21 Mart 2013 Perşembe

CERVANTES'İN TÜRKLERE ESİR DÜŞMESİ VE ESARETİNİN ESERLERİNE YANSIMASI Yrd. Doç Dr. Ertuğrul Önalp*


CERVANTES'İN TÜRKLERE ESİR DÜŞMESİ VE
ESARETİNİN ESERLERİNE YANSIMASI

Yrd. Doç Dr. Ertuğrul Önalp*


Miguel de Cervantes
İspanyol Edebiyat Tarihinin XVI, ve XVII. yüzyılları kapsayan
bölümlerine birgöz atacak olursak, şiir veya roman ya da tiyatro türünde
olsun birçok edebî eserde Türk temasının oldukça yoğun bir
şekilde işlenmiş olduğunu görürüz. O yüzyıllarda yazarların büyük
bir kısmı Akdeniz'de korkulan büyük bir düşman olarak gördükleri
Osmanlı Devleti'nden ve Türklerden eserlerinde sık sık bahsetmekteydiler.


Bu yazarlardan bazıları hayal gücünün yardımıyla olayları
yaşanmış gibi gösterirken, bazıları da başkalarının ya da bizzat kendilerinin
yaşamış oldukları tecrübeleri anlatıyorlardı. Yazılarında
kendi yaşantısından kesitler sunan ve gerçek olayları sergilediği
tahmin edilen yazarlardan biri de İspanyol edebiyatının şaheseri
Don Quijote 'yi (Donkişot) yazan Miguel de Cervantes'dir. Bilindiği
gibi bu ünlü yazar 1575 yılında italya'dan gemiyle İspanya'ya
dönerken gemisi Türk denizcileri tarafından ele geçirilmiş ve esir
edilerek Cezayir'e götürülmüştür. Ceyazir'de esir olarak 1580 yılına
kadar yaşayan Cervantes'in esaret yıllarına ait elde nisbeten çok az
bilgi vardır ve bu bilgiler de bölük börçük birtakım belgeler ve birkaç
mektuptan öteye gitmemektedir. Bununla birlikte Cervantes bazı
eserlerinde yaşamının bu dönemini aydınlatan kesitler sunmuş
olduğundan esir düşüşünden hürriyetine kavuşuncaya kadar geçen
zaman zarfından Ceyazir'de nasıl bir hayat sürdüğüne dair fikre sahip
olabilmekteyiz. Gerçekten de Cervantes'in bazı eserleri tamamen
esaret yaşantısı ürezine kurulmuşlardır. Nitekim "Los baños de
argel", "Los tratos de Argel", El gallardo español" ve "La Gran Sultana
doña Catalina de Oviedo" ve "El amante liberal" adlı eserlerde
tema esarettir. Ayrıca, "Don Quijote", "La Galatea", "Persiles y Sigismunda",
"La española inglesa", ve "Rincone y Cortadillo" adlı
eserlerinde de zaman zaman esaretle ilgili pasajların bulunduğunu
görüyoruz. Cervantes bu eserlerinde ne dereceye kadar kendi
yaşamından bahseder bunu kesin olarak bilmek mümkün değil, yazdıklarının
bir bölümünün hayal gücüne dayanması muhtemeldir, ancak
o dönemin Cezayir'i hakkındaki diğer kaynak eserlerde de benzer
olayların anlatılması Cervantes'in eserlerinin büyük bir kısmının
gerçekleri yansıttığı görünüşünü desteklemektedir. Bu eserleri incelemeden
önce olayların akışım yönlendiren tarihî olaylara ve dünyanın
o dönemdeki siyasî ve askerî yapısına kısaca değinmekte yarar
görüyoruz.

Miuel de Cervantes de Saavedra 1547 yalında Alcalá de Henareş'de
doğduğunda, Osmanlı İmparatorluğu ile İspanya Avrupa'da
ve Akdeniz'de birbirine rakip iki süper güç olarak karşı karşıya bulunmaktaydılar.
Osmanlı Devleti Avrupa'ya açılma yolunda kendisine
bir ayak bağı olarak gördüğü Bizans'ı 1453 yılında ortadan kaldırdıktan
sonra hem Anadolu'da birliği sağlamış hem de Avrupa'da
yeni fetihlere girişmiştir. Buna karşılık İspanya'daki Kastilya krallığı
Müslümanların İber Yarımadasındaki son kalesi Gırnata'yı 1492
yılında ele geçirdikten sonra Avrupa'da ve Akdeniz'de yayılma harekâtına
girişmiştir. Bizans ve Gırnata gibi zayıf iki devleti karşılıklı
olarak ortadan kaldıran ve biri İslamın, diğeri de Hıristiyanlığın
hâmisi durumunda olan bu iki gücün bir noktada çarpışmaları kaçınılmazdı
ve bu çatışma ortamı da her ikisinin de hakimiyet kurmak
istedikleri Akdeniz olacaktı. Nitekim Türklerin Kuzey Afrika kıyılarına
yerleşmeleriyle birlikte Osmanlı Devleti ile İspanya arasında
başlayan mücadele, özellikle Türk deniz gâzilerinin Cezayir merkez
olmak üzere Akdeniz'de gazâ faaliyetine geçmeleriyle doruğa
ulaşmıştır1.

Cervantes'in gençlik dönemine ait hâlâ aydınlığa kavuşturulmamış
birçok karanlık nokta vardır. Ailesi kalabalık bir cerrah olan
babasının alacaklıların devamlı takibinden kurtulmak için sık sık
bir yerden diğerine göç etmesi sebebiyle doğru dürüst bir eğitim
görmeyen Cervantes'in bütün yaşamı gibi, ilk dönemlerinin de büyük
sıkıntılar ve meşakkatler içinde geçmiş olduğu tahmin edilmektedir.
Yine de kesinlikle bilinen bir şey varsa oda 1569'dan sonra
İtalya'da oluşudur. Bu ülkede bulunuşunun nedeni her halde
İspanya'da hakkında çıkartılan bir tutuklama kararından kurtulmak
için olsa gerek. Cervantes'in 1568 yılında Madrid'te bir düelloda rakibine
ağır bir şekilde kılıçla yaraladığı bilinmektedir. O zamanlar

düello etmek kesinlikle yasaktır ve düello edenlere ağır cezalar uygulanmasına
rağmen düelloların önünü almak mümkün olmuyordu.
Olay yerinden kaçarak kurtulan Cervantes'in gıyabında yapılan duruşmasında
sağ kolunun halk önünde kesilmesine karar verilir2.

Edebiyatta büyük beklentileri olan geleceğin ünlü yazan bu
yirmi bir yaşındaki genç için kılıç ve kalem tutan sağ elin kesilmesi
ölümden beterdir. Cervantes hakkında verilen karardan kurtulmak
ve zamanın akışı içinde kendisine unutturmak amacıyla önce Valensiya'ya,
sonra da Kastilya ceza ve infaz sisteminin geçerli olmadığı
Katalunya'ya gider. Buradan sonra yurt dışına gitmeye karar
veren Cervantes 1570 yılında İtalya'da Kardinal Acquaviva'nin hizmetinde
çalışmaya başlar3.

Cervantes'in İtalya'da bulunduğu sıralar Osmanlılar Kıbns'ı fethederek
Hıristiyan âleminde büyük bir telâş ve endişenin doğmasına
yol açmışlardır. Papa V. Pius Kıbns'ı ele geçiren Türklere karşı
büyük bir haçlı seferi düzenlenmesi için çağnda bulununca 1571
yılının İlkbaharından Papalık, Venedik Cumhuriyeti, İspanya ve
Malta arasında bu amaçla bir ittifak kurulur. Bu arada Cervantes
Napoli'ye giderek İspanyol birliklerine asker olarak yazılır4.
Haçlı donanmasının başında İspanya Kralı II. Felipe'nin kardeşi,
V. Carlos'un gayrimeşru oğlu Don Juan de Austria bulunmaktadır.
7 Ekim 1571 tarihinde Osmanlı donanmasıyla haçlı donanması
arasında cereyan eden İnebahtı(Lepanto) deniz muharebesinde
"Marquesa" adlı İspanyol kadırgasında bulunan Cervantes göğsünden
ve kol elinden yaralanır5. Bilindiği gibi muharebe Osmanlılann
yenilgisiyle sonuçlanır. Osmanlı donanmasının yenilgisinin en
önemli sebebi olarak, Yeniçeri Ağalığından donanma kumandanlığına
getirilen Müezzinzade Ali Paşa gösterilir. Cezaretiyle tanınan
bu kumandanın deniz savaş usûllerine vâkıf olmaması, ve aynca
Uluç Ali Paşa gibi tecrübeli kaptanların tavsiyelerine önem vermemesi
bu yenilgiyi hazırlayan sebeplerin başında gelmektedir6

Sol elini bir daha kullanamayacak şekilde çolak kaldığı bu deniz
savaşı Cervantes üzerinde büyük bir etki uyandırmış olmalı ki,

en mühim eseri "Don Quijote" de ondan bahsetmektedir. Eserin
XXXIX. bölümünde tutsağın ağzından bu savaş hikâyesini anlatırken
kısmen de kendi başından geçenleri öğrenmiş oluyoruz: "Babamın
evinden aynlalı yirmi iki yıl oluyor, bu zaman zarfında birkaç
mektup yazmama rağmen ne ondan nede kardeşlerimden bir haber
alamadım. Bu uzun süre içinde başıma neler geldi size kısaca anlatacağım.
Alicante'den gemiyle ayrıldım, rahat bir yolculuktan sonra
Cenova'ya vardım, oradan da Milano'ya giderek kendime silâh ve
asker elbiseleri satın aldım. Daha sonra Piamonte'de orduya yazılmaya
karar verdim. Alejandría de la Palla'ya doğru yola çıkmak
üzereyken Alba Dükünün Flandre'ye gitmekte olduğunu öğrendim.
Fikrimi değiştirerek Dük'e katıldım ve onun seferlerinde emri altında
savaştım, Eguemon ve Hornos Kontlarının ölümlerine tanık oldum,
Diego de Urbina adında Guadalajarlı ünlü bir kumandanın
emrinde asteğmen olarak bulundum, Flandreye gelişimden bir süre
sonra, Papa, V. Pius Hazretlerinin girişimiyle ortak düşmanımız
Türklere karşı Venedik Cumhuriyeti ile ispanya'nın bir ittifak oluşturduklarını
öğrendim, Türkler o zamanlar Venediklilere ait olan
Kıbrıs'ı ele geçirmişlerdi, bu bizim için çok acı bir kayıptı. Kralımız
Majesteleri Don Felipe'nin üvey kardeşi olan Don Juan de
Austria Hazretlerinin bu ortak donanmanın kumandanlığına getirilmiği
ve büyük savaş hazırlıkları yapıldığı duyuldu. Bunu duyar
duymaz içimde bu sefere katılmak için büyük bir arzu uyandı ve
bütün engellere ve verilen sözlere rağmen (çünkü ilk fırsatta beni
yüzbaşı yapacaklarını vaad etmişlerdi) her şeyden vazgeçerek İtalya'ya
hareket ettim. Şans eseri Don Juan de Austria Cenova'ya yeni
ayak basmıştı ve Vened'k donanmasına katılmak için Napoli'ye gidecek
ve sonra da Mesina'ya doğru yol alacaklardı. Sonunda bu
mutlu sefere bir talih sonucu elde ettiğim piyade yüzbaşısı rütbesiyle
katıldım. O gün Hıristiyanlık için sevinçli bir gündü, çünkü bütün
milletler Türklerin denizde yenilemiyeceklerine dair olan inancın
ne kadar boş olduğunu görmüşlerdi..." 7.

Cervantes nekahat devresini geçirmek üzere Mesina'ya gider
ve yaralan iyileştikten sonra ertesi yıl yine deniz seferlerine katılarak
haçlı donanmasında Korfu'da, Naravarin'de, Tunus'da ve Goleta'da
savaşır. İnebahtı savaşından dört yıl sonra Cervantes askerlik
mesleğinden ayrılmanın zamanı geldiğine inanmaktadır, zira beklediği
yüzbaşı rütbesine hâlâ yükseltilmemiştir. Çolak olduğu için

belki de bu rütbeye hiç bir zaman ulaşamayacaktır. Askerlikten ayrılma
belgesini ve sivil hayatta iyi bir iş bulmasına yardımcı olacak
tavsiye mektubunu Don Juan de Austuia'nın bizzat kendisinden aldıktan
sonra "Sol" adlı bir kadırgayla 20 Eylül 1575 tarihinde Napoli'den
İspanya'ya doğru hareket eder. Aynı gemide kendisi gibi
savaşlara katılmış olan kardeşi Rodrigo de Cervantes de bulunmaktadır8.
Cervantes ve kardeşinin bulunduğu gemi Fransa'nın güneyindeki
Tres Marías limanı açıklarına geldiğinde karşısına Cezayir'den
gelmekte olan 4 Türk kadırgası çıkar. Gemi Türk denizcileri tarafından
ele geçirilince Cervantes ile kardeşi tutsat edilerek Cezayir'e
götürülür. Esir edilenler arasında tecrübeli bir asker olan General
Pero Diez Carrillo de Quesada ile Vitoria şövalyesi D. Juan Bautista
Ruiz de Vergara ve diğer bazı önemli şahıslar da bulunmaktadır.
Türk gemilerinin rampa edişi esnasında Ruiz de Vergara ölür. Türk
kadırgalarının kaptanı Arnavut Mami (Memo ya da Mehmed olabilir),
"El Sol"ü zapteden kadırganın reisi ise Deli Mami adında biridir9.
Cervantes'in gemisinin direnip direnmediği bilinmemektedir,
ancak ünlü yazar "La Galatea" ve "La española inglesa" adlı eserlerinde
bir geminin Türkler tarafından zorla ele geçirilişini biraz yaşadığı
tecrübenin biraz da hayal gücünün yardımıyla canlı bir şekilde
gözlerinin önüne sermektedir: O sırada rüzgâr hafiflemeye
başlamıştı, becerikli denizciler bütün yelkenleri mümkün olduğu
kadar açmaya çalışıyorlardı İçlerinden biri baş tarafta bulunuyordu.
henüz fazla yükselmemiş ayın ışığında bize doğru son hızla
gelmekte olan dört kürekli uzun bir gemiyi görünce bunun bir düşman
gemisi olduğunu fark ederek bağırmaya başladı:

- Silâh başına! Silâh başına! Türkler geliyor!

Bu ani alarm gemide bulunan herkesi yerinden oynattı, yaklaşan
tehlike karşısında ne yapacaklarını kestiremeyen yolcular birbirlerinin
yüzüne bakıyorlardı, fakat bu arada geminin kaptanı baş
tarafa gelerek düşman gemilerinin büyüklüklerini ve kaç tane olduklarını
tesbit etmeye çalıştı, ve... bunların kürek mankûmları tarafından
çekilen gemiler olduğunu gördü, yüreğindeki korku az olmamakla
birlikte elinden geldiği kadar gizlemeye çalışarak

topçuların yerlerini almalarını, yelkenlerin mümkün olduğu kadar
toplanmasını emretti, niyeti düşman gemilerinin her ikisinin arasına
girerek bordasındaki toplarıyla onlara aynı anda ateş açmaktı. Gemidekiler
silahlarını kaparak yerlerini aldılar ve düşmanın gelmesini
beklediler. Kaptanın nasıl bir emir vereceğini öğrenmek için yanına
vardım, bana kıç kasarasına geçmemi söyledikten sonra birkaç
denizciyi ve yolcuyu iki gruba ayırarak geminin her iki yanına dağıttı.
Düşmanın gelmesi fazla uzun sürmedi, rüzgâr artık esmiyordu
ve bu bizim mahvımız demekti. Rüzgârın kesildiğini gören düşmanlarımız
rampa etmeye kalkışmayıp saldırıya geçmek için uygun
bir anın gelmesini tercih ettiler. Gemilerin yaklaşmakta olduğu ilk
anda onları yanlış saymışız, sonradan bizi çember içine aldıklarında
gördük ki tam tamına on beş kadardılar, işte o zaman kurtuluş ümidimizin
bulunmadığını anladık. Her şeye rağmen cesur kaptan ve
adamları cesaretlerini yitirmeyerek düşmanın ne yapacağını beklemeye
koyuldular. Güneş doğduğunda kaptanlarının bulunduğu gemiden
denize bir sandal indirilerek bir dönme aracılığıyla bizim
kaptana teslim olması bildirildi, zira bu kadar çok gemi karşısında
kendilerini savunamazlardı, ayrıca kendileri Cezayir'in en yiğit denizcileriydi,
bütün bunlara ilaveten dönme, kaptanları Arnavut Mami'nin,
gemilerine ateş açacak olurlarsa, kaptanı gemi direğinde
sallandıracağı yolundaki tehditlerini de ileterek teslim olmamız için
ısrar etti; fakat bizim kaptan teslim olmayı reddederek dönmeye
derhal uzaklaşmasını, aksi takdirde kendisini top atışıyla suyun dibine
göndereceğini söyledi. Arnavut bu cevabı duyunca çember
içindeki gemimize her yönden aynı anda ateş açılmasını emretti,
topların gümbürtüsü ortalığı bir anda cehenneme çevirdi Gemimiz
de açılan ateşe karşılık verdi ve şans eseri güllelerimizden bir tanesi
kıç taraf yönündeki bir düşman kadırgasına su seviyesinde isabet
etti, ve imdadına koşmalarına fırsat bırakmadan onu suyun dibine
gönderdi. Bunu gören Türkler canla başla mücadele etmeye başladılar
ve dört saat zarfında tam dört kez bize saldırıda bulundularsa
da her seferinde hem bizden hem onlardan çok sayıda can kaybına
sebep olarak geri çekildiler. Fakat sizleri anlattıklarımla daha fazla
yormak istemediğim için sadece şunu söyleyeceğim; on altı saat süren
aralıksız bir çarpışmadın sonra, kaptanımız ve gemimizin bütün
adamları ölünce, dokuzuncu ve son saldırıda büyük bir hışımla gemimize
girdiler..."10.

Görüldüğü gibi Cervantes bu pasajda gerçek olanla gerçek dışını
birlikte sunmaktadır; kendisi tutsak edildiğinde kardeşi de yanındadır
ve onlarla birlekte birçok kimse de esir alınmıştır. Muhtemelen

Cervantes burada katıldığı her hangi bir deniz muharebesinden
bir kesit sunmuştur, ama anlattıkları arasında gerçek olduğundan
şüphe edilmeyen bir şahıs vardır ki, o da Arnavut Mami'dir. Bu şahıs
eldeki bütün verilere göre, o dönemde Cezayir'de biri 23, diğeri
de 22 sıralı iki kadırgaya kaptanlık yapıyormuş. Onun ismi Cervantes'in
diğer bazı eserlerinde de geçmektedir (bkz. La Galatea V. Kitap;
El treto de Argel; La española inglesa, s. 106; Don Quijote,
s.336.) Ayrıca ö denemde yazılmış başka eserlerde ve kaynaklarda
da Arnavut Mami'den bahsedilmektedir11.

Cervantes "La española inglesa" adlı eserinde bir teknenin
Türkler tarafından zaptedilmesini anlatırken, gemisi "Sol"ü ele geçirildiği
yer olan "Las Tres Maries" ın adını da zikrediyor:
"... fakat Fransa kıyılarında Las Tres Marías adı verilen yere
vardığımızda aniden koyların birinden iki Türk kadırgası karşımıza
çıkıverdi, bir tanesi denizden, diğeri de karaya çıkarak kaçmamıza
engel olacak şekilde karaya bakan taraftan bizleri aralarına aldıktan
sonra hepimizi tutsak ettiler. Kadırgaya alınır alınmaz bizleri anadan
doğma soydular ve filikada bulunan ne varsa hepsini aldılar,
ama filikayı batırmayıp, kendilerine yeni "galima" (ganimetler) getireceğini
söyleyerek sahile doğru sürüklenmesi için serbest bıraktılar;
onlar Hıristiyanlardan ele geçirdikleri mallara bu adı veriyorlardı."


Kardeşiyle birlikte esir edilerek Cezayir'e getirilen Cervantes
Deli Mami'nin kölesi ve malı olur; kardeşi ise Ramazan Paşa'nın
tutsakları arasındadır. Cervantes'in üzerinde Don Juan ve Austria
ve Sessa Dükü tarafından Kral II. Felipe'ye hitaben yazılmış iki tavsiye
mektubunun bulunması kendisine çok önemli bir insan gözüyle
bakılmasına sebep olacaktır. Bu yüzden de efendisi Deli Mami
kurtuluş akçası olarak iki bin altın gibi yüksek bir meblâğ ister.
Cervantes fakir bir asilzade olarak bu kadar yüksek bir fidyeyi ne
kenisinin ne de ailesinin ödemesinin mümkün olmadığını defalarca
belirtmesine rağmen efendisini ikna edemez13.

Cervantes'in Cezayir'deki esaret yaşantısı hakkında, bazı görgü
tanıkları, esirlerin fidyelerini getirmekle görevli bazı Hıristiyan din
adamları ve bizzat kendisinin yazdığı bir mektup ve diğer eserleri
vasıtasıyla bir fikir edinebiliyoruz. Yolculuğun sonuna varmak üzereyken,
Katalunya'dan fazla uzak olmayan bir yerde esir edildikten
sonra zincire vurularak Cezayir'e getirilen Cervantes, Kral II. Felipe'nin
başbakanı Mateo Vazquez'e bu şehirden gönderdiği manzum
mektubunda kendisini kurtarmasını bu devlet adamından istirham
ederken, aynı zamanda çektiği sıkıntıları da açıklamaktadır. Cervantes
başbakana yazdığı bu uzun mektubunun bir yerinde, "Bağrında
barındırdığı sayısız korsanla ünlü bu ülkeye geldiğimde gözyaşlarımı
tutamadım"14 diye yazarken içinde bulunduğu ruhsal
durumu ve üzüntüsünü açık bir şekilde belli etmektedir.

Cervantes ve kardeşinin esir oldukları haberi ailelerine ulaşınca
babalan don Rodrigo Cervantes fidye olarak istenen miktan temin
etmek için bütün emlâkini ipotek ettirerek borçlanır ve aynca kızlarının
çeyiz parasını da alıkoymak zorunda kalır. Anne ve baba
oğullarının serbest kalması için topladıkları parayı papazlar aracılığıyla
Cezayir'e gönderirlerse de toplanan para istenilen miktara
ulaşmadığından Cervantes'in efendisi Deli Mami tarafından reddedilir.
Bu parayla sadece kardeşi Rodrigo serbest kalır (Ağustos,
1577)15.

Cervantes'in annesi donya Leonor de Cortinas oğlunun serbest
kalması için elinden geleni yapmaktadır; Kral II. Felipe'ye gönder-

diği bir dilekçe ailenin fakirliğinden, oğlunun meziyetlerinden bahsederek
kurtuluş akçasının Devlet tarafından ödenmesi yolunda bir
karara varılmasını istirham etmektedir. Ne varki annenin çabalan
devlet dairelerine sayısız gidip gelmelerden sonra ancak 1580 yılında
semerelerini verecektir16.

Serbest kalması için istenilen fidyenin, İspanya'nın önemli kişilerinden
biri olduğu düşüncesiyle efendisi tarafından oldukça yüksek
tutulması sebebiyle ailesinin bunu ödeyemeyeceğini bilen Cervantes
daha önce kaçma teşebbüsünde bulunmuştur ve yine ilk
fırsatta kaçmak için girişimde bulunmaya karar verir. Bununla birlikte
kaçmanın son derece Zor olduğunun bilincindedir, zira Cezayir
tarihinde kaçarak kurtulmayı başarabilen çok az kimse vardır.
Bir kere limanın önünde devamlı olarak devriye tekneleri gezindikleri
gibi, demir atan ya da rıhtıma yanaşan gemilerin kürekleri de
Hıristiyan esirlerin kaçmaya teşebbüs etmemeleri için bir depoda
muhafaza altında tutulmaktadır. Kara tarafından ise uçsuz bucaksız
çöller yer almaktadır. Aynca kaçış sırasında karşılaşabilecekleri
Müslüman köylüler kaçan esirleri yakalayanlara vaad edilen ödüller
sebebiyle onları yakalamak için can atacaklardır17.

Cervantes kaçmak için planlar yapadursun, şimdi biz zamanın
Cezayir'i hakkında İspanyol papazı Heado'nun yazdıklarına bir göz
atalım. Fransızların 5 Temmuz 1830 yılında işgal ettikleri Cezayir'den
şu anda geriye çok az Türk özellikleri kaldığı malumdur.

Surlar içindeki daracık sokaklan olan mahallelerin haricinde çehresi
tamamen değişen şehir hakkında Haedo şunları yazıyor: "Etrafı
surlarla çevrili olan şehir bir yay şeklindedir. Doğu ile Kuzey uçlan
arasında duvarlan ve koridorlarıyla liman ve teraslı evler yer almaktadır.
Yayın kavisli kısmı sarp bir bayırdan oluşmakta ve üzerinde
yokuş yukarı giderek yükselen ve birbirinin görüşünü kapatmayan
teraslı evler bulunmaktadır. Denizden şehre doğru
bakıldığında bu yayın sağ ucu Kuzey ile Batı arasında kalmaktadır;
yayın ortası yani en yüksek kısmı Batıya doğru biraz meyletmektedir.
Sol ucu ise Güney ile Doğu arasında bulunmaktadır. Bu ucun
diğerine doğru gerilmiş bir yayı andıran ve bütün şehri kuşatan bir
duvar uzayıp gider. Bu duvarın yayın ipine benzettiğimiz kısmı
şehrin en aşağısında, dalgalarla devamlı dövülen denizle karanın
birleştiği noktada yer almaktadır. Bu kışında sağ uca varmadan ön

ce surlar düz bir çizgi halinde devam etmeyerek denize doğru bir
mahmuz gibi giren bir çıkıntı oluştururlar. İşte iskele burada başlıyor,
limanda bulunan küçük bir ada mendireklerle karaya bağlanmış.
Bu noktada birleşen kara ve surlar daha sonra içeriye dönerek
yayın sağ ucuna doğru tekrar birleşmek üzere uzayıp gidiyorlar.
Bütün surlar, ister kavisli isterse ip kısmı olsun son derece sağlam
durumda olup mazgallarla takviye edilmişler. Yayın şehri kuşatan
kavisli kısmı 1800 adım, deniz tarafında uzanan , ip kısmı da 1600
adım uzunluğundadır. Görüldüğü gibi bütün şehri kuşatan surların
tamamının uzunluğu 3400 adım olmakta. Surların kara tarafından
yüksekliği 30 adım; fakat deniz tarafında ise bazıları kayaların üzerine
oturtulduğu için 40 adım olmakta, genişlikleri ise 11 ya da 12
adım. Bu surların yanı sıra, ada ile şehir arasındaki kısım doldurulurken
inşa edilen ve 300 adım uzunluğunda, savunma surlarından
daha alçak başka surlar da uzanmakta. Bu surlar dalgaların gücünü
kırmak, halkın rıhtıma geçişini kolaylaştırmak ve devamlı surette
korumak maksadıyla yapılmış. Daha sonra Arap Ahmet 1573 yılında
bu surları güneye bakan yönü hariç, bütün adayı kuşatacak şekilde
genişletmiş. Bu ilâve düşmanların adaya çıkarak limana hâkim
olmaları ve şehri toplarıyla dövmeleri intimalini ortadan kaldırmak
amacıyla yapılmış. Surların dokuz kapısı bulunuyor. Yayın sağ
ucuna yakın kısmında Kuzeye bakan yani Babaluete Bab al-Wab
kapısı yer almaktadır. Sol el istikametinde yukarıya doğru 800
adım uzaklıkta, yayın tam orta yerinde yani şehrin en yüksek kısmında
iç kale ve aynı adı taşıyan küçük bir kapı Batı ile Güney arasında
yer almaktadır; ve buradan yirmi adım ötede yine aynı istikamette
bir küçük kapı daha bulunmakta, her ikisini de yalnızca
yeniçeriler veya kalenin muhafızları kullanmaktalar. Bu ikinci kapıdan
400 adım uzakta, aşağıya doğru sol tarafta çok kullanılan ve
Yeni Kapı denilen bir tanesi daha var ve tam olarak güneye bakıyor;
bu kapıdan 400 adım daha aşağıda çok daha önemli bir kapı
olan ve Güney ile Doğu arasında yer alan Babazon ya da Bab Uzun
(Uzun Kapı) gelmekte. Bu kapıyı 1260 adım uzunluğunda düz bir
çizgi halinde devam eden Çarşı caddesi Babaluete kapısına bağlamaktadır.
Bu kapıdan bütün halk tarlalara, yakındaki köylere ya da
daha uzaklara gitmek üzere çıktığı gibi, yine bütün tüccarlar, Araplar
ticarî mallarıyla ve erzaklarıyla şehre bu kapıdan giriyorlar. Buradan
aşağı yukarı elli adım inilecek olursa surların denizle birleştiği
noktaya, 300 adım aşağıya doğru yürünecek olursa rıhtıma
varmadan önce bir düzlükte bulunan Tersaneye varılır, buraya karadan
giriş olmasına mukabil, denizden silâhları sökülmüş bir kadırganın
girip çikabileceği hemen hemen aynı genişlikte taş temerli iki

kapısı bulunmakta, hemen hemen yan yana bulunan bu iki kapı arasında
gemi kaptanlarına tahsis edilmiş bir kulübe bulunuyor. Birinci
kapı genellikle her zaman kapalı vaziyette tutuluyor, bir gemi kızağa
çekilecek olduğunda hemen açılabiliyor; ikinci kapıdan ise
kadırga inşa işiyle görevli olanlar girip çıkıyorlar. Kırk adım daha
ötede başka bir küçük kapı bulunuyor, bunun tam karşısında şehre
doğru elli adım mesafede, geceleri kapalı tutulan, gündüzleri de
önünde devamlı olarak nöbet tutulan başka bir kapı daha yer almakta.
Bu kapı Gümrük kapısı olup denize en yakın yerdedir, Hıristiyan
tüccarların mallarının tetkik edildiği bir gümrük barakası
var. Yine bu kapıdan balıkçılar balıklan satmak üzere şehre giriyorlar,
sabahın erken vaktinde çok sayıda insan balığa çıkıyor. En nihayetinde
200 adım sonra, daha önce zikredilen mahmuz şeklindeki
çıkıntının bulunduğu yerde yani nhtımı karşıdaki adaya bağlayan
uzantının başladığı noktada en önemli kapı yer alıyor. Bu kapıya
Babazira deniliyor. Burada şehre girip çıkanların haddi hesabı yok,
trafik burada son derece yoğun, çünkü burası denize açılan yerde
olması sebebiyle bütün Hıristiyanlar, Araplar, Türkler, forsalar, memurlar,
kürekçiler korsanlar, tüccarlar, kısacası denizden geçinen
herkes buradan girip çıkıyor.

Şehri çeviren surlarda çok sayıda kuleler ve burçlar bulunmakla
birlikte, ufak çaplı toplarla donatılmış yedi tane bellibaşlı kule
mevcut. İçlerinde en güzeli ve en önemlisi Babazira kapısı üzerinde
yükselen, otuz adım uzunluğunda, kırk adım genişliğinde, külâhlı
ve penceresiz ama, liman yönünde mazgalları olan bir tanesidir.

Burası Cezayir'in en iyi yirmi üç parça tunçdan dökülmüş topla teçhiz
edilmiş bir istihkâmı. Küçük adada iki küçük kule bulunuyor,
bunlardan bir tanesi hiç bir zaman yakılmayan bir fener görevini
görüyor, öteki ise, daha önce örneği yaşandığı için bir daha düşmanın
geceden istifade ederek gemileri yakmasına meydan vermemek
amacıyla limanı ve gemileri gözetlemede kullanılıyor. Şehrin savunmasını
surların yay kısmının çevresinde bulunan on altı adım
genişliğinde, büyük bir kısmı kum, çöp ve pislikle dolmuş olan bir
hendek tamamlıyor; ayrıca Arapların burç adını verdikleri üç kale
esas müstahkem mevkiyi oluşturmakta. Birini Uluç Ali Paşa 1569
yılında Cezayir Beylerbeyi olduğu sıralar inşa ettirdi, Batı yönünde
370 adım ötede Babaluete kapısının dışında bir kaya üzerinde yükselmekte.
Daha ötede, Güneye doğru bin adım mesafede bir dağ
üzerinde (burası İç kaleden 600 adım uzaktadır) ikinci kale yükselmekte,
dediklerine göre bunu Muhammed Paşa 1568'de dikmiş.
Üçüncü burcun inşasına 1545 yılında Barbaros Hayreddin Paşa'nın


oğlu Hasan Paşa tarafından başlanmış, 1579 yılında da dört kule
eklenerek sağlamlaştırılmıştır."18.

Haedo'nun gözlemlerinden açıkça görülmektedir ki, kendisi
esirlerin kaçmasına yardımcı olacak, ya da İspanyol askerî birliklerinin
muhtemel bir saldırısına veya kuşatmasına kolaylık sağlayacak
stratejik bilgiler vermeyi amaçlamaktadır. Cervantes'in esir olarak
yaşadığı dönemde böylesine iyi korunan Cezayir'den kaçmak
son derece zordu. Bununla birlikte Cervantes'in dört kez kaçma teşebbüsünde
bulunduğu bilinmektedir. İlk defa 1576 yılında, son
olarak da 1579'da kaçmaya kalkışmış ama her seferinde başarısızlıkla
sonuçlanmıştır19.

Cervantes ilk kaçma girişiminde birkaç arkadaşıyla birliktedir,
parayla satın aldıkları bir Arap onları batı yönünde, bir İspanyol sömürgesi
olan Oran'a kadar götürecektir. Efendilerinin şehirdeki siparişlerini
yerine getirmek için serbest kaldıkları bir an on iki kişi
bir araya gelerek kaçma teşebbüsünde bulunurlar, ama onlara kılavuzluk
eden şahıs yolu bildiğinden pek emin değildir, yola çıktıkları
sırada onlara beklemelerini söyler ve gözden kaybolur, aradan
uzun süre geçer ama geri gelmez. Rehbersiz yola çıkarak Oran'a
ulaşmanın mümkün olamayacağını idrak ettiklerinden çaresiz şehre
dönmek zorunda kalırlar20.

Cervantes'in bir diğer kaçma girişimi de kardeşi Rodrigo'nun
serbest kalmasından sonra olur. Kaçış planına göre, kardeşi onlara
dışarıdan yardım edecektir; bir ticaret gemisi belirli bir günde, esirlerin
bekleyecekleri herhangi bir koyun açıklarında demirleyecek
ve indirilen bir sandal onları kıyıdan alarak gemiye getirecektir. Bu
planı gerçekleştirmek için bir sığınak gerekmektedir, sığındıkları
yer bir bahçenin altında bulunan kimsenin adım atmadığı bir mağaradır.

Zincirlerinden kurtulmayı başaran on dört kadar esir bu mağarada
toplanırlar, El Dorador adındaki bir dönme onlara bu işte yardım
etmektedir. 1577 senesinin Eylül ayında limana varan bir
tüccar haberi onlara ulaştırır; kardeşi tarafından kiralanmış bir Mayorka
ticaret gemisi yarın mağaranın karşısındaki kumsalın açıklarında
bekleyecektir. Cervantes o gece evden kaçar ve arkadaşlarıyla
mağarada buluşur, hafif bir şekilde çekilen kürek seslerini duyarlar.
Tam o sırada Arapça bağrışmalar ve koşuşmalardan ileri gelen

ayak sesleri işitilir. Daha sonra giderek uzaklaşan kürek seslerini
duyarlar, gemidekiler, bir tehlikenin kokusunu alarak uzaklaşmışlardır.
Cervantes bu olayı sonradan anlatırken, "karaya çıkmaya cesaret
edemediler" diyecektir21. Orada bulunan bir esirin dediğine
bakılacak olursa, esirleri kurtarmak için gelenler devriye gezen nöbetçileri
görünce dönmek zorunda kalmışlardır. Görüldüğü gibi, El
Dorador onları ihbar etmiş, Cezayir Dayısı Hasan Paşa da askerlerini
tam zamanında göndermek suretiyle kaçma teşebbüslerini sonuçsuz
bırakmıştır. İhanetin sebebi bilinmemektedir, bu korku, ya da
pişmanlık olabileceği gibi ödüle konma arzusu da olabilir. Cervantes
ve diğerlerini Paşanın huzuruna çıkardıklarında Cervantes olayı
tek başına planladığını, bu işte kimsenin ona ortak olmadığını ve
sadece kendisinin cezalandırılmasını söyleyerek bütün sorumluluğu
üzerine alır. Kaçma teşebbüsünde bulunan esirlere ağır cezalar verilmesi
gerekmesine rağmen Hasan Paşa Cervantes'i cezalandırmaz
ve onu efendisi Deli Mami'den beş yüz altın karşılığında satın
alır22.

Gaddarlığıyla maruf olan Hasan Paşa'nın Cervantes'i cezalandırmaması
herkesi hayretler içinde bırakmıştır. Bugün bazı batı yazarları
bunun sebebini Cervantes için ödenecek fidyeyi kaybetme
kaygısına bağlamaktadırlar. Onlara göre Hasan Paşa Cervantes'i
öldürtmediyse,serbest kalması karşılığında ödenecek altınları düşündüğü
içindir. Bu yazarların büyük bir yanılgı içinde oldukları ortadadır,
Hasan Paşa gibi son derece zengin bir insanın beş yüz altın
(Cevantes için ödenen miktar budur) gibi komik bir miktar için onu
cezasız bırakmış olduğunu düşünmek son derece saçmadır. Kanaatimce
Paşa, Cervantes'in cesurca davranışını takdir ederek onu bağışlamıştır,
zira bu Hıristiyan esirler arasında pek sıkça görülmeyen
bir davranıştır. Batılı yazarlar acaba neden esas sebebin parasal olduğunu
düşünmektedirler? Onların bu yargıya varmaları, zamanın
Cezayir'inde yaşayan Türler ve Berberîler hakkında yanlış bir imaja
sahip olmalarından ileri gelmektedir. XVI. ve XVII. yüzyılda askerler,
eski esirler ve İspanyol din adamlan tarafından Müslüman
dünyası hakkında yazılanlara bir göz atmak insanı dehşete düşürmek
için yeterli olmaktadır. Buna şaşmamak gerekir, zira o dönemin
İspanyol askeri için en büyük düşman Türk ya da Berberî'ydi.

Ve özellikle dinî inançlar söz konusuysa bu düşmanlık nefretle
yoğurulmaktaydı. Sadece kendi dininin kurallarının gerçeği yansıttığına
kesin olarak inanan İspanyol din adamı İslâmı doğru yoldan sapma
olarak gördüğünden Hz. Muhammed'in izinden gidenlere karşı
büyük bir nefret duymaktaydı.

İslâm dünyasına gelince, durum o cephede de pek farklı değildi;
Müslümanlar da Hıristiyanlara karşı aynı ölçüde nefret ve kin
duymaktaydılar. İki din arasında temel ayrılıkların mevcut olması,
bir dinin mübah gördüğünü diğerinin yasaklaması doğal olarak her
iki tarafın mensuplarını birbirinden uzaklaştırmaktaydı. Bir Hıristiyan
için domuz etinin alkolün haram olması, çocukların sünnet
edilmesi anlaşılmaz hususlardı. Aynı şekilde müslümanlar da
Hıristiyanların yıkanmayı dine karşı işlenmiş bir küfür olarak telâkki etmelerini,
Hz. İsa'yı Tanrının oğlu olduğuna inanmalarını, günah çıkarmayı
ve buna benzer daha birçok ibadet usullerini anlamsız ve
saçma bulmaktaydılar. Din farkından kaynaklanan düşmanlık ve
husumetin yanı sıra, Kuzey Afrikalı Magripliler İspanyollara tarihî
sebeplerle büyük bir kin duymaktaydılar. Bilindiği gibi İspanyollar
1492 yılında Granada'yı (Gırnata) Araplardan teslim alırlarken yerli
halkın hak ve hukukuna saygı göstereceklerine dair vaatte bulunmuşlarsa
da sonradan Granadalı Müslüman ve Yahudi halka işkence
ve eziyet ederek sözlerini tutmadılar. Emsali görülmemiş zulümler
ve işkenceler karşısında yurtlarını terkederek Kuzey Afrika
kıyılarına yerleşen Müslümanlar doğal olarak İspanyollardan nefret
etmekteydiler, ispanya'da din değiştirerek kalan Müslüman halk
(Moriskolar) da nihayet 1609 yılında alınan bir kararla yurt dışına
sürgüne gönderildi. Bunların önemli bir kısmı şeklen Hıristiyan,
kalben ise Müslümandı. Ülkeden çıkarılan 467500 civarındaki
Moriskolann birçoğu yolda hastalıktan, açlıktan ve yorgunluktan öldü,
bir kısmı da nezaret etmekle görevli muhafızların saldırısına uğradı.
Kardinal Richelieu, bu sürgün için "İnsanlık tarihinin en barbarca
ve en acımasız kararı" demiştir23. Sürgün edilen Moriskolann
büyük bir kısmı Fransa'ya Akdeniz adalarına ve Kuzey Afrika'ya
gitti. Bu çile çekmiş, işkence görmüş insanların İspanyol esirlerine
nefret, kin ve öfke gibi hisler duyması son derece doğaldı. Nitekim
Haedo da İspanyollara karşı en büyük kini Moriskoların duyduğunu,
bunların "Berberiye'de Hıristiyanlann en büyük ve en zalim
düşmanlan" olduğunu eserinde belirtmektedir24.


Biz yine Cervantes'e dönerek bundan sonra nasıl bir yaşam sürdüğünü
tesbite çalışalım. Artık bütün dikkati üzerinde toplayan
Cervantes'in önünde çok zor şartlarda geçen bir dönemin olduğunu
tahmin etmek zor değil. Muhtemelen yeni efendisi Hasan Paşa onu
sarayının zindanlarına kapatmıştır. Cervantes'in esaretinin bu safhası
ile ilgili aydınlatıcı bazı ip uçlarını yine kendi şaheseri Don Quitjote
'de görmekteyiz. Hıristiyan olmak isteyen Arap kızı Zoraida
birlikte Cezayir'den kaçarak İspanya'ya gelen Hıristiyan esirin ağzından
kendi hayatıyla ilgili karanlıkta kalmış bazı noktalan aydınlığa
çıkarmaktadır: "Özlemini çektiğim şeye kavuşmanın yollannı Cezayir'de
araştırmaktaydım, çünkü özgürlüğe kavuşmak umudunu
hiçbir zaman kaybetmedim. Başarısızlıkla sonuçlanan her kaçma
teşebbüsünden sonra umutsuzluğa düşmeyip, zayıf da olsa başka
ihtimaller ve çareler üzerinde duruyordum, işte bu şekilde ömrüm
Türklerin hamam dedikleri bir hapishanede geçerken bir yandan da
hayatı çekilir hale getirmek için kaçma hayalleri kuruyordum; buraya
hem Beyin hem de başka şahısların malı olan Hıristiyan esirler
ve aynca "mahzen mahpuslan" denilen ve kamu işlerinde veya diğer
görevlerde çalışan esirler katılmaktaydı, bu sonuncu gruba girenlere
"meclis mahpuslan" denilmekteydi, bunların özgürlüklerine
kavuşmaları çok zordur, çünkü kamuya ait olduklarından belirli bir
efendileri yoktur, paralan olsa bile kime fidye vereceklerini bilmediklerinden
kurtulmaları mümkün değildir. Daha önce söylediğim
gibi bu zindanlara fidyesini ödeyerek kurtulması mümkün olan
esirler, kaçmalarına engel olmak için sahipleri tarafından kapatılırdı.
Buraya fidyesi gelinceye kadar Beyin esirleri de kapatılır ve
bunlar diğer esirlerle birlikte çalışmaya gönderilmezlerdi; ama kurtuluş
akçası gecikecek olursa, yakınlarına hatırlatma yazısı yazması
için onu da ötekilerle birlikte, hiç de kolay bir iş olmayan odun kesmeye
gönderirlerdi.

Ben bu fıdyeli esirler arasındaydım, çünkü yüzbaşı olduğumu
biliyorlardı. Her ne kadar fakir olduğumu belirterek beni fıdyeliler
arasına katmamalarını söylediysem de bir faydası olmadı. Beni zincire
vurdular, böylece günlerim zindanda fidye ödeyebilecek saygıdeğer
önemli kişiler arasında geçiyordu, bir yandan açlık bir yandan
da çıplaklık canımıza okuyordu, ama beni en fazla rahatsız
eden şey efendimin Hıristiyan esirlere yaptığı zulme tanık olmaktı.
Hergün bir kişiyi astırarak ya da kazığa oturtarak idam ettiriyor veya
kulaklarını keserek cezalandırıyordu. Türkler onun bu işi zevk
aldığı için yapıtığını söylemekteydiler. Onun elinden sadece Saavedra
adında (yazar burada romana kendisini dahil etmiştir) bir İspanyol
askeri kurtulmayı başardı, bu adam öyle şeyler yaptı ki uzun

süre hafızalardan silinmeyecektir. Bununla birlikte efendisi ona bir
fiske bile vurmadığı gibi, başkalarının da vurmasını istemedi, hatta
en küçük kötü bir söz dahi söylemedi. Onun yaptıklarının onda birini
biz yapmış olsaydık hemen bizi kazığa oturturlardı..."25.

Cervantes'in özgürlüğe kavuşmasından önce iki defa daha kaçma
girişiminde bulunduğunu biliyoruz; ilkinde Oran'a mektuplar
göndererek yardım talebinde bulunur. Mektupların hedefine ulaşıp
ulaşmadıkları meçhuldür26. Cervantes'in son kaçma teşebbüsü de
özgürlüğe kavuşmasından tam tamına bir yıl önce, 1579 yılında
gerçekleşir; bu sefer de zindandaki diğer mahkûmlarla birlikte bir
tekne satın alarak kaçmak isteyecektir, ama aynı zindanda kalan ve
kendisinden nefret eden vatandaşı eski Dominik rahiplerinden Juan
Blanco de Paz tarafından ihbar edilmesi üzerine bu teşebbüs de
akim kalır27. Bu olaydan sonra Hasan Paşa onun falakaya yatırılarak
karnına ve ayaklarına iki bin değnek vurulmasını emrederse de
nedendir bilinmiyor, bu ceza uygulanmaz. Cezayir Beyi belki de bu
eski askerin açık sözlülüğü ve yürekliliği karşısında yumuşamıştır28.

Nihayet esirlerin fidyelerini ödeme işlerinde aracılık eden Teslis
tarikatı (trinitario) rahiplerinden Juan Gil ve Antön de la Bella
29 Mayıs 1580'de Cezayir'e gelirler. Bu rahipler Ağustos ayında içlerinde
Cervantes'in de bulunduğu yüz esiri fidyelerini ödeyerek
kurtarırlar. İnebahtı savaşının bu çolak askeri için istenen fidye beş
yüz İspanyol altınıdır, bir altın eksiği kesinlikle kabul edilmeyecektir.
Aksi takdirde Cezayir'de görev süresi dolmuş olan efendisi Hasan
Paşa'nın diğer esirleriyle birlikte İstanbul'a gidecektir. Juan Gil
eksik olan 220 altını da Cezayir'de bulunan tüccarlar ve yahudilerden
temin eder ve Cervantes için istenen beş yüz altını ödeyerek 19
Eylül 1580 tarihinde onu özgürlüğüne kavuşturur29.

Cervantes'in Cezayir'deki esaret hayatı hakkında bilinenler görüldüğü
gibi ancak genel çizgiler halindedir. Orada nasıl bir yaşam
sürdürdüğünü, gerçekten eziyet ya da kötü muamele görüp
görmediğini tam ve kesin olarak bilemiyoruz. Bununla birlikte,
kaçma teşebbüslerinden sonra Hasan Paşa'nın zindanında
geçirdiği son dönemlerini hariç tutacak olursak esaretinin hayatı
çekilmez hale getirecek şartlarda geçmemiş olduğunu düşünmek
sanırım yanlış olmaz. Bilindiği gibi Cervantes çolaktı, İnebahtı
deniz savaşında tüfek ateşiyle yara aldığı sol kolunu kullanamıyordu,
bu sebeple taş taşımak, odun kırmak inşaatlar da çalışmak ya da
kadırgalarda kürek çekmek gibi ağır işlerde çalıştırılmadığına kesin
gözüyle bakabiliriz.Muhtemelen ev temizliğinde veya mutfakta ya da
getirgötür işlerinde çalışıyordu. Nitekim hayatını ve eserlerini incelediğimizde

birkaç kez kaçma teşebbüsünde bulunduğunu görüyoruz;
bundan da anlaşılmaktadır ki, Cervantes şehirde serbestçe dolaşma
imkânına sahipti.

Ayrıca kendisinin İspanya'nın önemli bir şahsiyeti zannedilmesi
sebebiyle diğer esirlere oranla ona daha saygılı davranılmış olduğunu
tahmin etmekteyiz. Daha önce Don Quijote 'den aldığımız pasajda
kendisi de efendisi Hasan Paşa'dan kötü bir muamele
görmediğini, "bir fiske bile vurmadı" ve "en küçük kötü bir söz dahi
söylemedi" diyerek açıklamaktadır.

Kanatimizce Cervantes esareti sırasında ilerde yazacağı romanların
çatısını kuracak şekilde notlar almak ve düşünmek için yeterli
zamana sahipti. Eserlerini incelerken gördük ki, bahsettiği şahılardan
bazıları gerçekten yaşamışlardır, muhtemelen birçoğunu şahsen
tanıyordu ve Türk, Arap, Hıristiyan, Yahudi yada dönme olsun Cezayir
halkı arasında dostları vardı. Yaşadığı dönemde diğer yazarlara
nasip olmayan bir materyal birikimine sahip olan Cervantes bunu
en yararlı biçimde eserlerinde kullanarak dünya çapında bir üne
kavuşmuştur. Cervantes'in eserlerinde esaret temasının sık sık görülmesi
onun esaret günlerini, maceralarını, savaşları nostaljiyle hatırladığı
şeklinde yorumlanabilir, zira bilindiği gibi çekilen sıkıntılar
ve zahmetler insana yaşarken sıkıntı verir, ama aradan uzun
zaman geçtikten sonra hepsi birer tatlı anı olarak kalır.

Cervantes'in esaret temalı eserlerinde doğal olarak Türklerden
sıkça bahsedilmektedir. Bu eserleri incelemeye geçmeden önce şu
hususu belirtmekte yarar vardır; Cervantes'in bu eserlerde ortaya
koyduğu, yansıttığı Türk imajının müsbet olduğu söylenemez, Cervantes
Türkler hakkında olumlu düşüncelere sahip bir yazar değildir.

Doğal olarak bunda Türklerin elinde esaret hayatı yaşamış olması,
din farklılığı gibi sebeplerin payı varsa da, kabul etmek
gerekir ki, o zamanlar İspanya'nın en büyük düşmanları hakkında

iyi şeyler yazması ya da olumlu yönlerine dikkati çekmesi mümkün
değildi; zira aksi takdirde romanları sansürden geçmeyeceği için
basılamayacaktı. Nitekim Türkiye'de Kanunî döneminde esir olarak
yaşadığı sanılan bir İspanyol tarafından, muhtemelen 1557 yılında
kaleme alınmış, "Viaje de Turquía" adlı el yazmasında Türklerden
tarafsız bir şekilde bahsedilmiş, hatta Türk milletinin meziyetlerinin
övülmüş olması sebebiyle, sansürden geçemeyeceği için el yazması
baskıya verilmemiş ve uzun süre (1905 yılma kadar) kütüphanenin
raflarında unutulmuş halde beklemiştir. Acaba Cervantes
Türklerle ilgili yazarken ne dereceye kadar tarafsız kalmayı başarabilmiştir?
Bunu bilmek gerçekten de zor, yalnız şu hususu da belirtmek
isteriz; her şeye rağmen onu eserlerinde Türklere karşı bir nefret
ve kine varan bir yaklaşım sezemedik, daha doğrusu
yazdıklarının din adamlarının yansıtmaya çalıştıkları Türk imajı kadar
dehşete düşürücü ve korkunç olmadığını gördük.

Cervantes'in esaret temasını işlediği, daha önce isimlerini belirtmiş
olduğumuz eserleri arasında belki de en ilginç olanı El
amante liberal 'dir. Yazarın 1613 yılında baskıya verdiği Novelas
ejemplares 'i (Örnek Romanlar) oluşturan on iki kısa romandan biri
olan bu eserde olaylar Kıbns'da ve Sicilya'nın Trapani kentinde
geçmektedir. Ricardo ile Mahmut Lefkoşe şehrinin surları önünde
sohbet ederker Ricardo, Türklerin kısa süre önce ele geçirdikleri bu
şehir için duyduğu üzüntüyü Mahmut'a açıklar. Her ikisi de Sicilya'da
doğmuş olup çocukluk arkadaşıdırlar. Küçükken Türkler tarafından
bir baskında ele geçirilen Mahmut Müslüman edilmiştir. Ricardo
da Bizerta'dan gelen leventler tarafından Trapani'ye yapılan
bir baskın sırasında esir edilerek Libya'ya götürülür. Bu baskın sırasında
Türkler Ricardo'nun sevdiği Leonisa'yı da esir etmişlerdir, kızın
bulunduğu kadırga fırtınada batar, Ricardo'nunki ise karaya yanaşmayı
başarır. Ricardo Trablusgarb'ı yönetmekte olan Hasan
Paşa tarafından satın alındıktan sonra efendisinin Kıbrıs'a Ali Paşa'nın
yerine tayin edilmesi üzere onunla birlikte Lefkoşe'ye gider
ve orada Kıbrıs kadısına hizmet etmekte olan Mahmut'la karşılaşır.
Bu arada eski ve yeni Kıbrıs paşası yanlarında Kıbrıs kadısı olduğu
halde bir çadıra kapanarak bir saat süreyle idarî ve adlî işleri görüşürler.
Daha sonra kadı çadırın kapısında görünür ve eski Kıbrıs beyi
Ali Paşa'dan hak talebinde bulunacakların ya da dâvalarına bakılmasını
isteyenlerin içeriye girmelerini yüksek sesle Türkçe, Arapça
ve Rumca olarak söyler. İçeriye halkla birlikte Mahmut ve Ricardo
da girerler.


Cervantes eserin bu kısmında Türklerin dâva muhakeme usulünü,
"tutanaksız, talepsiz, cevapsız ve temyizsiz" olduğundan bahisle
şöyle eleştirmektedir: "dâvalarının görülmesi isteğiyle Rumlar ve
Türler çadıra girdiler, dâvaların hemen hemen hepsi de önemsiz
şeylerdi, kadı karşı tarafı dinlemek lüzumunu hissetmeksizin karara
bağladı, duruşmaların ne tutanağı vardı, ne de dâvaya cevap söz konusuydu,
bütün dâvalar eğer evlilikle ilgili değillerse, ayakta görülür
ve kararlar bir yazılı kurala göre değil, aksine bir adamın düşüncesine
göre verilir."30.

Cervantes eserinde hakimin davayı bir çırpıda karara bağlamasını
ve temyiz müessesesinin bulunmayışını "barbarlık" olarak nitelendirmektedir.
Halbuki "Viaje de Turquía" yı yazan vatandaşı
onunla aynı fikirde değildir, isimsiz yazar Türklerin adaletinden
bahsederken kararların doğrulukla verildiğini, adalet önünde Türk,
Hıristiyan ve Yahudilerin eşit olduklarını belirtirken zımnen kendi
sistemlerini yermektedir: "Hiçbir hakim ırzla ilgili suçlarda af yolunu
benimsemez, arada tavsiye mektupları bir işe yaramaz, ve adaletlerinin
en iyi yönü kısa sürede sonuçlanmasıdır, burada olduğu
gibi (İspanya'yı kastediyor) haklı olan taraf, dâva uzun sürer ve zarara
girerim endişesiyle haksız olan tarafla yok pahasına anlaşmaya
gitmez."31.

Cervantes eserinde bir Hıristiyan esiri olan Ricardo'nun adalet
talebinde bulunmak amacıyla kadının çadırına girişini göstermekle
üstü kapalı olarak ya da farkında olmadan, kölelerin bile hakkını
isteyebileceği Türk adaletini yüceltmektedir.

Biz şimdi yine romana dönelim sonra olayların sürprizli, entrikalı
olarak nasıl geliştiğini görelim:

Daha sonra içeriye giren bir çavuş bir Yahudinin yanında getirdiği
son derece güzel bir esir Hıristiyan kadını satmak isteğini haber
verir. Yahudi ve köle kadın içeriye alınırlar, kadının yüzünü örten
peçe açıldığında Ricardo sevinçten bayılacak gibi olur, bu kadın
Leonisa'dan başkası değildir. Gördükleri bu emsalsiz güzellikle büyülenen
Ali ve Hasan Paşa Leonisa'yı cariye olarak satın almak için
Yahudinin istediği dört bin altını ödemeye hazır olduklarını söylerlerse
de kadının güzelliğinden aynı ölçüde etkilenen ona sahip olmak


isteyen kadı araya girer ve Hıristiyan kadının ancak padişaha
lâyık bir hediye olacağını ifade ederek tartışmaya bir son verir. Kadı
Yahudinin istediği parayı ödemek için her iki paşadan da ikişer
bin altın aldıktan sonra Leonisa'nın elbiseleri için Yahudinin ayrıca
talep ettiği iki bin altını da kendisi öder. Leonisa başına gelenleri
Mahmut'a anlatır; deniz kazasında kendisini esir alan Yusuf boğulmuş,
o ve diğer Türkler karaya sağ salim çıkmışlardır. Leventler
kendisine bir kız kardeş gibi davranmışlar ve sonunda onu bir Yahudiye
satmışlardır. İki sevgilinin yeniden birbirlerine kavuşmalarını
isteyen ve aslında kalben Hıristiyan dinine bağlı olan Mahmut
hep birlikte Sicilya'ya kaçmayı düşünmektedir; ilk iş olarak Ricardo'nun,
kadı efendisinin mülkiyetine geçmesini temin edir, böylelikle
iki sevgili aynı yerde kalmış olurlar. Kadı Leonisa'ya nasıl sahip
olacağını düşünüp dururken bu arada da karısı Halime Ricardo
için yanıp tutuşmaktadır. Mahmut'un dahiyane fikrini kadı çok beğenir;
buna göre kadı, karısı Halime, Leonisa, Mahmut ve Ricardo
hep beraber İstanbul'a gitmek üzere tekneyle denize açıldıktan sonra
açık denizdeyken karısı Halime'yi sulara terkedecekler ve padişaha
Leonisa'nın boğulduğunu söyleyeceklerdir. Aslında Mahmut
kadıyı denize atmayı ve sonra hep birlikte kaçmayı tasarlamaktadır.
Denize açıldıktan altı gün sonra ufukta hızla üzerlerine doğru gelmekte
olan bir kadırga görürler. Bu Hasan Paşanın Lefkoşe'deki
korsan kılığına girmiş askerleridir, amaçlan kadıyı ve teknedekileri
öldükdükten sonra Leonisa'yı kaçırarak Paşa'ya götürmektir. Tam
rampa yacakları sırada batı yönünden üzerlerine doğru yaklaşmakta
olan yirmi çift kürekli bir Hıristiyan kadırgasını farkederler. Bu kadırgada
da Hıristiyan kılığına girmiş Ali Paşa'nın askerleri bulunmaktadır,
onların da niyeti Leonisa'yı kaçırarak Ali Paşa'ya teslim
etmektir. İki tarafın askerleri birbirleriyle kıran kırana mücadele
ederler ve bu kanlı çatışmanın sonunda hepsi ölür. Bu arada kadı da
yaralanmıştır, yaralarını tedavi ettikten sonra kendi gemisine bindirerek
onu serbest bırakan Mahmut ile Ricardo yanlarında Leonisa
ve Halime olduğu halde Ali Paşa'nın gemisine geçerler. Uzun bir
yolculuktan sonra nihayet Sicilya'nın-Trapani limanına ulaşırlar.
Ricardo ile Leonisa evlenir. Aslen bir Rum ailenin kızı olan Halime
tekrar Hıristiyanlığı kabul eder ve o da Mahmut'la evlenir.

Görüldüğü gibi bir macera romanı özelliğinde olan eser tamamen
hayal gücüne dayanmakla birlikte mantığın dışına çıkan olaylar
ya da Türkler hakkında asılsız iddialar ve yakıştırmalar bulunmamaktadır.

Nitekim Cervantes Halime'nin yabancılarla "karışık

bir lisanda anlaştığını" belirtirken o yüzyıllarda Akdeniz'de farklı
milletlere mensup insanların anlaşabileceği, İtalyanca, İspanyolca,
Portekizce ve Türkçeden alınan kelimelerle meydana getirilen ve
"Lingua Franca" adı verilen ortak lisanı kastetmektedir.
Cervantes'in yukarıda gördüğümüz bu romanının haricinde esaret
ve Türk temalı dört önemli tiyatro eseri bulunmaktadır. Bu eserler
arasında "El gallardo espafiol" olaylar dizisinin Türkiye'de, daha
doğrusu Osmanlı sarayında geçtiği tek komedisidir. Cervantes
manzum olarak yazdığı üç perdelik bu oyununda yansıttığı Türk
imajı diğer eserlerindekinden oldukça farklıdır; eserin en önemli kişisi
Padişah III. Murad yazar tarafından bağışlayıcı, müsamahakâr
ve sevdiği kadın için her fedakârlığı yapabilen bir insan olarak tanıtmaktadır.
Oyunda olay dizisi oldukça basittir: Rüstem ve Mami
sarayın harem ağalandır. Mami Rüstem'i çok güzel bir İspanyol kadını
olan Catalina'yı Padişah'tan gizlemekle suçlamaktadır, durumu
III. Murad'a bildirdiğinde, Osmanlı hükümdarı Rüstem'i huzuruna
çağırtarak İspanyol kadını kendisinden uzak tutmasının sebebini
ona sorar:

Türk (Padişah kestedilmekte):

Zayıf bir mazeret göstermektesin
bana ettiğin emsali görülmemiş
bu ihanetin için

Rüstem:

Olayları tam olarak öğrendiğinizde
Sultanım, beni suçlamayacaksınız.
O benim elime geçtiğinde
onu begenmiyeceğinizden emindim
iyileşmesi için uzun yıllar geçmeliydi
Çektiği derin acılar sebebiyle benzi renksizdi.

Türk:

Onu kim tedavi etti?

Rüstem:

Yahudi hekiminiz Sedekias.

Türk:

Ölü tanıklar gösterirsin
dâvan için, sanırım

paçanı kurtarmak istersin32.

Daha sonra Catalina padişahın huzuruna getirildiğinde karşısında
emsali görülmemiş güzellik karşısında büyülenen III. Murad
ona zevcesi ve gözdesi olmasını teklif eder.Catalina bu teklifi dinini
ve ismini değiştirmemek kaydıyla kabul eder. Padişah tarafından
her isteği kabul edilen Catalina İspanyol âdetlerine göre evlenir, III.
Murad da Catalina'nın babası dahil bütün esirleri azat eder.

Cervantes 1615 yılında yazdığı "Ocho comedias y ocho etremeses
nuevos" (Sekiz Yeni Komedi ve Sekiz Kısa Güldürü) adlı
eserini oluşturan komedilerden bir tanesi "Los baños de Argel"
(Cezayir Hamamları-Zindanları) Türk ve esaret temalı en önemli
oyundur. Otobiyografik özelliklere sahip bu üç perdelik tiyatro eserinde
olayların tamamına yakın bir bölümü Cezayir'de geçmektedir.

Türk korsanı Gâvur Ali ve leventleri, İspanyol asıllı bir muhtedi
olan Yusufun rehberliğinde İspanya'nın kıyı kentlerine baskınlar
düzenlemektedirler. Bu baskınların birbirinde Yusufun doğum yeri
olan bir kasabadan leventlerin kaçırdığı şahıslar arasında yaşlı bir
asilzade ile iki çocuğu (bu çocuklar Yusufun yeğenleridir), bir zangoç,
Costanza adında bir genç kadın ve kocası Fernando bulunmaktadır.
Fernando olay yerine geldiğinde bir de bakar ki leventler esirleri
kadırgalara almışlar, uzaklaşmaktadırlar. Karısından ayrı
düşmemek için bir kayalığın üzerinden denize atlar ve kendini leventelere
teslim eder. Olaylar bu andan itibaren Cezayir'de geçer;
Don Lope ve Vivanco adlı iki İspanyol esir kurtuluş akçası ödeyerek
serbest kalacaklardır, ikisi sohbet ederken birden bire kafesli bir
pencereden kendilerine doğru ucunda bir mendil bağlı olan bir kamış
uzatıldığını fark ederler. Mendili kamış tam Lope'nin önünde
durur. Mendili açtıklarında içinden on iki adet altın çıkar. O sırada
Hasan isimli bir muhtedi çıka gelir, Hasan dinini değiştirdiği için
pişmanlık duymakta ve ilk fırsatta kaçarak tekrar eski dini olan Hıristiyanlığa
dönmeyi tasarlamaktadır. Hasan'ın dediğine göre o evde
Hacı Murad adında tanınmış bir zat oturmaktadır ve bir Hıristiyan
esir kadın tarafından yetiştirilmiş olan tek kızı Zehra yakında
Fas krallığı tahtına namzet olan Muley Maluco (Abdülmelik) ile
evlenecektir. Mendilli kamış tekrar pencerede görünür, bu sefer

içinden bir not çıkar. Don Lope notu aldıktan sonra arkadaşı Vivaonco
ile neler yazılı olduğunu okumak için bir köşeye çekilir. Notta
Hacı Murad'ın kızı Zehra'nın Hıristiyan dinine bağlı olduğunu, arzu
ederse kendisinin fidyesini ödeyebileceği, ama bunun için kendisiyle
evlenerek onu da memleketine götürmesinin şart olduğu yazılıdır.
O sırada Gâvur Ali esirlerle Cezayir limanına varmıştır, esirler
Cezayir beylerbeyi Hasan Paşa ile Cezayir kadısının huzuruna getirilirler.
Esirler paylaşıldığında Don Fernando Gâvur Ali'ye düşer.

Zangoç'un efendisi ise bir yeniçeridir. Don Fernando'nun efendisi
Gâvur Ali karısı Halime'nin halayığı Costanza'ya aşıktır. Halime de
Don Fernando için yanıp tutuşmaktadır. Zangoç efendisinin bir yeniçeri
olmasından son derece memnundur. Don Lope ile Vivanco
fidyeleri ödendiği için artık serbesttirler. Don Lope Zehra'nın verdiği
randevuya gelir ve kızın güzelliği karşısında büyülenmiş gibi
olur. Bu arada Zangoç efendisinin bir yeniçeri olmasından cesaret
alarak Cezayir'de yaşayan Yahudilere eziyet etmektedir. Önce sırtında
taşıdığı su dolu bir fıçıyı Cumartesi olmasına rağmen yolda
karşılaştığı bir Yahudiye zorla taşıtır, sonra onun yemek kazanını
çalar ve karşılığında para ister. Yahudi Cumartesi günü yeniden yemek
pişiremiyeceği için zangoçun istediği parayı ödemek zorunda
kalır. Bu arada Muley Maluco ile Zehra'nın düğün hazırlıkları devam
etmektedir. Zehra Costanza ile yalnız kaldığında Hıristiyan dinine
inandığını ona itiraf eder.

Zangoç bu seferde Yahudinin çocuğunu kaçırmış, serbest bırakmak
için Yahudiden para istemektedir. Zangoç ile Yahudi Hasan
Paşa'nın huzuruna çıktıklarında Hasan Paşa çocuğun Yahudiye
iade edilmesini emreder. Zangoç ise bu iş için bütün mesaisini harcadığını
söyleyerek Yahudinin hiç olmazsa uğradığı zararı tazmin
etmesini ister.Paşa talebini makul bulunca Yahudi zangoça bir miktar
para ödemek zorunda kalır. Bu arada fidye ödemede aracılık
eden rahipler Cezayir'e varmışlardır. Zangoç, fidyesi daha önce Yahudiler
tarafından ödendiği için serbest kalmış, Yahudiler de böylece
hem çocuklarını hem de eşyalarını güven altına almışlardır. Artık
ispanya'ya dönüş günü gelip çatmıştır. Don Lope, Zehra, Don
Fernando, Costanza ve diğer bazı esirler geceleyin gizlice Kaçı
Murad'ın bahçesinin önündeki sahilde buluştuktan sonra kendilerini
götürmek üzere gelen gemiye binerek kıyıdan uzaklaşırlar.

Cervantes bu eserde yalnız otobiyografik kesitler sunmakla
kalmamış, aynı zamanda döneminin bazı gerçeklerine de değinmiş

tir. Nitekim oyunda görmekteyiz ki, zangoç efendisinin bir yeniçeri
olmasından cesaret alarak cüretkârca davranışlarda bulunmaktadır.
Çünkü o dönem de Cezayir'de bulunan yeniçerilerden herkes çekinmektedir,
doğal olarak bir yeniçerinin kölesine dokunmaları mümkün
değildir. Nitekim bir yeniçerinin kölesi olmanın kendisine sağladığı
üstünlüğü zangoç eserde şöyle konuşarak belirtmektedir

"Mami sert bir yeniçeri,
asker ve cebeci,
dürüst bir Türk.
onun eline düştüğüm
için çok talihliyim.
Yeniçerinin kölesine
ne kadar küstah olursa olsun
dokunmaya, ya da yan bakmaya
kimse cesaret edemez."33.

Haedo döneminde Cezayir'inde bulunan yeniçerilerle ilgili olarak
şöyle yazmaktadır: "Yeniçeri olmayan bir kimse bir yeniçeriye,
el kaldınrsa, ya da kendisine yol açmak için onu itip kakarsa eli kesilmek
suretiyle cezalandırılır; eğer yeniçeriyi öldürürse, diri diri
yakılmak, kazığa oturtulmak, çengele takılmak ya da balyozla kemiklerinin
kırılması cezalarından bir tanesi uygulanır. İşte bundan
dolayı yeniçeriler korkulan ve saygı gören insanlardır; ve onlar da
mağrur ve kibirlidirler, canlan ne isterse onu yaparlar ve kimse de
onlara ses çıkarmaz; aksi takdirde yanlarında taşıdıkları baltayla
canlarını sıkan kimsenin kolunu ya da kafasını kırabilecekleri gibi,
dişlerini de dökebilirler."34

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Cervantes eserlerinin büyük bir
kısmını hayal gücüne dayandırmakla birlikte, yaşanmış, gerçek
olaylara da yer vermiştir; gerçek olaylarla hayal gücünün birlikte
olduğu bu eserleri bir bütün olarak incelediğimizde bunların bağnaz
rahipler tarafından yazılmış eserler gibi gerçekleri çarpıtmadığını
gördük. Cervantes'in esirliği sırasında yaşamış olduğu tüm acılara
ve sıkıntılara rağmen Türklerden nefret eden bir yazar olmadığı izlenimini
edindiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz.

Dipnotlar
* Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi.

1. Muzaffer Arıkan, "XIV-XVI. Asırlarda Türk-İspanyol Münasebetleri" A.Ü.
D.T.C.Fakültesi Dergisi, Cilt: XXIII, Sayı: 3-4, Temmuz-Araltk 1965

2. Fernando Díaz-Plaja, Cervantes, Plaza y Janes, Barcelona, 1974, s.l.
3. Ibid., s. 23-24.
4. Ibid., s.31.
5. Ibid., s.36.
6. Arikan, s.254.

7. Miguel de Cervantes Saavedra, El ingenioso hidalgo Don Quijote de ta Mancha,
Editorial Pueyo, Madrid, 1977, s. 317-318.

8. Francisco Navarro y Ledema, El ingenioso hidalgo Miguel de Cervantes Saavedra.
Madrid, 1905.S.151.
9. Ibid., s. 151.

10.Ibid., s.151-153

11 Bu şahsın ismi, dönemin Cezayir'i hakkında geniş bilgi veren İspanyol papazı
Diego ve Haedo'nun eserinde geçmektedir. Üç cilt halinde olan bu eser tarihçiler ve araştırmacılar
için önemli bir kaynak sayılabilirse de, eserin yazarının Türklerden ya da Müslümanlardan
nefret eden bir din adamı olması sebesiyle yazdıklarının tamamen objektif ve
tarafsız olmayacağı hususunu da gözden uzak tutmamak gerekir. Nitekim Madrid Millî
Kütüphanesi'nde eseri incelediğimizde Türklere karşı hakaretâmiz sözler içerdiğini gördük.
Eser ilk defa 1612'de Valladolid'te basılmış, ikinci baskısı ise 1917 ile 1929 yılları
asarında Madrid'te gerçekleşmiştir. Bkz: Diego de Haedo, Topografía e historia general
de Argel, Sociedad de Bibliófilos Españoles, Madrid, 1927-1929. Yine Cervantes gibi denizde
Türklere esir düşen bir başka İspanyol, Diego Galán Cezayir'de ve İstanbul'da geçen
esaret hayatından bahsettiği, La Sociedad de Bibliófilos Españoles tarafından 1913'de
Madrid'te yayınlanan Cautiverio y trabajos de Diego Galán (I5fi9-J6(K>) adlı kitabında
Arnavut Mami tarafından tutsak edildiğini yazmaktadır. Diero Galán hakkında Türkçe bilgi
için bkz. Ertuğrul Önülp, "Türklere Esir Düşen Bir Ispanyolun Anıları (1589-1600)",
Argos, Ekim 1990, Sayı 26, s.64-67.
Pikaresk romanlardan Vida del escudero Marcos de Obre gön (1618) adlı eserin
yazarı Vicente Espinel de muhtemelen 1579 yılında Türk denizcilerinin eline esir düşmüş
ve kısa bir süre Cezayir'de bulunmuştur. Otobiyografik özellikler taşıyan bu eserinde yine
Mami Reis adında bir kaptandan bahsedilmektedir. Bkz: V.M. Espinel, Vida del escudero
Marcos de Ohregón, Clásicos Ebro, Zaragoza, 1966, s.93-94.
12 Miguel de Cervantes Saavedra, La española inglesa. Clásicos Ebro, Zaragoza,
1976, s. 139.

13. Luis Astrana Marín, Vida ejemplar y Heroica de Miguel de Cervantes Saavedra,
Instituto Editorial Reus, Madrid, 1944, s.473-475
14. Miguel de Cervantes Saavedra, "Epístola al sevretaria Mateo Vázquez", Poesía,
Clásicos Ebro, Zaragoza, 1972, s.50.
15. Emilio Temprona, "Cervantes, cautivo en Argel", Mar maldito, 'Mondadari Omnibus,
Madrid, 1989, s. 130-131.

16. Ibid., s. 131.
17. Fernando Biaz-Plaja, s.49-50.

18. Luis Astrana Marin, s.477-451.
19. Emilio Temprano, s. 132.
20. Femando Diaz-Plaja, s.50.

21. İbid., s.55.
22. ibid., b.56

23. S. Muhammed İmamüddin, Endülüs Siyasi Tarihi, Tercüme eden: Yusuf Yazar,
Rehber Yayıncılık, Ankara, 1990, s.364-365.
24. Emilio Temprano, s.69.

25. miguel de Cervantes Saavedra, Don Quijote, s.325.
26. Celia Viñas Olivella, Estampas de la vida de Cebantes. Almería, 1949, s.70.
27. Emilio Temprano, s.133.
28. Cemia Viñas Olivella, s.70.
29. Emilio Temprano, 133-134.

30. Miguel de Cervantes Saavedra, "El amante liberal" Novelas Ejemlares, Cilt I,
Clásicos Castalia, Madrid, 1990, s. 181.
31. Viaje de Turquía (Fernando García Salinero'nun önsözüyle), Cátedra, Madrid,
1980, s.413.

32. Miguel de Cervantes Saavedra, "La gran sultana doña Catalina de Oviedo", Biblioteca
de Autores Españoles, Atlas, Madrid, 1962, s.251-252.

33. Miguel de Cervantes Saavedra, Los banos de Argel, Taurus, Madrid, 1984, s.97.
34. Luis Astrana Marin, s.496.







































Hiç yorum yok: