17 Eylül 2012 Pazartesi

Beyaz Türk Nasıl Bakar, Ne Görür, Ne Anlar?-Türkiye’nin ‘Beyaz Çöp’leri -İnsan Neden Beyaz Olmak İster? -Serdar Kaya


Beyaz Türk Nasıl Bakar, Ne Görür, Ne Anlar?
Türkiye’de kendilerini “beyaz Türkler” olarak nitelendiren bir kesim var. Bu kesimin mensupları, ekseriyetle, hayat tarzlarının tehdit altında olduğu iddiasıyla gündeme geliyorlar. İdeolojik anlamda homojen değiller. Ancak kimi tavır ve refleksleri, belli bir zihniyet yapısını paylaştıklarını ima ediyor. Belki hepsinden önemlisi de, halkın geri kalanına nazaran daha eğitimli, nitelikli ve görgülü oldukları düşüncesinde olmaları.

Beyaz Türklerin daha nitelikli olma iddiaları, zihinlerinde hem kendilerine hem de başkalarına dair belli imgeler taşıdıkları anlamına geliyor. Tabii bu imgelerin, kendilerine dair olanlarının yüceltici, başkaları hakkındakilerin ise küçültücü öğeler içerdiğini tahmin etmek zor değil. Beyaz Türklerin nisbeten daha açık sözlü olanları, başkalarını nasıl gördüklerini zaten zaman zaman açıkça dile getiriyorlar… “Göbekli ayı”, “bidon kafalı”, “uzun kollu kısa bacaklı” gibi imgeler, bu konuda ilk akla gelen örnekler.
Bir neandertal resmine karşılık gelen bu tasvirler, işin içinde küçümsemenin yanısıra öfkenin de varolduğunu ima ediyor. Bu öfkenin nedenlerini de, yine aynı kesimin yazdıklarında ve söylediklerinde görebilmek mümkün. Beyaz Türkler, özetle, küçümsedikleri kimselerin (1) kendilerinden sayıca daha fazla olmalarından, (2) ekseriyetle AKP’ye oy vermelerinden ve (3) sosyal alanda eskisine nazaran daha görünür hale gelmiş olmalarından rahatsızlık duyuyorlar. “Ayaklar baş oldu” şeklindeki yakınmalar da zaten bu gibi rahatsızlıkların bir ifadesi.
Bütün bunlar karşısında ilk akla gelen soru, böylesine kaba bir imgenin gerçeğe ne derece tekabül ettiği… Son Türkiye seyahatimde söz konusu “neandertal”lerle biraz zaman geçirme fırsatım olduğundan, bu soruya cevap teşkil edecek birkaç gözlemde de bulundum. Bu gözlemler arasından önemli bulduğum bir tanesini aktarmak istiyorum:
Bir sivil toplum örgütünün daveti üzerine Çemberlitaş’ta bir konuşma yapmıştım. Konuşma sona erince yanıma gelen bir grup okur, kısa bir sohbetin ardından beni bir akşam Küçükçekmece’deki mahallelerinde “çayla börek yemeye” davet etti. Gittim. Evde yenip içilen yemek, çay ve böreğin ardından, mahalledeki derneğe geçtik. Orada bizi bekleyenlerle kısa bir tanışmanın ardından, davet sahiplerinden Rüştü Hacıoğlu, gün içerisinde şahit olduğu bir hadiseyi merkeze alan kısa bir giriş konuşması yapmak üzere derneğin konferans salonunun sahnesine geçti. Rüştü’nün şahit olduğu hadise, bir polis memurunun, bir şeyler izah etmekte olduğu vatandaşın omzuna elini koyarak ona yaslanmış ve onunla o şekilde konuşmuş olmasından ibaretti. Rüştü, rastladığı polis memurunun o vaziyetinin, otoritenin vatandaşa yukarıdan bakan tavrının tipik bir yansıması olduğunu söylüyordu. Ancak bu konuşmayı benim için ilginç kılan asıl nokta, Rüştü’nün, sırf bu sahneyi dinleyicilere aktarabilmek için, civardaki bir giyim mağazasından bir vitrin mankeni ödünç almış olmasıydı. Rüştü, bunu yapmasının nedenini, “Buradaki hiçbir arkadaşımı rol icabı da olsa öyle bir duruma sokmak istemedim” diyerek açıklamıştı.
Açıkça belliydi ki, otoriteyi ciddi bir şekilde sorgulayan, ancak bunu reaksiyoner bir tavırla değil, kendilerinin ve etrafındakilerin birer birey olduğu bilinciyle yapan insanların arasındaydım. Öyle görünüyordu ki, bu kişiler, devletin (ve belki de tıpkı devlet gibi kendilerini merkezde konumlandıran bazı kesimlerin) onlara davranış şekillerinden bıkmışlardı ve artık bu durumu daha fazla sineye çekmek istemiyorlardı.
Orada yaptığım konuşmanın ardından soru-cevap kısmına geçtiğimizde, mahalle (ya da kendi ifadeleriyle “periferi”) sakinlerinin düşünsel anlamda monolitik bir yapıya sahip olmaktan uzak olduklarını da gördüm. Mesela, içlerinden bazıları ekonomik kaygılarla sosyal devlet yanlısı bir pozisyon alırken, bazıları da sadece düşünce özgürlüğü gibi konulara odaklanıyordu. Kimileri iktidar partisine daha yakın dururken, kimi diğerleri ise partinin bazı uygulamalarına sert eleştiriler getiriyordu. İçlerinde, adını dahi duymadığım yazarlardan alıntılar yapanları da yok değildi.
Beyaz Türklerin “baskıcı” olmakla da itham ettiği “mahalle”lilerin söylediklerine bakılırsa, artık Türkiye’nin hemen her şehrinde ve İstanbul’un hemen her semtinde bu şekilde bir araya gelen insanlar, kimi zaman kendi aralarında kimi zaman da çağırdıkları konuklarla, ortaya çıkmasını istedikleri daha güzel bir Türkiye’yi konuşuyorlarmış. Bu durum, ayağındaki prangalar artık bir parça gevşemiş olan Türkiye halkının, her demokraside son derece sıradan olan bu gibi faaliyetlerle yeni yeni tanışmaya başladığı anlamına geliyor – ki bu da, demokrasinin olmazsa olmazlarından biri olan sivil toplumun örgütlenmesi adına son derece olumlu bir gelişme.
Bunun bir neandertal manzarası olmadığı herhalde herkes için yeterince açıktır. Ancak aynı derecede açık olan bir diğer şey var ki, o da, mahallelinin, kadınıyla erkeğiyle, beyaz Türklerin yolda görünce selam vermek bir yana, yüzlerini dahi ekşittikleri kimseler oldukları… Bu tavrın hangi şekilci nedenlere dayandığı herhalde herkesin malumudur. Öyle anlaşılıyor ki, beyaz Türkler, insana özgü “önce görüp sonra kategorize etme yerine, önce kategorize edip sonra görme eğilimi”ni çok aşırı bir uca taşımışlar. Zaten beyaz Türklerin halkı tanımamalarının da, sevmemelerinin de, Türkiye adına hep yanlış öngörülerde bulunmalarının da nedeni bu.
-Türkiye’nin ‘Beyaz Çöp’leri
“Beyaz Türk” ifadesi, kendisini beyaz Türk olarak gören biri tarafından ortaya atıldı ve yine kendilerini beyaz Türk olarak görenler tarafından benimsenerek kullanılmaya başlandı. Konunun bu yönü önemli. Zira bir insanın içinde bulunduğu kesimi böyle bir sıfatla yüceltmesi, halkın geriye kalanının ülkenin zencileri olduğu yönünde bir ima içeriyor.
“Biz sizden üstünüz” vurgusunun dahi ötesine geçen bu ima, sınırları böylesine kesin bir çizgiyle çizilen bu hiyerarşik üstünlüğün hangi gerekçeye dayandığı sorusunu akla getiriyor. Bu sorunun cevabını alma adına beyaz Türklerin yazdıklarına ve söylediklerine bakıldığında, kendilerini “eğitimli”, “kültürlü”, “açık fikirli” ve “kimi nezih zevklere sahip” kimseler olarak gördükleri ortaya çıkıyor. Ancak bu imgenin gerçeklikle ilişkisi bir parça sorunlu.
Herşeyden önce, “beyaz” sıfatı ırkçı bir geçmişe sahip ve eskiden olduğu gibi bugün de dünyada sadece ırkçılar tarafından sahipleniliyor. Siyasi uygulamalar söz konusu olduğunda ise, “beyaz” sıfatının çağrıştırdığı ilk şey apartheid rejimi – ki bu da, beyaz Türklerin kimi tavırları hatırlandığında fazlasıyla rahatsız edici bir örnek. Zira Güney Afrika’da 1948 ile 1993 yılları arasında yürürlükte olan apartheid rejimi, ülkede sömürgeci bir geçmişe sahip olan beyaz azınlığın siyah çoğunluğu yönetmesi esasına dayanan, siyahların vatandaş bile sayılmadığı ırkçı bir rejimdi. Apartheid rejiminde, siyahlar sadece beyazların onlar için belirledikleri müstakil yerleşim bölgelerinde ikamet edebiliyorlardı. Diğer bölgelere geçmeleri yasaktı.
Bu noktada sormak gerekli: Kendilerine yakıştıra yakıştıra dünyada sadece bu gibi ırkçı bağlamlarda kullanılan bir sıfatı yakıştıran beyaz Türkler, kendilerini Türkiye’deki çoğunluğu yönetme hakkına sahip olan aristokrat bir azınlık olarak mı görüyorlar? Türkiye’deki çoğunluk, onların gözünde ikinci sınıf insanlardan mı oluşuyor? Nişantaşı gibi semtlerde başörtülü bir genç kız görünce, “Buralara kadar geldiler!” diye tepki göstermelerinin nedeni bu mu? Başörtülüleri, Kürtçe konuşanları ve diğerlerini belli semtlerde tecrit etmeyi mi tercih ederlerdi?
Şayet bu soruların cevabı “Hayır” ise, yani beyaz Türkler kendileri için böyle bir sıfat seçmiş olmalarına rağmen aslında eşitlikten yana olan insanlarsa, o zaman kullandıkları kelimelerin bağlamlarından (ve dolayısıyla da dünyadan) pek fazla haberdar değiller demektir. Böyle bir durumda da, beyaz Türklerin ciddi bir cehalet problemiyle karşı karşıya olduklarını kabul etmemiz gerekiyor.
Haktan ziyade imtiyaz arayışında olan bir toplum olageldiğimiz için belki yeterince üzerinde durmuyoruz; ama fark etmemiz gereken bir gerçek var: İyi okullarda okumuş olmak, yüksek bir gelire sahip olmak, sevimli semtlerde oturmak ya da çoğu insan için epey pahalı sayılabilecek olan yerlerde alışveriş ediyor olmak insanı demokrat ya da eşitlikçi kılmaz. Aksine, bütün bunlar, aynı donanım ve imkanlara sahip olmayan başkalarını adam yerine koymamayı ve hatta dehümanize etmeyi dahi kolaylaştırabilir. Unutmamak gerekli ki, Güney Afrika’daki beyaz İngilizler de, halkın geri kalanından daha yüksek bir ortalama gelire sahiplerdi. Nisbeten daha iyi muhitlerde oturuyor, daha iyi okullara gidiyor, daha konforlu bir hayat yaşıyorlardı. Ama sahip oldukları hayat tarzı, ayrımcı bir rejim içerisinde yaşadıkları, çoğunlukları itibariyle bu rejimin neden olduğu acıları görmezden geldikleri ve basbayağı ırkçı oldukları gerçeğini değiştirmiyordu.
Ancak yine de belirtmek gerekir ki, Batılı ırkçılar, ayrımcı bir ideolojiye saplanmış olsalar da, kara cahil kimseler de değillerdi. İçlerinde sanatçılar, yazarlar, sosyal bilimciler, felsefeciler vardı. (Mesela Martin Heidegger bir Nazi Partisi üyesiydi.) Dahası, üstün ırk düşüncesi Nietzsche, Yahudi düşmanlığı ise Martin Luther gibi dünyayı etkilemiş ciddi fikir adamlarının metinlerine de dayanan bir süreklilik içerisinde ortaya çıkmıştı. Yani ortada asırlarca geriye giden köklü bir tarihi arkaplan da vardı.
Buna karşılık, Türkiye’de kendilerine beyaz Türk diyen ve başkalarını aşağılamayı meslek edinen insanların içinde dünyayı etkilemek bir yana, ciddi bir birikime sahip olan pek kimse dahi yok gibi. Aslında bu durum, gözler önünde olduğu halde çoğu zaman fark edilmeyen basit bir gerçeği tek başına ifşa ediyor: Beyaz Türkler aslında öykündükleri beyaz Batılıların ucuz bir kopyası durumundalar. Yani “beyaz Türk” dediğimizde, Türkiye’nin düşünen kesimini değil, bizzat özgür düşüncenin karşısında cephe alan, “şartlar” gerektirdiğinde Murat Belge, Etyen Mahçupyan, Orhan Pamuk, Atilla Yayla gibi insanları hedef göstermekten dahi geri durmayan bir tipolojiden söz ediyoruz. Başkalarına “bidon kafa” diye hakaret ederken, anagramlardan analiz devşiren, “Cumhuriyet’in ‘Seks’eninci Yılı” gibi tespitlerde bulunan yazıları ciddi ciddi yazabilen ve karşılığında “Büyük Yazar” diye takdir ve ilgi görebilen insanlar bunlar. Bir asırdır, beyaz olduklarına inanmak ve bizi de inandırmak istiyorlar.
Onlar hakkındaki en iyi hükmü, ABD’de beyaz ırkın cahil kesimi için kullanılan “beyaz çöp” (white trash) ifadesine atıfta bulunarak Perihan Mağden vermişti: “Ben bunların siyasi olarak da “white trash” kültürünü ürettiklerini düşünüyorum. Bunlar kendilerini çok üst orta sınıf olarak farz etmemizi istiyorlar. … Ait olmadıkları bir sınıfı pazarlamak için başı gözü dağıttılar. … bunlar ‘white trash’ kültürünü Türkiye’ye taşımaya çalıştılar ve işte “bu laiktir, biz güzeliz, biz beyazız” diyorlar. Hayır siz beyaz değilsiniz siz ‘white’ değilsiniz siz ‘white trash’sınız.”
Hadise budur.
İnsan Neden Beyaz Olmak İster?
Pamuk Prenses masalındaki kraliçe, sihirli aynasının karşısına geçerek “Ayna ayna söyle bana, en güzel kim bu dünyada?” diye sorar. Almak istediği cevabın, “Sizsiniz kraliçem” olduğu malumdur. Zira insanlar başkalarınca övülmek, takdir edilmek ve neticede bir şekilde kendilerini önemli hissetmek isterler. Kendilerini içten içe değersiz hissettikleri zamanlarda, başkalarının takdirlerine olan ihtiyaçları daha da artar. Tabii bu bir parça problemli bir durumdur. Çünkü, kişinin kendisinde hissettiği bir eksikliği başkalarından gördüğü ilgi ve beğeni ile kapatmaya çalışması pek anlamlı değildir. Dahası, böyle bir çaba, (diğer zararlarının yanı sıra) insanı kimliksizleştirir. Çünkü asıl derdi başkalarının dünyasında makbul bir yer edinmek olan bir insan, davranışlarında öncelikle başkalarının düşüncelerini ölçü alacağından, zamanla kendisi olmaktan uzaklaşır. Zaten masaldaki “güzel” kraliçenin sürekli aynadan teyit almaya ihtiyaç hissetmesinin nedeni de budur.
Bu duruma gelmiş olan bir insan tehlikelidir; ne yapacağı belli olmaz. Örneğin, masaldaki kraliçe, aynadan korktuğu cevabı alınca, öfkeden deliye döner ve Pamuk Prenses’i öldürmek ister. Kendisini önemli hissetmek isteyen insanlar da böyledir. Onlar da benzeri amaçlar uğruna olmadık işler yaparlar. Bu olmadık işlerden biri, herhangi bir etik sorgulama yapmadan, itibar gören insanlarla aynı yerde durmaya çalışmaktır.
Sosyal psikoloji alanındaki kimi çalışmalar, bu konuda bazı ipuçları sunar. Mesela sosyal kimlik teorisine göre, insan, kendisi hakkında olumlu düşüncelere sahip olma istek ve eğiliminde olan bir varlıktır. Bu nedenle de, mensubu bulunduğu gruplara olumlu özellikler atfetmek ya da sosyal statüsü yüksek olan gruplara girmeye çalışmak gibi davranışlar sergiler. Çünkü, insan, muteber bir grubun kimliğini taşımanın, ayrıcalık hissini de beraberinde getireceğinin farkındadır.
Ancak böyle bir çaba da problemsiz değildir. Şöyle ki, itibar arayışının birincil amacı, ego tatminidir. Erdem, denklemin dışındadır. Dolayısıyla, kişiye itibar kazandıracak olan grubun erdemli bir amaca hizmet etmesi ya da erdemli insanlardan müteşekkil olması gerekmez. Zaten tam da bu yüzden, tarih, bir dönem muteber olsa da bugün antipatik bulunan sosyal ve siyasi gruplarla doludur. Bu türden grupların, popülaritelerinin zirvesinde iken çok sayıda insanı cezbedebilmiş olması bu nedenle şaşırtıcı değildir.
Peki ya Türkiye özelinde durum nedir?
Türkiye’ye ve ülkenin tarihine baktığımızda, insanların itibar arayışıyla edinmek istedikleri grup kimliğinin uzun bir süredir hep Batılı hayat tarzı ile bir şekilde ilişkili olageldiğini görüyoruz. Bu, başarılı olanın taklit edilmesi ile ilgili olan anlaşılabilir bir durum. Bu nedenle de, başlangıcının Osmanlı’nın gerileme yıllarına denk gelmesi şaşırtıcı değil. Yani, hakim kanının aksine, Batılılaşma dediğimizde, kökleri Cumhuriyet’ten çok daha öncesine dayanan, aşağı yukarı 300 senedir sürmekte olan uzun bir süreçten söz ediyoruz. Mesela, Fatma K. Barbarosoğlu’nun Moda ve Zihniyet adlı kitabındaki harikulade örneklerden de görülebileceği gibi, II. Abdülhamid dönemi (1876) ve sonrasına gelindiğinde Batı kültürüne ait öğe ve pratikler giyim kuşamdan ev dekorasyonuna kadar pek çok alanda hayatın içine girmiş ve birer statü aracı haline gelmişti.
Batılılaşma konusunda Cumhuriyet’in yaptığı ise, zaten yaşanmakta olan bir kültürel değişimi devlet eliyle körüklemeye çalışmak ve Batılı hayat tarzını benimsemeyi makbul vatandaş olmanın temel kriteri olarak dayatmak oldu. Devletin hayatın her alanına (Meşrutiyet Dönemi’nde olduğundan çok daha ileri bir seviyede) hakim olduğu bu yeni dönemde kimlerin adam yerine konup kimlerin dışlanacağı, halka fazlasıyla belli edilmişti. Bir başka deyişle, halihazırda Batı karşısında kendisini zaten ezik hisseden bir halkın önünde “adam olma” adına başka bir açık kapı bırakılmamıştı.
Bu şartlar altında, Atatürkçülüğe angaje olmak, takdir görmenin ve kendini önemli hissetmenin yeni (ve tek) aracı haline geldi. Cumhuriyet’in okullarında eğitilen öğrencilerin ağızlarından dökülen “Şapka giydik, gülünç olmaktan kurtulduk” gibi cümleler, bu dönemin ürettiği yeni insan tipinin duyduğu derin itibar kaygısının ve bu kaygıyı gidermeye karşılık gelen Batılılaşma çabasının bir özeti olarak görülebilir.
Cumhuriyet tarihine damgasını vuran bu tipoloji, hala son derece canlıdır. O günlerin “asri” insanlarının ardılları, artık kendilerini “beyaz Türkler” olarak nitelendiriyorlar. Ancak ne var ki, o günün Batısı ile bugünün Batısı aynı olmadığı gibi, o günün makbul değerleri ile bugününkiler de aynı değil. Bu nedenle, Atatürkçü hayat tarzı da, Atatürkçülüğün bizzat kendisi de, günümüzde bir insanın ciddiye alınması adına artık geçer akçe değil.
Bu gerçekle karşılaşan beyaz Türkler, sihirli aynadan umduğu cevabı alamayan kraliçeyi hatırlatan tavır ve davranışlar sergiliyorlar. Ayna onlara çirkin olduklarını söylüyor. Onlara, eleştirilmesine bile tahammül edemedikleri ideologlarının, Kürtlere, gayrimüslimlere, dindar müslümanlara karşı işledikleri insanlık suçlarını gösteriyor. Ezilenin karşısında ezenin yanında durarak iyi olunamayacağını söylüyor. Ama onlar bunları duyunca, aynaya kulak vermek yerine giderek daha da öfkeleniyorlar.


Hiç yorum yok: