18 Şubat 2012 Cumartesi

10: İlk Meclis ve İkinci Grup-Serdar Kaya


Resmi ideolojinin militarist niteliği, milliyetçilik dışındaki ilkelerin de yapılarını ve uygulamaya konuluş şekillerini doğrudan belirledi. Bu açıdan, ‘altı ok’ konseptindeki her ilkenin, militarizm gölgesinde kavramsallaştığı rahatlıkla söylenebilir. Bu nedenle de, söz konusu ilkelerin analizlerine geçmeden önce, ‘altı ok’ konseptinin üzerindeki militarizm şemsiyesinin incelenmesi gerekli.
İlk Meclis ve İkinci Grup
Gücü merkeze alan ve güçlü olanı aynı zamanda haklı da kılan militarist anlayış siyasi hayata hakim olduğu ölçüde, müzakerelerin medeni ölçülerden uzaklaşarak, öfkekavga veşiddet eksenli bir yapıya bürünmeleri kaçınılmaz. Güçlü olanın haklı olması, elbette zayıf olanın ortadan kaldırılmış olmasının bir sonucu. Bu militarist yaklaşımın siyasi ortamdaki yansımasının,meşru muhalefeti tehdit olarak algılayan ve halli için fırsat gözeten bir zihniyet olarak belirecek olması ve bunun sonucunda da, siyasi rejimin, çatışmadan galip çıkacak bir tek parti ya da Tek Adam’ın monokrasisine dönüşme eğilimi göstereceği açık.
Ankara’da açılan ilk meclis, çoğunluğu itibariyle yüksek öğrenim görmüş mebuslardan oluşmakta olsa da, gerek meşrutiyetle birlikte başlamış olan çoksesliliğin henüz içselleştirilememiş olması, gerekse meclis içerisinde iki asker kökenli insanın etrafında oluşmuş olan iki grup arasındaki derin görüş ayrılıkları nedeniyle, öfkekavga ve şiddet eksenli müzakerelere sahne oldu. Meclisin nihayette evrildiği nokta da zaten teksesli, militer bir totaliterizm oldu.
İlk Meclis ve İki Grup

23 Nisan 1920′de açılan ve Kurtuluş Savaşı yıllarında görev yapan ilk meclis içerisinde, (özellikle zafer sonrası dönemde) iki grup iyice belirginleşmişti. Birinci Grup, (aynı zamanda meclis başkanı olan) Mustafa Kemal’in, İkinci Grup ise, yine asker kökenli bir siyasetçi olan Ali Şükrü Bey’in etrafında oluşmuştu.
Daha çok dindar insanlardan oluşan İkinci Grup, Trabzon milletvekili olan Ali Şükrü Bey’in liderliğinde Mustafa Kemal’e karşı çok güçlü bir muhalefet sergiliyordu. Dahası, 1923 yılındaTan gazetesini çıkarmaya başlayan Ali Şükrü Bey, Mustafa Kemal’in 1920 yılında yayınlamaya başladığı Hakimiyet-i Milliyegazetesine karşı kendi seslerini duyurmaya da başlamıştı. İyi derecede yabancı dil bilen, dış basını da düzenli bir şekilde takip eden Ali Şükrü Bey, kimi günler 10-15 kez meclis kürsüsüne çıkmaktan çekinmeyecek denli ciddi ve şiddetli bir muhalifti.
O dönemi yaşayan insanların anılarına bakıldığında, Ali Şükrü Bey’i seven sevmeyen herkesin onu heyecanlıdoğru bildiğini söylemekten çekinmeyenasabi mizaçlı bir insan olarak tasvir ettiği ortaya çıkıyor.
Mustafa Kemal Paşa ve Ali Şükrü Bey

Ali Şükrü Bey ile Mustafa Kemal arasındaki gerginlik, özellikle Lozan müzakereleri esnasında doruğa çıktı. Zira, İkinci Grup’ta yer alan vekiller, Lozan görüşmelerini idare eden Birinci Grup üyelerini sert bir dille eleştiriyor, Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer alan Musul ve Kerkük’ün verilemeyeceğini söylüyorlardı. Ali Şükrü Bey ise, diplomat olmayan İsmet İnönü’nün dışişleri konusunda yeterli altyapıya sahip olamadığı için Lozan’da başarısız olduğunu ifade ediyor ve savaşla kazanılan zaferlerin masa başında heba edildiğini belirtiyordu.
O günlerde yaşanan gergin ortamı Ali Fuat Cebesoy anılarında şöyle anlatıyor:
Gazi Paşa konuşurken, Meclise sinirli bir hava hakimdi. Mustafa Kemal Paşa kürsüyü terketmiyor, sualleri cevaplandırıyordu. Mebuslardan bir kısmı bulundukları yerlerden ayağa kalkıyor ve konuşuyorlardı. Bir kısmı da kürsünün etrafında gelmişler, Gazi’ye cevap yetiştiriyorlar, sualler soruyorlar, tenkitler yapıyorlardı. Bunlar arasında Ali Şükrü Bey de vardı. Paşa sözlerini tamamladıktan sonra Ali Şükrü Bey’in:
“Ben de söyleyeceğim” demesi üzerine Gazi Paşa hiddetli bir tavırla:
“Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zarardide ediyorsunuz.” demiş ve elleri cebinde olduğu halde asabi bir halde kürsüden inmiş ve “Memleketi zarardide ediyorsunuz, maksadınız nedir?” diye bağırarak Ali Şükrü Bey’in üzerinde yürümüştü. Bu sırada Birinci ve İkinci Grup azalarından bazıları Meclis salonunun ortasında birbirlerine bağırmakta olan mebusların etrafını almışlardı. Gürültüler, şiddetli ve asabi hareketler oluyordu. Ali Şükrü Bey, “Kimseyi ithama hakkınız yoktur” diye bağırıyor, Sivas Mebusu Hakkı Hami Bey, “Mecliste emniyet yok mudur?” feryadını basıyordu.
“Meclis her vakit emniyetini muhafaza eder, şimdi de vardır. Susunuz, herkes yerine otursun.” ihtarıyla müdahalede bulundum. Ali Şükrü Bey’in sesi yükseliyordu:
“Emniyet-i şahsiye mefkut [yok] mudur?”1
Ali Şükrü Bey’in Akıbeti

1923 yılının Şubat ve Mart aylarında mecliste Lozan ile ilgili bu şekilde yüksek tansiyonlu müzakereler gerçekleştiği bir dönemde, 27 Mart 1923 tarihinde Ali Şükrü Bey birden ortadan kayboldu. Ali Şükrü Bey’in arkadaşları Ankara’da kendisini sürekli aradılarsa da, izine rastlayamadılar. Aradan iki gün geçtikten sonra konu mecliste müzakere edildi. İkinci Grup milletvekilleri Ali Şükrü Bey’in öldürüldüğünden şüpheleniyor, kendisinin başına gelenlerden Birinci Grup’u sorumlu tutuyor, Mustafa Kemal’in tutuklanmasını talep ediyorlardı.
31 Mart 1923 günü, yani dördüncü gün, Ali Şükrü Bey‘in cesedi bulundu. Mustafa Kemal’in en büyük karşıtlarından biri olan Dr. Rıza Nur, cesedin bulunuşunu hatıralarında şöyle anlatıyor:
Şimdi iş tamam olmak için Ali Şükrü’nün cenazesini arıyorlar ve bu taharriyatı [aramayı] Çankaya’da yapıyorlar. Bir faal jandarma zabiti, bir müfreze jandarma ile dolaşıyor. En sıcak mevsimdi. Zabit bakmış Çankaya’da bir sürülmüş tarlanın bir yerinde birçok sinek yığılmış bir yere konuyor, uçuşuyormuş. Dikkatini celbetmiş, oraya gitmiş, eline bir parmak dokunmuş. Epeyce açmış bir insan ayağı. Bütün açmışlar Ali Şükrü!… Demek acele ile çukuru derin kazamamışlar ve vücudu derince itmiş, amma bir ayağı adeta dışarda kalırcasına sadece dört beş parmak kadar toprak ile örtülmüş imiş.2
Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’in muhafız kıtası komutanı Topal Osman tarafından telefon telleriyle boğularak öldürüldüğü ortaya çıkınca, İkinci Grup milletvekillerinin derhal mecliste Mustafa Kemal aleyhine suç duyurusunda bulunarak kendisinin tutuklanmasını talep etmiş oldukları bilinse de, o günlerde mecliste bu konuda yapılan konuşmalar zabıtlardan çıkarılarak kayıtlar yok edildiği için, birebir hangi ifadelerin sarf edildiğini öğrenebilmek ne yazık ki mümkün değil.
Cinayetten sorumlu olan Topal Osman’ın akıbetini ise, Atatürk’ün yakınlarından Falih Rıfkı Atay anılarında şöyle aktarıyor:
Karadeniz kıyılarının bu destan kahramanı, sonuna kadar Mustafa Kemal’e bağlı kalan, çetesinin adamlarına Çankaya’da ve köşkle şehir arasındaki yolda nöbet bekleten Topal Osman da, en sonunda, nizamlı ordunun kıta komutanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından ve Mustafa Kemal’in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur.3
 Ali Şükrü Bey’in sevenlerinin bunun ‘cinayetin izlerini silme’ amacıyla işlenmiş ikinci bir cinayet olduğunu ifade etmiş olmaları işin bir yanı… Ancak, gaspçılığıyla meşhur, yüzlerce insanı bir mağaraya doldurup öldürebilecek kadar gözü dönmüş bir caninin nasıl olup da Mustafa Kemal’in muhafız kıtası komutanlığına getirilebildiği ya da bu terfi üzerine Karadeniz bölgesinden Ankara’ya gelirken bile yolu üzerindeki hanelere tecavüz etmekten geri durmamış olan bu canavarı Falih Rıfkı Atay’ın neden ‘kahraman’ olarak nitelendirdiği gibi konular da ayrıca ele alınmalı.
Ancak Dr. Rıza Nur gibi Mustafa Kemal karşıtları bu konuyu sadece onun üzerine yıkmaya çalışsalar da, ‘muhalefeti ortadan kaldırma’ başlığı altında tanımlanabilecek bu türden gelişmeleri bir mütekabiliyet içerisinde ele almanın çok daha makul bir yaklaşım olacağı açık. Zira, Ali Şükrü Bey’in hayatının tehlikede olduğu bilinmekteyse de, kendisinin de benzeri bir girişime hazır olduğu ve bunu dile getirmekten çekinmediği biliniyor:
Bir gün Ali Şükrü ile konuşuyorum. Kimse yok. O beni dinsiz diye sevmezdi, fakat namusludur, riayetsizlik etmez ve hatta bana sırrını söylerdi. Biz Lozan’dayken başına gelenleri anlattı. Kılıç Ali ile Topal Osman’nın adamlarından bazıları Ali Şükrü’yü öldürmek üzere vazifelendirilmişler. Falan bunlardan biri Ali Şükrü Bey’in uzaktan akrabası olduğu için, “Tetikte bulunsun” diye ikazda bulunmuş.
Ali Şükrü demek bu teşebbüsten korkmamış. Çünkü şiddetle muarazada devam ediyordu. Hakikaten kabadayı adamdı. Hem de güçlü kuvvetli…
Dedim: “Yahu ihtiyatlı davran, biraz şiddeti kes!”
Dedi: “Birşey yapamaz, ben ondan bunun intikamını alacağım. Bu …’den milleti kurtaracağım. Ben onu geberteyim de görsün.”
Bunları büyük bir heyecan ve şiddet içinde söylüyordu. Mizacı pek asabi ve şedit bir adamdı.
Dedim: “Aman bu sözleri iyi sakla, kimse duymasın. Böyle şeyden vazgeç. Henüz sulh etmedik. Bir şer çıkmasın.”
Günler belki haftalar geçti. Bir gün Meclise girdim. Baktım bütün mebuslar orada, kürsüde [Mustafa Kemal]. Birşeyler söylüyor. Mecliste bütün mebuslara oturacak yer yoktu. Mühim celse olup da hepsi gelince bir kısmı sıralar arasındaki yollarda ayakta durup dinlerdi. Bu yollar tıkanmış, kürsü yakınına kadar ilerleyemedim. Ayakta durdum. Bekliyorum. Bir aralık önümde, ‘Ah deyyus seni ne zaman geberteceğim?’ dendiğini işittim. Usul ile başımı öne uzatıp, yandan yüzüne baktım. Ali Şükrü. Yüzü kıpkırmızı. Dişlerini gıcır gıcır gıcırdatıyor, ama ne gıcırdama! Sanki dişleri çene kemikleri kırılıyormuş gibi “gırt gırt” ediyor. Adale-i mufiyesi öyle bir faaliyette ki, müthiş takallüslerinden [kasılmalarından] avurtlarında birer yumruk gibi olmuşlar. Kuvvetli, adaleli adam. Zaten bu adalede çok kuvvet olur. Bunda büsbütün. Yine geriye çekildim. İçimden dedim “Oluyor. Bu da onu öldürmeye karar vermiştir.” Ama bu cinayete ilk başlayan ve Ali Şükrü’yü sevkeden odur. Ali Şükrü’nünki muhafaza-i nefs kaygısıdır. Meşrudur. Beriki kendini tenkid eden bir mebusu öldürtmek istiyor. Halis tiranlık, halis cinayet…4
Dr. Rıza Nur her ne kadar Ali Şükrü Bey’in tavrını bir nefs-i müdafaa olarak mazur göstermeye çalışsa da, bu durumu belinde tabancayla gezen asker kökenli siyasetçilerin kendilerine has mücadelesi olarak görmek çok daha makul bir yaklaşım olur. Zira Ali Şükrü Bey erken davranarak dediğini yapabilir, Türkiye tarihi de, farklı bir şekilde de olsa ‘yine militarist bir yaklaşımla’ şekillenebilirdi.
İki Boyutlu İlk Meclis

Halk Fırkası kurulmadan önce ve sonra muhalefete reva görülenler elbette bunlarla sınırlı değil. Ancak şayet bu gibi konuların analizinin ‘Türkiye’de bireysel haklar’ açısından bir anlam ifade etmesi amaçlanıyor ise, sıklıkla ve ısrarla yapılan ‘siyaseti şahıslara endeksleme’ hatasını terk ederek düşünce geleneğine odaklanmak ve yaşanılanları objektif kriterlere tabi tutarak değerlendirmek gerekiyor. Zira, mecliste yaşanan münazaralarda kimin haklı olduğu, cinayeti kimin işlediği, katili kimin azmettirdiği ya da kimin önce davrandığı gibi konular bu noktada çok da önemli değil. Çünkü bu tür konuları bireysel haklar adına ifade ettikleri anlamlar itibariyle değerlendirirken Mustafa Kemal ve Ali Şükrü yanlısı bir tavır takınmak fazlasıyla anlamsızlaşıyor. Burada aslolan, gerek Mustafa Kemal’in, gerekse Ali Şükrü Bey’in onca ayrı düşüncelerine rağmen aynı düzlemde buluşarak (farkında bile olmadan) oluşturdukları siyasi gelenektir.
Bu noktayı izah etme adına, Falih Rıfkı Atay’ın, bütün bu olaylara nasıl bir zihniyetin şekil verdiği konusunda önemli ölçüde fikir verebilecek bir anısı dikkate alınabilir. Kalpaklı Birinci Grup ilefesli/sarıklı İkinci Grup arasındaki kutuplaşmayı Falih Rıfkı Atay şu cümlelerle aktarıyor:
[İ]kinci Mahmud’un rumlardan taklit ettiği fes için dışarıya milyonlarca lira verildiğini ileri sürerek kalpağın başlık olarak seçilmesini ileri süren bir teklif yüzünden kıyamet koptu:
- Hayır, hayır.
- Fes Türk’ün ruhuna yerleşmiştir.
- Fas ve Tunus islamları da fes giyer.
- İslam dünyası için fes alamet-i farika’dır.
Hücumlar arasında tekfif reddedilmiş,
- Yaşasın fes!
- Yaşasın kalpak!
çığlıkları arasında meclis birbirine girmiştir.5
Dikkat edilecek olursa, zamanında II. Mahmud tarafından halka dayatılan ve geleneksel gerekçelerle tepki gören fes, İkinci Grup tarafından ‘İslam adına’ korunmak isteniyor. Diğer yandan Birinci Grup da, (sanki memleketin başka derdi yokmuş gibi) herkese zorla kalpak giydirmek istiyor.
Şahıslar ya da ideolojik yaklaşımlar bazında saf tutarak, kalpaklı Mustafa Kemal, fesli Ali Şükrü ya da sarıklı İkinci Grup üyeleri arasında tercih yapmak elbette mümkün. Ancak dönemin siyasi anlayışını ya da atmosferini incelemek ve hakim olan siyasi yapının nasıl bir zihniyetin ürünü olduğunu ortaya koymak için bu türden kutuplaşmalar içerisine girmek gerekmiyor.
Bilimsel metodun gerektirdiği objektif bakışı bir yana koyarak ideolojik davranmak bile istense, aradan bunca yıl geçtikten sonra, bugün bile hala belli şahıslar arkasında aynı anlamsız konular etrafında cepheleşmek pek de akıllıca bir tutum olmasa gerek. Bir başka deyişle, Türkiye, yıllar önce mecliste birbirinin üzerine yürüyen Mustafa Kemal Paşa ve Ali Şükrü Bey arasında bir tercihte bulunmak zorunda değil artık. Bu, her ikisini de reddetmek gerektiği anlamına da gelmez. Kendi doğru bildikleri uğruna mücadele vermiş ve bunun sonucunda tarihte yerlerini almış olan bu iki insan, biz istesek de, istemesek de zaten hakim siyasi geleneğimizin birer parçası durumunda. Zira, Ali Şükrü Bey’in Tan gazetesini çıkarma hazırlığı içerisinde olduğunu duyan ve yaverine ‘Yakın yıkın’6 diyen Mustafa Kemal de, ‘[Kadınlarımızın] yüzlerini açtırmayacağız’7 diye haykıran Ali Şükrü Bey de, aynı geleneğin farklı damarlarına karşılık geliyor.
Bu nedenle, 1920, 30 ve 40′ların kısır ve iki boyutlu siyasi kalıplarının dışına çıkabilmek için, şahıs bazlı ya da iyi/kötü eksenli yaklaşımları terk etmek gerekli. Bunun için de, yakın tarihin ısrarla halktan gizlenmek istenen sayfalarını, ezberlerimizi bozmaya baştan hazır olarak tetkik etmek, ve kahramanlar değil, veriler üzerinden konuşmayı alışkanlık haline getirmek gerekiyor.
1 Cebesoy, Ali Fuat. 1957. Ali Fuat Cebesoy’un Siyasi Hatıralarıİstanbul. 286.
2 Nur, Rıza. Hayat ve Hatıratım. Cilt 3. 1176-1177.
3 Atay, Falih Rıfkı. 2004. Çankaya. İstanbul: Pozitif Yayınları. 287.
4 Nur 1171-1174.
5 Atay 283-284.
6 Kazım Karabekir’in anılarından: ‘Gazi pek asabi idi. “Muhaliflerden Ali Şükrü Bey Ankara’ya matbaa makinesi getirmiş… Tan adında bir gazete çıkaracakmış, siz hala uyuyorsunuz” diye yaveri Hüseyin Abbas Bey’e verdi veriştirdi. Ve “yakın, yıkın” diye çıkıştı.’ Bkz.: Mumcu, Uğur. 1990. Kazım Karabekir Anlatıyor. İstanbul. 68.
7 Falih Rıfkı Atay’ın anılarından: ‘Anadolu’da Tanzimat’tan da öncesini hatırlatan bir hava vardı. Şair [Mehmet] Akif, sarıklı hocalardan bir çoğu, Trabzon milletvekili Ali Şükrü bu grupta idiler. Ali Şükrü bir deniz kurmayı olduğu halde en azılı olanlardan bir idi. 26 yaşında meclise gelmişti. Cüretli ve atılgandı. Bir sağlık kanunu tartışmasında: “Kadınlarımızdan ne ister bunlar? Yüzlerini açtırmayacağız!” diye haykırmıştı.’ Bkz.: Atay 283-284.

Hiç yorum yok: