22 Şubat 2012 Çarşamba

Tarih Yapmak ve Tarih Yazmak-Yavuz Bahadıroğlu


Hatırlıyor musunuz, Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, Ermeni Cumhurbaşkanı Sayın Sarkisyan’la görüşmesi sırasında “Tarih yapıyoruz” demişti.

Bu söz bana hiç yabancı gelmemişti. Nerede okuduğumu düşünürken, Jan Jack Rousso’nun o meşhur tespiti pat diye karşıma çıkıverdi: “Tarih yazmak, tarih yapmaktan daha zordur.” (“İnsanlar sadece seçim zamanı özgürdür, geriye kalan günler köledirler” diyen adam da budur işte).


“Tarih yapmak” derken, sadece Abdullah Gül ile Sarkisyan’ın görüşmesini değil, aynı zamanda elbette Malazgirt’i, Niğbolu’yu, Mohaç’ı, Varna’yı, Preveze’yi, İstanbul fethini ve bu zaferlere imza atan insanın medeniyet ufkunu hatırlamak lâzım.


Bunlar da yetmez, tarih bir bütün olarak, yani sosyal kurumları, askeri ve sivil teşkilatları, maliyesi, eğitim sistemi, mimarisi, toplum yapısıyla birlikte düşünülmeli.


Buna rağmen, “Yazmanın yapmaktan daha zor” olduğu tespiti ilk bakışta abartılı gibi gözüküyor. Oysa doğrudur. Baksanıza müthiş bir tarihi birikimin üzerinde oturmamıza rağmen, hâlâ doğru dürüst bir tarih yazamadık!


Düşünsenize dostlarım; “Atatürkçü” geçinen tarihçilerimiz bile daha Atatürk’ün doğum yılında anlaşmış, kesin bir hükme bağlamış değiller.
1879’dan 1881’e kadar muhtelif rivayetler var.


Manastır ve Selanik’in (o zamanlar Osmanlı’nındır) tahrir defterleri (nüfus kütüğü) daha açılmamış. Onlara öncelik verilmemiş. Bir derginin yayınladığı gibi yarım yapıldak soy kütükleriyle, Türkiye’nin en önemli insanının geçmişini tahmine çalışıyoruz. Bu yüzden envai çeşit dedikodu alıp başını gidiyor.


Bu durumda Rousso’ya hak vermemek elde değil.
Yani, “Tarih yazmak, tarih yapmaktan daha zordur.”
Çünkü siyaset ve ideoloji tarihçinin kalemini bağlar. Siyasetçi, kendisini ibra için, kendi dönemini aklamak, ideolojisini yaymak için tarihçinin kalemine hükmetmeye kalkışır. Bunu kâh yasaklarla, kâh tarihçiye makam-mevki, şöhret-servet vadiyle yapar.


İşte bu durumda belgesel tarihin yerini hikayeler, faraziyeler, ilmî dayanağı bulunmayan tezler, hipotezler alır.


Özellikle ders kitaplarına hükmetmek daha pratik, kolay ve etkili olduğu için, ders kitapları etkin siyasi ideolojinin istediği biçimde tanzim edilir. Tarih dersi geçmişi öğretmek amacının dışına çıkarılır. İdeolojinin emrine sokulur.


Artık çocuklar, siyasete hükmedenlerin istediklerini öğrenmeye mecburdur. Bunlar da çoğunlukla övgüden ibarettir. Geçmiş hakkındaki hükümler ise tek kelime ile “sövgü”dür. Resmî ideoloji, kendini kabul ettirmek için, geçmişi kötülemek zorunluluğu hisseder. Geçmiş ne kadar parıltılı ise inkâr o kadar zordur.


Devreye ister istemez yasaklar, yasaklamalar girer. Tarih “bilimsel zemin”den ideolojik zemine kayar. O zaman da “tarih” olmaktan çıkar, mayın tarlasına dönüşür.
Yalanlar doğruları yer bitirir.


Örnek mi istiyorsunuz? Çok, ama biri yetecektir sanırım.
Tarih 3 Mart 1924.


Yer Türkiye Büyük Millet Meclisi.
Meclis Hilafetin kaldırılmasını görüşüyor.
Sert tartışmalar arasında kürsüye Rize Milletvekili Ekrem Bey geliyor.


“Efendiler” diyor, “millete hizmet etmiş, tarihimizde, bir çok sadrazamlar gösterebilirsiniz. Fakat padişah göstermek için müşkilat (güçlük) çekersiniz. Bunların tahta bağlı olmalarının sebebi yalnız menfaat, ihtiras; bundan ibarettir.


Türk milletinin bu kadar geri kalmasına sebep padişahlardır. Bu padişahlar bidayet-i saltanatlarında hiçbir şey yapmamışlardır.


Bu tarihi (yani Osmanlı tarihini) yukardan aşağı tetkik ederseniz (incelerseniz), hep cinayet, şahsi ihtiras görürsünüz.


Sultan Fatih’den mi bahsedeceksiniz? Benim gözümün önüne, onun, sırf bir arzusu için, en kıymetli sadrazamımız olan Mahmud Paşa’yı katlettirmesi geliyor. Devri baştan aşağı cinayettir. Mazisi cinayetlerle dolu ve Türk milletine hizmet etmemiş bulunan bu aile.”


Nutuk sövmelerle, kınamalarla, lanetlerle sürüyor. Bin yıllık geçmiş karalanıyor. Arkasından henüz bir yaşına bile basmamış cumhuriyet övüle övüle göklere çıkarılıyor.


Sultan II. Abdülhamid’e Ermeni-Yahudi ağzıyla “Kızıl Sultan”, Sultan Vahideddin’e “vatan haini” diyen işte bu tarih anlayışıdır.


Fatih Sultan Mehmed’e bile dil uzatan zihniyetten başka ne bekleyebilirsiniz ki!
Bu anlayış bir miktar değişti.


Buna rağmen, Türkiye hâlâ “doğru tarih” yazma zaruretiyle karşı karşıyadır.


“Doğru tarih” derken, siyasi kalıplardan ve peşin hükümlerden arınmış, ideolojik saplantılardan kurtulmuş, tabuların üzerine çıkmış bir anlayışla tarihin ele alınması gereğini kastediyorum.


Ağzı olan değil, sadece bilgi ve belge konuşmalı.
Anlayacağınız bize, tarih kitapları aracılığıyla bir sürü yalan söylendi. Ancak hiçbir yalan sonsuza kadar sürmez. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Bir dane hakikat, bir harman yalanı yakar!”

Hiç yorum yok: