dersim Harekâtı ve katliâmının başladığı günlerde CHP Genel Sekreteri (Parti Kâtib–i Umumî) ve Başvekil'dir. Üstelik, tam 12 senedir aynı makamda bulunmaktadır. Dolayısıyla, Şeyh Said ve Menemen Hadisesi ile Zilan ve Sason Katliamının yanı sıra, Şapka'dan Laiklik İnkılâbına kadar yaşanan bütün kanlı olaylarda ve yapılan bütün inkilâplarda Başbakan sıfatıyla ikinci derecede yetki ve pay sahibidir. Dahası, tıpkı Şeyh Said Hadisesinde (1925'te Başbakan Fethi Okyar'ı devirerek) olduğu gibi, Dersim Harekâtını da plânlayıp kanla bastırmayı aynı heves ve iştahla isteyen yine kendisidir. (1938'deki İkinci Dersim Operasyonu günlerinde, M. Kemal ile arası açıldığı için, siyaseten dışlanmış durumdaydı. Başbakanlık makamında Celal Bayar bulunuyordu.)
3) Fevzi Çakmak, 1922'den beri ordunun başında olup Dersim Hadisesinin başından sonuna kadar da aktif şekilde görevde bulunuyordu. Üstelik, orada yapılan katliâmı ve ardından yapılan tehciri (sürgünleri) herkesten fazla savunmuş ve emir–komuta zinciri içinde işlenen bütün mezalime adeta alkış tutmuştur. Eğer öyle olmasaydı, onun emri altındaki komutanlar Dersim'i bu derece yakamaz, Dersimlileri bu derece ateşe atarak binlerce mâsumun kanına girmeyi göze alamazlardı.
4) Celal Bayar, İsmet Paşanın yerine Ekim 1937'de Başvekâlete atandığında, kanlı Dersim Harekâtı çoktan (Mart) başlamış devam ediyordu. Ancak, o da bu harekâtı durdurma yönünde hiçbir inisiyatif kullanmadığı gibi, İkinci Harekât kısmı tamamiyle onun Başbakanlığı döneminde gerçekleştirildi. Dolayısıyla, o da Dersim Fâciasında "dördüncü rükün" olarak dördüncü derecede sorumluluk ve hisse sahibi durumundadır. Onun sonradan "Biz emredileni yaptık" demesi ve bir derece nedâmet hissi duyması, yine de onu bu meselede temize çıkarmaya yetmez.
Bediüzzaman ne diyor?
Dersim Hadisesinin mânevî cephesine baktığımızda, hem ilk, hem de en tesirli sözlerin Bediüzzaman Said Nursî'ye ait olduğunu görmekteyiz.
Meselâ, tâ 1908'lerde "âhirzaman rivâyetleri"yle ilgili sorulan suâllere vermiş olduğu cevapta, Dersim'de sergilenen vukuata ve benzerlerine işaretle şunları ifade eder: "Her iki Deccal, âzamî bir istibdat ve âzamî bir zulüm ve âzamî bir şiddet ve dehşetle hareket ettiklerinden, âzamî bir iktidar görünür. Evet, öyle acip bir istibdat ki, kanunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler. (...) Hem. öyle bir zulüm ve cebir ki, bir adamın yüzünden yüz köyü harap ve yüzer mâsumları tecziye (ceza) ve tehcîr (sürgün) ile perişan eder." (Şualar, Beşinci Şuâ, Üç Küçük Mesele'den İkinci Mesele, s.  512.)
Câlib–i dikkattir: Bediüzzaman, yaklaşık otuz yıl öncesinden Dersim ve benzeri hadiselere işaretle, köylerin harap edilerek mâsumların hem öldürülmesinden, hem de sürgün edilmesinden söz ediyor.
İşte, ülke genelinde yüz bini aşkın, Dersim'de ise, resmî rakamlarla da 13.800 ölüm ve 12 binden fazla insanımızın sürgüne gönderildiği ifade ediliyor.
Bediüzzaman ve talebeleri, 1948–49'daki Afyon Mahkemesinde, yapılan bir suçlama üzerine yaptıkları müdafaada, Dersim Fâciasını açıkça telâffuz ederek, Beşinci Şuâ'da yukarıda zikredilen hükmünün gözler önüne serildiğini şu sözlerle beyan ediyorlar: "1938'deki Dersim Fâciasında, binler mâsumları, ihtiyar kadınları hem öldürüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden (o mâsumların) yaktırılması, Beşinci Şuâ'nın 'Bir câni yüzünden yüz köyü harab eder, bir âsi yüzünden binler mâsumu mahv eder' hükmünü kat'î hakikat olarak gözlerine sokuyor." (Yeni Asya, 24 Kasım 2011)
(NOT: Beşinci Şuâ'nın bir bölümünde, ayrıca bir Sadrâzam ve bir Serasker'in teshir edilerek dehşetli komitaya dahil olmasından bahsedilir.)
Evet, 74 sene evvel yaşanan ve şimdi de gündeme taşınan Dersim Hadisesi ile, hem Beşinci Şuâ'nın hükmü, hem "Sırr–ı innâ a'teyna"daki "dört rükün" bahsi, hem pek mühim bir mesele olan "Süfyaniyetin mahiyetinin anlaşılması" gibi hususlar, büyük ölçüde vüzuha kavuşmuş oluyor.
Dine "irtica" damgası vuranlar
Bediüzzaman Hazretleri, Emirdağ Lâhikası isimli eserinde yer alan birkaç mektubunda (s. 320) Kur'ân'da tekrar ile zikredilen "Lâ tezirü vâziretün vizra uhrâ. Yani: Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez; Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz" meâlindeki âyetin izahı sâdedinde, özetle şunları beyan ediyor:
"Kur’ân’ın bir kànun–u esasîsi, muhabbet ve uhuvvet–i hakikiyeyi temin eden ve bu millet–i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun–u esasî ki, 'Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz.' Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz.
"(...) İşte, Kur’ân’ın bu gibi kudsî kanun–u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun–u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta–i istinadı şudur ki: 'Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz' diye, birtek câni yüzünden bir köyü mahvetmekle bin mâsumun hakkını nazara almaz. Birtek câninin yüzünden bin adamın kılıçtan geçmesini câiz görür. Bir adamın yaralanmasıyla binler mâsumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamın kurşuna dizilmesini o bahaneyle nazara almaz.
"Bu âyetinin ders verdiği kanun–u esasîsi ile adâlet–i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti temin etmeye çalışan ehl–i iman fedakârlarına 'mürteci' nâmını verip onları müttehem etmek, mel’un Yezid’in zulmünü adalet–i Ömeriyeye tercih etmek misilli en vahşî ve zalimâne bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adâletine medar olan Kur’ân’ın mezkûr kànun–u esasîsine tercih etmek hükmündedir."

Fikir camiasında Dersim çatlağı
Haftalardır gündemdeki sıcaklığını koruyan Dersim tartışması, toplumda dip akıntısı şeklinde seyreden iki farklı vicdanın, iki ayrı dünya görüşünün, iki zıt yönlü kanaatin, daha belirgin şekilde fark edilmesini sağladı.

Bu iki zıt cephenin bir tarafında Kemalistler mevzilendi; diğer tarafında demokratlar saf tuttu.
Bir tarafta resmî görüş sahipleri yer aldı; diğer tarafta hür düşünceli insanlar kenetlendi.
Bir tarafta katı yürekli jakobenler durdu; diğer tarafta mazlûmun âhını ruhunda, vicdanında hissedenler yer aldı.
Bir tarafta fikir nâmusu, kalem haysiyeti "hak getire" zümresine dahil olanlar dizildi; diğer tarafta vicdanını satmayan, kalemini kiralatmayan haysiyetli insanlar çıkıp çizgisini belli etti.
Toplum genelinde bu tarz bir kutuplaşma hali yaşanırken, medyada "amiral gemisi" diye isim yapan Hürriyet gazetesinde de, özellikle iki popüler köşe yazarı arasında derin mi derin bir "Dersim çatlağı" ortaya çıktı.
Yılmaz Özdil, resmî görüş istikametinde dil dökerek, önce İngiliz arşivlerinden, ardından Türkiye'deki resmî arşivlerden belgeler gösterdi.
Köşesinden şunu demek istedi: "İdam edilen Seyyit Rıza ve avaneleri eşkiyadır, isyancıdır, dolayısıyla cezayı hak etmişlerdir. Ayrıca, Dersimliler çok sayıda Türk askerini öldürdükleri için, onlara revâ görülen muamele de meşrûdur ve kaçınılmaz olmuştur."
Bu görüşün tam zıddı yönünde yazılar yazan aynı gazeteden Ahmet Hakan ise, isim belirtmeden Yılmaz Özdil'e aynen aşağıdaki dili kullanarak çok net cevaplar verdi. (Birinci yazıdan...)
"CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün 'Tarafsız Bölge’de konuştu.
"Tam iki saat boyunca... Sahiciliğiyle etkiledi, hakkaniyetiyle etkiledi, tevazusuyla etkiledi, samimiyetiyle etkiledi, bilgisiyle etkiledi, anlatımıyla etkiledi.
"Öyle bir konuştu ki...
"O konuştukça gözlerimiz yaşardı, utançtan kıpkırmızı kesildik.
"O konuştukça isyan ettik, merhametsizliğin böylesine lanet okuduk.
"O konuştukça kendimizi 1938’in Dersim’inde gibi hissettik.
"O konuştukça Munzur Çayı’ndan günlerce akan kanı gördük...
"O konuştukça süngülendik, makinelilerle tarandık.
"Ve en sonunda, 'Artık hepimiz Dersimliyiz' dedik, diyebildik."
* * *
Yerli yabancı belgelerle Dersim katliâmına kılıf geçirmeye çalışan Özdil'e, Ahmet Hakan ikinci bir yazısında da son söz kabilinden şu karşılığı verdi:
"Ne yaparsan yap;
"İster Fransız’ın arşivini tepemize yığ, ister İngiliz’in...
"İster Celal Bayar’ın ruhunu çağır, ister İsmet Paşa’nın... ster 40 gün tepemize belge boca et, ister 80 gün...
"Boşuna çabalama... Munzur Çayı’nda günlerce akan kanı temizleyemezsin.
"Çünkü... Kan dediğin, belgeyle temizlenmez." (Agg, 1–5 Aralık 2011)

Hiç yorum yok: