18 Şubat 2012 Cumartesi

3: Osmanlı’da Reform-Serdar Kaya


Osmanlı Devleti’nin Batıyla temasa geçmeye başlamasıyla birlikte, hakim kültür de değişmeye başladı. Lale Devri ile başlayan ve Cumhuriyetin İlanı‘na kadar 200 yılı aşkın bir zaman dilimine yayılan bu değişim, kimi dönemlerde diğerlerine nisbeten çok daha hızlı yaşandı. Lale Devri’ni takiben bu tür bir Batılılaşma hamlesi ilk kez III. Selim döneminde gerçekleşti.
III. Selim Dönemi (1789-1807)


Lale Devri’nden itibaren Batıdan yapılmakta olan çeviriler, Osmanlı düşünce dünyasını Batı ekseninde şekillendirmeye başlamıştı. III. Selim, böyle bir dönemde, Fransız İhtilali’nin gerçekleştiği yıl tahta geçti.
III. Selim’in iktidarı süresince, gerek hıristiyan gerekse müslüman kesim arasında milliyetçi düşünceler yayılmış ve ‘Osmanlı vatandaşlığı’ kavramı ortaya çıkmıştı. Din ve devlet ilişkilerinin yapısı Osmanlı Devleti’nde ilk kez gündeme gelmiş, hatta ‘Avrupa devletler dengesine katılmak veya Hıristiyan dünyasındaki devletlerle yeni biçimde ilişkiler kurmak gerektiği fikri’1 dahi ortaya atılmıştı.
Bu önemli gelişmeler nedeniyle, bu dönemin Cumhuriyet yıllarına giden süreçte çok önemli bir yeri olduğu, ileride Türkiye’nin gerçek tarihi yazılırken, ülkenin Avrupa serüveninin III. Selim döneminden başlatılması gerektiği rahatlıkla söylenebilir.
II. Mahmud Dönemi (1808-1839)


II. Mahmud dönemi, diğer dönemlere oranla çok daha radikalyeniliklerin gerçekleştiği bir dönemdi. Bu dönemin ilk önemli gelişmesi olarak, padişahın yetkilerini belli noktalarda da olsa sınırlandıran Sened-i İttifak belgesinin imzalanarak, (bir anlamda) müstakbel meşrutiyet sürecine yaklaşılmış olması gösterilebilir.
Batı düşüncesinin ve laikliğin Osmanlı Devleti’ne girişinde (ve daha sonra dinden uzaklaşılmasında) önemli rol oynayanHarbiye ve Tıbbiyye okullarının açılması da II. Mahmud döneminde gerçekleşti.
II. Mahmud’un uygulamaları, dinin devlet yönetimi üzerindeki tesirini önemli ölçüde azaltacak mahiyetteydi. Zira II. Mahmud’un, ‘[m]edrese softalarının askere alınması, din kurulunun iznini almadan haciz ve müsaderelere girişmesi, vakıf işlerini ele alması, Frenk adetlerine karşı aşırı ilgi göstermesi gibi konularda Şeyhülislamın verdiği muhtırayı yırtıp atarak “Ulema’nın sadece din işlerine karışması gerektiği, hükümet işlerini yönetme hakkının sadece Sultan’a ait olduğu” şeklindeki sözü dünyevileşme eğiliminin’2 net bir ifadesidir. Bu noktada, II. Mahmud’un, ‘Bundan böyle teb’amdan Müslümanları ancak Cami’de, Hıristiyanları Kilise’de, Musevileri Havra’da tanımak isterim’3 şeklindeki bir diğer sözünü de hatırlamak gerekli.
II. Mahmud, Vak’a-yı Hayriye‘den kısa bir süre sonra (Yeniçeri Ocağı ile arasındaki bağ nedeniyle) Bektaşi Tarikatını da yasakladı. Tekke ve tarikatlar hakkında çeşitli düzenlemeler getirdikten sonra, daha da ileri giderek, şeyhlerin devlet tarafından atanması yönünde girişimlerde bulundu. Kılık kıyafet konusunda (bütün memurlara sarık yerine fes takma mecburiyeti getirmek gibi) bir kısım dayatmacı uygulamalar da gerçekleştirdi. Bütün bunlar sonucunda da, halk tarafından ‘gavur padişah’ olarak anılmaya başlandı.
Amerikalı Türk tarihi uzmanı Roderic H. Davison’ın, II. Mahmud döneminden sunduğu kimi örnekler bu konuda daha net bir fikir verebilir:
II. Mahmud’un, yüzyıl sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün şapka reformunda yaptığı gibi, attığı adımların daha temel değişikliklere psikolojik hazırlık olduğunun farkında olmakla birlikte, giyimde zorlama değişiklikler gibi dış görünüşlerle, yani kendisine yanlış amaçlar saptayarak işe başladığı suçlamasının haklı bir yanı vardır. Mısır Valisi Mehmed Ali’nin yetenekli oğlu İbrahim Paşa, II. Mahmud’a karşı yargısında oldukça sertti: “Bab-ı Ali, uygarlığı yanlış tarafından almıştır; bir ulusa apoletler taktırıp dar pantolonlar giydirerek yeniden doğuş işine girişemezsiniz; elbiselerinden başlamak yerine … halkın zihinlerini aydınlatmaya çalışmalısınız”. Geleneğe kafa tutan bu tedbirler, doğuştan gelen tutuculuğu canlandırmıştı. Dervişin biri, Mahmud’un atının dizginlerini yakalamış, şöyle bağırıyordu: “Gavur padişah, Allah günahkarlığının hesabını senden soracak. İslam’ı yıkıyor ve Peygamber’in bütün lanetini üstümüze çekiyorsun.” Bu sözler muhalefeti simgelemekteydi. II. Mahmud’un reformları, bir anlamıyla, tıpkı Büyük Petro’nun, getirdiği yeniliklerle ‘Moskofların ruhunu bölmesi’ gibi halkından pek çok kimseyi karşısına almıştı. II. Mahmud’un keyfi yöntemleri Petro’nun yöntemleriyle benzer etkilere sahipti.4
Davison’ın II. Mahmud’u Atatürk’e (ve Büyük Peter‘e) benzetiyor olmasını, bu noktada gözden kaçırmamak gerekli.5
Tanzimat Dönemi (1839)


II. Mahmud, ömrünün son yıllarında Tanzimat ile ilgili planlar da yapmış, ancak bunlar uygulamaya konamamıştı. 1839 yılında veremden ölen II. Mahmud’un ardından tahta çıkan oğluAbdülmecid, birkaç ay sonra Gülhane Hatt-ı Hümayun‘unu ilan etti ve Tanzimat Dönemi başladı.
Osmanlı Devleti’nin bu dönemde Batılı anlamda bir devlet ve vatandaşlık anlayışına evrilme adına ciddi adımlar attığı söylenebilir. Devletin ilk kez bir bayrağa, milli marşa ve banknotlara sahip olması, müslüman-gayrimüslim ayrımı yapılmaksızın herkesin kanun önünde eşit olması amacıyla, (cizye vergisinin kaldırılması, asker olma hakkının tanınması gibi) eşitlikçi uygulamalara gidilmesi, bu dönemde gerçekleşti.
Batı sistemine entegre olma adına ay esaslı Hicri takvimden, (bugün kullanılan Gregoryen takvim gibi) güneş esaslı olan Rumi takvime geçildi. Faiz kabul edilerek, Fransa’nın finansal sistemi ithal edildi. Yine Fransa’dan medeni kanun ve ceza kanunu ithal edildi. Kanunlarla birlikte eğitim de laikleştirildi ve daha da önemlisi, merkezileştirildi.
Latin harflerine geçilmesi konusunda da tartışmalar yaşandı. Namık Kemal’in de aralarında bulunduğu pek çok insan karşı çıksa6 da, bu gelişme, artık fikri anlamda tamamen Batıdan beslenmekte olan bir toplum için son derece doğaldı. Zaten dilde değişim de gözle görülür derecede hızlanmış, Türkçe’ye çok sayıda Batılı kelime girmişti. ‘Vatan’, ‘millet’, ‘hürriyet’ gibi mevcut kelimelerin de anlam kayması yaşayarak Batılı değerler ifade etmeye başladığı bu dönemde, gerek doğrudan ithal edilen, gerekse mevcut olup da muhtevası değişen bunca kelimenin farklı kavramsallaştırmaları sonuç vermesi, dolayısıyla da farklı bir düşünce yapısını ortaya çıkarması kaçınılmazdı.
Meşrutiyet Dönemleri (1876, 1908)


23 Aralık 1876 tarihinde II. Abdülhamid‘in ilk anayasamız olanKanun-u Esasi‘yi ilan etmesiyle birlikte Türkiye’de padişahlık dönemi kapanarak, mutlakiyet terkedildi ve padişahla birlikte bir meclisin ve bir anayasanın da var olduğu ve padişah da dahil olmak üzere herkesin o anayasaya uymak zorunda olduğu bir yönetim şekli olan meşrutiyete (anayasal monarşi) geçildi.
Osmanlı’nın ilk anayasası olan Kanun-u Esasi, Osmanlı hakimiyeti altında olan topraklarda yaşayan her ferdin ‘hangi din ve mezhepten olur ise olsun bilaistisna Osmanlı tabir olu[nacağını]‘ ifade ediyor ve bireysel haklar konusunda da son derece önemli maddeler içeriyordu:
Osmanlıların tamamı bireysel özgürlüklerine sahip ve başkalarının hak ve hürriyetlerine tecavüz etmemekle mükelleftir. (Madde 9)7
Bireysel özgürlük her türlü saldırıdan korunmuştur. Hiç kimse, kanunun tayin ettiği sebep ve suretten başka bir bahane ile cezalandırılamaz. (Madde 10)8
II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapatmasıyla kesintiye uğrayan meşrutiyet dönemi (I. Meşrutiyet), 1908 yılında Kanun-u Esasi’nin tekrar yürürlüğe girmesiyle birlikte (II. Meşrutiyet) Cumhuriyet dönemine kadar devam etti.
II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 23 Temmuz tarihi, Hürriyet Bayramıolarak kabul edildi ve 1935 yılına dek resmi bir bayram olarak kutlandı. 23 Temmuz’un Hürriyet Bayramı olarak kabul edilmesi elbette nedensiz değildi. Zira, 23 Temmuz 1908 tarihinde Osmanlı Devleti, onca farklı düşüncenin ifade edildiği, çok sayıda gazete ve derginin yayınlandığı, sosyal, politik ve ekonomik alanda son derece farklı düşüncelerin ifade imkanı bulduğu ve özgürce tartışıldığı çok partili bir sisteme geçmişti.
Bu ortam, farklı her türlü düşüncenin susturulduğu, insanların (sözgelimi) şapka takmadıkları için (adaleti son derece tartışmalı olan) devrim mahkemelerinde yargılanıp öldürüldüğü 1925 sonrasının (sadece adı cumhuriyetçi olan) Tek Parti Devri’nden hemen her yönüyle çok daha özgür bir dönemdi. Zira Tek Parti Devri, II. Meşrutiyet’in sunduğu özgürlükleri genişleten bir açılım sunmaktan ziyade, pek çok yönü itibariyle II. Mahmud döneminin otoriter, monokratik ve dayatmacı zihniyetine geri dönülmesi anlamına da geliyordu.

1 Okumuş, Ejder; Cihan, Ahmet ve Avcı, Mustafa. 2006. Osmanlı Devleti’nde Eğitim Hukuk ve Modernleşme. İstanbul: Özgü Yayınları. 200.
2 Okumuş 226.
3 Okumuş 228.
4 Davison, Roderic H. [1997] 2005. Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform. İstanbul: Agora Kitaplığı. 32. (Çeviri: Osman Akınhay)
5 Samuel Huntington da medeniyet ithali ile Türkiye’yi ‘kararsız ülke’ yaparak böldüğünü söylediği Atatürk’ü, benzeri uygulamalarıyla meşhur olan Büyük Peter’e benzetiyor. Bu üç tarihi figürün ortak yönlerinin göze çarpmaması epey zor. Davison’ın alıntıladığı İbrahim Paşa’nın sözleri ise, aradan 200 yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Türkiye’de, yapılan yanlıştan geri dönülmediği anlamına geliyor. Zira başörtüsü ve benzeri konulardaki ayrımcı uygulamalara karşı çıkanlar da benzeri şeyler söylüyorlar.
6 Namık Kemal, Latin harflerine karşı çıkmış ve Arap harflerinin kaldırılmasının müslümanlığın kaldırılması demek olduğunu ileri sürmüştü.

7 Osmanlıların kâffesi hürriyeti şahsiyelerine malik ve aherin hukuku hürriyetine tecavüz etmemekle mükelleftir. (Madde 9)
8 Hürriyet-i şahsiye her türlü taarruzdan masundur. Hiç kimse kanunun tayin ettiği sebeb ve suretten maada bir bahane ile mücazat olunamaz. (Madde 10)

Hiç yorum yok: