22 Şubat 2012 Çarşamba

Reşit Bey’in Atatürk’e Mektubu-Yavuz Bahadıroğlu


Çerkes Edhem’le birlikte idama mahküm edilen ve ancak Yunan tarafına geçerek hayatını kurtarabilen, aynı aileden biri daha var: Edhem Bey’in ağabeyi Çerkes Reşid Bey. Reşid Bey, (1877-1951) ilk BMM’de Saruhan (Manisa) milletvekiliydi. “Hain” ilan edilince, 8 Ocak 1921’de milletvekilliği düşürüldü ve Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahküm edildi. Sonradan 150’likler listesine alındı. Bu yüzden yıllar boyu Amman’da yaşamak zorunda kaldı. 1951’de öldü.
Çerkes Reşid Bey
İşte bu zatın 80 sene önce Atatürk’e hitaben yazdığı bir “Açık mektubu” var.
Bu mektup Şam’da çıkan “El-Kâbes Gazetesi”nde yayınlanmış (aslı Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde), yayınlanır yayınlanmaz eminim elçiliğimiz tarafından tercüme edilip Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e sunulmuştur.

Mektubun yayınlandığı dönem, Kürt isyanlarının arka arkaya patlak verdiği dönemdir.
Reşid Bey mektubunda “Kürt sorunu”nun nasıl ele alınması gerektiğini izah ediyor ve Atatürk’e bazı önerilerde bulunuyor.
Özetle diyor ki:

İşittiklerime ve gördüklerime dayanarak şunu söyleyeyim ki, hem Kürtlerin dinlerine tutku derecesinde bağlılıklarına, hem de kamuoyunun vicdanına aykırı olan mevcut durum, bu necip milleti tehlikelere ve savaşlara sürüklemektedir.

İşte kanlar akmakta, canlar yok olmakta, hırs uyanmakta, intikam sevdası kalplerde kök salmaktadır.

Ülkemin çöküşe doğru gittiği meydandadır. Dahası, cahil ve gafil Türk gazeteleri bu ayaklanmayı muhaliflerden yalnız birkaç kişinin üzerine yıkmaktadırlar.

Kürtlerin zulme gelemeyecekleri şüphesiz iken, şiddet, despotluk ve türlü imha yöntemleri ve Kürt beylerinin -Seyyid Abdülkadir de onlardandır- idamlarıyla sonuçlanan Şeyh Said İsyanı’nın (1925) ikinci bir isyan doğurmayacağını mı zannediyordunuz?

Kürtlerin intikamları da şiddetli olur. Tarihten delil getirmeye gerek yok. Yalnız bu son isyan bile öldürme, zulüm, şiddet ve köklerini kazımanın (sürgün politikası) sınırları olduğunu gösteriyor.

Ülkemizin 15 milyona ulaşan nüfusunun yarısını teşkil eden Kürtler, tarihin en eski zamanlarından beri kendi mamur beldelerinde yaşamakta iken, uygulamakta olduğunuz siyaset, memleketlerini bölüp parçaladı.

Hâlbuki çeşitli vesilelerle ve özel olarak da tarafınıza, Kürtlerin geleneklerine ve dinen kutsal bildikleri şeylere hücum etmenin, ülkemizin çöküşüne neden olacağını açıklamıştım. Ne var ki, hükümetimizin başı (İsmet Paşa’yı kastediyor) ve yoldaşlarının Türk milliyetçiliğinde ve ülkenin harap ve bitap düşmesinde ısrar, hatta inat ettikleri görülüyor.
Ey Gazi, şu an bu fırsattan yararlanmak için üzerinize büyük bir görev düşüyor.

1. Mert Kürt milletini zayi etmeyin (harcamayın) ve ona karşı düşmanlığın devamına meydan vermeyin.

2. Tarih bizim geçmişteki beraberliğimizi tescil etmiş bulunuyor. Günahlarınız yüzünden ülkenin bölünmesinden kaygı duyuyorum. Unutmayın ki, en büyük ve uzun ömürlü şöhret, tarihin tescil ettiği şöhrettir.

Bir an için kendinizi ölmüş farz edip, namınızı yükseltmeye bakmalısınız. Kürtlerin dine tutkunlukları ve millî asaletleri, onları Türklerden ayrılmaktan men ediyor.

Ancak bir şartla: Yönetimi cumhurdan, yani halktan ılımlı ve hür bir gruba emanet etmeniz gerekir.

Böyle yaparsanız, himayeniz altındaki milletlerin (Türklerin ve Kürtlerin) özgürlüğünü temin ve ülkemizin selametini muhafaza etmiş, böylece tarihte büyük bir ad ve şöhrete nail olmuş olursunuz.” (Bu mektup Mete Tunçay tarafından Tarih ve Toplum Dergisi’nin Ekim 1992 sayısında yayınlanmıştır).
Bediüzzaman Said Nursi
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de, Reşit Bey’in mektubundan bağımsız olarak benzer fikirler seslendirmişti.

Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizden başlayarak bütün vatanı “kardeşlik kuşağı” ile sarmalayacak bir eğitim projesi üzerine çalışmış, bu projeyi son birkaç padişah dışında Ankara’ya da sunmuş, ancak Sultan Reşat “maaş”la, Ankara ise “makam”la onu susturmaya çalışmıştı.

“Medresetü’z-Zehra” adını verdiği ve Türkçe, Kürtçe, Arapça eğitim öngördüğü üniversite projesinde din ilimleriyle fen ilimleri birlikte okutulacaktı.

Çünkü” diyor, “Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir, ikisinin imtizacından hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”
Peki böyle bir üniversite ile ne amaçlıyordu?

“Arabistan, Hindistan, İran, Kafkasya, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakiki, müsbet ve kudsi ve umumi milliyet-i hakikiye olan İslamiyet milliyeti ile ‘inneme’l-müminune ihvatun’ (Mü’minler kardeştir) Kur’an’ın bir kanun-u esasisinin tam inkişafına mazhar olsun.”

Kelimeleri açıklamak için maalesef yerim kalmadı, bir zahmet sözlükten bakın.

Hiç yorum yok: