17 Şubat 2012 Cuma

“Osmanlı işgalciydi, bizi sömürdü!”-Taha Kılınç

Mısır, okullarda okutulan tarih kitaplarında Osmanlı'dan "Ülkemizi işgal ettiler, bizi hep sömürdüler!" şeklinde bahsetme kararı almış. Bu, zaten ülkenin okumuş kesimlerinin genel olarak dillendirdiği bir şeyin, resmiyete dökülmesi anlamına geliyor. 

Peki, Türkiye'nin tam da İslam dünyasıyla ilişkilerini iyileştirmeye başladığı bir dönemde, Mısır'ın bu atağı ne anlama geliyor? Mısır'ın Türkiye'ye dair bu vurgusu neden şimdi gündemde? 

Bu soruların cevabı için Osmanlı-Memlûk ilişkilerine kadar bakışlarımızı derinleştirmemiz gerekiyor. Çünkü her iki halkı da yakından tanıyanların gözlemleyebileceği gibi, Türkler ve Mısırlılar arasında ta o zamanlardan günümüze taşınan bir tür rekabet ve üstünlük iddiası devam ediyor. Her iki cephe de, günümüz meselelerini tarihsel bağlamlarından koparmadan düşünemiyor. Bu siyasal ilişkiler düzeyinde de böyle, halkların şuuraltında da. 

Mısır, Osmanlı'nın muktedir padişahı Yavuz Sultan Selim döneminde, oldukça olaylı biçimde imparatorluk topraklarına katılan bir coğrafya. 

Osmanlı tarihi içerisinde gerçekten ayrıcalıklı bir yere sahip olan Yavuz Sultan Selim, kendisinden önceki sultanlardan farklı olarak, iktidarı boyunca Müslüman doğuyu dize getirmeyi hedef seçmişti. Bunun da üç ana ayağı vardı: İran, Hicaz ve Mısır. 

Dönemi için oldukça tutarlı ve elzem bir siyaseti vardı Yavuz'un: "İslam dünyasında en büyük olmak, Müslüman dünyadaki birikimi de hilafetle birlikte İstanbul'a toplamak." Yavuz sırasıyla İran, Suriye, Filistin, Hicaz ve Mısır'ı ele geçirirken bu siyasetini gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. Gerçekleştirdi de. Osmanlı, Memlûkları tarihten silerek Ortadoğu'da tam 400 sene sürecek hâkimiyetine başladı Yavuz dönemiyle birlikte.
Osmanlı-Memlûk ilişkilerine Osmanlı penceresinden bakanlar için, Yavuz Sultan Selim'in 1516-17'deki Mısır seferi zorunlu, olmazsa olmaz bir ataktı. İstanbul'un fethini Kâhire'de toplar atarak kutlayan Memlûk sultanları çoktan tarihte kalmıştı. Yavuz döneminde, Memlûklar artık Osmanlı için ciddi ve mutlaka bertaraf edilmesi gereken bir rakipti. 

Bir de Osmanlı hayranı halk yığınlarının fetih algılaması var. Onların zihin dünyalarında Mısır'ın fethindeki dekor şöyle: 

"Yavuz, Peygamberimizin ve dört halifenin işareti üzerine Mısır üzerine yürüdü. Sina çölüne gelindiğinde, Yavuz çölün girişinde atından indi. Yanında yakın dostu Hasan Can vardı. Paşalar ve üst düzey komutanlar, Hasan Can'ı araya sokarak, padişaha neden atından indiğini sordular. Yavuz şu cevabı verdi: "Peygamberimiz önümde yürürken ben nasıl ata binerim!?" Napolyon'un bile çok sonraları modern teknolojiyle ancak geçebildiği bu çöl kısa zamanda geçildi. Üstelik yolda bol bol yağmur yağdı. Seferin sonunda Yavuz, halife oldu, böylece hilâfet Türklere geçti." 

Ciddi tarih kaynaklarında yer almamasına rağmen, menkıbe türü kitapların baskın motiflerinden olan bu tür rivayetler, Osmanlı-Memlûk mücadelesine 'manevî' bir cephe kazandırarak, haklı ve üstün taraf olarak Osmanlı'yı ilan ediyor. Memlûklar ise "Osmanlı'ya karşı Batılı güçlerle ve İran'la ittifak ettiklerinden dolayı cezalarını bulmuşlardır!" 

Oysa tarihi olayların tek bir cephesi yok. Özellikle içinde 'fetih' gibi tılsımlı kelimelerin geçtiği tarihsel parçalarda bu cepheler epey kalabalıklaşıyor. Örneğin bir Mısırlı için Osmanlı, kendi ülkesini ele geçiren bir dış güç. Memlûklar da yabancı bir hanedan olmalarına (hatta birçok Memlûk sultanının Arapça dahi bilmemesine) rağmen, Osmanlı-Memlûk denkleminde Mısırlıların gönlü Memlûklar'dan yana. Bu biraz da Mercidâbık ve Ridâniye'nin kavurucu ve hüzünlendirici etkisinden. 

Mısır ile Türkiye'nin günümüzde birbirinden böylesine ayrı durmasının temellerini ve psikolojik altyapısını Yavuz'un işte bu söz konusu Ortadoğu siyasetinde arayabiliriz. 

Devletin güçlü olduğu zamanlar için gayet mantıklı olan bu siyaset, devletin zayıflamaya başladığı dönemlerde giderek daha büyük sorunların kaynağı oldu. Maddi-manevi birikimleri merkeze toplanan Ortadoğu'nun merkez şehirlerinin karakterleri hızla Osmanlılık çerçevesinin dışında kaldı. Nihayet, önce İran, sonra Mısır ve nihayet Hicaz bölgesi "Osmanlı boyunduruğu"ndan kurtuldu. 

Yavuz döneminde muktedir bir şekilde Ortadoğu'ya yerleşen Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı'yla beraber, ardında acı hikâyeler ve destanlaştırılmış hezimetler bırakarak Anadolu'ya doğru küçüldü. İran, Mısır ve Hicaz da uzun zaman Türkiye ile yolları hiç kesişmeyen dış bölgeler olarak kaldı. 

Son on yıldır yok edilmeye çalışılan eski tortulara rağmen, bugün Türkiye'nin Ortadoğu siyaseti, hala Yavuz dönemi siyasetinin etkisi altında. Şuur altında Arapların "Onlar bir zamanlar bize hâkimdi, bizi geri bıraktılar" şeklinde özetledikleri duygu, Türklerin kahir ekseriyetinde de Araplar hakkında "Osmanlı'yı arkadan vurdular, ama sonra gün yüzü görmediler" şeklinde bir tekerlemeye dönüşmüş durumda. 

Günümüzde İran'la görünürde aksamadan yürüyen ilişkiler, Suudi Arabistan'la kurulan, hatta "Şeriatçı kralın ayağına mı gidilir" vb. eleştirilere rağmen yapılan çeşitli jestlerle daha da üst düzeylere taşınan yakın alaka, Mısır'la bir türlü kurulamıyor. 

Bu bağlamda, baştaki soruya şu cevabı verebiliriz: 

Mısır yönetimi, Arap halklarında var olan "Osmanlı alerjisi"ni yeniden alevlendirerek, Arap dünyasında Türkiye'ye karşı uyanan ilginin önünü kesmeye karar vermiş görünüyor. Bunun da sebebi, başta Filistin olmak üzere yeni dönemde Türkiye'ye ve Türklere rol kaptırmama niyeti olmalı. 

Hiç yorum yok: