2 Ekim 2012 Salı

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında Kafkasya Muhacirlerinin Balkanlardan Anadolu ve Orta-Doğu’ya Sürgünleri * Prof. Dr. Ufuk TAVKUL


Rusya’nın sıcak denizlere inme politikasının önünde aşılmaz bir engel olarak gördüğü Kafkaslar, tarihin gördüğü en uzun ve kanlı savaşlara sahne olmuştur. Bu coğrafyanın hürriyetlerine canlarından çok değer veren Kafkasyalı halklarının Rusya’ya karşı üç yüz yıla yakın devam eden bağımsızlık mücadeleleri yenilgiyle son bulmuş ve Kafkasyalıların büyük bir bölümü ata yurtlarını terk ederek Osmanlı devleti topraklarına sürülmüştür.

Kafkas-Rus Savaşlarının Başlaması
18. yüzyıl başlarında Rusya’nın tahtına Deli Petro olarak da anılan Birinci Petro’nun geçmesiyle, Rusya’nın sıcak denizlere inme politikası millî bir hedef ve siyaset olarak benimsenmişti. 1722 yılında Doğu Kafkaslardaki Dağıstan üzerinden Kafkasya’yı işgal planını uygulamaya sokan Rusya, Terek Irmağı boyunca oluşturduğu hatta yerleşerek, bu bölgeyi Kafkasya halklarına karşı kullanabileceklerini düşündükleri Rus Kazaklarıyla doldurarak güçlendirdiler. 18. yüzyıl ortalarına kadar bu hattı Batı Kafkaslardaki Kuban Irmağı boylarına kadar uzatan Rusya, Osmanlı Devleti ile savaşmak mecburiyetinde kalınca 1775 yılında onaylanan Küçük Kaynarca antlaşması ile Kuban Irmağı’nı Osmanlı devleti ile arasında sınır olarak kabul etti (Baddeley 1989: 65)
1777 yılında Rusya Kafkasya’daki askerî birliklerini ikiye ayırarak, Kafkas ve Kuban ordularını kurdu. Böylece Rusya Batı Kafkasya’daki hattını iyice geliştirerek güçlendirdi ve Terek hattı ile Karadeniz arasındaki Kafkas kabilelerine karşı yürütülecek kanlı savaşın altyapı temellerini attı. Batı Kafkasya’daki Adige kabilelerinin Rusya’nın işgaline uğrama tehlikesi belirince, Osmanlı Devleti kendi açısından stratejik önem taşıyan bu bölgeyi korumak ve burada yaşayan Adigeler arasında İslâmiyeti yayarak kendilerine müttefik bir cephe oluşturmak gayesiyle, 1780 yılında Ferah Ali Paşa’yı Soğucak’ta bir kale inşa etmesi için görevlendirerek Kafkasya’ya gönderdi (Gökçe 1979: 54).
Rusya’nın 1782 yılında Kırım hanlığını ilhak etmesiyle Kafkasya’nın kuzeyindeki geniş bozkırların hâkimiyeti de Rusların eline geçti. 1783 yılının Ağustos ayında Gürcistan-Kahetya kralı Hercules (İrakli) ile bir anlaşma imzalayarak Tiflis ve çevresini hâkimiyeti altına alan Rusya, Kafkas Ötesinde önemli bir ilerleme sağladı. Aynı yılın Kasım ayında iki Rus taburu Tiflis’e girdi. Böylece Kafkasları hem kuzeyden hem de güneyden kontrol altına alan Rusya bir yıl sonra Orta Kafkaslarda yer alan Osetya bölgesinde Vladikafkaz kalesini inşa ederek Kafkasya’da kalıcı bir istila hareketinin temellerini attı (Saydam 1995: 92).
1785 yılında meydana gelen bir olay hem Kafkas-Rus savaşlarının karakterini hem de Kafkasya tarihini değiştirdi. Bu “kâfir Ruslara karşı gazavat ilân eden” Şeyh (İmam) Mansur’un ortaya çıkışıydı. Gençliğinde Uçermak adını taşıyan Şeyh Mansur’un adı Rus kaynaklarında Uşurma olarak geçmektedir. Kafkasya halkları arasında müridizm fikrini ilk yayan Çeçenistan’ın Alda köyünde ortaya çıkan İmam Mansur’du (Kundukh 1987: 31).
Mansur’un halk arasında artan şöhreti ve gücünden endişe duyan Rusya onun üzerine ordularını göndererek, Mansur’un çeşitli Kafkasya halklarından oluşturduğu küçük ordusu ile birkaç kez savaştı. Nihayetinde, Mansur’un Kumuk, Kabardey, Çeçen ve Dağıstanlılar’dan oluşan düzensiz ordusu disiplinli Rus ordusu karşısında yenilgiye uğradı.
Bu yenilgi üzerine Mansur’un ordusu dağıldı ve kendisi de Karadeniz kıyısındaki Türklere sığındı. Bir yıl gibi kısa bir zaman içinde Mansur’un ünü burada yaşamakta olan Adige kabileleri arasında yayıldı. Mansur’un kumandası altında Adigeler Ruslara karşı saldırılarını yoğunlaştırdılar. Adigeleri ve liderleri Mansur’u ezmek gayesiyle Potemkin Kuban ırmağı gerisine üç ayrı ordu gönderdi. Savaşlarda yenilen ve taraftarlarının çoğunu kaybeden Mansur Türklerin hâkimiyetindeki Anapa kalesine sığındı ve 1791 yılında Anapa kalesini ele geçiren Ruslar tarafından esir edildi. St. Petersburg’a gönderilen Mansur birkaç yıl sonra Soloveto manastırında öldü (Baddeley 1989: 79).
Kafkasya’nın İşgali
Kafkasya halklarını kuzeyden kuşatan ancak üzerlerinde henüz hâkimiyet sağlayamayan Rusya, Kafkasya’yı güneyden de abluka altına alabilmek için Kafkas Ötesindeki müttefiki Gürcistan üzerinde siyasî ve askerî hareketlerini yoğunlaştırdı. 1801 yılında Rusya’da 1. Aleksandır’ın tahta geçmesiyle birlikte Gürcistan Rusya’ya ilhak edildi (Baddeley 1989: 85).
1804 yılında Kafkasya bir isyan hareketi ile birlikte başlayan büyük bir bağımsızlık savaşına sahne oldu. Kabardey bölgesinde patlak veren bu isyan hareketine Kuban ırmağı ötesinde yaşayan Adigeler, Karaçay-Malkarlılar, Osetler ve Çeçen-İnguşlar da katıldılar (Kasumov 1992: 44).
1816 yılı sonbaharında Kafkasya’daki Rus ordusunun komutanlığına General Yermolov’un getirilmesiyle Kafkaslardaki mücadelenin seyri değişti. Yermolov’un Kafkasya’da uyguladığı politika ve sistem Rusya’ya Kafkasları kesin olarak işgal etmenin ve ele geçirmenin kapılarını açtı.
Yermolov Kafkas dağlarında yaşayan herkesi ister savaşçı, ister barış yanlısı olsun, Rus devletinin bir tebaası olarak kabul ediyor ve onların kayıtsız şartsız boyun eğmelerini istiyordu. Bu düşünceyle ilk önce dikkatini Sunja ve Terek ırmaklarının arasında yaşamakta olan Çeçen kabileleri üzerinde yoğunlaştırdı. Onları kontrol altında tutabilmek için 1818 yılında inşa ettirdiği büyük bir kaleye Çar 4. İvan’ın lakabı olan ve Rusçada “tehdit eden” anlamına gelen Grozni adını verdi. Grozni kalesinin inşası yalnız Çeçenleri değil Dağıstan’da bulunan Avar, Karakaytak, Tabasaran, Gazi Kumuk gibi küçük hanlıkları da endişeye sevketmiş ve kendilerini savunmaya karar vermişlerdi. Ancak Yermolov’un ordusu Çeçenler ve Dağıstanlılar üzerine arka arkaya düzenlediği saldırılarla Kafkas kabilelerini sindirmeyi başardı (Baddeley 1989: 115).
1822 yılında Terek Hattı’nın Terek ırmağının sol tarafına aktarılarak Kabardey’in iç bölgelerine doğru uzatılması, Kabardeylerin ayaklanmasına yol açtı. Yermolov ordusuyla bölgeyi işgal ederek bütün Kabardey bölgesini yakıp yıktı (Kasumov 1992: 49).
Kafkasya’da bulunduğu on yıl boyunca zâlimliği ve acımasız kararlarıyla şöhret kazanan Yermolov, Dağıstan’ın büyük kısmını Rusya’ya bağlamayı başarmıştı ama Kafkasyalılar arasında dinî ve millî bir birlik ve bağımsızlık fikrinin doğmasına da vesile olmuştu. Çeşitli Dağıstan kabileleri ile Çeçenleri aynı ideal etrafında birleştiren bu hareket İmam Mansur’dan kırk yıl sonra Kafkasya’nın doğusunda yeşeren “müridizm” hareketiydi.
İkinci müridizm hareketinin temel felsefesi olan ve bütün Müslümanları zengin-fakir, bey-köle diye ayırmadan eşit kabul eden İslâmiyet, Dağıstan’ın hanlar ve beyler tarafından ezilen halk tabakası arasında dinî bir uyanış ve Ruslara karşı özgürlük hareketinin esasını oluşturmuştu. Bu hareketin lideri 1793 yılında Dağıstan’ın Gimri köyünde doğan Gazi Muhammed’di (Baddeley 1989: 238).
Karadeniz sahilindeki Anapa’nın 1827’de Rus ordusu tarafından ele geçirilmesinin ardından Karadeniz Kıyı Hattı oluşturuldu. Bu hattın vazifesi savaşçı dağ kabileleri olan Adigeleri kontrol altına alırken, onlara Osmanlı İmparatorluğu tarafından deniz yoluyla gelecek askerî yardımları önlemek ve ticareti engellemekti. 1830-1842 yılları arasında kurulan 17 kale Rusya’nın Karadeniz kıyılarındaki güvenliğini sağladı (Pokshishevskiy 1984: 518).
1828 yılına gelindiğinde Kafkasya’nın büyük bir kısmı üzerinde hâkimiyet sağlamış olan Rusya’nın ele geçiremediği tek bölge, Kafkasların en sarp bölümünde yer alan Karaçay bölgesiydi. Karaçay bölgesinin hem Osmanlılar hem de Ruslar açısından stratejik önemi vardı. Kafkasların en yüksek dağı Elbruz’un eteklerindeki bu bölge, Karadeniz kıyılarındaki Abhazya’dan Kafkas dağlarının kuzeyindeki diğer Adige bölgeleri ile Kabardey’e ve oradan da doğu Kafkasya’ya uzanan geçidin üzerinde bulunuyordu.
17 Ekim 1828 tarihinde üç ayrı koldan hücuma başlayan Rus ordusu Karaçay’a doğru harekete geçti. 30 Ekim 1828’de Rus ordusu ile, 660 kişiden oluşan Karaçay savaşçıları Kuban ırmağı kıyılarındaki Hasavka’da çarpışmaya giriştiler. Düzenli Rus ordusu önünde direnmeye çalışan Karaçaylılar başarılı olamadılar ve Ruslar güçlü silâhları ile direnişi kırıp geçidi aşarak, Karaçay’ı ele geçirdiler. Böylece Orta Kafkaslardaki en stratejik nokta da Ruslar tarafından ele geçirilerek Kafkasya’nın işgali tamamlandı (Tavkul 1993: 35).
Kafkasya’da Bağımsızlık Mücadelesinin Başlaması
1829 yılında Gazi Muhammed, bütün Dağıstanlıları Ruslara karşı kutsal savaşa çağırarak cihad hareketini başlattı. 1832 yılında Rus ordusu Çeçenistan’ı işgal ederek talan etti ve Dağıstan sınırına dayandı. Bunun üzerine Gazi Muhammed Dağıstan’a çekilerek yakın arkadaşı Şamil’in yardımıyla doğdukları köy olan Gimri’yi tahkim etmeye başladı. Ekim ayında Rus ordusu Gimri’yi kuşattı ve göğüs göğüse geçen bir savaşın ardından Gazi Muhammed’in öldürülmesiyle birlikte Gimri Rusların eline geçti. Bu arada Şamil yaralı olarak kaçıp kurtulmayı başarmıştı. Gazi Muhammed’in ölümü ve Şamil’in yaralanarak kaçışıyla birlikte müridizm hareketinin de sona erdiği fikrine kapılan Ruslar bütün Dağıstan’da yeniden hâkimiyet kurduklarını düşünerek geri çekildiler.
Gazi Muhammed’in ölümünün ardından toparlanan müridizm hareketi Hamzat Bek’i İmam olarak seçti ve mücadeleye devam kararı aldı. İmam Hamzat’ın ölümünün ardından Aşilta’da toplanan müridler Şamil’i imam seçtiler ve böylece Ruslara karşı yıllarca devam edecek mücadelenin bayrağı İmam Şamil’in eline geçti.
1838 yılı boyunca İmam Şamil otoritesini bütün Dağıstan’da kabul ettirmeye çalıştı. 1840 yılının Mart ayına doğru bütün Çeçenistan İmam Şamil’in önderliğinde ayaklandı. Bu sırada Karadeniz kıyılarında Adigeler karşısında ağır mağlubiyete uğrayan Ruslara İngiltere’nin müdahale edeceği haberi Çeçenistan ve Dağıstan’da Ruslara karşı bağımsızlık savaşının yeniden başlamasına yol açtı. Çeçenistan’daki başarılarının ardından Şamil dikkatini yeniden Dağıstan üzerine çevirerek güç toplamaya başladı.
1843 yılı sonbaharına doğru Ruslara karşı etkili bir savaş başlatmak için İmam Şamil düzenli bir ordu kurdu. 1843-1844 yılları boyunca bütün Dağıstan’da Rus ordusuna karşı büyük zaferler kazanan Şamil’in başarıları Kumuklar ve Kabardeyler arasında da hareketlenmeye yol açtı. Kabardey ve Karaçay-Malkar bölgelerinden Çeçenistan ve Dağıstan’a kaçarak mücadeleye katılanların sayısı giderek artıyordu. Çar rejiminin baskısından hoşnut olmayan bazı Kabardey prensleri ve soyluları da beraberlerindeki binlerce köylü ile birlikte Çeçenistan ve Dağıstan’a giderek Kafkasların bağımsızlık mücadelesine katıldılar. Kabardey’deki hürriyet mücadelesi sırasında prens ve soylular, din adamları Şamil’le irtibat kurarak işbirliğine girdiler (Kasumov 1992: 49).
1844 yılında Rus ordusunun Kafkasya’da uğradığı yenilgi ve başarısızlıklar neticesinde Çar Nikola Kafkasya’daki orduların durumuyla bizzat ilgilenmeye başladı. Napolyon savaşları sırasında üstün başarı göstererek kendini kanıtlamış olan Prens Vorontsov, Başkumandan ve Çar Naibi olarak Kafkasya’ya atandı.
Vorontsov’un bu göreve atanmasının ardından Kafkasya’nın idaresinde büyük değişiklikler meydana geldi. Kafkasyalılara bir takım imtiyazlar vererek öncelikle yerli halkın gönlünü kazanmaya çalışan Vorontsov, bu politikasının gereği olarak Adigeler arasındaki en güçlü liderlere değerli hediyeler ve yardımlar göndermeye, Karadeniz ve Kuban Irmağı kıyılarında kurulan Rus pazarlarında Kafkasyalılara ekonomik avantajlar sağlamaya ve Osmanlı İmparatorluğu ile Adigeler arasında süre gelen köle ticaretinin önüne hiçbir engel çıkarmamaya başladı (Wagner 1999: 268-269).
Batı Kafkasya’da bu şekilde bir barış ortamı sağlayan Vorontsov, Rusya’nın bütün askerî güçlerini Doğu Kafkasya’da toplamalarını da mümkün kılmış oldu. Doğu Kafkasya’da İmam Şamil’in komutasında Dağıstan ve Çeçenistan’da süre gelen ve müridizm temeline dayanan gazavatı Orta ve Batı Kafkaslara da yayma düşüncesinde olan Şamil, 1846 yılında Kabardey bölgesini işgal ederek Ruslara karşı açtığı din savaşını genişletmeyi planladı. 1846 yılının başlarında Şamil’in olağanüstü başarılarından etkilenen bazı Kabardey prensleri onunla ortak hareket etmek amacıyla, haberciler göndererek kendisini Kabardey’e davet etmişlerdi. Şamil 1846 yılının Nisan ayında Kuban Ötesindeki Adigelerle temas sağlayarak hürriyet mücadelesini bütün Kafkaslara yaymak amacıyla, 20.000 kişilik ordusuyla Kabardey üzerine hücuma geçti. Şamil’in hareketinden haberdar olan General Freytag da birliklerini Grozni’de toplayarak Şamil’in harekâtını engellemek üzere peşine düştü. Kabardey bölgesinden umut ettiği desteği bulamayan Şamil, Kuban ötesindeki Adigelerin de yardımına gelmekte gecikeceklerini anlayınca, yaklaşmakta olan Rus ordusunun önünden Çeçenistan’a geri çekilme emrini verdi.
1849 yılında İmam Şamil’in Çeçenistan ve Dağıstan kabileleri üzerindeki hâkimiyeti en üst noktasına ulaşmıştı. 1854-1856 yılları arasında devam eden Kırım Savaşı’ndan mümkün olduğunca yararlanmayı düşünen İmam Şamil Doğu Gürcistan’a bir saldırı düzenledi. Kırım savaşının sona ermesiyle Rusya bütün gücüyle tekrar Kafkasya üzerine yöneldi. Bu arada İmam Şamil’in de kabileler üzerindeki etkisi eski gücünü kaybetmeye başlamıştı. Uzun yıllar süren kanlı savaşlardan bıkan halk kitleler halinde Rus sınırını geçerek, müridlerin öfkesinden korunabilecekleri bölgelere yerleşiyorlardı.
1859 yılı Nisan ayında Rus birlikleri Veden’i kuşatarak ele geçirdiler. Artık yenilginin ve işgalin kaçınılmaz olduğunu gören Çeçen bölgeleri birbiri ardına Ruslara katılıyorlardı. Lezgilerin de Ruslara baş eğmesiyle, Şamil’in naiblerinin çoğu idareleri altındaki insanlarla birlikte Rus tarafına geçtiler. Kendisine sadık müridleriyle birlikte Gunib’e çekilen İmam Şamil, Rus ordusuna karşılık 400 müridiyle Gunib’i savunmaya çalıştı ancak başarılı olamadı ve Rusya’ya karşı otuz yıldır sürdürdüğü hürriyet mücadelesinin ardından Ruslara teslim oldu (Baddeley 1989: 449).
Batı Kafkaslarda Devam Eden Bağımsızlık Mücadelesi
1829 yılında Gazi Muhammed ile başlayarak 1859 yılında İmam Şamil’in teslim olmasına kadar Dağıstan ve Çeçenistan’da otuz yıl kesintisiz olarak devam eden Doğu Kafkaslardaki bağımsızlık mücadelesinin bir benzeri de Batı Kafkaslardaki Adige kabileleri arasında yaşanmaktaydı. Kafkasların iki ayrı bölgesinde birbirinden kopuk devam eden direniş hareketleri Kafkasya halkları arasında bir birlik sağlanamaması sebebiyle tam anlamıyla başarıya ulaşamıyordu.
1828-1829 Osmanlı-Rus savaşının ardından 1829’da imzalanan Edirne Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu Çerkezistan üzerindeki haklarından vazgeçerek, bu bölgenin idaresini Rusya’ya bırakıyordu. Bu durum kendilerini ne Osmanlı’nın ne de Rusya’nın tâbiyetinde saymayan Adigeler arasında memnuniyetsizlik yarattı. Kendilerini her zaman bağımsız ve hür kabul eden Adigeler, Osmanlı padişahının kendilerini Rusya’ya devrettiğini duyduklarında büyük tepki gösterdiler. Adige ileri gelenleri Adigelerin Rusya’ya boyun eğmeyeceklerini Osmanlılara ve o sıralarda Kafkasya ile yakından ilgilenmeye başlayan İngiltere’ye bildirdiler.
Rusya ile Orta Doğu üzerinde rekabet içinde olan ve Rusyanın Kafkasya’ya yerleşmesini arzu etmeyen İngiltere, Adigelerin bağımsızlık mücadelesinin savunulmasını İngiltere’nin bölgedeki çıkarları açısından zaruri görüyordu. Edirne Antlaşmasıyla Karadeniz’in Kafkasya kıyısının Rusya’ya bırakılmasını kabul etmeyen ve bu maddenin geçerli olmadığını ileri süren İngiltere Adigelerin Rusya’ya karşı bağımsızlık mücadelesini desteklerken, aslında Rusya’nın Kafkasları aşarak Akdeniz’e çıkmasını ve İran üzerinden “sıcak denizlere” inmesini engellemeye çalışıyordu. Çerkezistan’a tüccar görünümü altında ajanlarını göndererek bölgenin siyasî ve askerî konuları hakkında bilgi toplamaya başlayan İngiltere, Adige beylerine ve soylularına silâh ve mühimmat sağlayarak Adigelerin Rusya’ya karşı savaşa devam etmelerini arzuluyordu.

Bu arada 1840’lı yıllarda İmam Şamil’in Batı Kafkaslardaki Adigeler arasına gönderdiği naiplerinin, Dağıstan’da devam eden bağımsızlık savaşını Adigeler arasında da yaymaya çalıştıkları dikkati çekiyordu. Şamil’in bölgeye gönderdiği ilk iki naibinin ardından Çerkezistan’a gönderdiği üçüncü naibi Muhammed Emin, esas temeli Ferah Ali Paşa tarafından atılmış olan dinî ve askerî teşkilat sayesinde Adigeleri düzenli bir ordu haline getirdi. Çerkezistan’ı her biri yüz haneden meydana gelen cemaatlere bölen Muhammed Emin, her cemaatin başına seçimle gelen bir idareci getirdi. Bu cemaatler mahkeme denilen idare organı tarafından yönetilen eyaleti meydana getiriyorlardı. Her eyaletin başında müftü ile idarî ve yargı yetkisi olan üç kadı bulunuyordu. Adigeler savaş sırasında her haneden bir atlı vermekle yükümlüydüler (Kasumov 1992: 101).
1848 yılında Adagum’daki toplantıda Adigeler Muhammed Emin’i lider olarak kabul ettiler. Ancak Adige toplumunun kendine özgü yapısı Muhammed Emin’in Adigeler arasında Şamil’in imamatına benzer bir devlet yapısı oluşturmasını engelliyordu. Adige kabilelerinin sahip olduğu sosyal yapı içinde son derece önemli bir yeri olan sosyal tabakalaşma sistemi Adigeler arasında bir birliğin kurulmasını önlüyordu. Toplumun beyler, soylular, köylüler, köleler gibi sosyal tabakalara ayrılmış olması, tabakalar arasındaki çıkar çatışmalarını körüklüyor, toplumun birbirine düşman sınıflara bölünmesine yol açıyordu. Aristokrat tabakayı oluşturan beyler ve soylular sahip oldukları menfaatlerini koruyabilmek için Rusya’nın yardımına sığınırlarken, köylüler ve köleler ise Muhammed Emin’in getirdiği müridizm hareketinin kendilerini kısa sürede özgürlüğe ve huzura kavuşturacağına inanıyorlardı (Kasumov 1992: 104). Muhammed Emin’in en büyük muhaliflerden biri onun Adigeler arasında ittifak kurmasını engellemeye çalışan Adige feodallerinden Zan oğlu Sefer beydi.
1854 yılındaki Kırım harbi sırasında Osmanlı-İngiliz-Fransız kuvvetleri ile irtibat kurmayı başaran Adigeler Anapa ve Sohum yoluyla önemli ölçüde silâh ve mühimmat sağladılar. Ancak Rusya’ya karşı savaşta Adigeleri müttefik olarak yanlarında görmek isteyen İngiltere ve Fransa onların savaşmakta isteksiz olduklarını farketti. 1854 yılı baharından beri Sohum’da Osmanlı paşası olarak görev yapan Zan oğlu Sefer bey de Adigeleri ikna edemedi. Adigeler müttefik devletlerin askerî-stratejik çıkarları için savaşa katılmayı istemiyorlardı. 1855 yılı yaz ayları boyunca Sefer bey Anapa’daki sayıca az Osmanlı birlikleriyle birlikte Adigeleri Rusya’ya karşı ayaklandırmaya gayret etti. Rusya’ya karşı müttefiklerin safında savaşmak istemeyen Adigeler, müttefiklerin Kafkasya ile ilgili plan ve umutlarını alt üst ettiler ve hayal kırıklığına yol açtılar. Bunun üzerine, Sefer beyin Adigeler arasında itibarını kaybettiğini ve etkili olamadığını gören müttefikler çıkarları doğrultusunda Muhammed Emin’den yararlanmak istediler. Fakat Osmanlılar tarafından paşa unvanı verilen Muhammed Emin de Adigeleri müttefikler safında savaşmaya ikna edemedi.
Adigelerin Yenilgisi ve Sürgün
1856 yılında savaşın sona ermesiyle birlikte düzenlenen Paris Barış Konferansında Çerkes meselesi yoğun diplomatik mücadeleye sebep oldu. 1829’da imzalanan Edirne Antlaşmasının yeniden gözden geçirilmesini ısrarla talep eden İngiliz ve Osmanlı diplomatları, Kafkasya’da İngiltere ve Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesinde bir Çerkes Devleti kurulmasını istiyorlardı. Ancak İngiltere, diplomatik baskı yoluyla Çerkezistan’ın bağımsızlığını Rusya’ya kabul ettiremedi.
Paris antlaşmasıyla Rusya’nın Balkanlar üzerinden Akdeniz’e inmesi engellenirken, İngiltere ve Fransa Orta Doğu’da hâkimiyet elde etmiş, Kafkasya ve Çerkezistan ise Rusya’nın yeni işgal hareketlerine açık hale gelmişti. Bunda, Kafkasya’nın bağımsızlığının kendileri açısından da hayatî öneme sahip olduğunu fark edemeyen Osmanlı bürokratlarının hataları oldu. Paris Barış Konferansında Kafkasya istiklâlinin önemini kavrayamayan Osmanlı murahhaslarından Ali Paşa, tereddüt dahi etmeden Kafkasya’yı mağlup Rusya’ya adeta hediye etti.
1859 yılında Abazalar, Besleneyler, Bjeduğlar, Temirgoylar ve Kuban ötesi Kabardeyleri Ruslara teslim olmak zorunda kaldılar. Bu arada İmam Şamil’in 25 Ağustos 1859 tarihinde Dağıstan’da Ruslara teslim olmasının haberi kısa sürede Batı Kafkaslardaki Adigelere ulaştı. Büyük yankı uyandıran bu haber üzerine Şamil’in Çerkezistan’daki naibi Muhammed Emin ve 100.000 kadar Abzeh silâhlı mücadeleyi bırakarak, Rusya Çarına sadık kalacaklarına yemin ettiler. Çar Muhammed Emin’e ömür boyu maaş bağladı. 1859 yılının Aralık ayında Zan oğlu Sefer beyin ölmesi üzerine 1860 yılı Ocak ayında 8.000 Natuhay Rusya’ya bağlılık yemini etti (Kasumov 1992: 139).
Her şeye rağmen mücadeleyi bırakmayan Ubıhlar ve diğer Adigeler 1861 yılı yazında Soçi vadisinde Büyük Hür Meclis adıyla bir meclis topladılar ve Rusya’ya karşı yeni savaş stratejilerini belirlediler. 1861-1862 yılları arasında Laba ve Belaya ırmakları arasındaki saha Ruslar tarafından işgal edildi. 1862-1863 yılları arasında Abzeh bölgesini işgal eden Ruslar burada direnişle karşılaştılar. Abzeh, Şapsığ ve Ubıhların Ruslara karşı direnişleri bir yıl daha devam etti. 1863 yılının yazında baş gösteren kuraklık ve kıtlık sebebiyle Adigelerin direniş güçleri giderek tükendi. Abzeh, Şapsığ ve Ubıh kabilelerinden Osmanlı topraklarına kitle halinde göçler başladı. 21 Mayıs 1864 günü, Karadeniz kıyılarındaki Tuapse yakınlarında yer alan Kbaade mevkiinde son Adige birliğinin de Rus ordusuna karşı savaşarak yenik düşmesiyle, Batı Kafkaslarda devam eden Adige-Rus savaşları sona erdi (Hızal 1961: 47).
Kesintisiz olarak 270 yıldan fazla bir süre devam eden Kafkas-Rus savaşları Kafkasyalıların mağlubiyeti ve Rusya’nın Kafkasya’yı işgali ile sonuçlanırken 1.500.000’den fazla Kafkasyalı ata yurtlarından sürülerek Osmanlı topraklarına gönderildiler. Sürgün Batı Kafkaslarda tam bir soykırım hareketine dönüştü. Karadeniz kıyıları ile Kuban ovalarını Adigelerden temizlemek ve bu bölgeyi Rus Kazakları ve köylüleri ile doldurmak isteyen Rusya, Adige kabileleri ile Abhazların büyük bir bölümünü ata yurtlarından sürerek Osmanlı topraklarına gönderdi. Şapsığ, Abzeh, Besleney gibi kabilelerin büyük kısmı sürgüne tabi olurlarken, Rus hükûmeti savaşlarda en fazla ve en uzun direnişi gösteren Ubıhların tamamını Kafkasya’dan sürerek Osmanlı İmparatorluğu’na gönderdi.
Kafkas Muhacirlerinin Balkanlara Yerleştirilmesi
1858-1863 yılları arasında, Kafkas-Rus savaşlarının henüz devam ettiği dönemde Kafkasya’dan Osmanlı devleti topraklarına kitleler halinde göç başlamıştı. Bunların çoğunluğunu Dağıstanlılar ile Kuban Irmağı boylarındaki Adigeler oluşturuyordu. 1861’den sonra Dağıstan’dan gelen muhacirlerin sayısında bir artış görülmüştü. 1863-1864 yıllarında ise Kafkasya muhacirlerinin neredeyse tamamına yakını Adige ve Abhaz~Abaza halklarından oluşuyordu. Rusya’nın Karadeniz kıyılarındaki Kerç, Taman, Anapa, Novorossiski, Tuapse ve Soçi limanlarından gemilere yüklenen Kafkasyalılar Osmanlı Devleti’nin Karadeniz kıyılarındaki Batum, Trabzon, Giresun, Fatsa, Samsun, Sinop, Ayancık, İnebolu, Ereğli, Şile, İstanbul limanlarında indirilerek, yerleştirilecekleri bölgelere dağıtılıyorlardı (Habiçoğlu 1993: 74).
1864 yılından itibaren gelen muhacir sayısının önemli ölçüde artması üzerine bu limanların yetersiz kalması sebebiyle, Kafkasyalılar Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki liman şehirleri olan Varna, Burgaz ve Köstence’ye sevk edilmeye başlandılar. Buralardan da Rumeli’deki iskân bölgelerine gönderilen Kafkas muhacirleri böylece Balkanlarda da önemli bir nüfus oluşturdular. Osmanlı arşiv belgelerinde 1863 yılında Varna ve Köstence limanlarına 60.000 Kafkasyalı muhacirin geldiği kaydedilmektedir. 1864 Haziran ve Temmuz aylarında Köstence’ye gelen Kafkas muhaciri sayısı 90.000’dir. 1864 Eylül ayında da Tuapse ve Soğucak limanlarından 80.000, Trabzon ve Samsun limanlarından yaklaşık 50.000 Kafkasyalı muhacirin daha Köstence limanına gönderileceği Osmanlı belgelerinde yazılıdır. Böylece yaklaşık 300.000 muhacirin 1863-1864 yılları arasında Balkanlara yerleştirildiği ortaya çıkmaktadır (Habiçoğlu 193: 78).
Aslında Kafkasya muhacirlerinin (Çerkeslerin) daha 1860 yılında Nogaylar ve Tatarlarla birlikte Rumeli’de iskân edilmeye başlandıkları anlaşılmaktadır. Adigelerin Natuhay ve Şapsığ boylarına mensup muhacirlerin Yanbolu, Karinabad, Asyolu ve Bergos kazalarında çoğunlukta oldukları belgelerden takip edilmektedir. 1861 yılı sonlarında Vidin-Tulça arasında 150.000 Çerkes muhacirinin iskân edildiği görülmektedir (Aydemir 1988: 135).
Osmanlı Devleti Kafkasya muhacirlerini Balkanlarda stratejik bir plan dahilinde yerleştirdi. Özellikle bugünkü Bulgaristan’ın Sırbistan ve Arnavutluk sınırı boyunca iskân edilen Kafkasyalıların, Vidin’den Sırbistan sınırı üzerinde İzornik kasabasına ve Sava Irmağı’na kadar uzanan bölgede askerî bir kordon oluşturacak biçimde yerleştirilmeleri tasarlandı. Böylece Adige ve Abhazlardan oluşan Kafkasya muhacirleri (Çerkesler) Harsova, Silistre, Ziştovi, Niğbolu, Filibe, Sofya, Üsküp, Priştine ve Niş gibi şehirlerin civarına yerleştirildiler. Çerkes muhacirleri buralarda Ortaköy, Ishakça, Slava Çerkeska, Armutlu gibi köyler kurdular. Osmanlı Devleti Müslüman Çerkes muhacirlerinin Balkanlara yerleştirilmesiyle onlardan hem askerî alanda yararlanmayı hem de bölgedeki Hıristiyan etnik unsurlara karşı bir denge sağlamayı amaçlıyordu. Rusya’nın Varna konsolosu, Osmanlı Devleti’nin Kafkas muhacirlerini Bulgaristan topraklarına yerleştirmekten maksadının buradaki bağımsızlık hareketlerini engellemek olduğunu rapor ediyordu. Rusya’nın muhtemel bir saldırısına set oluşturacak biçimde bölgeye yerleştirilen Çerkeslerin (Kafkasya muhacirlerinin) sayısı 1861 yılı sonlarında 32.000 aileye ulaşmıştı (Habiçoğlu 1993: 123).
1864’ten sonra Burgaz üzerinden İslimiye’ye 6.000, Varna üzerinden Şumnu, Silistre ve Vidin’e 13.000, Niş, Sofya eyaletlerindeki Ziştov, Niğbolu, Ruscuk ile Dobruca ve Sırbistan içlerine 12.000 Çerkes ailesinin gönderildiği belgelerden anlaşılmaktadır. Çerkeslerin bir kısmı da Makedonya eyaletinde Üsküp’ün kuzey-batısında Mitroviçe, Priştine, Prizren ile Sırbistan’da Morava ve Vardar ırmakları arasında iskân edilmişlerdi (Aydemir 1988: 137).
93 Harbinde Kafkasyalıların Balkanlardan Sürülmeleri
1876 yılındaki Bulgar isyanını bastıran Osmanlı Devleti, Rusya’nın Osmanlı aleyhinde başlattığı kampanya neticesinde, başta İngiltere olmak üzere Avrupa kamuoyunda bir Türk düşmanlığına maruz kalmıştı. Bu arada, 1876 yılındaki Karadağ ve Sırbistan isyanlarını da bastıran Osmanlı Devleti, Rusya’nın savaş tehdidi sonucunda 23 Aralık 1876’da toplanan İstanbul Konferansı’nda Bulgaristan’a verilecek imtiyazları kabul etmek zorunda kaldı. Bunların arasındaki en önemli maddelerden biri, Rumeli’de yerleştirilmiş olan Kafkasya muhacirlerinin ya da o zamanki resmî belgelerdeki adlarıyla Çerkeslerin Anadolu’ya gönderilmeleriydi (İpek 1999: 9).
Bu tekliflerin Osmanlı Devleti tarafından reddedilmesi üzerine Ruslar, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyanları korumak bahanesiyle 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne savaş açtılar. Hicrî takvimle 1293 yılında başlayan bu savaş Anadolu halkının hafızasında “93 harbi” olarak yer etti.
1877 yılında, 93 harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşının başlaması Balkanlardaki Türk ve Müslüman kitleyi, bu arada Kafkasya’dan yeni göç etmek zorunda kalmış Kafkasyalıları da olumsuz yönde etkiledi. Bu savaşın Rusya açısından başlıca sebeplerinden biri, Ege Denizi’ne kadar uzanan Rusya’nın müttefiki büyük bir Bulgaristan Devleti kurmak ve Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’u serbest bir şehir haline getirmekti. Rusya böylece Kafkasların üç asırlık direnişi yüzünden gerçekleştiremediği “sıcak denizlere inme” politikasını, Balkanlar üzerinden gerçekleştirebilecekti. Bu yüzden, savaşın ağırlık merkezi Tuna ve Edirne vilâyetleriydi.
Ruslar tarafından Tuna ve Edirne vilayetlerinde yeni bir düzen kurmak ve Rus dili ve kanunlarını bu bölgede yerleştirmek amacıyla, Prens Vladimir Aleksandroviç Çerkaskiy Tırnova’ya gönderildi. Burada Prens Çerkaskiy başkanlığında bir Bulgaristan Mülkî İdâre Teşkilatı oluşturuldu. Kaderin garip bir cilvesi, Prens Çerkaskiy Slav değil, soyadından da anlaşılacağı üzere Kafkasya (Çerkes) kökenli bir Rus soylusuydu. Ailesinin kökeni Kabardey Çerkesleri’nin büyük prensi İnal’a dayanmaktaydı. İnal’ın torunlarından İdar oğlu Temiruk Büyük Kabardey bölgesi prenslerinin ve Kumuk Şamhalı’nın tehdidleri karşısında Rusya’yı müttefik olarak yanında görebilmek için, 1557 yılında kızını Rus Çarı 4. İvan (Korkunç İvan) ile evlendirmiş ve oğlu Soltan’ı da rehin olarak Rus sarayına göndermişti. Burada Hıristiyan olarak Mihail adını alan Soltan’dan Rusya’da knyaz (prens) unvanını taşıyan Çerkaskiy ailesi türemişti (Baskakov 1993: 82). İşte Panslavist fikirleri hayata geçirmek ve bir Rusya’nın müttefiki Bulgar Devleti kurmak üzere Balkanlara gönderilen PrensVladimir Aleksandroviç Çerkaskiy, Türk ve Müslüman unsurunu Tuna vilayetinden yok etmek amacıyla Rusya’ya sürmeye karar verdi (İpek 1999: 14). Ancak Rusya Savaş Bakanlığı’nın karşı çıkması üzerine bu tehcir hareketinden vazgeçildi. Tuna vilayetindeki Müslümanların ellerinden silâhlarını toplayan Ruslar bunları Bulgarlara dağıtarak onları silâhlandırdılar. Rusların kışkırtmasıyla Bulgarlar Türk ve Müslüman halka karşı bir soykırım hareketine giriştiler. Camiler kilise veya ahır haline getirilirken, halkın canına, ırzına ve malına saldırılar giderek arttı.
3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastefanos Antlaşması ile Bulgaristan Devleti’nin temelleri atıldı. Bu sırada İstanbul Konferansı’nda alınan karar gereği, Kafkas muhacirlerinin Balkanlardan ikinci sürgünü başlamıştı. Daha Şubat 1878’de Selanik limanında kumsala yığılmış aç ve sefil bir durumda 40.000 Çerkes (Kafkas) muhaciri bulunuyordu. Bunların bölgeden ayrılmalarına izin verilmiyor ve onları Orta-Doğu’ya götürecek gemilerin İstanbul’dan gelmesi bekleniyordu (Aydemir 1988: 138). Ocak 1878’de ise 10.000 civarında Çerkes muhaciri Rodos adasına çıkarılmış ve silâhlarıyla şehirde dolaşan Çerkesler Rodos halkı arasında büyük korku yaratmışlardı (Aydemir 1988: 139). Varna limanına gönderilen gemilerle Mart 1878’den itibaren Çerkes muhacirleri Samsun limanına sevk edilmeye başlandılar. Samsun’a çıkarılan 2.000 Çerkes oradan Sivas’a nakledildiler. Bu arada bazı Çerkes muhacirlerinin Suriye limanlarına sevk edilmeleri kararlaştırıldı. Selanik şehrinde muhacirlerin yığılmasının bir takım sağlık problemlerine yol açması üzerine ilk önce Çerkes muhacirlerinin şehirden uzaklaştırılmasına çalışılarak, 6.000 Çerkes ve Tatar Mersin, İskenderun ve İzmir’e gönderildi (İpek 1999: 38).
Balkanlardan Çukurova bölgesine sevk edilen Çerkes (Kafkas) muhacirleri olumsuz iklim şartları yüzünden büyük nüfus kaybına uğradılar. 1878’de Çukurova’ya getirilen 74.000 Çerkes muhacirinin 70.000’i sıtma hastalığı sebebiyle kırıldı ve yalnızca 4.000 Çerkes sağ kurtulabildi.
Rumeli topraklarından Anadolu ve Suriye’ye ikinci bir göçe zorlanan Kafkasya muhacirlerinin savaş sonunda tekrar Rumeli’ye dönmelerini engellemek üzere, Osmanlı Devleti valiliklerin etkili tedbirler almalarını istemiş ve Avrupa seyahat acentelerinin de Kafkas (Çerkes) muhacirlerini Rumeli limanlarına götürmemeleri tembih edilmişti.
Osmanlı Devleti’nde görev yapan yabancı diplomatlar arasında özellikle İngilizlerin Rumeli’deki Çerkeslere karşı olumsuz bir tavırla yaklaştıkları dikkati çekmektedir.
İngiltere’nin Dedeağaç konsolosu Mr. Willshire, 24 Ocak 1878 tarihli bir mektubunda İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Mr. Layard’a şunları yazıyordu:
Burada ayrıca büyük sayıda Çerkesler var, erkeklerinin hepsi silâhlı ve onların varlığı burada huzursuzluğa yol açıyor. Eğer hepsi aynı buharlı gemiye bindirilmezlerse, bulundukları yeri terk etmeyi reddediyorlar. Buradaki yetkililerimiz Çerkeslerin mümkün olduğunca çabuk gitmeleri için gösterdikleri gayretten dolayı övgüyü hak ediyorlar.” (Şimşir 1989: 305).
Çanakkale konsolosu Mr. Maling de 24 Ocak 1878’de İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Mr. Layard’a şunları yazıyordu:
Gelibolu’ya dökülmüş önemli miktarda Çerkesin Lapseki’ye geçtikleri rapor edildi. Bu mülteciler de Dedeağaç’tan getirilen ırkdaşları gibi silâhlı ve yetkililer onları silâhsızlandırmayı dikkate almıyorlar.” (Şimşir 1989: 306).
Osmanlı Devleti’ndeki Çerkeslerin bir tehdit unsuru olarak algılandıkları İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Mr. Layard’ın İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na 6 Şubat 1878 tarihinde gönderdiği rapordaki şu sözlerinden de anlaşılmaktadır:
İstanbul’un sokakları kaçaklarla dolmuştur. Bunların arasında bir huzursuzluk ve tehlike kaynağı olan Çerkesler çoğunluktadır. Başkentte sayılarının 150.000’den fazla olduğu bilgisini aldım.” (Şimşir 1989: 332).
Bandırma konsolosluk temsilcisi Mr. Michalopoula’nın 8 Şubat 1878’de İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosluğu’na yazdığı raporda şu bilgiler vardır:
26 Ocak’ta 160 Türk askeri buraya geldi. Dört gün sonra bunlardan 57’si Çerkes mültecilerle dolu olan Artaki’de düzeni sağlamak için gönderildiler. Çevrede hiç at kalmadı, büyük bölümü Çerkesler tarafından çalındı. Ayrıca bildirmeliyim ki, Çerkesler Bulgar evlerinden ve kiliselerinden alınmış gümüş süsler ve elbiseler gibi değerli şeyleri sürekli satıyorlar. Buna bizzat kendim şahit oldum. Başlangıçta herkes, buraya gelen Çerkeslerin yoksul olduklarını düşünüyorlardı. Mamafih, herkesin gördüğü ve duyduğu gibi onların büyük çoğunluğu devamlı olarak sattıkları değerli eşyaların yanında büyük miktarda paraya sahip. Onlar Bulgarların evlerini ve kiliselerini yağmaladıklarını itiraf ediyorlar. Kendileriyle birlikte bulaşıcı kızıl hastalığını da getirmişler ve her gün dört beş kişi ölüyor. Öyle görünüyor ki, bu hastalık çaresiz köylüler arasında da geniş ölçüde yayılacak.” (Şimşir 1989: 336).
1878 Ocak ayı sonlarında 4.000 Çerkes muhacirinin Rumeli’den Balıkesir-Bandırma’ya geldikleri İngilizler tarafından rapor ediliyordu.30 Mart 1878 tarihine kadar çoğunluğu Çerkes olmak üzere 50.000 muhacir Rumeli’den Anadolu’ya gönderilmişti. Ağustos 1878’e kadar Şumnu ve Varna’dan 22.000 Çerkes İstanbul’a sevk edildi. Ocak 1879’a kadar Gümülcine’den Anadolu’ya gönderilen Çerkes ve Nogayların sayısı 30.000 idi (İpek 1999: 54).
Balkanları işgal eden Rus orduları, Kafkas-Rus savaşlarından dolayı kuyruk acısı yaşadıkları Çerkesleri Rumeli’de güçsüz, savunmasız ve perişan bir halde tekrar karşılarında gördüklerinde, onlara karşı insafsızca katliamlara giriştiler. Osmanlı Devleti’nin Tuna Genel Valisi’nin İstanbul’a gönderdiği 11 Temmuz 1877 tarihli şu telgrafta yazılanlar bu durumu ortaya koymaktadır:
İstihbaratımıza göre Tulça’ya doğru ilerlemekte olan Ruslar, rastladıkları bütün Çerkesleri acımasızca katletmektedirler.” (Kerman 1987: 19).
Çerkesler ise uğradıkları bütün saldırılara ve mahrumiyetlerine ve yeniden göç yollarına düşmelerine rağmen, bu sırada silâhlı güçleriyle Osmanlı ordusu saflarında Ruslara karşı çarpışmaktadırlar. Rauf Paşa’nın 18 Temmuz 1877 tarihinde Sadrazam’a gönderdiği telgraftaki sözleri bunu teyit etmektedir:
Ruslar Kıdır köyünün Müslüman ailelerini ve buraya sığınanları katletmişlerdir. bu katliamdan kurtulabilenlerin ambarlarda hapsedildiklerini öğrenir öğrenmez kurtarabilmek için Çerkes müfrezelerini oraya sevk ettim. Bunlardan 300’ü kurtarıldı. Yaralılar şimdilik Yeni Zağra’ya gönderildi.” (Kerman 1987: 37).
Türk ve Müslüman nüfusun içinde özellikle Çerkeslerin Rumeli’den tasfiye edilmek istendiğinin bir göstergesi, Rumeli’de Çerkeslerin boşalttıkları yerleşim birimlerine Balkanların diğer bölgelerinden gelen Türk muhacirlerin tekrar yerleştirilmeleridir. Nitekim 1879-1880 tarihlerinde Selanik civarında Çerkeslerin terk ettikleri yerlere Kosova’dan gelen Türkler yerleştirilmiştir. 1879 yılında Çerkesler tarafından boşaltılan Aziziye köyüne Plevne ve Sofya’dan gelen Türk muhacirlerin yerleştirildikleri görülmektedir (İpek 1999: 176). Bu da, 1876 İstanbul Konferansı’nda Avrupa devletleri ile Rusya’nın Osmanlı Devleti’nden talep ettiği, Çerkeslerin Rumeli’den ikinci kez sürülmeleri isteğinin plan dahilinde yerine getirilmekte olduğunu ispatlamaktadır. 1881 yılında da Bulgaristan’dan kaçan Türk muhacirler Bâbıâlî’nin izniyle Edirne-İstanbul arasında Çerkeslerden boşalan köylere yerleşmişlerdir.
Rumeli limanlarından Suriye’ye sevk edilen Çerkesler Beyrut, Trablusşam gibi iskelelerden karaya çıkmaya başladılar. İngiltere’nin Beyrut konsolosu 3 Mart 1878 tarihli bir raporunda, Selanik’ten gelen 1.300 silâhlı Çerkesin Lazkiye’de karaya çıktıklarını bildirmekteydi (Şimşir 1989: 357). İngiltere’nin Şam konsolosunun İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı 4 Mart 1878 tarihli bir raporda ise Suriye’nin Humus ve Kuneytre kazalarında her biri 300-400 kişiden oluşan iki Çerkes grubunun mevcut olduğu bildirilmekteydi (Şimşir 1989: 360).
Çerkeslerin Rumeli’den Suriye limanlarına sevkleri sırasında trajik olaylar da yaşandı. 5 Mart 1878 tarihinde, içinde Kavala’dan Lazkiye limanına gitmek üzere yola çıkmış yaklaşık 3.000 Çerkesin olduğu Sphinx adlı Avusturya gemisi Kıbrıs açıklarında kazaya uğradı ve gemide yangın çıktı. Yolcuların büyük bölümü tahliye sandallarına bindirilerek karaya çıkarıldılar. Geminin ambarlarında kapalı kalan 500 Çerkes ise yanarak hayatlarını kaybetti. Kazadan kurtulan Çerkesler gemi mürettebatını ve kaptanı öldürmek için peşlerine düştüler. Ancak mürettebat ve kaptan gece karanlığında Magosa’ya kaçarak izlerini kaybettirdiler. Sağ kalan 2.500 Çerkes’in bir bölümü Antalya’ya, bir bölümü de Suriye’de Akre’ye gönderildiler (Aydemir 1988: 145-146).
Nüfusunun önemli bir bölümü Hıristiyanlardan oluşan Lübnan’da Çerkesler aleyhinde propagandaların yapılması sebebiyle, Avrupa basını Rumeli’den Lübnan’a Çerkes muhacirlerinin gönderilmemesi için yayınlar yapmaya başladı. İngiltere, Fransa ve İtalya konsolosları başta olmak üzere Lübnan’daki Avrupa devletlerinin konsolosları Rumeli’den Çerkeslerin getirilmesinin yerli Hıristiyan halk için bir felaket olacağı düşüncesine kapıldılar. Beyrut’taki İngiliz Konsolosu Mr. Eldridge’ın İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı 28 Şubat 1878 tarihli raporda şunlardan söz edilmektedir:
Lordum,
Ayın 26’sında sizden aşağıdaki telgrafı alma şerefine nail oldum:-
“Şubat 25, 7.15 p.m. Gazetelerde Hıristiyanlara karşı Çerkes mülteciler tarafından tehdit ve tehlike uyarısı (alarmı). Bunda doğruluk var mı?”
Gönderdiğim cevap aşağıdadır:-
“Dünkü telgrafınıza cevap. On beş gün önce yaklaşık 1.000 Çerkes ve Müslüman mülteci Şam’a gönderilmek üzere buraya geldi. Hepsi serbest olduğundan, rapor etmeye değer bir durum görmedim. Geçen hafta Nablus’a gitmek üzere Akra’ya 1.500 mülteci geldi. Her hangi bir rahatsızlık olduğunu duymadım ve telaşın hayalî olduğuna inanıyorum.” (Şimşir 1989: 351).
Suriye’deki Çerkesler sıcak iklime alışamadıklarını ileri sürerek tekrar Rumeli ve Anadolu’ya dönmek isteğinde olduklarını bildirdiler. Ancak Çerkeslerin tekrar Rumeli’ye dönmelerine Avrupa devletlerinin karşı çıkacağını düşünen Osmanlı Devleti, onların vilâyet dahilindeki verimli arazilere yerleştirilmelerine karar verdi. Bunun neticesinde, Şam sancağı Vadiü’l-Acem kazasında iskân edilmiş olan Çerkesler, Kuneytre kazasına nakledilerek Golan tepeleri civarına ve orada kurulan Şevketiye köyüne yerleştirildiler. 1967 yılındaki Arap-İsrail savaşında Suriye’nin Golan tepelerini kaybetmesiyle, bu bölgeye 1878 yılında Balkanlardan getirilerek iskân edilen 14 Çerkes köyünün ahalisi Şam civarına tekrar göç etmek zorunda kaldılar.
Amman bölgesine yerleştirilen Çerkes muhacirlerinin torunları ise bugün Ürdün vatandaşları olarak yaşamaktadırlar. Selanik ve Dobruca’dan 1878’de göç ettirilerek bugünkü İsrail’in kurulduğu topraklardaki Galil Elon ve Galil Tahton bölgelerine yerleştirilen Abzeh ve Şapsığ boylarına mensup Adigeler, günümüzde İsrail vatandaşı olarak hayatlarını sürdürmektedirler.
Savaştan galip çıkan Rusya’nın Balkanlarda hâkimiyet kurmasının kendileri için büyük bir tehdit oluşturacağını anlayan İngiltere, Almanya ve Avusturya-Macaristan, Ayastefanos anlaşmasının maddeleri üzerinde değişiklikler yapılması amacıyla 1878 yılının yazında Berlin’de bir kongrede toplandılar. Rusya Berlin’de tespit edilen uzlaşmayı imzalamak zorunda kaldı. Batum, Kars ve Ardahan Rusya’ya kalırken, Balkanlarda da Tuna ırmağının sol kıyıları Rusya’ya iade edildi (Kurat 1993: 356). Bu anlaşmanın Çerkesleri ilgilendiren en önemli maddesi ise, Osmanlı Devleti’nin Rumeli’ye Çerkes muhacirlerini yerleştiremeyeceği hükmü idi. Rusya böylece Kafkasya’da üç asra yakın savaştığı Çerkeslerle hiç olmazsa Balkanlarda tekrar karşılaşmayacaktı.
Avrupa devletlerinin Çerkeslerin tekrar Rumeli’de iskân edilip edilmediklerini yakından takip ettikleri anlaşılmaktadır. İngiltere’nin İstanbul büyükelçiliğinden İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen 18 Nisan 1879 tarihli bir raporda Asya Türkiyesi’ndeki vilayet yetkililerinin Çerkeslerin Avrupa vilayetlerine (Rumeli’ye) dönüşlerinin engellenmesi konusunda haberdar edildikleri bildirilmektedir (Şimşir 1989: 250).
Osmanlı Devleti Dahiliye Nezareti’nden (İçişleri Bakanlığı) Muhacirîn Komisyonu’na gönderilen 17 Mayıs 1879 (26 Cemaziyelevvel 96/5 Mayıs 1295) tarihli bir tezkerede Çerkes muhacirlerinden otuz-kırk hanenin Rumeli ve İstanbul’a kaçmak amacıyla Mersin iskelesinde toplandıkları, bunların geldikleri yere geri döndürülmeleri konu edilmektedir (Şimşir 1989: 283).
Bütün engellemelere rağmen Çerkeslerin bir kısmının Rumeli’ye dönmeyi başardıkları, hiç olmazsa bunu denedikleri anlaşılmaktadır. Masraflarını kendileri karşılayarak yabancı gemi şirketlerinin vapurlarına binen Çerkes muhacirlerinin Rumeli limanlarına ulaştıkları görülmektedir. Bununla ilgili olarak Osmanlı Devleti’nin resmî bir yasaklamaya gitmediği, yalnızca gemi şirketlerinin tembih yoluyla uyarıldığı ve valiliklere ve konsolosluklara haber verildiği dikkati çekmektedir (Şimşir 1989: 285).
Dahiliye Nezareti’nin (İçişleri Bakanlığı) Hariciye Nezareti’ne (Dışişleri Bakanlığı) yazdığı 29 Mayıs 1879 tarihli bir müzekkerede, Anadolu ve Arabistan taraflarına sevk olunan Çerkes muhacirlerinin Rumeli’ye geçmemelerinin gerekli olduğu bildirilerek, yine de kendi masraflarını karşılayarak Çerkeslerin yabancı vapurlarla Selanik ve Kosova vilayetlerine gitmekte oldukları ifade edilmektedir. Tezkeresi olmayan hiçbir Çerkes muhacirinin iskelelerden vapurlara kabul olunmaması konusunda gemi şirketlerinin uyarılmasının Muhacirîn Komisyonu tarafından münasip görüldüğü ve uygulamanın İçişleri Bakanlığı tarafından yerine getirileceği, büyükelçiliklerin uyarılması konusunun ise Dışişleri Bakanlığı’na ait olduğu belirtilmektedir (Şimşir 1989: 293).
Çerkeslerin Balkanlardan Anadolu ve Orta-Doğu’ya sürülmeleri 1880 yılı başlarına kadar yoğun bir biçimde devam etmiştir. 1894 yılından sonra ise göç kısmî biçimde sürmüştür. 1900 yılında Priştine, Kossov-Pole ve Gilan’da 23 Çerkes köyünde 6.500 Çerkes nüfusun yaşadığı anlaşılmaktadır.[1]Bunların da büyük bir bölümü 1911-1912 Balkan Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ne göç etmek zorunda kalmışlardır (Özbay 1979: 22).
Her şeye rağmen Balkanlarda Çerkeslerin varlığının günümüze kadar devam ettiği görülmektedir. 1970’li yıllarda Yugoslavya’da 2.700, Arnavutluk’ta 1.000, Yunanistan’ın Bulgaristan sınırında 4.800 Adige’nin yaşamakta olduğu tespit edilmiştir (Özbay 1980: 19). Geçtiğimiz yıllarda Kosova’da yaşamakta olan Adigelerin bir kısmı ata yurtları Kafkasya’ya geri dönerek, Adigey Cumhuriyeti vatandaşlığına kabul edilmişler ve Kafkasya’da hayatlarını sürdürmeye devam etmektedirler.
93 Harbinde Balkanlardan Anadolu ve Orta-Doğu’ya bilhassa Adige ve Abhazların yaşadığı ikinci sürgün vakası, Kafkasya halklarının ıstırap dolu tarihlerinin yalnızca küçük bir bölümüdür.
Kaynakça
AYDEMİR, İzzet. Göç. Kuzey Kafkasyalıların Göç Tarihi.-Ankara: 1988.
BADDELEY, John F. (1989), Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh Şamil. (Çev. Sedat Özden).-İstanbul: Kayıhan Yayınları.
BASKAKOV, N.A. (1993), Russkie Familii Türkskogo Proishojdeniya.-Moskva: Mişel.
GÖKÇE, Cemal (1979), Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkasya Siyaseti.-İstanbul: Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı Yayınları.
HABİÇOĞLU, Bedri (1993), Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler.-İstanbul: Nart yayıncılık.
HIZAL, Ahmet Hazer (1961), Kuzey Kafkasya Hürriyet ve İstiklâl Davası.-Ankara.
İPEK, Nedim (1999), Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri.-Ankara: Türk Tarih Kurumu
KASUMOV, A. H. ve H. A. KASUMOV (1992), Genotsid Adıgov. İz İstorii Borbı Adıgov Za Nezavisimost v XIX veke.-Nalçik: İzdatelstvo Logos.
KERMAN, Zeynep (1987), Haziran-Temmuz ve Ağustos 1877. Rusların Asya’da ve Rumeli’de Yaptıkları Mezalim.-İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yayınları.
KUNDUKH, Aytek (1987), Kafkasya müridizmi (Gazavat tarihi) / hazırlayan Tarık Cemal Kutlu.-İstanbul.
KURAT, Akdes Nimet (1993), Rusya Tarihi.-Ankara: Türk Tarih kurumu.
ÖZBAY, C. (1979), “Yugoslavya’da Çerkesler”. Kuzey Kafkasya, 9 (53), 20-22.
ÖZBAY, C. (1980), “SSCB’inde ve Dünyadaki Çerkesler”. Kuzey Kafkasya, 10 (60), 18-20.
POKSHISHEVSKIY, V.V. (1984), ‘Geography of Prerevolutionary Colonization and Migration Process in the North Caucasus.’ Soviet Geography, XXV (7): 514-528.
SAYDAM, Abdullah (1990), “Rusya’nın Kafkasya’yı işgali”. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, (5), 239-257.
ŞİMŞİR, Bilal (1989), Rumeli’den Türk Göçleri = Emigrations Turques des Balkans = Turkish Emigrations from the Balkans. Belgeler = Documents. 3 cilt.-Ankara: Türk Tarih kurumu.
TAVKUL, Ufuk (1993), Kafkasya Dağlılarında Hayat ve Kültür. Karaçay-Malkar Türklerinde Sosyo-Ekonomik Yapı ve Değişme Üzerine Bir İnceleme.-İstanbul: Ötüken Neşriyat.
WAGNER, Moritz (1999), Kafkas – Rus Savaşı’nda Çerkesler – Çeçenler - Kazaklar ve Gürcüler. (Çev. Sedat Özden).-İstanbul: Kayıhan yayınları.


* Makalenin aslı BAL-TAM Türklük Bilgisi (Kosova-Priştine), 3 (8), Mart 2008, 1-20.ss. ‘de yayımlanmıştır.
[1] Üsküp’ün kuzey-batısından Priştine’ye kadar olan bölgede yer alan bu Çerkes köylerinden bazılarının adları şunlardır: Poduyevo, Slavkovaç, Çerkes Selo, Çerkes Köy, Velika Rika, Hamidiye, Aziziye, Mazgit, Hacdibi, Ayvaliya, Hamidiya, Surcin, Panyilovoç, Donyloveç, Pozaranya, Çerkes, Sandivina (Özbay 1979: 22).

Hiç yorum yok: