18 Mart 2012 Pazar

Çanakkale kahramanları(1) - Yavuz Bahadıroğlu

“Çanakkale Zaferi” denince, aklıma kararlı, azimli, mert ve fedakâr insanlar gelir…

Birkaç örnek…
Diyarıbekir’in (Diyarbakır) fakir bir köyünden gelen Kürt Memo (Mehmed), Temmuz sıcağında bile sırtından çıkmadığı kırk yamalı kaputuyla savaşıyor, devletinden elbise istemeyi kendine yediremediğinden hiç sesini çıkarmıyordu…
Bir gün yüzbaşısı durumu fark edip yaz geldiğini, kaputu çıkarmasını isteyince, hiç renk vermedi:
“Böyle iyiyim Kumandanım” dedi, “bu kaputun her yaması şehit kardeşlerimin elbisesinden alınmadır. Beni hem gâvurun mermisinden koruyor, hem de soğuktan…”
“Ama hava ısındı” diye üsteledi Yüzbaşı, “yaz günü de kaputla savaşılmaz ki…”
“Ziyanı yok Kumandanım, siz gönlünüzü ferah tutun, ben böyle daha iyi savaşıyorum.”
Yüzbaşı, Memo’yu henüz çözememişti:
“Çıkar oğlum” dedi, “arkadaşların gibi sen de elbiseyle savaş.”
“Müsaadenizle Yüzbaşım, kalsın.”
Yüzbaşı kızmaya başlamıştı:
“Çıkar dedim mi çıkaracaksın, ben senin kumandanınım.”
Memo, kurtuluş olmadığını görünce, kimseyle paylaşmadığı sırrını Yüzbaşı’ya fısıldamak zorunda kaldı:
“Kaputu çıkarırsam” dedi, “cıbıldak kalırım; çünkü bunun içinde hiçbir şey yok.”
Memo, “Devletimin imkânı olsaydı bana da elbise verirdi” diye düşünmüş, vermediğini devletten istemeye utanmıştı.
O zamanın zamanında Anadolu delikanlısı sadece vermeyi (vatanı için malı istendiğinde malını, canı istendiğinde canını) biliyor, istemeyi, almayı bilmiyordu.
Ah güzel insanlarım!..
Kim bilir Kürt Memo hangi mezarda Türk Mehmed’le, Laz Temel’le, Arnavut Mestan’la, Çerkes Şamil’le şehadeti yaşıyor?
Her fırsatta imkânsızlıkları ileri sürüp atılımı başkalarından bekleyen bizlere ibret olsun!
¥
Koca topun Anadolu Hamidiye Tabyası’na çekilmesi gerekiyordu. Ancak buna ne vakit vardı, ne de imkân: Bütün personel savaşmak zorunda olduğu için topu çekmeye adam tahsis edilemiyordu…
Sonunda, Yüzbaşı Ramazan Bey, kafasını kullandı… Basit bir düzenek yaptı. Kendi buluşu olan bu düzenek sayesinde, Çanakkale Çimenlik Kalesi’nin, yerden 15 metre yüksekliğindeki burcu üzerinde bulunan 35,5’luk, yaklaşık yüz ton ağılığındaki eski topu, herkesin şaşkın bakışları arasında burçtan indirdi…
Tek başına yüzlerce metre ilerideki Anadolu Hamidiye Tabyası’na nakletti.
Oradaki diğer toplarla entegreli bir şekilde kullanılmak üzere, yerleştirdi…
Selahaddin Âdil Paşa, hatıralarında ondan “Ramazan Ağa” diye bahsetmekte ve o tarihte 65 yaşında olduğunu belirtmektedir.
“Yaşım geçti, işim bitti” diyenlere ders olsun!
¥
Cideli Mahmut Çavuş da meşhur Bouvet zırhlısının batmasına sebep olanlar arasındadır…
Çanakkale savunmasının önemli noktalarından birini teşkil eden Hamidiye Tabyaları 1. Tabur Kumandanı Selim Sırrı Bey (Kayaalp) onu şöyle anlatıyor:
“Bouvet Fransız zırhlısına mermi isabet ettiren top çavuşu Cideli Mahmut Çavuş’un ayaklarının ikisi de kopmuştu. Sargı mahallinde, mağrur düşmanların en büyük zırhlılarından biri olan Bouvet’in batmakta olduğu haberi gelince:
“ ‘Beni top başına götürün’ diye haykırmış ve top başına sedye ile çıkarılarak zırhlının Çanakkale’nin serin sularında batışını seyretmiş, sonra vazifesini hakkıyla yapmanın verdiği gönül huzuru ile bu dünyaya gözlerini kapamıştır.”

Çanakkale kahramanları (2)


Savaşın en kanlı günlerinde Kocadere Köyü’nde büyük bir sargı yeri (seyyar hastane) kuruluyor. Sargı yerine her an yaralı geliyor… 


Ağır yaralılardan biri, sargı yerinde dolaşan komutanının ellerine sarılıyor. Zor nefes almakta, sık sık tıkanmaktadır… Kesik kesik şunları söylüyor:
“Ölme ihtimalim çok fazla… Ben bir pusula yazdım… Arkadaşıma ulaştırın…”
“Arkadaşın kim, pusulayı kime ulaştıracağız?” diye soruyor komutan.
Yaralı derin bir nefes alıp, defalarca yutkunuyor:
“Köylüm Lapsekili İbrahim Onbaşı’dan bir mecidiye borç aldıydım… Ondan sonra kendisini göremedim. Belki ölürüm… Ölürsem söyleyin, hakkını helal etsin.”
“Merak etme evladım” diyor komutan yaralı askerin saçlarını okşayarak, “Hiç merak etme, hallederim.”
Yaralı gözlerini kapatıyor. Son sözü şudur: “Onbaşı’ya söyleyin… Hakkını helal etsin!”
Komutanın gözleri nemleniyor.
Aradan fazla zaman geçmiyor. Savaş tüm acımasızlığıyla devam ettiği için, sargı yerine sürekli yaralı taşınmaktadır.
Bazıları sargı yerine ulaştırılmadan şehit oluyorlar… Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor.
Bir künye ile bir pusula geliyor ki, ötekilerden farklıdır. Komutan pusulaya göz atar atmaz, “Allah’ım!..” diye hıçkırarak, ellerini yüzüne kapatıyor.
Pusulada şu not vardır:
“Ben Beybaş Köyü’nden arkadaşım Halil’e bir mecidiye borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin, hakkımı helal ettim.”
Komutan olduğu yere çömeliyor, “Allah’ım, Yüce Allah’ım!..” diye diye hıçkırıklara boğuluyor.
¥
18 Mart 1915 deniz harekâtından önce, Batarya Komutanı Yüzbaşı Hasan Bey’in bir kızı dünyaya gelmişti…
Durum Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı’na telgrafla bildirildi. Bunun üzerine Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa atına atlayıp bataryaya gitti. Yüzbaşıya müjdeyi verdi:
“Müjde evlâdım Hasan, bir kızın dünyaya gelmiş. Allah ömrünü uzun etsin. Git bebeğini gör, izinlisin.”
Hasan Bey’in gözlerinin içi gülüyordu. İçi gülen gözlerine önce bir tereddüt geldi. Savaşı bırakıp izine mi gitmeliydi, yoksa kalıp arkadaşlarıyla birlikte savaşa devam mı etmeliydi?
Tereddüt çok kısa sürdü. Gitmeyecekti.
“Teşekkürler Kumandanım” dedi Cevat Paşa’ya; “Ama vatan görevi daha mukaddestir. Her an saldırabilirler. Bu durumda hiçbir yere gidemem. Arkadaşlarımdan ayrılamam. Yalnız sizden bir istirhamım var…”
Cevat Paşa’nın gözleri nemlenmişti. Bu nasıl bir vatan sevdasıydı ki, aileye, evlâda, ana-babaya savaşı tercih ettiriyordu.
“Söyle lütfen” dedi, “Çekinme…”
Yüzbaşı kesik kesik konuşmaya başladı: “Savaş halidir malum; şehid olursam aileme söyler misiniz lütfen, kızımın ismini Didar koysunlar.”
Paşa, vatana sarılır gibi Yüzbaşı’ya sarıldı: “Emin olabilirsin. Ama inşallah sana bir şey olmayacak, bir gün kızınla buluşacaksın.”
Yüzbaşı Hasan Bey, 18 Mart günü gerçekleşen büyük deniz savaşı sırasında şehit olup cennet yürüyüşüne çıktı…
Vasiyetine uyup adını “Didar” koydukları kızıyla buluşması artık ahrete kalmıştı.



Çanakkale kahramanları (3)



Mehmed Âkif’in, “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...” dediği güruh yine saldırıya geçmişti... İstanbul’a ulaşıp Osmanlı’yı bölüşmek için acele ediyorlardı...

Öyle bir saldırı ki, her metrekareye beş ton mermi düşüyordu...

Seksen kişilik Osmanlı birliğinin başında şahin bakışlı, mert duruşlu isimsiz bir yüzbaşı vardı...

Cehennemi ateş altında küçük bebeği Abdullah’ı düşünüyordu...

İlk adımlarını atıyor olmalıydı şimdi. Belki de “Baba” demeye bile başlamıştı...

Bir ara elleri sanki kendiliğinden açıldı, dudakları kendiliğinden kımıldadı, kımıldayan dudaklarının arasından ateş gibi yakıcı bir dua döküldü:

“Vatanım da, Abdullah’ım da sana emanet Allah’ım!.. Onları Sen koru!”

Vakit ikindiyi devirmek üzereydi. Yüzbaşı, bölüğünün bütün çavuşlarını topladı. Düşman yaklaşıyordu. Yarım saat kadar sonra süngü hücumuna kalkacaklardı.

“Bize emanet edilen her karış toprağı son nefesimize kadar savunacağız” dedi, “Bir adım bile gerilemeyeceğiz. Şimdi yerlerinize gidin ve göreyim sizi sağlam durun!”

Yarım saat sonra da “Süngü tak” emrini verdi... Nihayet “Allah Allah” sedaları arasında hücuma kalktılar.

Bir Osmanlı erine yirmibeş düşman düşüyordu. Dalgalar halinde geliyor, “Hurra hurra” diye bağırıyorlardı.

Her “hurra” bir süngü darbesiyle sönüyordu.

Bundan ötesi, dilden dile dolaşarak efsaneleşen bir hikâyedir.

Derler ki, bir ara bizim yüzbaşının kumanda ettiği birliğin etrafı iyice sarıldı. Mermileri tümüyle bitmiş, iş sadece süngüye kalmıştı. Mermi karşısında süngü ne kadar etkili olabilirdi ki?..

Umudun tükendiği yerde, bizim isimsiz yüzbaşı, hançeresini yırtar gibi bir çığlık kopardı:

“Yetiş ya Muhammed, kitabın gidiyor!..”

Derler ki, birden doğu ufkundaki bulutlar karıştı. Şimşekler çakmaya başladı. Bulutların arasında atlıları görüldü.

Artık düşmanın üzerine yıldırımlar yağıyor, Çanakkale’de bir mucize daha gerçekleşiyordu.

Durumu gözleyen yüzbaşı, şimdi sevinçten ağlıyordu.

Düşman şaşkındı. Bulutların arasından inen atlılar karşısında çaresizliğe düşmüşlerdi. Bir taraftan ateş ederken, bir taraftan da sahile doğru kaçıp canlarını kurtarmaya çalışıyorlardı.

Ne yazık ki kahraman yüzbaşı, bu manzarayı doya doya seyredecek kadar yaşayamadı. Göğsüne saplanan serseri bir kurşunla şehid oldu.

Bulutların arasından şimşekler yağdırarak gelen atlıları görmesiyle birlikte dudaklarına oturan o ılık gülümseme hâlâ dudaklarındaydı.

Çanakkale’de sürekli tekrarlanan bu tablolar, kendisine zaman zaman anlatıldığı içindir ki, Churchill, “Biz Çanakkale’de sadece Türklerle savaşmadık, bir yandan da Allah’la savaştık” diyecekti.

¥

Halkımız, en yorgun zamanımızda kazandığımız Çanakkale Zaferi’ni sadece tarihi belgelere bırakmadı, öylesine muhteşem bir zaferdi ki bu, millî şuura o çerçevede onlarca hikâye nakşetti.

Bu da onlardan biri mi, yoksa “mucize”nin tâ kendisi mi, bilmiyoruz...

Bildiğimiz bir şey varsa, o da Çanakkale Zaferi’nin “mucize”lerden ayrı düşünülemeyeceğidir. Ruhları şâd olsun!





Hiç yorum yok: