18 Şubat 2012 Cumartesi

4: Meşrutiyet-Serdar Kaya


Osmanlı Devleti’nin uzun bir döneme yayılan bir değişim süreci sonucunda meşruti idare noktasına kadar gelebilmiş olması, bireysel haklar adına çok önemli bir mesafenin katedildiği anlamına geliyor. Her iki meşruti idare döneminde de kollektivizmin toplumdaki izleri hala çok belirgin olsa da, hürriyet kavramına olan ihtiyaç konusunda halkın önemli bir kesiminde ciddi seviyede bir farkındalık hissinin (bir parça taklidi de olsa) oluştuğu açık.
II. Meşrutiyet, kendisini hürriyet düşüncesiyle ilişkilendirmenin yanı sıra, devr-i istibdat olarak nitelendirdiği II. Abdülhamid döneminin antitezi olarak da tanımladı. Yaklaşık 20 yıl sonra Cumhuriyet Halk Fırkası da İttihadçıların bu uygulamasının bir benzerini yapacak, Osmanlı Devleti’nin geneli için bir devr-i sabık kurgulayarak, hürriyet kavramını ‘istibdat karşıtlığıyla’ ilişkilendirerek yüceltme yoluna gidecekti.
Padişahın varlığının (yetkilerinin anayasa ile sınırlandırılmış olmasına bakılmaksızın) baskı için yeter şart kabul edilmesi durumunda, Cumhuriyetin İlanı öncesindeki meşruti rejimi hürriyet yoksunu olarak değerlendirmek elbette zor olmayacaktır. Hürriyet kavramının padişah idaresinin antitezi olarak değerlendirilmesi durumunda ise, kendisini padişah karşıtlığıyla tanımlayan bir rejimin, özgürlüğün temsilcisi olarak ortaya çıkması kolaylaşacaktır. Ancak meşrutiyet dönemi padişahlarından çok daha fazla yetkiye sahip olan bir Tek Adam’ın var olduğu bir rejimin padişahlık müessesesinin antitezi olabilmesi elbette mümkün değildir.
Bu noktada, söz konusu dönemlerin hangi isimlerle anıldığına değil, hürriyet algısının bu dönemlerde nasıl şekillendiği (ve kimi durumlarda nasıl indirgendiği) konusuna dikkat etmek gerekiyor. Zira hürriyet kavramının ele alınış şekli, Lale Devri’ne bakıştan, Türkiye’nin Batılılaşma serüvenine kadar pek çok konunun sağlıklı bir şekilde değerlendirilebilmesini engelliyor.
Meşrutiyet Döneminde Hürriyet Algısı


Hürriyet, Tanzimat döneminde dilin değişmeye başlamasıyla birlikte anlam değişikliğine uğrayan kavramlardan biriydi. Önceden ‘esir ya da köle olmama durumu’ şeklinde bir anlam ifade eden hürriyet kavramı, Tanzimatla birlikte ‘temel hak ve özgürlüklere had konmaması’ anlamında kullanılmaya başlandı.
Dikkat edilecek olursa, ‘hürriyet’ kavramı, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, kişinin kendisi dışındaki bir varlığın eylemlerine bağlı olarak anlam kazanır. Bir başka deyişle, hürriyet kavramının bir anlam ifade edebilmesi için, ‘kimden’ ya da ‘neden’ hür olmanın kast edildiğinin açıkça belirtilmesi gerekir. Zira, tanzimat öncesinde hürriyet, ‘kişinin düşmana esir/köle olmaması’ olarak anlaşıldığından, dış güçlerden hür olma anlamı ifade ediyordu. Hürriyet kavramının Tanzimat’tan sonra ‘bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmaması’ anlamında kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, dış değil, iç güçlerden hür olma anlayışı ortaya çıktı. Bu elbette bireysel hakların, yapıları gereği, hariçteki düşmanlar değil, ancak ve ancak dahildeki devlet organları tarafından tehdit edilebiliyor olmalarının bir sonucuydu. (Yoksa neden padişahın yetkileri anayasa ile sınırlandırılmak istensin? Ya da özgür ülkelerde anayasa neden ‘halkı devletten koruyan’ bir belge olarak algılansın?) Ancak temel hak ve hürriyetler ile asıl kast edilenin bu olmasına rağmen, varlığını ve refahını devletin gücü ile doğrudan ilişkili olarak görmeye alışkın olan geniş halk kitlelerinin, hürriyet kavramındaki bu anlam kaymasını içselleştirebilmeleri ne yazık ki mümkün olmadı. (Bu durum, her türlü bireysel hak talebinin devlete yönelik bir tehdit olarak algılandığı 2007 yılı Türkiyesi için de maalesef halen geçerlidir.)
Meşrutiyet Döneminde Eğitim


Gerek hürriyeti, gerekse hürriyetin teminatı olan meşruti idareyi ‘korunması gereken bir değer’ olarak benimseyen anlayış çerçevesinde, II. Meşrutiyet dönemi ders kitaplarında, ‘Bir insan dünyaya hür gelir. Hürriyetini ölünceye kadar muhafaza etmelidir. … Herkesin hürriyeti yalnız bir başkasının hürriyetiyle tahdit olunmuştur.’1 gibi ifadeler yer aldı. Ders kitaplarının ‘Kimden ya da neden hürriyet?’ sorusunun yanıtını, ‘II. Abdülhamid ve mutlakiyet rejiminden hürriyet’ şeklinde verdikleri de söylenebilir. Devr-i sabıkın olumsuz yönleri nazara verilirken ise, ‘meşrutiyet kazanımları’ konusunda ‘meşrutiyetin geleceği’ olarak görülen öğrencileri bilinçlendirme kaygısı da ön plandadır:
Siz şimdi böyle mesut devrelere yetiştiniz, rahat rahat çalışıp millete nafi [faydalı] birer vücut olacaksınız. Fakat devr-i istibdatın zulümlerini, işkencelerini bilenlerden sorup öğreniniz o devrin acılarını, bizzat görmüş duçar olmuş gibi hiç unutmayınız.2
Mutlakiyet rejimi de (cumhuriyet döneminde okutulan ders kitaplarındaki kadar sert bir üslupla olmasa da) yine hürriyet eksenli olarak eleştirilir:
Hükümet-i mutlaka ile idare olunan memleketler terakki edemez, ahalisi bahtiyar, zengin olamaz. Çünkü öyle yerlerde zulüm caridir. Kanunun hükmü yoktur. Padişahın dediği dediktir. … Hükümdar aslında iyi bir adam dahi olsa onun etrafında olanlar ona birtakım fena fikirler verirler, onu zulme sevk ederler.3
Başına buyruk padişahların keyfi uygulamalarının söz konusu olduğu mutlakiyet rejimlerinde halkın bir koyun sürüsü konumunda olacağını ifade eden ders kitapları, mutlakiyeti ilkel bir yönetim biçimi olarak tanımlıyor. Buna karşın, bir meclisin, siyasal partilerin, bir anayasanın ve bu anayasa çerçevesinde tanımlanan hakların söz konusu olduğu meşrutiyet rejiminin ise, hürriyet ve aydınlanmayı getireceği ifade ediliyor. Bu gibi düşüncelerden hareketle, ‘En iyi şekl-i idare meşrutiyettir’4şeklinde bir yargıya da varılıyor. (Cumhuriyetin bu ifadeyi ödünç alarak kendine uyarlamış olduğunu da düşünmek mümkün.)
Bu noktada, kendisini en iyi yönetim şekli olarak tanımlayan meşruti idarenin, öğrencileri cumhuriyet hakkında nasıl bilgilendirdiği konusu da ister istemez önem kazanıyor.
II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıl yayınlanan bir ders kitabında, yönetim biçimleri monarşi ve anayasal devlet olmak üzere, yani ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesi ölçü kabul edilerek, ikiye ayrılıyor ve ‘meşrutiyet’ ve ‘cumhuriyet’ yönetimleri de anayasal devletbaşlığı altında inceleniyor.5 Dönemin diğer kitaplarında da benzeri bir yaklaşım sergilendiği söylenebilir. ‘[K]itapların tümüne egemen olan anlayış, meşrutiyet ile cumhuriyeti “meşrut” yönetimler çerçevesinde ele alarak aralarındaki farkı yalnızca devlet başkanının seçimi yöntemine indirgemektir.’6
Kavramlar dar manalarında ele alındığında bu indirgemenin gerçeği yansıttığı rahatlıkla söylenebilir. Zira ‘[c]umhuriyet de bir hükümet-i meşrutadır. Şu kadar ki reis-i hükümet bir padişah değildir; millet tarafından muayyen bir zaman için intihap olunan [seçilen] bir zattır.’7 Buradan hareketle bir adım daha ileri gidilerek, 1925 sonrası Tek Parti Dönemi’nde rüesa-yı hükümetin seçimle işbaşına gelmemiş olmasından ötürü, rejimin ‘bu’ cumhuriyet niteliğini ancak 1946′da kazandığı da söylenebilir.

1 Ahmet Cevat. 1912. Mektepte Malumat-ı Ahlakiye ve Medeniye Dersleri. İkinci kısım. İstanbul: Mahmud Bey Matbaası. 149.
2 Pir Hazari Zade. 1915. Malumat-ı Ahlakiye ve Medeniye. İstanbul: Matbaa-i Cihan. 111.
3 Ali Seyyidi. 1913. Kızlara Mahsus Terbiye-i Ahlakiye ve Medeniye. İkinci kısım. İstanbul: Artin Asaduryan Matbaası. 50.
4 Seyyidi 50.
5 Hakkı Behiç. 1911. Malumat-ı Medeniye ve Ahlakiye. İstanbul: İkdam Matbaası. 27.
6 Üstel, Füsun. [2004] 2005. Makbul Vatandaş”ın Peşinde: II. Meşrutiyetten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi. İstanbul: İletişim Yayınları. 69.
7 Ahmet Cevat. 1912. Mektepte Malumat-ı Ahlakiye ve Medeniye Dersleri. İkinci kısım. İstanbul: Mahmud Bey Matbaası. 148.

Hiç yorum yok: