21 Ocak 2013 Pazartesi

Seyyid Kutub’a dair…Taha Kılınç


Seyyid Kutub’a dair…


29 Ağustos 1966 günü, Türkiye sıradışı bir konuğu ağırlamıştı. Türk asıllı eşi sayesinde Türkçe'ye de aşina olan Suudi Arabistan Kralı Faysal, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın konuğu olarak Ankara'da resmi törenle karşılanıyordu. 'İnançları gereği' Anıtkabir'e gitmeyen Kral, İstanbul'a da uğradı, Sultanahmet Camii'nde namaz kılarak Topkapı Sarayı'nı ziyaret etti. 

Kral'ın Ankara'ya ayak bastığı gün, Mısır'ın başkenti Kahire'de de sıradışı bir gelişme yaşanıyordu: Senelerdir Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdunnâsır ve yönetimiyle kavgalı olan Seyyid Kutub ve iki arkadaşı idam edildiler. 

Kutub'un idam edilmemesi için birçok girişimlerde bulunduğu bilinen Kral Faysal'ın, Cemal Abdunnâsır'ın kendisi tam da Türkiye'deyken Kutub'u idam ettirmesini, kendisine karşı yapılmış bir hakaret olarak kabul ettiği ve çok sinirlendiği anlatılır. 

Seyyid Kutub'un her yönüyle ilginç bir hikâyesi vardı: 

1906'da, yani tam da Hasan el-Bennâ'nın doğduğu yıl, Mısır'ın Asyût şehrine bağlı Muşa kasabasında dünyaya gelen Kutub, hayatının ilk döneminde sıradan bir Mısırlı gibi yaşadı. İlköğretim ve lise eğitimlerinden sonra edebiyata yöneldi. Özellikle ünlü Mısırlı edip Abbas Mahmud Akkâd'ı kendisine örnek olarak seçti. 

1948'de ABD'ye giden Seyyid Kutub, orada iki temel gözlem yaparak, o güne kadarki siyasal, sosyal ve dini bakış açısını gözden geçirdi:

Evvela Amerikan halkının, 'sefih' olarak nitelediği yaşam tarzını derinlemesine gözlemledi. Buna dair tuttuğu notları ve izlenimlerini daha sonra yayınladı da. Zihinsel olarak, 'Batı' denilen olguyu 'sefahat ve boşluk' olarak özetleyebileceği bir noktaya geldi. 

İkinci ve daha önemli şey ise, Seyyid Kutub Amerika'da iken İsrail'in kuruluşunun ilân edilmesiydi. O ana kadar Filistin meselesini ciddi olarak gündemine almamış bulunan Kutub, İsrail'in Batı ve ABD tarafından nasıl hızla tanınıp sahiplenildiğini, buna karşılık müslüman Filistinlilerin nasıl unutulup gittiğini yakinen görerek büyük hayal kırıklığına uğradı. 

23 Ağustos 1952 günü Mısır'a döndüğünde, artık o bambaşka bir insandı. Ülkesi Mısır da öyle. 
Seyyid Kutub memleketine yeniden kavuştuğunda, Hür Subaylar'ın Kral Faruk'a karşı yaptığı darbenin üzerinden tam bir ay geçmişti. İhvân-ı Müslimîn teşkilâtı ile Hür Subaylar arasında balayı sürüyordu. Bütün Mısır, başına geleceklerden habersiz, 'devrim' rüyasını yaşıyordu henüz. 

Kutub, 1949'un 12 Şubat günü vurularak öldürülen İhvân-ı Müslimîn lideri Hasan el-Bennâ ile tanışıp sohbet etmiş değildi. Zaten ABD dönemi öncesinde el-Bennâ ile fikri olarak herhangi bir akrabalığının olduğu da söylenemezdi. 

Ancak İhvân çizgisi Hür Subaylar'la hızlı bir şekilde ayrışıp da kanlı-bıçaklı hale gelince, Seyyid Kutub da 'rejim muhalifi' safta yerini aldı. Hatta İhvân-ı Müslimîn içerisinde siyasi iddiaların yüksek sesle dile getirilmesinde kendisinin direkt rolü oldu. Bu, İslâmcı muhalifleri ezmek için fırsat kollayan rejime karşı göğsünü gererek ortaya çıkmak demekti aslında. 

Hür Subaylar'ın etkili ismi Cemal Abdunnâsır, nihai darbeyi vurmak için fazla beklemek zorunda kalmadı: 26 Ocak 1954 günü, İskenderiye'de konuşurken kendisine karşı düzenlenen başarısız suikast girişimini bahane ederek Seyyid Kutub ve arkadaşlarını yok etme sürecini başlattı. 1966'daki idamına kadar sıklıkla tutuklanan ve uzun süreli hapsedilen Seyyid Kutub, ölümünden kısa süre önce kaleme aldığı 'Yoldaki İşaretler' (el-Meâlim fi't-Tarîk) adlı eseriyle, hâlâ konuşulan bir İslâmi yoruma imza attı. Hapishane sürecinde yazdığı 'Fî Zilâli'l-Kur'ân' (Kur'ân'ın Gölgesinde) adlı tefsir de günümüzde hâlen başucu eserlerinden kabul edilir. 

Peki, Seyyid Kutub kimdi? 

Batı dünyasının sıklıkla "el-Kaide'nin temel referansı" olarak andığı Kutub, teröre teorik malzeme sunan uslanmaz bir radikal miydi? Taraftarlarınca bir 'aziz' mertebesine yükseltilecek kadar büyük bir alim ve önder miydi? Ya da -bugün bazılarınca iddia edildiği gibi- Mısır'da Hüsnü Mübarek'in devrilmesiyle sonuçlanan son ayaklanma, "Seyyid Kutub'un çaldığı mayanın etkisiyle" mi yaşanmıştı? 

Hakikat, muhtemelen bütün bu ve benzer soruların ortasında bir yerde. Fikirlerini savunmak bakımından o bir radikal, dile getirdiği fikirlerin üslubu bakımından bir alim, iktidara baş kaldırma noktasında bir örnek idi. Ancak tek başına hiçbiri değildi. 

Eğer Seyyid Kutub'la ilgili bir "milat oluş"tan söz edilecekse, bu onun öne sürdüğü fikirler ya da yazdığı kitaplar nedeniyle değil, hayata veda ediş biçimi nedeniyledir, diyebiliriz. Eğer asılmamış olsaydı, Seyyid Kutub'un fikirleri kendiliğinden belli bir mecraya oturacak, belki de marjinalleşerek gözden düşecekti. 

Ancak idam edilince durum değişti, Kutub 'kahraman' haline geldi. Bu durum, Seyyid Kutub'un eserlerinin ilmi ve akademik bir gözle incelenmesini de imkânsız hale getirdi. Ne de olsa o artık "kaleminin mürekkebini kanından alan aziz bir şehit" idi. Öte yandan, yine aynı sebeple Batılı yazarların çalakalem suçlayıp, sırtına Bin Ladin'lerin 'vebal'lerini yükledikleri bir tür günah keçisine dönüştü Seyyid Kutub. 

Kim ne yorum yaparsa yapsın, Seyyid Kutub konuşulmaya ve tartışılmaya devam edecek. Yapılan afaki yorumlara, temelsiz övgü ve yergilere bakınca şunu dilemeden edemiyor insan: Keşke İhvân-ı Müslimîn teşkilâtı, Seyyid Kutub ve çizgisiyle alakalı dört başı mamur bir 'kritik' ortaya koysa da, İslâm dünyası Kutub'u bir de onlardan dinlese…

Hiç yorum yok: