22 Kasım 2012 Perşembe

Alper Görmüş: 'Mumcu’nun katili’ hâlâ mı ‘Ortaçağ karanlığı'-Güldal Mumcu, Bilge Emeç, Rahşan Ecevit... -Mumcu’nun cenaze törenine tekrar bakmak... -Alper Görmüş

'Soru şuydu: Cumhuriyet gazetesi çevresi ve aslında bütün laik çevreler şayet kitapta anlatılanları biliyorduysalar o yayıncılığı nasıl sürdürebildiler'


‘Mumcu’nun katili’ hâlâ mı ‘Ortaçağ karanlığı'


Uğur Mumcu’nun yedinci ölüm yıldönümü olan 24 Ocak 2000 tarihli Cumhuriyet gazetesinin Cumhuriyet imzalı başyazısında, Mumcu cinayetiyle öteki “laik aydın cinayetleri”nin çözülememiş olması “geçmiş gerici iktidarlar”a fatura ediliyor, başyazı şu iyimser ve umutlu cümleyle sona eriyordu:
“Dileriz ki ülkemiz 28 Şubat’la girdiği yeni dönemde bir çözüme ulaşsın; geçmişin faili meçhul cinayetlerini aydınlatarak hukuk devletine doğru yürüdüğümüzü iç ve dış dünyadaki kamuoyu karşısında kanıtlasın!..”
28 Şubat’ın yolunu açmak üzere planlanıp uygulamaya konulmuş faili meçhul cinayetlerin aydınlanmasını 28 Şubat’çılardan ummak!
Bir başyazı müellifi ancak bu kadar feraset sahibi olabilir!..
Bu tarihten 12 yıl sonra, birkaç gün önce, Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’nun cinayete ve sonrasına dair anıları kitap olarak yayımlandı...
Aklımda iki soru var...
Birincisi: Acaba o başyazıyı kaleme alan kişi, Güldal Mumcu’nun bugün anlattıklarının ne kadarını biliyordu?
İkincisi: Her 24 ocakta okurlarına “Mumcu’nun katili Ortaçağ karanlığı” duygusunu geçirmek için ellerinden geleni yapan Cumhuriyet yöneticileri, yazarları, editörleri Güldal Mumcu’nun bugün anlattıklarının ne kadarını biliyorlardı?
Bu soruları soruyorum, çünkü kitapta anlatılanları bilen birilerinin yıllar boyunca “Mumcu’nun katili Ortaçağ karanlığı” yayıncılığı yapabilmeleri bana imkânsız görünüyor...
Nedeni açık: Eğer Uğur Mumcu’nun inançlı bir arkadaşıysanız, bunun onun ruhunu muazzep edeceğini bilir, kendinizi böyle bir yayıncılıktan esirgersiniz... Yok eğer ahlakınızın kaynağı “seküler” ise, o zaman da bunun onun hatırasına büyük bir saygısızlık olacağını bilir, kendinizi yine böyle bir yayıncılıktan esirgersiniz...

Görmek isteyenlerin kitaba ihtiyacı yoktu ama...


Tam bu noktada, “Kitapta anlatılanların bir bölümü zaten biliniyordu ve kitaptaki ilave anlatımlara ihtiyaç duymadan, sırf bunlara dayanarak da Mumcu’nun katilinin başka bir ‘karanlık’ olduğu sonucu çıkartılabilirdi” diyenler tamamen haklı!
Haklısınız, kendimce “bildiğini bilmiyormuş yapma sanatı”na başvuruyorum: Tacâhül-i ârif!
Ben zaten kitaptan önce bilinenlerden ve Uğur Mumcu’nun katledilmesiyle başlayan meş’um 1993’te olanlardan hareketle defalarca sordum başlıktaki soruyu... Şimdi bir daha sormamın nedeni, kitaptan sonra da bu yönde bir “aydınlanma”ya tanıklık edemiyor olmamın yarattığı şaşkınlık...
Neyse, konuyu dağıtmayalım... Soru şuydu: Cumhuriyet gazetesi çevresi ve aslında bütün laik çevreler şayet kitapta anlatılanları biliyorduysalar (ki en azından Güldal Mumcu’nun dostlarının bunları bildiğini varsayabiliriz), o yayıncılığı nasıl sürdürebildiler...
Böylece geldik, Güldal Mumcu’nun neler anlattığı faslına...

Yeşil’in ziyareti: 1996, kurban bayramı...



Kitabın “flaş”ı hiç kuşkusuz, 1993 olaylarının bir bölümüne ve ondan önceki ve sonraki birçok olaya karışmış olan “Yeşil” kod adlı devlet görevlisi Mahmut Yıldırım’ın 1996’da Mumcu’ların evini ziyaret ettiğinin açıklandığı bölümdü...
Yeşil, iki küçük çocuğun elini tutarak eve gelmiş 1996’nın kurban bayramında ve ayaküstü, şifrelerle, sembollerle dolu birkaç cümle sarf ettikten sonra evi terk etmiş. (Bana sorarsanız, ziyaretin kurban bayramında gerçekleştirilmiş olması bile çok sembolik!) İlk cümlesi, “Sokaktaki caminin adının Ti Camii olarak değiştirilmesi gerekir. Bunu sizin sağlamanızı istiyorum” olmuş. (Mumcu, “ti”nin hedef anlamında kullanıldığını çıkarmış daha sonra.)
Sonra aralarında şu konuşma geçmiş:
Yeşil: “Olayın failini bulsak, sizin için yeterli olur mu?”
Mumcu: “Ben gerçeği istiyorum.”
Yeşil: “Olayı yapanı bulsak, sonra etrafından da birkaç kişi bulunsa yeter mi? Çünkü siz ne isterseniz o olacak...”
Mumcu: “Ben gerçeği istiyorum.”
Yeşil: “Haa, anladım. Siz hepsini istiyorsunuz.”
Mumcu: “Ben gerçeği istiyorum.”
Yeşil: “Siz hepsini istiyorsunuz. O zaman üç tane gül alacağım. Birini Başbakanlığa, birini Çeçenistan’a, birini de Uğur Bey’in öldürüldüğü yere koyacağım.”

Soruşturma savcısı ölü bulunuyor...



Kitapta yer alan ve en az Yeşil’in ziyareti kadar manidar bir başka olay, davanın savcısı Kemal Ayhan’ın evinde ölü bulunması... Cumhuriyet’in (18 kasım) sürmanşet alanından, “O savcıya otopsi bile yapılmadı” başlığıyla sunulan olay, iki spot hâlinde şöyle özetleniyordu:

Birinici spot: “Güldal Mumcu: Davaya yeni atanan Savcı Kemal Ayhan’la görüşmeye gittik. ‘Olayın failleri konusunda bir kanaat elde ettiniz mi?’ dedim. Biraz tereddüt geçirdi. ‘Uluslararası istihbarat örgütleri, biraz mafya ve karanlık güçler... diyeyim’ dedi.
İkinci spot: “‘Faillere büyük ölçüde ulaşmaya çalışıyoruz’ diyen Savcı Kemal Ayhan, eşi ve çocuklarının tatilde olduğu bir sırada evinde ölü bulundu ve aynı gün otopsi dahi yapılmadan Başsavcı Nusret Demiral’ın talimatıyla defnedildi.”

“Bu işi devlet yapmıştır!”



Savcılardan söz açılmışken, davanın ilk savcısı Ülkü Coşkun’la Güldal Mumcu
arasındaki diyalogu hatırlamadan geçmek olmaz... 18 Şubat 1993’te, yani cinayet tarihinden 25 gün sonra Mumcu’ların evinde geçen diyalogun iki de şahidi vardır: Ailenin avukatlarından Emin Değer ve Uğur Mumcu’nun ablası Beyhan Gürson... Güldal Mumcu, kitabın 57-58. sayfalarında şöyle aktarıyor bu kan dondurucu diyalogu:

“Güldal Hanım üstüme gelmeyin. Namus borcumuz dediler, bugüne kadar hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne olduğunu bana sormadı. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer.”
“Nasıl yani hani Amerikan filmlerinden izliyoruz onun gibi mi?”
“Evet.”
“Temizlikçilerini de yolladılar mı?”
“Evet, ama bu söylediklerimi basına açıklarsanız yalanlarım.”
Bir başka Ülkü Coşkun- Güldal Mumcu diyalogu kitabın 70. sayfasında yer alıyor:
“Bana olayı aydınlatmam konusunda yazılı emir verilirse olay çözülür.”
“Size ‘olayı aydınlatmayın’ diyen kim? Bir savcı olarak önünüze gelen dosyayı aydınlatmakla yükümlüsünüz zaten.”
“Anlamıyorsunuz Güldal Hanım.”
“Evet anlamıyorum. Kim size olayı çözmeyin, diyor. Yazılı emir istediğinize göre...”
Bu diyalogları, Güldal Mumcu’nun 19 kasımda Cumhuriyet’ten Işık Kansu’ya verdiği söyleşide verdiği bilgilerle okumak gerekir:
Ailenin avukatları, Ülkü Coşkun’un “soruşturmayı savsakladığı” gerekçesiyle Adalet Bakanlığı’na başvurmuşlar. Bakanlığın görevlendirdiği müfettişler, savcının soruşturmayı savsakladığı sonucuna varmışlar ve raporlarında savcı hakkında disiplin cezası uygulanması gerektiğini belirtmişler.
Gerisini Güldal Mumcu şöyle anlatıyor:
“Fakat bu istem uygulanmadı. Bu istemin uygulanması için Askerî İdare Mahkemesi’ne başvurduk, çünkü Ülkü Coşkun askerdi. Askerî İdare Mahkemesi, bu cezanın uygulanamayacağını, neden uygulanamayacağı konusunun da açıklanamayacağını, çünkü bunun devlet sırrı olduğunu söyledi.”
Nasıl, şahane değil mi?

“Bulun deniyor, bulun ulan denmiyor!”


Kitabın yayımından hemen önce kitabı tanıtmak amacıyla Cumhuriyet’te yayımlanan dizinin ikinci bölümünde, Güldal Mumcu’nun başka ilginç anılarına da yer verilmiş... Mesela 13 Nisan 2000’de yaşadığı şu tecrübe:
“Olay yeri inceleme ekibinden Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Uğur Badem telefon edip ziyaret etmek istediğini söyledi. Vakfa davet ettim, geldi.
“Çalışmalarına devam ettiklerini, araştırmalarını sürdürdüklerini söyledi. Ama biraz sıkıntılı bir hâli vardı. ‘Güldal Hanım, bize bulun diyorlar’ dedi.
“E başka ne söyleyeceklerdi ki’ diye sorunca, ‘Bulun ulan! denmiyor. MİT, Emniyet, siyaset arkamızda tam durmuyor’ diye cevap verdi.”
Güldal Mumcu’nun bunu açıkladığı iyi oldu. Böylece biz, devletteki soruşturma dilinin incelikleri hakkında da bilgi sahibi olmuş oluyoruz. Buna göre, “Bulun ulan” demek, “failleri bulun, yoksa çıranızı yakarım” anlamına gelirken, “bulun” demek, “Bulmayın ulan” anlamına geliyor!..
Güldal Mumcu’ya “Sizi temin ederim ki hanımefendi, benim başında bulunduğum teşkilatın, eşinizin öldürülmesi olayıyla bir ilgisi yoktur” diyen MİT Başkanı; yanına büyük umutlarla gidilen fakat kendisinden sadece “Eşiniz arı kovanına çomak sokmuştu” cümlesi sâdır olan Başbakan da var ama, onların ayrıntısına girmeyelim artık...
Kitapla ilgili bölümler bu kadar...
Sonraki yazıda, bütün bu gerçeklerin ışığında, yüzbinlerce insanın askerlerle birlikte yürüyüp “Ortaçağ karanlığı”na karşı öfkelerini haykırdığı Uğur Mumcu’nun cenaze törenine bakacağız... Oradan hareketle de, tarihimizdeki, demokrasi karşıtı güçlerin manipüle ve mobilize ettiğinden kuşkulanmamız için elimizde “dev” nedenlerin bulunduğu başka “dev gösteriler”i hatırlayacağız.

Güldal Mumcu, Bilge Emeç, Rahşan Ecevit...
Salı günü bu köşede çıkan ‘Mumcu’nun katili’ hâlâ mı ‘Ortaçağ karanlığı’ başlıklı yazımla ilgili olarak bir arkadaşım telefonla aradı, “Kaçak güreşmişsin, orada asıl Güldal Mumcu’yu eleştirmeliydin”dedi ve şöyle devam etti: “Eşinin öldürülmesini, kendi otoriter-militer iktidarlarını sürdürmek için sahte gerekçelere bağlayanlar ortadayken ve bu yöndeki propaganda yıllar boyunca sürmüşken, Yeşil gibi bir adamın kendisini ziyaretini nasıl kamuoyuyla paylaşmaz? Üstelik de bu insan, tepelenmek istenen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin başkan yardımcılığı koltuğunda oturuyor... Böyle bir şey olabilir mi?”
Bu yönde başka eleştiriler de aldım...

Bu eleştirilere cevap vermek amacıyla, bugün için yazmaya söz verdiğim yazıyı erteliyorum. (Yani,Güldal Mumcu’nun kitapta anlattıklarından yola çıkıp geriye, Uğur Mumcu’nun cenaze törenine ve oradaki siyasal duygunun benzerlerinin eşlik ettiği başka tören ve gösterilere bakma işini salı gününe bırakmış oluyorum.)

Arkadaşıma, “kamusal sorumluluk” çerçevesinde Güldal Mumcu’ya böyle bir eleştirinin getirilebileceğini, fakat onun, kocası bombalarla parçalanmış iki çocuklu bir anne olduğunu düşününce, böyle bir eleştiriye elimin varmadığını söyledim ve şu tablo üzerinde düşünmesini istedim:

Kocasını karanlık bir siyasi cinayete kurban veren bir kadından, bir anneden söz ediyoruz... Ve bir gün, bir kurban bayramında, ülkenin bildiği en acımasız adamlardan biri, ellerinden tuttuğu biri kız biri erkek iki çocukla birlikte, biri kız biri erkek iki çocuğuyla birlikte yaşayan o anneyi evinde ziyaret ediyor... Kocasının ölümüyle ilgili birçok şeyi bildiğini gösteren sözler söylüyor; “tetikçiyi bulsak size yeter mi” mealinde bir soru soruyor, muhatabının “hakikatin tamamını” istediğini duyunca huysuzlanıp “siz de çok şey istiyorsunuz ama” anlamına gelecek sözler sarf ediyor ve adınınMahmut Yıldırım olduğunu vurguladıktan sonra çekip gidiyor. (İlk yazıda vermediğim bir bilgiyi burada vereyim... Güldal Mumcu, Mahmut Yıldırım’ın “Yeşil” olduğunu, ziyaretten dört ay kadar sonra, gazetede onun fotoğrafına tesadüfen rastladıktan sonra anlıyor.)

Güldal Mumcu’yu eleştirmeye elim varmadı ama...
Yazıyı yazarken bana yön veren duygu, arkadaşımın eleştirisinden sonra da değişmedi; bence Güldal Mumcu, başta Yeşil’in ziyareti olmak üzere bildiği bir dizi hakikati, çocuklarını esirgemek amacıyla gizledi bugüne kadar. Dolayısıyla da “niye gizledin” diye ondan hesap sormaya vicdanım hâlâ elvermiyor.
Arkadaşımı ikna edemedim...
Fakat Güldal Mumcu’nun sorumluluğu faslında dile getirmekten kaçınamayacağım başka bir nokta var, o da şu:
Güldal Mumcu, hadi, çocuklarını esirgemek maksadıyla bildiği bazı gerçekleri kamuoyuyla paylaşmadı... Peki, bunları bile bile nasıl yıllar boyunca kendisi de “Uğur Mumcu’nun katili Ortaçağ karanlığı” propagandasının bir parçası olmaya devam etti?

Bilge Emeç’in ruh hâli...
Tam bu noktada, Uğur Mumcu’yla en cüretkâr noktasına ulaşan “laik aydın cinayetleri” zincirinin ilk halkasında katledilen Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’in eşinin, cinayetten (1990) tam 20 yıl sonra bir samimiyet krizi ânında söylediği şu sözler geliyor aklıma:

“Gerisinde kim var bu işlerin hâlâ çözülmedi. Çözülse de ne olacak ki artık onu da bilmiyorum gerçi. Sürekli dinle ilgili tehdit aldığımız için hep ‘İran’ dedik, ‘Dinciler’ dedik. Çünkü ben Atatürkçü, orduyu seven, vatanperver bir kadınım. O yüzden daha devletime hiç kızmadım ben. Başka gerçeklerle yüzleşmek istemedim. O yüzden hep İran demek işime geldi sanırım. İran’ın yaptığına inanmak istedim.” (Bilge Emeç’inSanem Altan’a verdiği söyleşi, Vatan, 14 Şubat 2010).
Yazıyı ilk okuduğumda allak bullak olduğumu hatırlıyorum... Çok güçlü bağlılıkların (bağımlılıkların) insanı tuhaf, karanlık, tekinsiz yerlere sürükleyebileceğini biliyordum ama, bu duygunun, Bilge Emeç örneğinde olduğu gibi, hayat arkadaşının katlinin gerçek sorumlularını öğrenme hevesini törpüleyecek kadar güçlü olabileceğini hiç düşünmemiştim.
Anlamaya, ardından da sizlere anlatmaya çalışmıştım...
O günlerde Sabah gazetesinden Emre Aköz, bu ruh hâlinin, “meftun olmak”la açıklanabileceğini yazmıştı:

“Çetin Emeç, Uğur Mumcu ya da Ahmet Taner Kışlalı... Biz yıllardır biliyoruz o suikastların devlet içindeki şebekeler tarafından işlendiğini. Ama ne Bilge Hanım kabullenebildi bunu, ne Güldal Mumcu, ne de Mehmet Ali Kışlalı. (...) İnsan bir ideolojinin ya da kurumun ‘meftunu’ oldu mu, böyle kullanılır işte. Çünkü zordur sevdiğinin kötülüklerini görmek.”
Ben de Aköz’ün izahına bir eklemede bulunmuş, burada “meftun olmak duygusu”yla birlikte“düşman olmak duygusu”nun da devrede olduğunu, bunun da “çifte kavrulmuş bir psikoloji”yarattığını yazmıştım:

“Aköz’ün söylediği doğru: İçinizi yakıp kavuran acının müsebbibinin, meftunu olduğunuz bir ideoloji olmasından kuşkulandığınızda, sırf bu duygunuz nedeniyle kuşkunuzu bastırabilirsiniz... Fakat suç, aynı zamanda düşmanınızın üzerine yıkılmışsa ya da yıkılmaya gayret ediliyorsa, meftunu olduğunuzla ilgili kuşkunuzu çok daha güçlü bir biçimde bastırırsınız. Ben, burada böyle ikili bir psikolojinin devrede olduğu kanaatindeyim. ... Çifte kavrulmuş psikoloji: Birine meftun, öbürüne düşman.”
Güldal Mumcu’nun, hakikati bildiği hâlde hakikat sanki başka yerdeymiş gibi davranabilmesini de ben kendimce böyle izah edebiliyorum.
Bilmem katılır mısınız...

Rahşan Ecevit örneği...
Bu yazıyı yazarken, tartıştığımız çerçevede değerlendirebileceğimiz daha taze bir örnekle karşılaştım... Kanaatinizi oluşturmada işinize yarayabilir...
Biliyorsunuz, eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in koruma amiri ve eski Demokratik Sol Parti milletvekili Recai Birgün, Ergenekon davasına bakan mahkemede tanıklık etmişti. Birgün’e göre, Ecevit başbakanken, şimdi Ergenekon sanığı olan Mehmet Haberal’ın başhekimi olduğu Başkent Hastanesi’nde kendisine bilerek yanlış tedavi uygulanmış ve iş göremez raporu verilmek istenmişti.

Bu, aslında Rahşan Ecevit tarafından da paylaşılan bir kanaatti ve bu şüpheyle eşini Başkent Hastanesi’nden çıkarmıştı...
Recai Birgün, TBMM Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na verdiği ifadede Rahşan Ecevit’in şimdiki duygularını bakın nasıl anlatıyor:

“(...) Bu konudaki en büyük direnci kendi yakınlarımızdan gördük maalesef. Bunlardan birisi Sayın Rahşan Ecevit’tir. O dönemleri beraber yaşadık biz. Beraber neler olduğuna karar verdik, ‘evet bu böyle’ diye düşünüp ona göre adımlar attık. Ancak ne yazık ki (...) Ergenekon’da ben ifade vermek için gitmeye kalktığımda, dediğim gibi, Ecevit’in en yakınlarından tepki aldım. ‘Niye kaşıyorsun bu olayı, bu olay aslında iktidar partisinin işine yarar’ gibi birtakım çok anlaşılmaz, çok temelsiz sebeplerle bana açık karşı koyanlar olduğu gibi çeşitli yollarla da ‘aba altından sopa gösterenler’ de oldu.”
İşte böyle...
Galiba Recai Birgün, Rahşan Ecevitvari tavırları “çok anlaşılmaz, çok temelsiz” bulurken yanılıyor...
Bu tavırlar bir yanıyla bana artık çok “anlaşılabilir” geliyor.
Mumcu’nun cenaze törenine tekrar bakmak...
Bu, Güldal Mumcu’nun İçimden Geçen Zaman adlı kitabından yola çıkarak kaleme aldığım üçüncü yazı...

Bu son bölümde, Uğur Mumcu’nun ölümünün kitabın da gösterdiği gibi “made in devlet” damgalı bir cinayet olduğu hakikatinin ışığında, 1993’teki cenaze törenine ve oradaki siyasal duygunun benzerlerinin eşlik ettiği başka tören ve gösterilere bakacağız...

Cevabını arayacağımız sorular şöyle:

Törendeki, “olağanüstü durumların hazırlığı olarak nitelendirilebilecek psikolojik ortam” (bu cümleyi tırnak içine almamın sebebini biraz sonra göreceksiniz), neden törene katılan yüzbinleri hiç rahatsız etmedi?

Uğur Mumcu cinayeti serinin dördüncü cinayetiydi ve öncekiler de benzer “psikolojik ortam”lar doğurmuştu... Törene katılanlar nasıl olmuştu da önceki tecrübelerden hiçbir ders çıkarmamışlar, birilerinin kendilerini manipüle ve mobilize ediyor olabileceğinden hiç kuşkulanmamışlardı? Ya da, kuşkulanmışlardı da, “olsun” mu demişlerdi?

Son soru bugüne dair: Nasıl oluyor da Güldal Mumcu’nun kitabı dahi Mumcu cinayetinin ardındaki hakikate dair herhangi bir “aydınlanma”ya, “kafa karışıklığı”na yol açmıyor; eski klişeler ve duygular nasıl oluyor da aynıyla devam edebiliyor? (Bunu, başta Cumhuriyet yazarları olmak üzere laik kesimde kitabın “sükût suikastı”na maruz bırakılmasına ve benim yazılarıma sosyal medyada gösterilen akıl almaz tepkilere bakarak söylüyorum.)

Soruların cevapları üzerinde düşünmeye başlamadan önce, 1990’lardaki “laik aydın cinayetleri”ne dair bilgimizi tazeleyelim... şöyle bir seyir izlemişti bu cinayetler:


Muammer Aksoy: 31 Ocak 1990... Çetin Emeç: 7 Mart 1990... Bahriye Üçok: 6 Ekim 1990...Uğur Mumcu: 24 Ocak 1993...


Cumhuriyet yazarından “cız” tahlil...

Çok büyük kalabalıkların tamamen gönüllülük temelinde katıldığı dev gösterilerle ilgili olarak eleştirel bir şeyler yazmak, biliyorum, çok netameli bir pozisyon... Böyle bir eleştirinin sahibi, “hak ve özgürlük karşıtı”, “her gösteriyi provokasyon sayan bir sağcı” ve benzeri bir dizi suçlamaya hazır olmalıdır.

Hiç şüphem yok ki, Mumcu ve öteki laik aydınların, işte bu türden gösteriler düzenlenebilsin, o gösterilerdeki “psikolojik ortam”lar ülke sathına yayılabilsin diye öldürülmüş olabileceğini öne sürerken ben de benzeri bir öfkeye maruz kalacağım.

Mumcu’nun cenaze törenine katılıp “kahrolsun Ortaçağ karanlığı” ya da “Türkiye İran olmayacak” diye bağıranlardan söz ediyorum...

Aslında bugün onlara bir oyun oynayacak, yazıya, bir Cumhuriyet gazetesi yazarının cümleleriyle başlayacaktım... Fakat cümleleri tırnak içine almayacak, yazarın adını gizleyecek, böylece o satırların sanki benim satırlarımmış gibi algılanmasını sağlayacaktım... Sonra da oturup, gelecek tepkileri yüzümde bir gülümsemeyle okuyacaktım...

Vazgeçmeseydim şayet, Cumhuriyet gazetesi yazarı Orhan Bursalı’nın 3 Ağustos 2008’de kaleme aldığı “Ergenekon ve Cumhuriyet” başlıklı yazısındaki şu cümlelerin üzerine kuracaktım oyunumu:


“Bu cinayetlerin işleniş biçimleri ve zamanları olağanüstü niteliktedir! Cinayetler büyük kitleleri harekete geçirmiş, Uğur Mumcu cinayetinde 500 bin kişi yürümüş, hemen hepsi, yine olağanüstü durumların hazırlığı olarak nitelendirilebilecek psikolojik ortamları çağrıştırmıştır!


“O halde soralım: ‘Ergenekon’ ve veya benzeri yapılanmalar mı Cumhuriyet’in çevresindeki cinayetlerde rol oynuyordu? Bu konu daha ayrıntılandırılabilir; ama sonuçta geçmişten bugüne baktığımızda, eğer böyle bir yapılanmadan bahsediyorsak, bu örgütlenmenin Cumhuriyet aydınlarının katledilmesinde rolü olabilir... Dahası, eğer devamı onlar ise, Cumhuriyet’in bombalatılmasında da!


Cumhuriyet ve çalışanları, onların provokatif amaçları için hedef olmuş olabilir...”

Görüyorsunuz, 1990’ların başındaki “laik aydın cinayetleri”nin birilerinin “provokatif amaçları için” işlenmiş olabileceği açıkça kabul ediliyor bu satırlarda...

Tabii ne Bursalı ne de başka bir Cumhuriyet yazarı bir daha böyle “cız” tahlillere girişmedi... Düşünüyorum da, bu satırları kendi satırlarımmış gibi yazsaydım, kimbilir ne küfürler yiyecektim!


Yüzbinler neden rahatsız olmadı?

Peki, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu gibi isimler “porovokasyon”amacıyla öldürülmüşlerse, sonuçta kimlerin “provoke” olması hedefleniyordu?

Bu sorunun cevabı açık: Böylece, tabii ki “laik asabiye” sahibi kesimlerin “ayağa kalkması”hedefleniyordu.

Orhan Bursalı, cinayetlerin “provokasyon” olabileceğini kabul ediyor ama tahlilini o noktada kesiyor. Çünkü devam etmesi durumunda, “laik aydın cinayetleri”ni izleyen tepkilere dair de bir şeyler söylemekten kaçınamayacağını biliyor.

Onun söyleyemediğini ben söyleyeyim ve böylece girişte sorduğum sorulara kendi cevaplarımı da vermiş olayım...

Uğur Mumcu’nun cenaze töreni, “irtica korkusu”nun geniş kitlelere sirayet ettirilmesi, bu yolla“korku”nun maddi bir güç hâline getirilmesi ve onun üzerinden iktidar devşirilmesi “siyaset”inin tutabileceğini gösterdi.

Törene katılan yüzbinlerce insan, törendeki, “olağanüstü durumların hazırlığı olarak nitelendirilebilecek psikolojik ortam”dan rahatsızlık duymadılar, çünkü onlar, damarlarına ustaca zerk edilmiş irtica korkusuyla siyaseten alıklaştırılmışlardı ve “Türkiye’yi 100 yıl geriye götürecek irtica”yla kıyasladıklarında “Türkiye’yi 20 yıl geriye götürecek darbe”yi tercih ediyorlardı.

Mayanın tuttuğunu gören Türkiye’nin provokasyon ve manipülasyon ustaları, kendi militer-otoriter iktidarları için daha nice cinayetler, cenaze törenleri ve gösteriler örgütlediler, bunlar sayesinde toplumun bir kesimini hamur gibi yoğurdular ve görünüşleri modern, zihniyetleri otoriter milyonlarca insanın siyasi davranışlarını konsolide edebildiler.

Buyurun işte, netameli bir tesbit daha: Darbeden medet uman milyonlarca insanın varlığından söz etmek!

Neyse ki, Orhan Bursalı’nın yukarıda işaret ettiğim yazısı var da ben muhtemel küfürlerin bir bölümünden kendimi sakınabiliyorum... Bursalı, bu çerçevede de epeyce “samimi” şeyler söylüyor:


“Çok sayıda kurum ve kuruluş AKP’ye karşıdır! AKP’nin artık ancak bir darbe ile durdurulabileceğine inanan, burada yazıyorum, milyonlarca kişi vardır ve olabilir, bunları AKP’nin kendisi yaratmıştır!”


“Çağdaş” kitleler neden bu kadar teşne?

Provokasyon ve manipülasyon ustalarının, 1996’daki kendilerine yönelik “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemlerini bile “irticaya karşı mücadele” eylemlerine dönüştürme becerisini hatırlayınca, ustalıklarına şapka çıkarası geliyor insanın...

Fakat sonra, “çağdaş kitleler”in bu işe ne kadar teşne olduğu geliyor aklıma ve vazgeçiyorum şapka çıkarmaktan.

Bir başkası, 2006’daki Danıştay cinayetinin ardından “çağdaş kitleler”in içine girdiği öfori mesela: Bir bölümünü Güldal Mumcu’nun kitabı sayesinde bir daha hatırladığımız bir tarih ortadayken, nasıl da bir anda Mumcu’nun cenaze törenindeki atmosferin bir benzeri oluşabilmişti? Ben hâlâ, ya hakikat ortaya çıkmasaydı, diye düşünüyorum.

Peki, bugün benzer bir cinayet işlense, “çağdaş kitleler” nasıl bir davranış sergilerler sizce?

Düzenlenen “laiklik” gösterilerine yine aynı coşkuyla katılırlar mı, yoksa, “oyununuzda oyuncak olmayı reddediyoruz artık” mı derler?

Soru manasız geldi, değil mi? Haklısınız, ne olacağını hepimiz biliyoruz.

Hele ki Güldal Mumcu’nun kitabının tâbi tutulduğu muameleden sonra...

Hiç yorum yok: