18 Şubat 2012 Cumartesi

11: Cumhuriyetin İlanı-Serdar Kaya


Ali Şükrü Bey’ın katledilmesi, 20. yüzyıl Türk politik hayatını tamamen değiştirecek gelişmelerin ilk adımıydı. Zira Ali Şükrü Bey’in cesedinin bulunmasının hemen ertesi gününde Birinci Grup seçim kararı aldı. Mustafa Kemal, teşkil edilen seçim komitesinden, kendisine güven oyu verilmesini ve yeni milletvekili adaylarını bizzat kendisinin belirlemesini talep etti.
Cumhuriyetin İlanı
Mustafa Kemal’in bu teklifine seçim komitesi üyelerinden Kazım Karabekir’in, ‘Milletin size itimat etmesi tabiidir. Fakat bu itimad onun hukuk-u esasiyesine hakim olmasını icap ettirmez. Böyle bir intihaba [seçime] milli intihab denilmez ve bu tarzda toplanacak Meclise de Millet Meclisi denmez.’1 şeklindeki itirazı başka üyelerce de destek görünce, Mustafa Kemal ısrarlı davranmadı. Ancak aynı komite, milletvekilleri adaylarını nihayetinde yine Mustafa Kemal’in onayıyla belirledi. ‘Ben muhalif istemiyorum’ diyen Mustafa Kemal’in, sadece kendisine yakın isimleri ve hemen bütün karargah mensuplarını aday göstermesi2 sonucunda, İkinci Grup üç mebus haricinde tamamen tasfiye edildi ve yeni meclisin dışında bırakıldı.
İlk kez 11 Ağustos 1923 tarihinde toplanan İkinci Meclis, Halk Fırkası’nın kuruluşundan, Cumhuriyetin İlanı’na, Atatürk’ün cumhurbaşkanlığından hilafetin kaldırılmasına kadar pek çok değişikliği gerçekleştirdi. Tek Parti ve Tek Adam rejiminin doğuşunun temelleri de, içinde Birinci’ye nisbeten daha sönük bir muhalefet barındıran İkinci Meclis döneminde atıldı.
İkinci Meclis’in göreve başlamasından yaklaşık bir ay kadar sonra Mustafa Kemal, Halk Fırkası’nı kurup başına geçti. Aynı anda hem devlet başkanı, hem de parti genel başkanı olmasına itirazlar yükselse de, Mustafa Kemal bunlara aldırış etmedi. Ancak bir Tek Parti ve Tek Adam rejimine doğru gidildiğini hissedenler, Mustafa Kemal’e giderek daha da şüpheyle yaklaşmaktaydılar. Devlet şeklinin cumhuriyet, kendisinin de cumhurbaşkanı olmasını hedefleyen Mustafa Kemal’in ise, bu şartlar altında söz konusu karar için mecliste çoğunluğu elde edebilmesi zor görünüyordu.
Cumhuriyetin “İlanı”
Cumhuriyetin İlanı, meclis çoğunluğunun tehlikede olması nedeniyle, vekillerin yarıya yakınının, Mustafa Kemal’in planı çerçevesinde meclisin diğer yarısına oynadığı bir oyun sonucunda gerçekleşti. Meclis, 28 Ekim 1923 günü akşamı, Mustafa Kemal’in sofrasında (İkinci Meclis’te sayılarının artırılmasına gayret edilen) asker milletvekillerinin çoğunlukta olduğu bir toplantı yapıldı. Mustafa Kemal sabaha doğru, 1921 Anayasasının birinci maddesinin sonuna, ‘Türkiye devletinin şekli, Hükümet-i Cumhuriyedir’ ifadesinin eklenmesine karar verdi.3 Bu değişiklik, ertesi gün mecliste diğer milletvekillerinin haberi olmadan oylanarak uygulamaya konacaktı. Atatürk’ün yakın çevresinden Falih Rıfkı (Atay), o gün için, ‘Eski rejimin son günü idi. Bunu bilenler az, bilmeyenler çoktu.’4 demektedir.
Söz konusu değişiklik, 29 Ekim 1923 günü, 334 vekilin çoğunluğunun mevcut bulunmadığı mecliste 158 oyla, yani salt çoğunluk dahi sağlanamadan kabul edildi ve Mustafa Kemal, o gün doğmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı oldu.
Aralarında Kazım Karabekir’in de bulunduğu çok sayıdaki milletvekili o sırada Ankara’da dahi olmadıklarından, cumhuriyetin ilanını meclisten çok uzakta, başkalarından öğreneceklerdi. Falih Rıfkı, o gece belediye bahçesindeki gazinoya giderek geç vakitlere kadar şenlik yaptıklarını ve ancak sabaha doğru uyuduklarını aktardıktan sonra, ertesi gün uyandıklarında İstanbul’da yayınlanan gazetelerde kıyametin koptuğunu gördüklerini ifade ediyor.5 Falih Rıfkı’nın, ismini vermeyip ‘her zaman bizden kalmış bir dostum’ olarak nitelendirdiği bir yakınından 31 Ekim tarihinde aldığını söylediği mektuptan alıntıladığı kısım ise şöyle:
Cumhuriyete diyecek yok. Fakat ilan tarzına bayıldık. Oyun pek mahirane tertip edilmiş, Millet Meclisi azasının çoğundan saklanmıştır. Doğrusu, hakimiyet-i milliye prensibinin cari olduğunu her vesile ile tekrar ettiğimiz bir devirde devlet şeklinin tesbit edilmesi gibi bir meselenin böyle yapılıvermesi kolaylıkla hazmedilebilecek bir şey değildir.6
Kazım Karabekir ise o günden sonra yaşananları şöyle anlatmaktadır:
Ben hem mebus hem de bir ordu kumandanı olduğum halde bana da kimse bir şey bildirmemişti. Bu vaziyet haklı olarak halkı da orduyu da telaş ve endişeye düşürdü. Daha dün yüreklerine ferahlık verdiğim zatlar benden bu şeklin manasını soruyorlardı. Bu vaziyette tabii Cumhuriyet’in ilanını ertesi gün dahi kutlayamadık.7
Atatürk ise, o geceyi ve 29 Ekim sonrasında olanları meşhur nutkunda şöyle ifade edecektir:
Yemek yenirken; “Yarın cumhuriyet ilan edeceğiz!” dedim.
Orada bulunan arkadaşlar, hemen düşünceme katıldılar. Yemeği bıraktık. Hemen o dakikada nasıl davranılacağı üzerinde kısa bir program saptadım ve arkadaşları görevlendirdim.
Düzenlediğim programın ve verdiğim yönergenin uygulanışını göreceksiniz.
Baylar, görüyorsunuz ki cumhuriyet ilanına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı çağırmaya ve onlarla görüşüp tartışmaya gerek ve gereksinme görmedim. Çünkü, onların öteden beri ve doğal olarak bu konuda benim gibi düşündüklerinden kuşkum yoktu. Oysa, o sırada Ankara da bulunmayan kimi kişiler hiçbir yetkileri yokken, düşünce ve olurları alınmadan cumhuriyetin ilan edilmiş olmasını, gücenme ve ayrılma nedeni saydılar.
 Mustafa Kemal nutkunda böyle söylemiş olsa da, Kurtuluş Savaşı’nda görev yapan pek çok komutanın da aralarında bulunduğu önemli bir kesim, bu gelişmelerin ardından kendisine çok daha mesafeli duracak ve mecliste muhalefet güçlenecekti. Dahası, basın, düzenbazlık olarak görülen bu uygulamaları sert bir dille eleştirmeye başlayınca İstanbul’a bir İstiklal Mahkemesi gönderilerek yayıncılık dahi baskı altına alınacaktı.
Daha sonra yaşanan gelişmelerde de görüleceği gibi, cumhuriyetin oldu bittiye getirilerek ilan edilmesi, ortamı sertleştirecek, Birinci Meclis’in ardından İkinci Meclis’te de, tansiyonu yüksek ve şiddet içeren bir atmosferin hakim olmasına neden olacaktı. Kazım Karabekir’in o günlerle Mustafa Kemal ile ilgili yapmış olduğu şu yorum, gerginleşen siyasetin bir ipucu olarak kabul edilebilir:
Hilafet ve saltanatı almak için koyu bir mutaassıp çehre ile minberlere kadar çıkıp hutbeler okumak, muvaffak olamayınca da bizzat meth ü sena edilen [övülen] mukaddesata dil uzatmak ve bunları altüst etmek üzere bir diktatörlüğe çıkmak gibi iki tehlikeli ifradın [aşırı ucun] birinden diğerine atlamak herkesin yapabileceği bir iş değildi. Fakat bu felaha [kurtuluşa] doğru bir gidiş de değildi.8
De Jure Cumhuriyet, De Facto Mutlakiyet

İşin aslına bakılacak olursa, ‘cumhuriyetin ilanı’ olarak sunulan ve sonraki yıllarda yeni nesillere efsaneleştirilerek aktarılan olay, sadece anayasaya yeni bir madde eklenmesinden ibaretti. Kurulan rejimin yapısal anlamda cumhuriyetle ilgisi olmaması bir yana, Tek Parti iktidarının güç kazanmasıyla birlikte Parti velideri anayasanın dahi üzerinde olacağından, 1923 tarihli de juregelişmeler giderek anlamını yitirecekti. Bu konuyla ilgili olarak Mete Tunçay (1924 anayasası ekseninde) şunları söylemektedir:
[A]slında bir anayasada neler yazdığı, hatta o belgenin ne gibi niyetlerle yapıldığı, nasıl uygulandığı kadar önemli bir konu değildir. Bir dünya anayasaları derlemesinin Türkiye ile ilgili bölümünün sunuşunda belirtildiği gibi, 1920 Polonya Anayasından esinlendiği ileri sürülen T.C.’nin 1924 Anayasası, Mustafa Kemal Paşanın yönetimi altında … geniş ölçüde kağıt üstünde kalan bir belge olmuştur.9
Konu bireysel haklar adına bir öngereklilik durumunda olandüşünce geleneği ekseninde değerlendirildiğinde de benzeri bir sonuca ulaşmak mümkün. Gerek iktidarın, gerekse iktidara muhalefet eden grubun liderlerinin askerlerden oluştuğu, ‘emirin demiri kesebildiği’ bir ortamda, rejimin (ve genel anlamda siyasetin) yapısının anayasallıktan militerliğe kayması bu noktada zaten doğaldı denilebilir. Falih Rıfkı dahi, anılarında naklettiği bir argümanla bu noktaya dikkat çekmektedir:
Mustafa Kemal de, İsmet İnönü de, nihayet Enver gibi birer askerdirler. Ankara iktidarı, ister istemez kafasının dikine giden bir askeri dikta rejimi olacaktır. Cumhuriyet, işin iç yüzünü maskelemekten başka bir şey değildir.10
Falih Rıfkı’nın (muhtemelen katılmadığı) bu argümanı nakletmesinin hemen ardından eski maliye bakanını ‘devrim diktalarına aklı yatmayan bir Osmanlı idi’ şeklinde eleştirebilmiş olmasından, devrim diktalarının o dönemde övünülecek bir şey olarak dahi görülebildiği ortaya çıkıyor! Zaten devrim sonraki yıllarda sosyal ve siyasi hayata ağırlığını koydukça bu durum hızla ders kitaplarına da yansıyacak ve kendilerine ‘Cumhuriyet hükümeti en güzel bir hükümet şeklidir’11 şeklinde normatif tanımlar sunulan çocuklara ‘tek parti rejiminin çok partili siyasetten üstün olduğu’ öğretilecekti:
Bazı memleketlerde birkaç siyasal parti vardır. Bunların her birisi millet işlerinin başka başka yollarda yürütülmesini dilerler. Her bir parti, kendi dileğinin önde tutulmasını istediğinden, bu memleketlerde millet hayatının düzen ve gidişi de zaman zaman bozulur, karışıklıklar meydana gelir.
Bu gün bizim tek bir partimiz vardır: Yalnız halk için kurulmuş olan ve bütün milleti halk diye bağrına basan bu parti, hepimizin malı olan Cumhuriyet Halk Partisi dir. Bizi bugünkü eşsiz millet haline getiren, canımız kadar sevgili altı oku bize bağışlayan odur.12
‘Tek Parti döneminde çok partili hayatın arzulandığı, ancak halkın buna hazır olmadığı’ şeklindeki (kimilerince bugün dahi kabul gören) iddia13 ise, 1950′li yıllardan sonra popülerleşecekti:
Şüphesiz Cumhuriyetimizin ilk kurulduğu günlerde, birden, çok partili demokrasiye geçmemiz uygun olmazdı.
Halkın monarşi geleneklerinden kurtulup demokrasiye ayak uydurabilmesi için yeni bir siyasi terbiye görmesi lazımdı. Atatürk, demokrasi idaresi için gerekli devrimler yapılıp gençliğe mal edilinceye kadar, çok partili hayata yer verilmemesi gerektiğini biliyordu.14
1 Mumcu, Uğur. 1990. Kazım Karabekir Anlatıyor. İstanbul. 81.
2 Mumcu 81.
3 Atay, Falih Rıfkı. 2004. Çankaya. İstanbul: Pozitif Yayınları. 412.
4 Atay 412.
5 Falih Rıfkı, Mustafa Kemal’e ve cumhuriyetin kendilerinden habersiz kurulmasına muhalefet eden kimi paşa ve şahsiyetlerin, bu noktadan itibaren daha açık bir muhalefet sergilediklerini de belirtir. Bkz.: Atay 414-415.
6 Atay 415.
7 Mumcu 109.
8 Mumcu 115.
9 Tunçay, Mete. [1981] 2005. Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931). İstanbul: Tarih Vakfı. 94.
10 Atay 416.
11 Mithat Sadullah. 1927-1928 Yurt Bilgisi, İlkokul 4. Sınıf. İstanbul: Hilal Matbaası.
12 İlkokul kitapları. Yurt Bilgisi Dersleri V. Sınıf. 1939. İstanbul: Maarif Vekaleti.
13 Gerçeği yansıtmayan ve çok partili hayattan sonra popüler kılınan bu iddianın 1908 sonrası çok partili meşrutiyet dönemini görmezden gelmesi bir yana, res publica kavramına yabancı olması da son derece dikkat çekici. Halk iradesinin (hiç de özgürlükçü ya da cumhuriyetçi olmayan) parti ideolojisi ile henüz uyumlu olmadığını, bu nedenle de hiç tecelli etmemesinin daha iyi olacağını varsayan bu yaklaşım, demokrasiyi sadece ‘kendi taraftarlarının çoğunlukta olduğu durumlarda’ makul buluyor. Bu yaklaşım çerçevesinde, halk, ‘terbiye edilmesi gereken’ bir güruha dönüşürken, siyaset de söz konusu kitlesel dönüşümün aracı haline geliyor.
14 Üstel, Füsun. [2004] 2005. “Makbul Vatandaş”ın Peşinde: II. Meşrutiyetten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi. İstanbul: İletişim Yayınları. 275.

Hiç yorum yok: